Vakit ikindiye eriştiğinde
İstanbul’a henüz varabilmişti Enis Temiz. Sivil kıyafetli olsa da, her haliyle
devlet kokan araç şoföründen Anadolu yakasından bulunan baba evine değil,
Avrupa yakasındaki başka bir adrese bırakmasını istemişti kendini. İlçenin
merkez camiinde namazını eda ettikten sonra, cebinden çıkardığı ufak kâğıt
parçasını bir süre incelemiş, kâğıdın üzerine kurşun kalemle alelacele çizilmiş
krokiye bakarak zorlanmadan bulmuştu aradığı adresi.
Eski kadife fabrikasının
faaliyette olduğu dönemi hatırlayabilenler, çoktan torunlarını kucaklarına
alabilecek yaşa erişmişlerdi. On beş Temmuz akşamı, neredeyse yarım asırdır
atıl durumda olan fabrikanın önünden geçen semt sakinleri, onun paslı bahçe
kapılarından birinin açık olduğunu gördüklerinde hayrete düşmüşlerdi. Kanıksanmış,
kendi halinde oluşunu bozan ufacık bir detay hemen dikkatleri üzerine çekiyordu.
Bazı günler bahçede iki iri kangal köpeğini gezdirirken görülen bekçinin dahi,
içeriye hangi vakitte girip çıktığını gören olmamıştı belki de bugüne değin.
Kırık camları, deforme olmuş
çehresiyle bina neredeyse yıkılacakmış gibi dursa da; içinde bulunduğu, otobana
paralel arazinin maddi değerini anlayabilmek için uzman olmaya gerek yoktu. Kime
ait olduğu, neden değerlendirilmediği konusunda söylenenler rivayetten öteye
gitmiyordu. Bazılarına göre gurbetçi bir aileye aitti. İhtiyaçları olmadığı
için ilgilenmiyorlardı. Bazılarına göreyse o kadar çok mirasçısı vardı ki,
aralarında anlaşmaya vararak değerlendirme yoluna gidememişlerdi.
Oysa tüm tahminlerin dışında
kalan bir görevi vardı bu köhne binanın. Sadece ihtiyaç duyulmadığı için güncellenmemişti
uzun zamandır.
Hapishane izlenimi veren
parmaklık kapıya yaklaştığında; içeriden kapıya doğru yapılan saldırgan hamle,
ürkerek bir adım geri çekilmesine sebep olmuştu.
- Kont, gel buraya oğlum.
Sese itaat eden köpeğin geri
çekilmesiyle tekrar kapıya yaklaştı. Göz göze geldiği delici mavi bakışlar
biraz öncekinden daha az ürkütücü değildi. Yinede bu kez geri adım atmadı.
- Necmettin Salih’in
selamını getirdim.
Umduğunu bulamadığını belli
eden bir bakış attıktan sonra, cebinden çıkardığı anahtarla içerden bahçe
kapısının kilidini açtı ihtiyar bekçi.
- Başka gelen olacak mı?
Birkaç sene önceki hali
olsa, böyle bir yerde parti verebilmek için neler yapabileceğini, ne denli büyük
bir kalabalık toplayabileceğini düşündü Enis. Sonra bekçiye onunkinden çok daha
sert bir bakış attı;
- İnşallah olur, ihtiyar…
İnşallah olur.
*
Dört
yıl önce…
Kaç gün
olmuştu? Bir hafta… On gün… On beş… Emin değildi. Öylesine hızlı akmıştı ki
zaman, sayamamıştı bile. Tam olarak kaç gün olduğunu bilmediği kısa zaman
süreci önce, bir emaneti almak üzere geldiği memleketine bu sefer zıttı bir
sebeple gelmişti. Emaneti, tekrar koruyucusunun manevi ellerine teslim etmek…
Artık iki parça olan
asanın elindeki parçasını özenle yerleştirdi, öncesinde açık bıraktığı çukura.
Diğer parçası…
Sanki
bu günü bekliyormuş gibi sertleşmemişti toprak. Kazdığı zamanın tazeliğinde
dipdiri bekliyordu. İncitmek istemezmişçesine ağır hareketlerle doldurduğu
çukura fazladan iki damla gözyaşı karıştı, istemsiz.
- İyi
misin, Necmettin Ağabey?
Meraklı
gözlerle yüzüne bakan delikanlıya hüzünlü bir bakış attıktan sonra;
- İyiyim
Enis. İyiyim.
İyi
değildi oysa. Birkaç gün önce toprağa verdiği dedesinin gülümseyen yüzü
gelmişti gözlerinin önüne… Onun mezar toprağını elleriyle düzelttiği gibi
düzledi toprağı.
- Rahat
uyu, dedem. Vasiyetin yerine getirilmiştir, diye mırıldandıktan sonra doğruldu.
İşimiz bittiğine göre gidebiliriz artık.
- Sen
nasıl dersen Necmettin Ağabey…
Bulundukları
asırlık ahşap evden dışarı çıktıklarında, omzuna asılı çantadan bir asma kilit
çıkardı Enis. Kapıyı onunla kilitledikten sonra yedek anahtarlardan birini
halkadan ayırarak Necmettin’e uzattı;
- Babam
bunu sana vermemi istedi. Olurda bir daha gelmen gerekirse, kilidi kırmaya
çalışmakla uğraşmazmışsın.
Elbette
bir önceki gelişiyle, bu seferki gelişi farklıydı birbirinden. Bu kez hane
sahiplerinden biri vardı yanında, izinliydi girişi. Üstelik kilidi kırmak
zorunda da kalmamıştı.
Mahcup
bir yüz ifadesiyle süzdü delikanlıyı Necmettin. Hal ve tavırlarından,
sözlerinin arkasında laf sokmak gibi bir niyet olmadığını anladığında
gülümsedi.
- Allah
(c.c.), bir daha böyle bir mecburiyet yaşatmasın inşallah, derken zamanın daha
pek çok mecburiyetlere gebe olduğunu için için hissediyordu.
Helalleşmenin
huzuruna kavuşalı birkaç gün olmuştu. Fakat şu an hissettiği huzur bambaşkaydı.
Sözünü yerine getirebilmiş olmanın huzuru… Zorunlu çözülen bir bağın, tekrar
düğümlenmesinin huzuru…
Enis,
köye çıktıkları kiralık otomobilin direksiyonunun başına geçtiğinde, onunla ilk
karşılaştığı zamanı hatırladı Necmettin. Ailesiyle arası açık, aksi, asi bir
delikanlıyken, kısa süre de zıttı yönde ne kadar da yol almıştı.
Memleketten
dönüşünün iki gün sonrasıydı. “Yapmamız gereken bir iş daha kaldı” diyerek,
kendisini dışarı çıkarmasını istemişti dedesi Mehmet Kamil Efendi. Şaşkınlık
verecek derecede zindeydi üstelik. Nerdeyse bir asır boyunca toprak altında
kaldıktan sonra kavuştuğu babasının asası, derman katmıştı sanki ihtiyar
bacaklarına.
- Nereye
gideceğiz, dede?
- Göreceğiz.
Her
zaman gittikleri parkın içinde turlamışlardı bir süre. Daha sonra, semtte
bulunan ikinci parkın içinde… Ne aradıklarını bilmediği için dedesinin dümen suyuna
takılmış gidiyordu Necmettin. Bir süre sonra diğer ucu yeraltı treni
istasyonuna açılan bir tünelin önüne geldiler. Dışarıya sızan müzik sesleri
eşliğinde içeriye doğru ilerlediklerinde, duvara yaslanmış bir şekilde gitar
çalan Enis’i ve çevresine sıralanmış arkadaşlarını görmüşlerdi. Yanından
geçerken, bozuk paralarla dolu yerdeki çantanın içine yüklü bir bahşiş bırakan
dedesine şaşkınlıkla bakan yalnızca Necmettin değildi. Birkaç adım
uzaklaşmışlardı ki;
- Bey
amca, diye seslendi Enis.
- Buyur
evlat.
- Merak
ettim. Çaldığım müzikten hoşlanacak yaşta değilsin. Kılığım çok düzgün değilse
de, dilenciye benzemediğim de aşikâr. O halde bu yüklü bahşişin sebebi hikmeti
ne?
Gülümsedi
ihtiyar adam;
- Burada
çalgı çaldığına göre belli ki bir işin yok. Belki de öğrencisin.
- Doğru.
- Üstündeki
kıyafetlerin kirine bakılırsa, ailenle de aran iyi değil, kesin.
Gençlerin
şaşkın bakışlarına aldırmadan devam etti.
- Gördüğüm
kadarıyla, topladığın para karnını doyurmaya da yeterli değil.
- Yani…
- Yani,
asi ruhlu olduğun belli… Boyun eğmeyi sevmediğin için bir işe girip
çalışmayacağında belli. Ama yine de karnını doyurman lazım.
Gözlerini
Enis’in gözlerinin içine dikerek;
- En
azından bugün bunu yanlış bir yola sapmadan, kimsenin canını yakmadan gerçekleştirmeni
istiyorum.
- Sence
ben eşkıyayım o zaman, öyle mi?
-
Hayır, ama açlığın insana neler yaptırabileceğini görsen, şaşırırsın.
- Peki
ya yarın…
- Allah
kerim. Belki yarın başka bir ihtiyar çıkartır karşına. Belki de nefsini değil,
ruhunu doyurmanın bir yolunu öğretir.
Derin
düşüncelere gark olmuş bir şekilde bıraktıkları Enis’in yanından
uzaklaştıklarında Necmettin’e dönerek;
- Bu
delikanlıya göz kulak olmanı istiyorum senden.
- Kim
ki o?
- Emanetimize
sahip çıkanın emaneti…
Sebebini
ve istikametini bilmediği seyahatin, artık nihayetlendiğini anlamıştı
Necmettin.
Kasabaya
doğru yol almaya başladıklarında;
- Müsaade
edersen bir soru sormak istiyorum Necmettin Ağabey.
- Buyur
sor kardeşim.
-
Cenaze günü, rahmetlinin mezarına toprak atılırken senin bir dal parçası
attığını gördüm. Asanın diğer parçasıydı, değil mi o?
Başını
sallayarak onayladı Necmettin.
- Gerçi
babam biraz anlattı ama şu asanın tam hikâyesini bana anlatabilir misin?
- Elbette
kardeşim. Ama dört nesli kapsayan oldukça uzun bir hikâye... İstanbul’a
dönerken otobüste anlatırım.
20.
Yüzyılın Başları...
-
Dün, dedemin türbesinde ne oldu?
Azarlar
gibi değildi soru. Lakin dinleyenin korkusu, karşısındakinin azameti karşısında
katlanarak artmış, taşımadığı anlamlar yüklemişti suale sebepsiz yere. Hâlbuki
iki tarafında hisleri, mahcubiyet denilen duyguyla çepeçevre kuşatılmıştı.
Tarafların biri padişah, diğeri garip bir türbe görevlisi olunca tanışıklığın
farkına varamıyordu duygular. Aynı duyguların eşliğinde, yine aynı tonda
tekrarlandı cümle…
-
Dün, dedemin türbesinde ne oldu?
Bir
düş görmüştü cennetmekân Sultan İkinci Abdülhamit Han. Gece uykusuyla buluştuğu
tek vakit olan Yatsı namazıyla Teheccüd namazı arasındaki zaman diliminde,
dedesi Yavuz Sultan Selim Han tarafından, türbedarıyla ilgilenmediği
gerekçesiyle azarlanmıştı. Hikmetini anlamaya çalışırken sabahı zor etmiş,
ziyanın kemale erdiğine kanaat getirince huzura çağırtmıştı türbedarı. Kuşluk
vaktinde, can kuşunun teninden azat edileceği korkusuyla iki büklüm duruyordu
türbedar şimdi karşısında.
Birinin
kefaretini ödemeden diğer bir hataya düşme endişesiyle biraz daha yumuşattı
Padişah sesinin tonunu.
-
Dün, dedemin türbesinde ne oldu?
Kekeleyerek
anlatmaya başladı türbedar.
-
Eşim hamile sultanım. Üç gündür canının kiraz çektiğini söylemesine rağmen,
param olmadığı için alamadım.
Gözlerinden
boşalan yaşları, kolunun tersiyle sildikten sonra devam etti;
-
Çok mahcup oldum. Dün, türbesini süpürdüğüm süpürgenin sapıyla dedeniz Yavuz
Sultan Selim Han’ın sandukasına vurarak, bunca yıldır hizmetini gördüğümü,
kerametini göstermesini istediğimi söyledim. Biliyorum suçluyum.
Rüyasının
sebebi hikmetini anlayan Abdülhamit Han, ihtiyaçlarını gidermesi için bir kese
altın verdi ve helallik isteyerek yolcu etti türbedarı.
Sultan
Abdülhamit Han’ın sayısını bilmediği sadık rüyalardan sadece biriydi bu. Hataya
düştüğünde uyarılan kullardan olduğu için defalarca secdeler etse de, şükrünün edasını tam olarak yerine
getiremediğinin endişesini taşırdı çoğu zaman. Bu olaydan kısa bir süre sonra
yaşadığı suikast girişiminden zarar görmeden kurtulduğunda, gayeleri Allah’ın
(c.c.) dinini yaymak olan ecdadın manevi desteğinin arkasında olduğunu
anlayarak binlerce kere daha şükretti haline.
Doğu
Anadolu’da bağımsız bir Ermeni devleti kurulmasını isteyen Ermeni Devrimci
Federasyonu yanlısı bir gurup Ermeni tarafından Sultana suikast düzenlenmişti.
Bir atlı arabayı yüklü miktarda patlayıcı madde ile doldurduktan sonra, padişahın
Cuma selamlığından sonra Yıldız Hamidiye Camii önündeki yürüdüğü yola
yerleştirmişlerdi. Aracına yürüyüş süresinin dahi hesaplandığı bu plan,
Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin padişaha bir soru sorarak oyalaması sebebiyle
amacına ulaşamamıştı.
Cemalettin
Efendiyle bu konu hakkında hiçbir zaman konuşmadı Sultan. Gök gürültüsünü
andıran patlamanın sesini duyduğu anda, sualin sebep olduğu oyalanışa, manevi
bir rabıtanın sebep olduğunu anlamıştı.
Bomba,
etki alanının dışındayken patladığı için padişah hiçbir zarar görmemişti.
Yinede onlarca insan parçalanarak ölmüş ve yaralanmıştı. Yapılan
araştırmalardan sonra, Belçika vatandaşı Edward Joris isminde birinin bu
suikast girişiminin lideri olduğu anlaşılmış ve tutuklanmıştı.
Sevenlerini
sevince gark eden bu kurtuluşa üzülenlerde olmuştu. Öyle ki;
Ey
şanlı avcı, damını bihûde kurmadın.
Attın
fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadın.
Mısralarıyla
üzüntüsünü dile getirmişti şair Tevfik Fikret, bir anlık duraklamaya
kahrederek.
Büyük
devletlerin aralarındaki rekabeti körükleyerek, tarafsız, bağımsız, çoğu zaman
barışçı, kimi zaman tavizkâr, yeri geldiğinde tehditkâr bir siyaset izleyen ve
bu sayede devletini ayakta tutmayı başaran ulu hakanın yaşadığı zaman diliminde
asla değerinin anlaşılamadığını ortaya çıkarıyordu bu mısralar. Ve bu değer
bilmezlik hastalığı habis bir ur gibi inceden yayılıyordu zamana…
Amacına
ulaşamayan suikast girişiminin gecesinde bir rüya daha gördü Sultan İkinci
Abdülhamit Han.
Önce,
ulu bir çınar gördü rüyasında, dallarına tutunduğu… Güneşin ışınları, kurumaya
yüz tutan yapraklarının arasından bir mızrak gibi geçiyor; koruyamıyordu
gölgesinden medet umanları. Uzaklardan ellerindeki kovalarla can suyu
taşıyanları; kâh yel götürüyordu, kâh
sel götürüyordu. Yine de vazgeçmiyorlar, her helâk olanın yerini bir başkası
alıyordu. Tutunduğu dal kırıldığında düştüğü mekânın tanıdık gelişi, görsel
değil duyusal bir hafızanın neticesi gibiydi. Yeşilin ve mavinin bütün
tonlarını bünyesinde barındıran Karadeniz kıyılarındaydı şimdi. Bir yiğit gördü
uzaktan, yayını geren. Kırılan yaydan fırlayan okla birlikte beldeleri aşarak
yedi tepeli şehre doğru yol alırken; dedelerinden Sultan İkinci Bayezid
devrinde yaşayan “Tozkoparan” namıyla meşhur bir levent olan İskender düştü
aklına… Ancak onun gibi bir yiğit bu kadar kuvvetli gerebilirdi yayını. Ok,
Yıldız Hamidiye Camii önünde kendisini bekleyen Cemalettin Efendinin önüne
düştü. Cemalettin Efendi oku yerden kaldırarak kendisine uzattı. O an, ulu çınarın
kırılan dalına dönüştü ok. Olanca kuvvetiyle tekrar gökyüzüne fırlattı dal
parçasını. Bir süre sonra tekrar düşmeye meyledince birden ortaya çıkan bir Anka
kuşu, pençeleriyle kaptıktan sonra açılan çerçevesiz bir pencereden geçerek
gözden kayboldu.
Uyandığında
hayra yorarak rüyanın üzerine uzun süre düşündü Sultan. Bir önceki gibi aşikâr
olmadığı için parçaları birleştirmesi kolay olmadı. Garip bir şekilde, yay
gerildiği zaman gerildiği mekândaydı. Ok düştüğü zaman düştüğü yerde... Ve tuhaf bir şekilde hiç gitmediği bu yerin
tanıdık gelişini açıklayabiliyordu kendine. Abdest alırken aklına düşen bir
fikir üzerine, vakte aldırmadan vezirini çağırttı.
-
Sabah ilk işin, şehri İstanbul da Hacı Yüzbaşı oğulları ailesinden kim varsa
tez saraya çağırmak olsun.
*
Hacı
Veli camiini, sonlanan Cuma namazının ardından ilk terk eden oldu küçük Ahmet.
Kapının dışına bıraktığı boş küfesini sırtlandığı gibi sahile doğru ilerledi.
Bir süre yürüdükten sonra istediği yere varmıştı. Dalgaların ulaşamayacağı
mesafedeki bir yükseltiye küfeyi bıraktıktan sonra bir süre denizi seyretti.
Yaşadığı
bu liman kasabasında yaz günleri fırsat buldukça denize kaçardı. Fakat çok
farklı buldu denizi bu kez. “Her yer
aynı gibi görünse de, bu deniz aynı deniz olamaz” diye mırıldandı. “Ve bu
gökyüzü...”
Gerçektende,
birkaç ay önce ufukta birleşen iki mavinin ruhunu ısıtan sıcaklığı, yerini
kurşuni bir karamsarlığa bırakmış görünüyordu. İstediği hazzı alamamanın
verdiği can sıkkınlığıyla işe koyulmaya karar verdi.
Sahile
vurup geri dönen hırçın Karadeniz dalgalarını koşarak takip etmesi ve dalgalar
geri dönerken yine koşarak uzaklaşması, olaya gözlemci olan birinde oyun
oynadığı algısı uyandırabilirdi. Hatta suyun getirdiği tahta parçalarını,
küfesine taşımak zorunda olmasa; kendinde dahi, şevkine kapıldığı işin oyun
olduğu zannı hâkim olabilirdi.
Hava
ve deniz yüzeyindeki değişimler, sonbaharın son demlerinde olduklarını ve kışın
kapıda olduğu gerçeğini duygudan yoksun bir edayla haykırırken; bu sese
duyarsız kalınması ancak maddi durumu iyi olanların safında mümkündü. 1895 deki
Trabzon olaylarında daha bebekken babası Halil İbrahim Efendi’yi kaybeden yetim
Ahmet’in böyle bir lüksü yoktu. Kar bastırmadan önce yakacak stokunun
hazırlanması görevi annesinden başka kimsesi olmayan Ahmet’e düşüyordu.
Bin
kişiye bir güvenlik gücünün düştüğü Trabzon olayları 3 Ekim 1895 de
başladığında şehirde jandarma olarak görev yapan babası, tarih 8 Ekim’i
gösterdiğinde kimin tarafından ateşlendiği hiçbir zaman bulunamamış bir silahla
şehit edilmişti. Dul kalan annesi kundaktaki Ahmet ile tek kardeşi olan Osman
Ağa’nın yanına sığınmış, o da vefat ettikten sonra tamamen kimsesiz
kalmışlardı.
Son
dalganın ardından olanca hızıyla denize doğru koştu. Hızlıydı. Yaşıtları
arasında onun kadar hızlı koşabilen yoktu. Kendinden çok önde olması gereken
dalgayı neredeyse yakaladığını fark ettiğinde; dalgaların su üzerinde, kuşların
gökyüzünde asılı kaldığını gördü bir an. Son anda fark ettiği düz ve uzunca dal
parçasını almak için birden durmaya çalışınca yere yuvarlandı. Önüne geçtiği
için kendisini kovalayan zamanın, duramayarak üzerinden akıp geçtiğini hissetti
sanki hiç yaşanmamış belki de hiç yaşanmayacak anlardan kareler bırakarak. Ve
bu görülerin, ne ilki ne de sonuncusuydu bu. Sonraları gördüklerini şu
cümlelerle tarif etmeye çalışacaktı.
- Bir yer gördüm
düş-tüğümde, hem buradaydım hem değildim. Ve yine bir zaman yaşadım, yaşayan
bendim ama aynı zamanda ben değildim.
Hızlıca
toparlandıktan sonra, dal parçasını kaptığı gibi koşarak, dalgalara
yakalanmadan kıyıya vardı. Uzun dal parçasını dizine vurarak ikiye bölmeye
niyetlendiğinde onun neredeyse kupkuru olduğunu hayretle fark ederek kararından
vazgeçti. Denizden, kuru bir dal parçasının çıkmasının imkânsızlığına
şaşırmıştı. Rüzgârla, karadan taşınmış olmalıydı. Küfesi neredeyse tamamen
dolmuştu zaten. Bu da isteğe bağlı olmadan oynamak zorunda olduğu oyunun artık
nihayetlendiğini gösteriyordu.
Çelimsiz
vücudunun yanında devleşen küfeyi eve nasıl taşıyacağı düşüncesi canını sıktı.
Belinden çıkardığı bıçağıyla dal parçasını yontarken bir yandan durumuna çare
düşünüyordu. Öylesine dalmıştı ki yanına kadar gelen arkadaşını fark etmemişti
bile.
-Yine
kargalak mı topladın Ahmet?
Önce
irkilmiş sonra için için sevinmişti. Daha önceleri de yardım ettiğine göre
arkadaşı küfeyi taşımasına yine yardım edebilirdi. Beldenin en iyi anlaşan iki
arkadaşı, iki Ahmet’iydi onlar. Biri Yetim Ahmet, diğeri; ileride ismine
eklenecek olan molla sıfatıyla anılacak olan Molla Ahmet. Yukarı dağ köylerinde
oturmasına rağmen, haftanın üç dört günü sahil tarafındaki kasabaya inerdi
Molla Ahmet.
-
Evet. Eve taşımama yardım eder misin?
-
Ederim fakat bir şartla… Elindeki asayı bana verirsen.
Yonttuğu
dal parçasının gerçektende asaya benzediğini o zaman fark etti Ahmet.
-
Veririm ama lazım olurda istersem, sende bana geri vereceksin.
-
Anlaştık.
İki
arkadaş küfeyi taşımak için hazırlık yaparken gülümseyerek yanlarına doğru
yürüyen pehlivan yapılı adamı fark ettiler. Yetim Ahmet;
-
Tanıyor musun?
-
Daha önce dedemin yanında görmüştüm. Hacı Yüzbaşı oğlu sülalesinden olduğunu
biliyorum sadece.
Padişahın,
geçmişte bölgedeki vergileri toplamak üzere görevlendirdiği, çevresinde saygı
gören bir insandı Hacı Yüzbaşı.
*
İkinci
Abdülhamit Han’ın Yıldız sarayındaki çalışma odasına girdiğinde, Sultanı
marangoz masasında çalışırken buldu Ahmet. Koskoca cihan padişahı sanatında
uzmanlaşmış bir marangozdu aynı zamanda. Gül ağacına altın, gümüş ve sedef
işleyerek yaptığı, tamamen kendi el eseri olan dolabın üzerinde çalışıyordu.
Oysa bugün için ders yapmayacaklarını, bayrama gider gibi hazırlanmasını
söylemişti önceki gün Ahmet’e.
İki
yıl önce, Sultan’ın marangozluk sanatını öğretmek üzere bir talebe aradığını
söyleyerek, annesinin de rıza göstermesiyle Ahmet’i saraya götürmüştü Yüzbaşı
oğullarından Sabri Efendi. Kadıncağız da maaşa bağlanmış, ilk defa rahat yüzü
görmüştü belki de ahir-i ömründe. O günden beri Sultan’dan sanat öğreniyor ve
kimsenin bilmediği harikuladeliklerine şahitlik ediyordu Ahmet.
Bu
zaman zarfında Sultan’a talebe olmasının rastgele olmadığını, Sultan’ın hiçbir
işinin hesapsız olmadığını anlamıştı. Her derste, marangozluğun inceliklerinin
haricinde hikâyeler anlatırdı Ahmet’e. Dedesi Osman Bey’in rüyasını ve bu
rüyanın peşinden gidilerek şu koskoca imparatorluğun kurulduğunu anlatmıştı bir
gün. Gözlerini gözlerine dikerek;
-
Baldıran aşılandı cihanı saran bu rüya ağacına. Neslimizin bir havuzda
biriktiremediği gözyaşının tuzuyla yunmadıkça, zehri geçer akçe, şifası
darağacına, diyerek kapatmıştı konuyu.
O
gün anlamıştı Ahmet, ileri görüşlü padişahın elinden kayıp gitmekte olan
bugünler için değil; İslam’ın bayraktarlığını yapan bu aziz milletin, bir gün
silkinip kendine gelecek torunları için çaba gösterdiğini.
Az
sonra, Sultan’ın müsaade etmesiyle üç kişi girdi çalışma odasının kapısından
içeri. Diğerlerinin yanından fırlayarak el etek öpmeye çalışan kişiye Sultan
müsaade etmedi.
-
Zamanı geldiğinde diyetini ödemek koşuluyla canın bağışlanmıştır. Var git
şimdi, özgürsün.
Şaşkınlıktan
nutku tutularak sağına soluna bakan adamla göz göze geldi Ahmet. Neler olduğunu
anlayamıyordu. Odanın kapısında dikilen diğer iki kişiden birine döndü Sultan;
-
Paşa! Joris’e beş yüz altın verin. Yanına iki asker katarak, şehri sağ salim
terk ettiğinden emin olun.
O
gün şehri terk eden ve zamanı geldiğinde geri dönecek olan yalnızca Joris
değildi. Diğerlerinin çıkışının ardından Yüzbaşı oğullarından Sabri Efendi
girince huzura, Sultan’ın bayrama gider gibi giyinmesini istemesinin sebebini
anlamıştı Ahmet.
Köyüne
geri dönmek için yola çıktıklarında Sabri Efendi’den Joris’in kim olduğunu
öğrenmiş ve Sultan’ın onu bağışlamasına hayret etmişti Ahmet. Kendine karşı
işlenen suçları çoğunlukla affeden şefkatli hükümdarın, halkından onlarca
kişinin ölmesine sebep olan bu adamı affetmesinde muhakkak bir sır vardı. Göz
göze gelişleri geçti gözlerinin önünden. Birden gözleri parladı. Belki de sırf
o an için bulunuyordu iki yıldır sarayda… Ve bu affediş, geleceğe yapılmış bir
yatırımdı büyük ihtimalle.
* * *
15 Temmuz Sabah Saatleri…
Genel Kurmay Başkanlığı ile
Milli Savunma Bakanlığı binalarını birbirine bağlayan ara kapıya yaklaştığında
derin bir nefes aldı. Sakin olmalıydı. Yapacağı en küçük bir hata yalnızca
kendi geleceğini etkilemekle sınırlı kalmayacaktı. Kapıdaki iki nöbetçiden
birinin siması tanıdık gelince bir nebze rahatladı. Hizmet ettiği daireye bağlı
başka bir dairede görev yapan personel astsubay ılımlı bir insandı. Kendisini
de tanıyordu üstelik. Elindeki dosyaları göstererek;
- Bu evrakları müsteşarlığa
bırakmam lazım.
Diğer nöbetçi soru sormaya
hazırlanırken tanıdık olan müdahale etti;
- Tamam asker. Gel şu
ziyaretçi formunu doldur.
Enis
Temiz. …habercisi.
-
Al
bu ziyaretçi kartını yakana tak.
Son engeli de aşmış olmanın
sevinciyle kapıdan uzaklaşırken arkasından gelen “asker” sesiyle soğuk bir ter
boşaldı üzerinden.
- Emredin komutanım.
- Sakın bakanlık koridorunu
kullanma. Üst kattan dolaş. Bugün buralar tuhaf bir gerginlik içinde.
Yapacağı en büyük hata
olurdu zaten bu. Değil bordo bereli nöbetçiler, takım elbiseli askerler dahi
hedefine ulaşmasına engel teşkil edebilirdi.
- Emredersiniz komutanım.
Birkaç dakika sonra, varmayı
planladığı dairenin önündeydi. İçeri girdiğinde hayal kırıklığına uğradı.
Aradığı kişinin masası boştu. Daha önce de birkaç kere gelmiş olduğu için karşı
masadaki sekreter Enis’i tanımıştı. O daha sormadan cevap verdi;
- Necmettin Bey bugün izinli…
Sabaha karşı, eşini doğum için hastaneye yatırmış. Bir notun varsa geldiğinde
ben iletebilirim.
- Hayır, teşekkür ederim.
Ben bu tarafa evrak getirmişken ziyaret etmek istemiştim sadece.
Uzaklaşırken ne yapması
gerektiğini düşündü. Güvenebileceği başka biri yoktu. Tekrar Genel Kurmay
tarafına dönmesi de riskliydi. Başka çaresi kalmamıştı. Geldiği yoldan geri
dönerek karargâh bölüğüne bağlı sanatkârların odalarının bulunduğu bodrum kata
indi. Tahmin ettiği gibi ankesörlü bir telefon bulunuyordu burada. Dinleniyor
olma riskini göze almaktan başka çaresi kalmamıştı. Kartı takarak ezberindeki
numarayı tuşladı.
- Aradığınız kişiye şu anda
ulaşılamıyor. Tuş sesini duyduktan sonra mesaj bırakabilirsiniz.
- Hey dostum. Tebrik ederim
baba olacakmışsın. Bebek kokusunu takip etsem izini bulabilirim sanırım.
Telefonu kapattıktan sonra
bulunduğu yerden ayrıldı. Nöbetçi amirliği kapısından çıkış yaparak nizamiyeye
doğru yöneldi. Artık tek bir çaresi kalmıştı.
*
Necati Bey Caddesindeki
tatlıcıya girerek bir porsiyon baklava ısmarladı. İkinci gelişiydi buraya.
Dağıtımı Genel Kurmay Hizmet Taburuna çıktığında, Necmettin Aşti de
karşılamıştı onu. Dağıtımının oraya çıkmasında bile onun parmağı olduğunu
düşünmüyor değildi. Bir süre gezdirdikten sonra birliğine teslim olmadan önce
burada baklava ısmarlamıştı. Nizamiyeden çıktıktan sonra “sırf kokuyu takip
ederek bile burayı bulabilirsin” demişti. Gerçektende müthiş tereyağı kokusu,
iradeyi beyinden alarak ayaklara yükleyebilecek kadar etkiliydi. Son dilime
çatalını batırdığında kapının önünde bir arabanın durakladığını fark etti.
Biraz eğilerek içine baktığında derin bir “oh” çekti. Mesajını almış olmalıydı.
Hemen hesabı ödeyerek dışarı çıktı. Biner binmez harekete geçti araç.
- Oluyor, dedi, Enis. Tıpkı
tahmin ettiğin gibi, oluyor.
- Ne zaman?
- Bu gece saat üçte…
- Emin misin?
-Konuşurlarken duydum.
Dinlenme odasındaki dolaba, komutanın ütüden aldığım elbiselerini
yerleştiriyordum. Ara kapının aralık olduğunun farkında değildi.
- Anlıyorum. Peki, dışarı
nasıl çıkabildin.
- Önce sana ulaşmaya
çalıştım. Yerinde bulamayınca başka çarem kalmadı. Her ihtimale karşı emir
astsubayının çekmecesinden mavi kurye kartını almıştım. İyi ki de almışım.
- Fark etmiş midir?
- Büyük ihtimalle…
Bir süre sessiz kalarak
düşüncelerini toplamaya çalıştı Necmettin. Sessizliğini Enis’in sorusu bozdu;
- Ne yapacağız?
- Geri dönmen çok riskli
olur. Büyük ihtimalle çoktan firarın verilmiştir. Koridor kameralarını
izledilerse benimle irtibata geçmeye çalıştığını da anlamışlardır. Bu durumda büyük
ihtimalle bende deşifre olduğuma göre benim evde de güvende olamazsın.
Aynı soruyu tekrarladı Enis;
- Ne yapacağız peki?
- Pekâlâ. Önce sana sivil
kıyafetler bulacağız. Sonra da seni biran evvel İstanbul’a döndürmenin bir
yoluna bakacağız.
- Sen burada mı kalacaksın?
- Evet, burada kalacağım.
- Doğru ya, bir bebeğin
olacak.
- Öyle ama sebep o değil. Önce
bu haberi teyit ettirmem lazım.
- Ben ne yapacağım
İstanbul’da.
Acı acı gülümsedi Necmettin;
- Uyuma. Uyutma.
Aracın torpido gözünden
küçük bir kâğıt parçasıyla ucu körelmiş bir kurşun kalem buldu. Kâğıdın üzerine
bir şeyler karaladıktan sonra Enis’e uzattı;
- Sonra da…
* * *
Göz
önünde olan kısmı köhne bir bina görünümünde olsa da, bodrum katına inildiğinde
bambaşka bir yere geçiş yapıldığı izlenimi veriyordu eski fabrika. Doksanlardan,
seksenlerden hatta yetmişlerden izler taşıyordu dekorasyonunda. Eski tip
bilgisayarın bulunduğu alan, dev bir ofis olarak düzenlenmişti.
Güvenebileceğine
inandığı herkesi bu arayarak bu dev ofise davet etmişti Enis. Kendinin aradığı
hiç kimse henüz gelmemiş olsa da, Necmettin’in yönlendirdiği kişiler gelmeye
başladığında, neredeyse sönmeye başlayan gözlerindeki umut ışığı yeniden
harlanmıştı.
İlk
gelenlerden biri Sargis’ti. Bahçe kapılarını açtırarak içeri park etmişti
cipini. Ofise indiğinde elindeki çantayı masalardan birinin üzerine koyarak
açmış, on tane cep telefonu çıkarmıştı içinden. Kimliğini öğrendiğinde ufak bir
tereddüt yaşasa da, “Necmettin Ağabey güveniyorsa benim için mesele bitmiştir”
diyerek sıyrıldı düşüncelerinden.
*
Dört
yıl önce…
Kırılgan
bir sanat eseri taşıyormuş gibi elinde tuttuğu çaydanlığı, bir süre
inceledikten sonra masasının üzerine bıraktı. İki adım ilerisinde bekleyen
adamın gözlerinin içine baktı.
-
Olmaz ki kuzum. Çaydanlık, ateşte susuz bırakılmaz ki.
-
Haklısınız Bay Aram. Ama iyi bir müşterimdi kıramadım. Yapılabilecek bir şey
varsa…
Masasının
üzerindeki telefonun ahizesini eline alırken hala söyleniyordu.
-
Olmaz ki. Susuz bırakılırsa, bütün sıvalar yanar. Taban açılır.
Ahizeyi
kulağına götürdü;
-
Bana Sargis’i gönderin.
Sekreter;
-
Sargis Bey bugün gelmedi Bay Aram. Telefon açarak mamasını mezarlığa ziyarete
götüreceğini, haberinizin olduğunu söyledi.
Ahizeyi
elinden bırakmadan düşüncelere daldı Aram. “Mezarlık ziyareti” oğluyla
aralarında kullandıkları şifreli kelimelerdendi. Sargis’in bugün gideceği
görüşme tamamen aklından çıkmıştı. Boşta kalan eliyle ceketinin cebinden bir
mendil çıkararak alnında bir anda beliren soğuk terleri sildi.
-
Tamam, tamam hatırladım şimdi. Davut Efendiyi gönderin o zaman.
Yaklaşık
bir dakika sonra, mavi tulumlu ihtiyar bir adam bulundukları ofisin kapısını
açarak sessizce içeri girdi.
-
Bu çaydanlığı fabrikaya gönder Davut Efendi. Tabanını değiştirip, parlatsınlar.
Davut
Efendi girdiği gibi sessizce dışarı çıkarken, Aram müşterisine döndü;
-
Yazıktır efendim. Lütfen sizde müşterinize söyleyin, daha dikkatli
kullansınlar.
-
Teşekkür ederim Bay Aram.
-
Rica ederim. Haftaya geldiğinizde çaydanlığı alırsınız. Başka bir arzunuz var
mıydı?
-
Hayır, Bay Aram. İyi günler dilerim.
Müşteri
ofisten ayrıldıktan sonra, sekreterinden günlük gazeteleri getirmesini istedi
Bay Aram. Eline aldığı ilk gazetenin birkaç sayfasını çevirdikten sonra
katlayıp bir kenara attı. Canı gazete okumak istemiyordu. Endişeli bir hali
vardı. Şekerli bir kahve söylemek üzere telefonun ahizesini kaldırdı ki, Sargis
ofisin kapısında göründü. İçeri girdiğinde beklediği cevabı vermesi için
gözlerinin içine baktı. Sargis;
-
Tahmin ettiğin gibi baba… Bu kez, istisnasız hepsi birleşti. Saflarının arasına sızan, dost sandıkları
şeytanları görsen şaşırırsın.
- Bizden ne istiyorlar?
- Desteklememizi tabii ki…
Koltuğuna
gömülerek bir süre sessiz kaldı Bay Aram. Neden sonra başını öne ve arkaya
sallayarak;
-
O vakit diyetimizi ödemenin zamanı geldi.
-
Emin misin baba? Netice de söz veren biz değildik. Tarafsız kalarak, kimler
duruma hâkim olursa onların safına geçebiliriz.
Bir
duyanın olmasından korkar gibi sağa sola endişeli bir bakış attı Aram.
-
Öncelikle diyet borcumuz var, dedi sessizce. Ve sonra, kim hangi şeytanla
işbirliği yaparsa yapsın, bu kez ulu hakanın torunlarının kazanacağına eminim.
Vaadimizi yerine getirmeliyiz.
Bir
süre daha sessiz kaldıktan sonra;
-
Üstelik yıllar öncesinden bugünleri gören birinin, sözümüzü tutmazsak bizim
için neler planlamış olabileceğini düşünmek bile istemiyorum.
*
Yönlendirilen
insanlar birer ikişer fabrikaya akmaya başladığında, Necmettin’in bu kadar
insanı nereden tanıyor olabileceğini düşündü Enis. Çok seviliyor olmalıydı.
Yahut çok etkin bir görevi… Dört yıl öncesine döndü bir süre. Tüneldeki ilk
karşılaşmalarından sonra birkaç kere daha tesadüf etmişlerdi. Peki, gerçekten
tesadüf müydü? Son seferinde gitarına el koyan zabıtaların komiserleriyle
konuşarak, gitarını geri almasıyla başlamıştı dostlukları. Sonra da büyük
dedelerinin kardeşlik boyutundaki dostluklarını öğrenmişti.
Basit bir memurdan ötesi
olduğunu zaten bilse de, tam olarak görevinin ne olduğunu bilmiyordu. Her ne
olursa olsun sözü sayılan biri olduğu belliydi. O gün tünelde Mehmet Kamil
Efendinin söylediği sözlerden sonra çok düşünmüş, hayatına bir çeki düzen
vermeye karar vermişti Enis. Neticesinde ilk sınıfını tekrarladığı
üniversitenin son sınıfına geçmeyi başarabilmiş olsa da tecil hakkı bitmişti artık.
Mecburen er olarak yerine getirecekti vatani hizmetini. Vatanın salahiyetiyle
ilgili duyumunu asla alamayacaktı başka türlüsü olsaydı. “Kaderimizin yazılı
olduğu şu defterde, kim bilir daha ne akıl almaz işler vardır.” Diye düşündü.
Dağıtımı Genel Kurmay Hizmet
Taburuna çıktığında çok sevinmişti. Ne de olsa hayatta en güvendiği insan orada
sahip çıkacaktı ona. Ne güzel tesadüftü. Kendi kendine güldü bir süre. “Ne
tesadüfü?” Diye mırıldandı. Molla
Ahmet’in torununa sahip çıkılmasıydı bunun adı. Bir kardeşlik türküsünün devam
güftesi… Tekerrürler silsilesi olan tarih, yeni bir kardeşlik hikâyesi
kaydediyordu tozlu sahifelerine.
Kolundaki saate baktıktan
sonra kaygılandı. Vakti geçtiği halde, beklediği telefon hâlâ gelmemişti. “Ben
seni aramazsam, sen beni kesinlikle arama” demişti Necmettin. Başına bir iş mi
gelmişti yoksa? “Yalnız bırakmamalıydım.” Diye söylendi. Başını ellerinin
arasına alarak düşündü bir süre. Son cümlesi kulaklarında çınladı; “Eğer
aramazsam…” Başka çaresi kalmamıştı. Cebinden bulunduğu yerin krokisinin çizili
olduğu kâğıt parçasını çıkardı. Masa üzerindeki telefonlardan birini eline
alarak Sargis’e döndü;
- Bunların güvenilir
olduğuna eminsin değil mi?
-Kesinlikle.
Kâğıdın arka yüzünde ki
telefon numarasını tuşladı. Necmettin’in, ezberlettiği kelimeleri son bir kez
aklından geçirdi…
Görüşmeyi sonlandırdığında,
babasının ofisin kapısından içeri girdiğini gördü. Yüzündeki ifadenin
şaşkınlıktan mı, yoksa kızgınlıktan mı olduğuna karar veremedi. Ruh halinde,
ikisinden de azımsanmayacak bir miktar bulundurduğu anlaşılıyordu aslında.
Hasret dolu kucaklaşmanın ardından, bir çırpıda anlattı olan biteni babasına.
Çevredekileri gözleriyle süzen babası;
- Peki, ama ne yapacaksınız?
Ne yapılabilir ki?
- Bir Mehmet Kamil Amca
değiliz belki baba… Ama bizimde yapabileceğimiz bir şeyler olmalı.
*
Dört
Yıl Önce…
Parktaki
banklardan birine oturmuş, temiz havayı yaşlı ciğerlerine çekerken bir yandan
etrafı seyrediyordu Mehmet Kamil Efendi. Az önce gelişlerinden ürkerek
havalanan güvercinler üçer beşer geri dönüyor, yere serpilmiş buğdayların kalan
son taneleriyle kendilerine ziyafet çekiyordu. Sığ tabaklara doldurduğu
yemleri, gezinti alanının ortasına kurduğu tezgâhta satmaya çalışan bıyıkları
yeni terlemiş delikanlıyla göz göze geldi. Müşterisini tanımış olmanın
memnuniyetiyle gülümsedi delikanlı. Titreyen sağ eliyle ceketinin cebinden bir
miktar bozuk para çıkardıktan sonra hareketlerini izleyen delikanlıya
parmaklarıyla iki işareti yaptı. İki tabak yemi alana serptikten sonra yanına
gelen genç, parasını aldıktan sonra bereket dileyerek tezgâhına döndü.
Yemlere
üşüşen onlarca güvercini seyretmek buruk bir haz verdi Mehmet Kamil Efendi’ye.
Yerdeki taneler sona erdiğinde tekrar havalanmalarını tebessüm ederek izledi.
Emekli bürokrattı. Doksan dört yaşını dolduralı henüz birkaç hafta olmuştu. Bir
oğlu, üç kızı ve sayısını artık hatırlayamadığı torunları ve torun çocuklarının
hazırladığı sürpriz doğum günü partisinde, dört nesil bir aradayken
hatırlamıştı yaşını yıllar sonra. Bu tarz eğlencelere her ne kadar karşı olsa
da yeni nesli kültürel erozyondan korumak pek mümkün olmuyordu artık. O aile
bireyleri için köklü bir çınar, başkaları için yaşayan bir tarihti.
Yaş
itibariyle neredeyse bir asırı devirecek olmasına rağmen hafızası bir saat gibi
işliyordu. Derisini buruşturan zaman, bedenine ve aklına daha insaflı
davranmıştı nedense. Kendi işini kendisi görecek kadar dinç, ağır adımlarla ve
bir baston yardımıyla da olsa istediği yere gidebilecek kadar sağlıklıydı.
Eşini yıllar önce kaybetmiş, oğlu Asaf Sami’nin yanında kalıyordu.
Havanın
ne sıcak ne de soğuk olduğu bahar aylarında, Asaf Sami evlerinin karşısındaki
küçük parka götürürdü onu hava alması için. Mahalle esnafının “maşallah Kamil
amca, oğlundan daha genç görünüyorsun” diye takılmalarına gülümseyerek karşılık
verirdi. İşin şakası bir yana oğlu dahi yetmiş yaşını devirmişti.
Asaf
Sami dört gün önce banyoda düşerek kalça kemiğini kırmasaydı güvercinlerin
yemlere saldırışını yine birlikte izleyeceklerdi büyük ihtimalle. Yem satan
delikanlıyı yanına çağıracak, yemleri kendi elleriyle havaya doğru fırlatacak,
rahmetin toprağa inişini izler gibi izleyecekti yine baba oğul yere inişlerini.
Geçirdiği ufak operasyonun peşinden iki gün hastanede yattıktan sonra taburcu
etmişlerdi ama bir süre yürüyemeyecekti doğal olarak. Evinde hanımının
gözetimindeydi artık.
Soğuk
kış günlerini, odasında çoğunlukla Kuran okuyarak, günlük gazeteleri takip
ederek ve eski kitaplarını karıştırıp notlar alarak geçiren babasının lodos
sayesinde bahar etkisinin yaşandığı Ocak ayının bu son günlerinde evde tıkılıp
kalmasına gönlü razı olmamıştı. Oğlu Necmettin’e rica ederek dedesini parka
çıkarmasını istemişti. Ankara da Milli Savunma Bakanlığında memur olarak
çalışan Necmettin, babasının geçirdiği kaza sonrası izin alarak İstanbul’a
gelmişti. Pek sık görüşme imkânı bulamayan dede ve torunun bir araya gelebilmesi
için belki de son fırsattı bu. Yahut bir kader…
Necmettin,
koluna girdiği dedesini parka getirdikten sonra, babasının birkaç ihtiyacını
almak üzere eczaneye gidip hemen döneceğini söyleyerek yanından ayrılmıştı. İlk
erkek torunuydu. Doğduğu günü hatırladı. Kıbrıs harekâtının yapıldığı hafta
doğmuştu. O zaman periyodunda doğan çocuklara en çok konulan iki isimden
biriydi Necmettin. Seçimi fikirlerin yakınlığı belirliyordu.
Torununun
dönüşünü beklerken iki elini ve çenesini bastonuna yaslayarak, kendileri için
ayrılmış bölümde oyun oynayan çocuklara odakladı bakışlarını. Salıncaklar,
tahterevalliler ve diğer çeşitli oyun aletleri arasında koşuşturuyor, şen kahkahalarıyla parkı inletiyorlardı.
Mutluydular “Çocuk olmak böyle bir şey
olmalı” diye mırıldandı. Kendi çocukluğunu hatırlamaya çalıştı. Zorlamasına
rağmen, beyninin kıvrımlarından benzer bir an, bir anı bulup çıkaramadı. Sanki
hiçbir zaman çocuk olmamıştı. “Yaşlılıktan” diye söylendi ama bunun bir yalan
olduğunu en iyi, yine kendisi biliyordu.
Şımaracak,
naz yapacak bir babası olmadan büyüyen çocuklar, kavuşacakları gün için
saklarlardı arzularını, tek bir anın ziyan olmaması kararlılığıyla. 1915 yılına
kadar Yetim Ahmet, Çanakkale’den geri dönmeyince Şehit Ahmet diye anılan
babasını kaybettiğinde dünyaya gözlerini açmamıştı henüz. Annesinin ve
yaralandığı için erken terhis edilen, babasının en iyi dostu Molla Ahmet’in
anlattıklarıyla sınırlıydı onun hakkındaki bilgi dağarcığı. Çocukluğunu hiç
yaşamamış, bir gün cennette babasının kollarında yaşayacağı hayalleriyle
beslemişti umutlarını.
Az
sonra önünden geçmekte olan orta yaşlı iki adamın muhabbetinin bir kısmına
kulak şahidi oldu. “Devlet adamı dediğin onun gibi olmalı, helal olsun” dedi
biri. “Gerçekten helal olsun” dedi diğeri. “O şeref yoksununa…” Yüzünün aldığı
şekilden sunturlu bir küfür savuracağı anlaşılıyordu ki, Mehmet Kamil Efendiyle
göz göze gelince vazgeçti. “hak ettiği dersi nasıl vermişti?” Diyerek tamamladı
sözünü.
Üç
yıl önce yurtdışında gerçekleştirilen bir zirvede yaşanan krizin, sohbetlerine
konu olduğunu hemen anladı Mehmet Kamil Efendi. Tüm dünyanın gözü önünde
Siyonist başına verdiği ayar, bugün dahi halkın dilinden düşmüyordu. Önce
koltukları kabardı. Daha sonra bir hüzün çöktü üstüne. Hafızası, elli bir yıl
öncesinin bir Eylül akşamına taşıdı düşüncelerini. Evden içeri girdiğinde eşi
hüngür hüngür ağlıyordu. Asaf Sami ağlıyordu. Henüz on yaşında olan büyük kızı
Fatma, belki yaşananların farkında olduğundan, belki de haneyi saran matem
havasından ağlıyordu. Sonunda o da dayanamamış, serbest bırakmıştı
gözyaşlarını. Bu vatanın evlatlarının bir havuzda biriktirmeye başladığı belki
de ilk gözyaşı damlalarıydı o damlalar.
On
sekiz yıl boyunca Türkçe okutulan Ezan-ı Muhammedi’nin tekrar aslına uygun bir
şekilde okunmasını sağlayan güzel insan Adnan Menderes o gün idam edilmiş,
halkın gönlünde kapanmayacak bir yara açılmıştı. En çok bu yüzdendi belki de
Eylül ayının bu ülkede hüzünle anılışının nedeni. Adnan Menderes’in ve
arkadaşlarının ruhlarına hediye etmek üzere hatimler indirmiş, engel olmak
adına elinden bir şey gelmeyişine kahretmişti Mehmet Kamil Efendi. Oysa bir
görevi vardı. Belki bir vasiyet, belki de bir malum oluşun kendine yahut
neslinden gelecek birine yüklediği…
Babası
Çanakkale’ye cepheye gitmek için helalleşirken annesiyle, kadıncağız “karnımda
bebeğimle beni bırakıp nereye gidiyorsun” diye sormuş, son bir umutla?
Babasının “ben bugün vatanımı savunmaktan geri durursam, neslimden gelecek
olanlar devleti nasıl kurtaracak” diye cevap verdiğini anlatmıştı annesi,
Mehmet Kamil’e? “Ne zaman bitecek bütün bunlar?” Diye annesi tekrar sorduğunda;
”bitmez ama belki üçüncü şehitten sonra farklı olur” diye cevap vererek, arkasına
dahi bakmadan çekip gittiğini söylemişti.
Ezan aslına döndürüldükten sonra 27 Mayıs…
Konya mitinginden sonra 12 Eylül…
Adnan Kahveci…
Eşref Bitlis…
Turgut Özal gibi ve daha pek çok sivil ve asker
kökenli vatanseverin peş peşe gerçekleşen şüpheli ölümleri…
Gelişen sekiz ülkenin katılımıyla kurulan
D8’lerin ardından 28 Şubat…
Ülkenin ufkunu ilerilere taşıyabilecek bilim
adamlarının düşen uçaklarla, sebepsiz intiharlarla açıklanamaz kaybı…
Hepsi
oyunu kuralına göre oynayan, milletin ve
hatta ümmetin makûs talihini yenmek adına “bir dakika, benimde söyleyeceklerim
var” diyen adamlar ve hepsi gözyaşı havuzunda biriken birer damlaydı. Az önce
kulak misafiri olduğu sohbette bahse mevzu olan, bu toprakların bağrından
çıkmış bir yiğit daha aynı cümleleri haykırıyordu artık;
Dayatmacı
ve saldırgan politikalar ile barışı tehdit edenlere… Bir dakika…
Ülkelerin
terörize edilerek, siyasi süreçlerine müdahale ederek
istikrarsızlaştırılmasına… Bir dakika!
İnsan
haklarına ve hukuka aykırı politikalara… Bir dakika!
Mazlum
halkların ezilmesine… Bir dakika!
Orantısız
güç kullanımına… Bir dakika!
Meçhul
emeller uğruna ülkem ve tüm dünya Müslümanlarıyla oyun oynanmasına… Bir dakika!
Bir
dakika, bizimde bir çift sözümüz var…
Babası
Şehit Ahmet’in görüsünü gerçekleştirmek adına bu yiğidi koruması gerektiğini
tüm kalbiyle hissetmesine rağmen, doksan dört yaşındaydı. Gücünün kuvvetinin
yerinde olduğu gençlik yıllarında bile hiçbirini koruyamamışken, yaşının
getirdiği imkânsızlık bir hüzün oldu, çöktü üstüne. Asaf Sami’den bile geçmişti
artık. Belki Necmettin’e nasip olurdu.
Oturduğu
bankla, aralarını enlemesine kesen yolun diğer tarafında genç bir çam ağacı
vardı. Çevresi, kare şeklinde dökülen betonla sınırlandırılmış. Önünden her
geçişinde sinirlenir “benim kadar bile
yürüyebilme imkânı olmayan şu zavallı ağacı neden hapsetmişler” diye
söylenirdi? O ağacın önündeki hareketlenmeyi fark ettiğinde, bir rüyadan uyanır
gibi döndü şimdiki zamana. Beyninin kıvrımları arasından sıyrılıp açığa çıkan
hatıralar, hüzünle harmanlanmış bir yorgunluk yüklemişti üzerine.
Ağacın önüne çömelen şapkalı adamın ne
yaptığını anlayabilmek için gözlerini kısarak görüş alanını artırmaya çalıştı.
Adam, taşa benzer bir nesneyi yerden aldıktan sonra çam ağacının dibine
bıraktı. Sonra ayağa kalktı. Sağına soluna bakındıktan sonra gelip yanına
oturdu. Değişik bir aksanla;
-
Salyangoz, dedi. Bu hızla asla tamamlayamayacağı bir yola çıkmış.
Çocukların
olduğu bölümü işaret ederek;
- Bu
haylazların olduğu bir ortamda bu yolculuk, intiharla eş değerde.
Bir
karşısındaki toprak alanı sınırlanmış çam ağacına, birde oturduğu bankın
arkasında kalan çimlerden oluşan yeşil alana baktı Mehmet Kamil Efendi.
- Kim
bilir? Hedefine varmak için ezilmeyi göze almıştı belki de.
-
Belki. Ama ben ezilmesini engelleyerek ona iyilik yaptım.
-
Kişiyi hedefinden uzaklaştırmak, pekte iyilikten sayılmaz.
- Ah
bayım! Sizler neden hep böylesiniz bilmiyorum. Annem derdi ki “Türkler bir
hedefe odaklandığı zaman, gözleri başka bir şey görmez.” Sanırım ona da babası
söylemiş olmalı. Ona da kim bilir kim? Bunun akşamı var, gecesi var…
-
Doğru. Alacak nefesi de varsa tabi.
- Bu
konuda yorumu zatı âlinize bırakıyorum. Ama bir şey daha söylemişti annem. Ona
da yine babası söylemiş olmalı. Bütün düşman okları birleşip aynı hedefe
yöneldiğinde uyuyanı uyandırın ki, varlığımızın diyeti ödenmiş olsun.
Sözlerine
bir anlam vermeye çalışan Mehmet Kamil Efendi’nin sorgulayan bakışlarına
aldırmadan ayağa kalktı şapkalı adam. Az önce çam ağacının dibine bıraktığı
salyangoz, inatla tekrar aynı yola koyulmuştu. Eline aldı ve çimlerin olduğu
yeşil alana bıraktıktan sonra;
-
Haklıymışsın. O bu yolda ölümü dahi göze almış.
Tam
gitmeye yeltenmişken geri döndü;
-
Kimin, alacak kaç nefesinin kaldığını yaratıcı bilir, ben bilemem. Ama kutsal
bildiğim tüm değerler üzerine yemin edebilirim ki, ben vazifemi yaptım.
Mehmet
Kamil Efendinin şaşkın bakışlarına aldırmadan, dedesinin yanına doğru gelen
Necmettin’in yanından geçerek uzaklaştı.
Mehmet
Kamil Efendi’nin aynı günün gecesinde gördüğü düş, bozuk aksanlı adamın
kelimeleri kadar kifayetsizdi belki… Ama yaklaşan her neyse, ona hazırlandığını
hissedebiliyordu bütün benliğinde…
*
Karadeniz’in
sahil kasabasından, İstanbul istikametine gidecek olan şehirlerarası otobüsün
hareket saatine on dakika kalmış olmasına rağmen, bagaj yerleştirme konusundaki
problem hala çözülememiş gibi görünüyordu. Firma yetkilileriyle, yolcu olduğunu
tahmin ettiği kişiler arasındaki şivesel tatlar bırakan ağız dalaşını bir süre
izledikten sonra tepkisizce otobüse yöneldi. Hediye paketi yapılan kâğıtlarla
sarılmış, baston yahut oklava olduğu izlenimi veren paketten başka eşyasının
olmayışıydı belki de umursamazlığının sebebi. Basamakları çıktıktan sonra,
aracın motorunu çalıştırarak hareket saatinin yaklaştığını hatırlatan genç
muavine baktı;
-
Sabah namazı için mola vereceksiniz değil mi?
-
Elbette ağabey.
Sessizce
şoför tarafındaki ilk koltuğa oturduktan sonra elindeki paketi cama yasladı.
Sorunun çözülmesinin ardından yerine geçen şoför aracı hareket ettirdiğinde
inceden bir yağmur vurmaya başlamıştı otobüsün camlarına. Farkına varmadığı
yahut varmak istemediği bir zaman sürecince kapalı gözlerle, üzerinde
gittikleri tekerleklerin yolda bıraktığı izleri tahayyül ederek devam etti
yolculuğuna.
Gözlerini
araladığında, şoförün yarı aralık bıraktığı camdan içeri iltica eden birkaç
damlanın üzerindeki gömlek tarafından acımasızca emilerek yok edildiğini gördü.
İsminin söylendiğini işiterek başını kaldırdığında, araca binerken karşılaştığı
muavinle göz göze geldi;
-
Necmettin Bey
- Evet.
-
Nerede ineceksiniz?
-
Kavacık’da.
Muavin
aynı soruyu yan koltuğundaki yol arkadaşına sorarken, yolculuğun çabuk geçmesi
için, kendini uykunun kollarına bırakmak istermiş gibi kapadı gözlerini.
Çocukluğundan beri gelmediği memleketine, birdenbire yolculuk yapmasına sebep
olan dedesinin rüyasını düşündü.
Babasının
çocukluk arkadaşı, şahadetinden sonra ailesine sahip çıkan Molla Ahmet’i
gördüğünü söylemişti dedesi rüyasında. Evinin eşiğinin önünde ayakta duruyor ve
parmağıyla yeri göstererek “emanetin burada, gel al” diyormuş. Ne babası ne de
dedesi bu yolculuğu kaldıracak durumda olmadığı için, iş onun başına kalmıştı.
Babası, bu görevin ona düştüğünü söylediğinde, şaka yaptığını sanarak
gülümsemiş “ne yani, işi gücü bırakıp define peşine mi düşeceğiz” demişti.
Dedesi de olsa nerdeyse yüz yaşına gelmiş ihtiyar bir adamın rüyasının peşinden
gitmek komik gelmişti ona. Fakat her ikisindeki kararlı tavrı gördüğünde başka
bir şansı olmadığını anlamıştı. Gözlerini aralayarak cama yasladığı pakete
baktıktan sonra gülümsedi. Eğer define bekliyorlarsa, sadece el yapımı bir asa
getirdiğini gördüklerinde yüzlerinin alacağı şekli merak ediyordu.
*
Ertesi
gün öğle saatlerinde, İstanbul plakalı eski bir otomobil zorlanarak ilerlemeye
çalışıyordu köy yollarında. Bir astsubay ve üç askerden oluşan bir gurup
otomobili durdurdu. Aracın camını açan ihtiyara;
-
Nereye gidiyorsun Hacı Amca?
-
Köyüme gidiyorum komutan. Mezarları ot bürümüştür şimdi. Biraz bakım yapmak
lazım…
Astsubay
parmağıyla ilerideki bir alanı işaret ettikten sonra;
-
İleride hiç kimsenin oturmadığı üç beş haneli bir köy var. Orası mı senin
köyün?
-
Evet komutan.
-
Tamam, Hacı Amca… Yalnız bir şey soracağım. Ben bu bölgeye yeni atandım, o
sebeple pek bilgim yok. Kime sorsam o köyün adının Malamat Köyü olduğunu
söylüyor. Söylesene Malamat ne demek?
Bir
süre güldükten sonra;
-
Bilmez misin komutan? Halk dilinde Eyüp, söylene söylene ip olur. O köy dedem
Molla Ahmet’in köyü. Yani Molla Ahmet Köyü…
Sonlanan
sohbetin ardından, yan koltukta oturan nineyle beraber tekrar yola koyuldu Hacı
Amca. Neredeyse yüz elli yıllık ahşap evin önüne geldiğinde durdu. Aracından
inerek, maziyi seyreder gibi bir süre seyretti eski evi. Çalınacak bir eşya
olmamasına rağmen, vahşi hayvanların içeriye girmesini engellemek için geçen
sene taktığı asma kilidin anahtarını torpido gözünden alarak kapıya doğru
yürüdü. Kilidin yerinde olmadığını fark ettiğinde eliyle iterek kapıyı açtı.
İçeriye girmek için adımını atmak üzereydi ki eşiğin iş tarafına açılmış çukuru
fark ederek son anda durdu.
-
Fesuphanallah! Dedi. Defineciler buralara kadar gelmişler.
*
Kırılan
kalça kemiğinin kaynamasıyla artık ayağa kalkabiliyordu Asaf Sami Efendi.
Eşinin de yardımıyla abdest almış, haftalardır gidemediği Cuma Namazına gitmek
için hazırlık yapıyordu. Babası Mehmet Kamil Efendi çoktan hazırlanmış onu
bekliyordu. Vakit yaklaşınca evden beraber çıktılar. Mehmet Kamil Efendi,
torunu Necmettin’in getirdiği günden beri kutsal bir emanet gibi elinden
düşürmediği asadan, oğlu Asaf Sami onun boşta kalan bastonundan destek alarak
Nalçacı Halil Dergâhı Camiine doğru yola koyuldular.
Camiinin
çevresindeki muazzam hareketliliğin sebebini öğrendiklerinde Mehmet Kamil
Efendi’nin doksan dört yaşındaki yorgun kalbi bir kuş gibi pır pır atmaya
başladı. Yaptığı işlere hayran olduğu ama başına bir iş gelecek diye bir o
kadar korktuğu yiğit devlet adamı da bulundukları camide eda edecekti Cuma
Namazını. Sevinç ve korku arası bir duygu hâkim oldu ihtiyar bedenine.
Namaz
boyunca her secdede dualar etti Rabbine bu yiğit adamı koruması için. Çıkışta
yakından görebilmek için Asaf Sami’yle beraber yanına gitmeye çalıştılarsa da,
iki ihtiyarın onca kalabalığı ve korumaları aşabilmelerinin imkânı yoktu.
Birkaç metre olan araları açılmaya başladığında, tekrar babası Şehit Ahmet’in
görüsünün ona nasip olmayacağı düşüncesiyle gözyaşlarına boğulmuştu ki bir
mucize gerçekleşti.
Babasından
bir hatıra olan asanın tam o anda kırılmasıyla yere yuvarlanan Mehmet Kamil
Efendi’nin düşüşüne kendiside ayakta zor duran Asaf Sami engel olamamıştı.
Ve bir yer gördü düştüğünde, hem oradaydı hem
değildi. Ve bir zaman yaşadı, yaşayan oydu ama aynı zamanda o değildi.
İnsanların
yardımıyla ayağa kalktığında o yiğit insanı karşısında gördü. Hengâmeyi fark
ederek geri dönmüş, yanına kadar gelmişti. Titreyen ellerini önce ellerinin
arasına almış, sonra öperek alnına götürmüştü.
-
İyi misin bey amca?
Güçsüz
kollarını yiğidin boynuna doladı;
-
İyiyim yiğidim. Seni yakından görebildim ya, çok iyiyim. Hanemize şeref verir
bir kahvemizi içersen daha da iyi olacağım.
Tüm
dünyaya meydan okuyan bu korkusuz yiğidin, bir piri faniyi kırmak yapabileceği
işler arasında bulunmuyordu.
-
Sana söz veriyorum bey amca. En kısa zamanda davetine icabet edeceğim inşallah.
*
Başına
ne geleceğini bilmeyen insanoğlu yarım kalan işlerini tamamlamak konusunda
aceleci olmak zorundadır. Verilmiş sözleri yerine getirmekte aynı zorunluluğu
bünyesinde taşır. Hele ki içinde, ölüm gerçeğini barındıran bir risk
taşınıyorsa daha da aceleci olmak kişinin lehinedir.
Geçireceği
ağır ameliyat için hastaneye doğru yola çıkan devlet adamı bu duyguların
eşliğinde değiştirtti makam aracının yolunu. Danışmanına, verdiği söz üzere
ziyaretine gidecekleri aileye haber vermesi için komut verdi. Ameliyata yarım
saat önce yahut sonra girmesi hayati bir önem arz etmiyordu.
Çalan
ev telefonunu Asaf Sami açtı. Heyecanlı bir ses tonuyla “tabi, tabi buyursunlar”
dedikten sonra kapatarak bir süre dili tutulmuşçasına konuşamadı. Aklı başına
geldiğinde, istediği oyuncak alınmış küçük bir çocuk gibi bağırıyordu evin
içinde.
-
Geliyor. Geliyor baba, geliyor.
Babasının,
odasından gelen sesi duyuldu.
-
Kim geliyor evladım?
- O geliyor baba… Recep Tayyip Erdoğan
geliyor.
Heyecanlanma
sırası Mehmet Kamil Efendi’ye geçmişti bu kez. Asırlık çınar çocuklar gibi
sevinmiş, gözyaşları içinde duaya açmıştı ellerini.
Kısa
bir zaman süreci sonrasında kırk yıllık hatır yükleyen kahveler içilirken
anlamıştı Mehmet Kamil Efendi, kuruyan rüya ağacını yunarak, aşılanan zehirden
temizleyecek yiğidin gerçekten o olduğunu. Biriken her damla, diğerine
temasıyla aktarmıştı izlenen yolda tüm yaşanılanları. Üzerindeki izlerle göğe yükselen
her damla, rahmet adı altında tekrar dökülürken yeryüzüne, ıslanmıştı nasibi
olanlar. Ve kalan bir avuç tuzla arınacaktı kalkabilecek kazanlar.
Asırlık
çınarın anlatacak anılarının çokluğu ile devlet adamının vaktinin azlığı ters
orantılıydı. Yine de dinlemekten geri durmadı. Kitaplardan okuyamayacağı
yaşanmışlıkları dinlerken garipsemedi. Yaşanan ve yaşanabilecek olan durumların
farkında olduğunu ima etti verdiği cevaplarla.
Ziyaret
başlayalı neredeyse bir saat olmuştu. Vaktin darlığından sohbet sonlanmak
üzereyken, hala huzursuzdu Mehmet Kamil Efendi. Bir borcu ödemenin peşinde
olduğunu hal ve hareketleriyle belli eden şapkalı adamın, parkta söylediği
sözler yankılanıyordu beyninin içinde. . “Bütün düşman okları birleşip aynı
hedefe yöneldiğinde uyuyanı uyandırın ki, varlığımızın diyeti ödenmiş olsun.”
Cümlenin tamda şu an için söylenmiş olduğunu bütün hücreleriyle hissediyordu.
Fakat uyuyan kendisiyse nasıl uyanacağını, yok eğer karşısındakiyse nasıl
uyandıracağını bilmiyordu. ”Ey büyük Allah’ım sen yardım et” diye mırıldandı.
Son
birkaç kelam ile sohbeti toparlamak isteyen Erdoğan’ın sözleri ışık oldu önüne.
-
Merhum Aliya İzzetbegoviç’in bir sözü vardı. “Bizi toprağa gömmeye çalıştılar,
ama tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.” Biz biliyoruz ki; tüm yaşanılanlar
Allah’ın (c.c.) takdiriyledir. Bazen düşmanımız toprağa gömer, çürüyüp yok
olalım diye. Bazen dostumuz çamura bular, kem gözlerden uzak olalım diye.
Zalimane yahut halisane, hangi niyetle yapılmış olursa olsun bir rahmet damlası
sebep olur yeniden filizlenmemize.
Sözünü
tamamladıktan sonra kahve için teşekkür etmiş, kalkmak için müsaade istemişti Erdoğan.
Elini öpmek için ellerinin arasına aldığında, Mehmet Kamil Efendi boynuna
sarılarak kulağına bir Hadisi Şerif fısıldadı. “Dostuna muhabbette aşırı gitme; umulur ki, bir gün gelir
düşmanın olur. Düşmanına buğz etmek hususunda da aşırı gitme; umulur ki
bir gün dostun olur.”
Ziyaret ettiği evden ayrılıp
makam aracına bindiğinde, ihtiyar adamın kulağına fısıldadığı Hadisi Şerifin
hikmetini düşünüyordu Erdoğan. Sebepsiz söylenmiş olamayacağını biliyor,
sebepler dairesinin neresine oturtacağını bilmiyordu. İçine bir huzursuzluk
çöktü. Yardımcısına telefon açarak değişik bir durum olup olmadığını sordu. Mit
Müsteşarının bir not bıraktığını öğrendiğinde, peşine onu aradı.
- Bir gelişme oldu efendim.
Sizin ameliyata girmiş olduğunuzu düşündüğümden haber veremedim. Yaklaşık yarım
saat önce savcılık tarafından ifade vermeye davet edildim. Tam çıkmak
üzereydim.
Erdoğan’ın
beyninde çakan şimşeklerin şavkı, oynanan karanlık oyunu ve dost bildiği
işbirlikçi sahte yüzleri ele verdi biranda. Bir çeşit uyanıştı bunun adı.
-
Her ne olursa olsun, sakın olduğun yerden ayrılma. Tekrar arayacağım.
Sonra
şoförüne komut verdi;
-
Hastaneye gitmiyoruz, geri dönüyoruz.
*
Ziyaretten
sonraki birkaç gün Erdoğan için oldukça hareketli geçmişti. Ülkesi ve tüm İslam
âlemi üzerinde planlar yapan dış güçler, dost bildiği içerideki Truva atlarıyla
birlikte kendisini ve ekibini devirmek için komplo kurmuşlardı. Müsteşarına hiç
işlemediği suçlar zorla itiraf ettirilecek, emri kendisinden aldığı şeklindeki
bir beyanı sonucu, uyandığında hasta yatağında bir sürü suçla itham edilmiş
olarak bulacaktı kendini. Son dakikada, verdiği bir sözü yerine getirmek için
aracının yönünü değiştirtmesi hayatını koyduğu bu yolda hain olarak
yargılanmasının önünü kesmişti. Rabbine şükürler ederken, bu felaketten
kurtulmasına vesile olanlara dualar ediyordu. Mazlumlar için “bir dakika”
demiş, mazlum durumuna düşmesine “bir dakika” denmişti. Belki de sırf bu
sebeple, can suyu taşıyan kovalarda bir damla değil bizzat kovayı taşıyan el
olmasına karar kılınmıştı.
Toprağa
bir tohum ekip, ihtiyacı olan gübreyi ve suyu verdikten sonra “inşallah buradan
bir ağaç çıkar” demek gaybı bilmek değildir. Yine, yağmur bulutlarının ortaya
çıkması ve nemin artmasıyla “yağmur yağabilir” demenin de gaybı bilmek olmadığı
gibi. Ağaç çıkabilirde, çıkmayabilirde… Yağmur yağabilirde, yağmayabilirde…
Allah (c.c.) gayb hazinesinden çıkarıp açık edene kadar kesin sonucu bilemeyiz.
Ancak gördüğümüz, açık edilen işaretlerden sonra fikir yürütebiliriz. Rüya,
ilham, keramet gibi yollarla bazı şeylerin, bazı istisna kullar tarafından
sezilebilmesi, Allah (c.c.) tarafından o kullar için gayb olmaktan çıkarılması
sebebiyledir. Birinci kattan bakan birinin, on birinci kattan bakan birinin
gördüklerini görememesi gibi; o kulların durduğu yerden görebildiklerini
başkalarının görebilmesi mümkün değildir.
Şeyhülislam
Cemalettin Efendi’nin, sadece birkaç dakika oyalayarak Sultan İkinci
Abdülhamit’in hayatının kurtulmasına sebep olmasındaki bilginin, hangi manevi
silsile yolunu takip ettiğini… Yahut karmaşık sebepler ağının, hangi ucundan
yol bularak ilerlediğini, ne şekil bir malum oluşun neticesi olduğunu…
Sultan
İkinci Abdülhamit’in iç ve dış güçler tarafından halline, hatta son nefesini
verene kadar memleket sevdasından vazgeçmediğini… Onun; düşmanını bile
nesillerce dost eden, Truva atlarının içine kendi Truva atını yerleştiren,
çoğunlukla gizli kalmış pek çok kerametiyle gelecek için hangi yatırımları
yaptığını, bilemesek de…
Babasını
Trabzon olaylarında şehit vermiş, denizden dalgalarla kıyıya vuran kargalakları
toplayarak hanesini sıcak tutmaya çalışan ve yine kendisi de vatanını
savunurken şehit olan yetim Ahmet’in…
Dostunun
vefatından sonra tam doksan yıl boyunca emanetine sahip çıkan Molla Ahmet’in…
Neredeyse
bir asırdır süren fetretten kurtulmak için dökülen kanlara, akıtılan
gözyaşlarına şahit olan Mehmet Kamil Efendi’nin…
Kargalak
tahtasından yontularak şekil verilmiş çürük bir asanın, vakti saati geldiğinde
kırılarak devleti kurtarma hikâyesi, sadece küçük ipuçları verse de...
Tüm
yaşananların, yazılmış bir kadere yapılan yolculukta vesileler atlası olduğunu
ve “Ol” emri uyarınca tüm kâinatı sarmaladığını biliyoruz.
Gerçekleştirilmeye
çalışılan komplonun medyaya yansımasıyla, görevini yerine getirmiş olduğunu
anlayarak huzura kavuştu Mehmet Kamil Efendi. Bir davetin neden olduğu oyalanma
ülkeyi kaosa sürüklenmekten kurtarmıştı. Tıpkı, Sultan İkinci Abdülhamit Han’ın
düzenlenen suikasttan kurtulması gibi…
Hak
yazdıktan sonra, isminin Cemalettin Efendi yahut Mehmet Kamil Efendi olması
fark etmiyordu. Bazen bir ordu, bazen bir kişi… Bazen de kırılan bir asa devam
ettiriyordu, hak yolda ilerleyişi…
Aldığı
teşekkür telefonundan sonra gözyaşlarına hâkim olamadı Mehmet Kamil Efendi.
Görevini yerine getirmiş olmanın ve geride daha nice görevler yerine getirecek
bir nesil bırakmanın şükründeydi. Şükür secdesine kapanmak için abdest aldı.
Seccadesini sererek huzur içinde namaza durdu. Secdeye vardıktan sonra bir daha
hiç kalkmadı. Ertesi gün salası okunurken, o küçücük bir çocuk olmuş babasının
omuzlarında cennetten bir köşe turluyordu belki de…
*
* *
On
beş Temmuz akşam saatleri
- Yaradılışımız gereği
hepimiz seçiciyiz elbette. Ay-ı bir dolunken severiz, bir de yalınken. İklimi
baharken severiz, denizi kıyısından, kundaktaki bebeği ağlayıncaya kadar…
Toprağı; yağan yağmurun ardından, bağrına verdiğimiz sevdiklerimizin kokusunu
bizlere taşıdığında… En kötüsü de, insanları işimize geldiği müddetçe… Her
şeyden biraz ama hiç birini, her şeye rağmen değil. Ama bu sefer durum farklı…
Mevzu bahis olan vatan… Tüm görüşlerimizi, seçimlerimizi bir kenara bırakarak
kanımızın son damlasına kadar onu savunmalıyız. Benim düşüncem bu. Benimle
misiniz arkadaşlar?
Konuşmasını yaparken, vakit
itibariyle bir hayli kalabalıklaşan ofisteki insanların yüzlerindeki ifadeyi
okumaya çalışıyordu Enis. Nihayetinde kendi arkadaş gurubundan pek çoğu da
ofisteydi artık. İşlek caddelere açtığı tezgâhta saat satarak geçinen Somalili
Ebu Bekir’i gördüğünde şaşırdı ve gözleri doldu. Davet ettikleri arasında
olmamasına rağmen gelmişti. Arkadaşlarından biri haber vermiş olmalıydı. Eski
günleri hatırladı. Aynı mekâna kurulur biri gitar çalar, biri saat satardı.
Hatta bir keresinde, kız kardeşinin okulunun düzenlediği yılsonu müsameresinde
oynatmıştı onu. Arap Bacı rolünü oynayacak olan öğrenci son dakikada
rahatsızlanınca, oynayacakları piyes iptal edilme durumuyla karşı karşıya
kalmış. Birkaç cümleden oluşan repliğini ezberleterek sahneye çıkarmıştı Enis,
Ebu Bekir’i. Rolü layıkıyla yerine getirince “çağımızın yeni Tevfik Gelenbe’si
olacak adamsın sen” diye tebrik etmişti Ebu Bekir’i.
Mahalle arkadaşlarının pek
çoğu oradaydı, liseden, üniversiteden sınıf arkadaşları, tanıdığı, tanımadığı
pek çok sima… Semte geldiğinde ikindi namazını eda ettiği camiinin imamı dahi
oradaydı. Yüzlerindeki kararlı ifade, hala bir umut olduğunu anlatmaya
yetiyordu Enis’e. İki kelimede özetlenmişti sorusuna verilen tüm cevaplar;
- Sonuna kadar.
- Eyvallah arkadaşlar.
Şimdi… Bildiğimiz kadarıyla kalkışma, gece üç sularında gerçekleşecek. İnsanlar
sabah uyandıklarında bir oldubittiyle karşılaşacaklar. Bu yüzden en geç saat
birde uyandırabildiğimiz kadar insanı uyandırarak sokağa dökmeliyiz.
- Nasıl yapacağız bunu.
Soruyu soran babasından
başkası değildi. Hala kendince çekinceleri vardı belki. Yahut bir yanlış anlama
yüzünden oğlunun askerliğini yaktığını düşünüyor olmalıydı. Fakat ofisteki
çoğunluğu buraya yönlendiren Mehmet Kamil Efendi’nin torunu olduğuna göre,
durum göz ardı edilemezdi.
- Hasan ve ekibi sürekli
burada kalarak hem koordinasyonu sağlayacak, hem de ulaşabildiği herkese
hazırladığımız metni mesaj olarak atacak.
Eliyle masanın üzerindeki
cep telefonlarını işaret etti;
- Sağ olsun, Sargis olayın
maddi ağırlığını yüklendi. Telefonlarımız ve toplu mesaj paketlerimiz hazır.
Ebu Bekir;
- Efendim kardeşim.
- Üzerine siyah elbise giy.
Kapının önündeki arabanın bagajı havai fişek dolu… Müsait ortam buldukça yak ve
geceye karış.
- Başım üstüne…
- İmam Efendi.
- Evet.
- Çık minareye. Sala ver,
ezan oku. Ulaşabildiğin, sözünü dinleyebilecek arkadaşlarına ulaş. Razı
edebildiğin kadarını, aynını yapmaya ikna etmeye çalış.
- Tamam inşallah.
- Diğer arkadaşlar. Semtlere
dağılın. Zillere basın. Arabaları tekmeleyerek alarmlarını çaldırın. Gerekirse
teneke çalın. Bu gece uyumak yok. Eğer bu gece uyursak, bir daha huzurlu bir
uyku haram olur bize…
Cep telefonu çalmaya
başlayınca konuşmasına ara vermek zorunda kaldı;
- Alo… Buyurun
Kısa süreli bir sessizlikten
sonra;
- Televizyonu açın. Gelen
haberlere göre kalkışma başlamış. Deşifre olduklarını anlayıp saatini öne
çekmiş olmalılar.
- Vay canına gerçekten
oluyor.
- Maalesef oluyor. Artık top
milletin elinde. Yaptığımız planlara artık gerek kalmadığı için geçerliliğini
yitirdi. Dağılalım ve ne yapacağını bilmeyen halkı organize etmeye çalışalım.
Ve… Sakın unutmayın. Bu sadece bir darbe kalkışması değil, vatanı işgal
girişimidir. Allah yardımcımız olsun.
*
Dört yıl
önce parkta dedesi Mehmet Kamil Efendi’nin yanından uzaklaşırken gördüğünde
hemen tanımıştı, Bay Aram’ı. Çocukluk yıllarında, Tahtakale’de çıraklık yaptığı
dönemlerden aşinaydı yüzüne. O dönemde yaşanan olaylar ve dedesinin vefatından
sonra, bazı gizli görevler ve yetkiler verilmişti devlet tarafından
Necmettin’e. O da ilk iş olarak Bay Aram’la bağlantı kurmuş, biraz
sıkıştırdıktan sonra enteresan bilgilere ulaşmıştı. Sargis’le arkadaşlıkları da
o dönemde başlamıştı. Karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı olsa da güvene dayalı
bir saygı ortamı oluşmuştu aralarında.
On yedi Aralık girişiminden
sonra telefon açarak “neler oluyor?” diye sormuştu. Yeşilçam filmlerini
kastederek “yerli filmlerinizi hiç seyretmiyor musunuz siz?” demişti Sargis.
Üvey anne adayı, kendisine rakip gördüğü dadıyı uzaklaştırmak için odasına
değerli bir eşya saklar. Hırsız damgası vurarak, yolu üzerindeki engeli
kaldırabilmek için.”
Yine o dönemdeki bazı
girişimleri çözebilmelerinde pek çok katkısı olmuştu Sargis’in.
Enis’i İstanbul’a doğru
güven içinde yola çıkardıktan sonra İstihbarat Teşkilatının binasına giderek
öğrenebildiklerini aktarmış, hareketli saatler o andan sonra başlamıştı.
Sargis’i aradığında kendisinden daha fazla bir şey bilmediğini anladı. Ağustos
şurasında casuslarının emekli edileceğini anlayan hain örgüt, beklenilen zaman
diliminden daha öne çekmiş olmalıydı darbe girişimi tarihini.
Artık çok seri bir şekilde
hareket ederek bilginin doğruluğunu teyit etmek ve yanlarında olanlarla, karşı
safta birleşenleri tespit etmek zorundaydılar. Ettiler de… Sırf bu girişimler
sebebiyle, hainler belirledikleri saatten daha öne çekmek zorunda kaldılar
kalkışmayı. Böylesi; halkın devletine sahip çıkması adına daha yararlı olmuştu
aslında.
Evvel Allah’ın, sonra milletin
elindeydi artık vatanın selameti. Ve tünelin ucunda görünüyordu bir dolara
vatan satanların sefaleti…
Fethullahçı
terör örgütü öylesine derinlere sızmıştı ve sözde müttefikimiz olan öyle
ülkelerden destek alıyordu ki, Enis’in getirdiği haberi teyit ettirebilmek son
saatlere dek tam anlamıyla mümkün olamamıştı. Bir tek gerçek vardı ortada. Eğer
böyle bir girişim olacaksa bu, emir komuta zinciri içinde olmayacaktı. Vatanına
canı gönülden bağlı silahlı kuvvetler personeli ve halkın desteğiyle kalkışma bastırılabilirdi.
İstihbarat teşkilatı bu konuda canını dişine takmış, bir bölümü resmi
kurumlarla görüşmeler yaparak kimin hangi safta olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Diğer bir bölüm, yani Necmettin ve onun gibi pasif görevde olanlar sivil
direniş için gerekli çalışmaları yürütüyordu.
Farklı
şehirlerde, eski kadife fabrikasının benzeri mekânlarda bu direnişin
organizasyonu yapılmaya çalışılıyordu. Yine de halkın bu kalkışmayı
göğüsleyebilmek için zamanında yekvücut olabileceğinden kuşkuları vardı Necmettin’in.
Haberin gerçek olduğunun teyidi ulaştığında Enis aklına geldi, birden.
Koşuşturmaktan onu aramaya fırsat bulamamıştı. Saatine baktı. “Şimdiye kadar
haber vermiş olmalı” diye mırıldandı. Hastanedeydi. Lobideki büyük ekranlı
televizyondan boğaz köprüsündeki durum haber olarak sunulduğunda kalkışmanın
başladığını anladı. Deşifre olduklarını, biran önce harekete geçmeleri
gerektiğini düşünen darbeciler erken saatte harekete geçmişti. Ne yapması
gerektiğini düşündü. Resmi görevi bitmişti. Vatanını seven bir fert olarak
milli bir görevi vardı artık.
Hastanenin
mescidine giderek iki rekât namaz kıldı. Doktorlarından, eşiyle ilgili bilgi
aldı. Doğum birkaç saat daha gerçekleşmezse sezaryene başvuracaklarını öğrendi.
Sonra da kendini sokağa attı. Bir süre nereye gideceğine karar veremeden
amaçsızca yürüdü. İlk tepkilerini göstermeye başlayan halkı gözlemlediğinde
umutlansa da, önünden geçtiği kahveden gelen çığlığı duyduğunda derin bir “oh”
çekti.
- Reis
televizyonda.
Gözleri
yaşardı. Haber zamanında ulaşmış olmalıydı.
- Sana
şükürler olsun Allah’ım, dedi.
Türkiye
gemisinin reisiydi o. Onun dimdik duruşunun, bir sözünün halk üzerinde
kendilerinin tüm girişimlerinden daha etkili olacağı muhakkaktı. Yönünü Genel
Kurmay tarafına doğru çevirirken “Allah seni başımızdan eksik etmesin uzun
adam” diye dua ediyordu.
*
Eski kadife fabrikasından en
son ayrılanlardan biri oldu Enis. Hareketlilik haberi gelen bölgelere insanları
yönlendirdikten sonra, halkı meydanlara davet eden reisin konuşmasını sonuna
kadar dinledi. Konuşmanın ardından abdest tazeleyerek yanında kalan birkaç
arkadaşıyla dışarı çıktı.
Yakınındaki Çevik Kuvvet
Şube Müdürlüğünün, kapılarının önüne çekilen dört tankla kuşatılmış olduğu
bilgisi ulaşmıştı en son. Elinde bayraklarla diğer mahallelerden bölgeye akın
eden insan selini gördüğünde gözyaşlarına hâkim olamadı. “Ya Rab! Vatanına
sahip çıkan bu halkı mahzun eyleme.” Diye dua ederek kalabalığa karıştı. Tekbir
getirerek darbecilere kafa tutan halkın olduğu mekâna yaklaştığında, biri daha
sadece on beş yaşında olan iki şehit verildiğini öğrendi. “Ya Rab!
Şahadetlerini kabul eyle.”
“Asker kışlaya” diye tempo
tutan halkın üzerine doğru yürümesiyle ağır ağır geri giden tankın üzerindeki
asker havaya ateş açmaya başladığında kendini tutamadı. Çevredekilerin de
yardımıyla tankın üzerine tırmandı. Zarar vermeden askeri etkisiz hale getirdi.
Diğer tanklara emsal olmuştu yaptığı hareket. Neticede tankların içindeki
askerlerde bu vatanın çocuğuydu ve çoğu ne olduğunu bilmeden verilen emirlere
itaat etmişlerdi. Kendi halkını tanklarla ezecek kadar benliğini yitirmemişti
çoğu. Çevik Kuvvet etrafındaki kuşatma kısa sürede bertaraf edildikten sonra
köprüye gitme kararı aldı. Arkadaşlarının ayarladığı iki motosikletle yola
çıktılar.
Özellikle Ankara ve İstanbul
da baskın olan kalkışma girişimi, halktan hiç beklemediği bir tepki görmüştü.
Tankların önüne yatarak
bedenini siper etmişti biri.
“Ben ölmeye hazırım, sen
öldürmeye hazır mısın?” Diye soruyordu darbeci subaya bir bayan kardeşimiz.
Eşinin kamyonuna topladığı
mahalle halkını Taksim’e taşıyordu bir Nene Hatun.
Viyadükten tankın üzerine
atlamaya çalışırken ayaklarını kırıyordu, yine bir vatandaş.
“Ev kira ama memleket bizim”
yazılı bir pankartla darbecilerin üzerine yürüyordu, bir memleket sevdalısı.
Özel kuvvet polislerine
havaalanının camlarının indirilmesinde yardımcı oluyordu yine bir gurup. “Siz
buradayken kendimizi daha kuvvetli hissediyoruz” sözlerini işiterek
gözyaşlarına boğuluyordu.
“Bize bir şey olursa
silahlarımızı alın, siz devam edin” diyordu, yine halka bir özel kuvvet polisi.
“Bu vatanı, bu hainlere bırakmayın”.
Alçaktan uçarak ses
patlaması yapan F16 ları, fırlattıkları vida cıvata gibi parçalarla engellemeye
çalışıyordu bir gurup. Üzerine atlamaya çalışıyordu, gözü kara bir yiğit.
Sivil araçlarıyla halk, iş
makineleriyle belediyeler set çekiyordu tankların önüne.
Darbecilerin ulaşmaması için
silahları saklıyordu kimi askeri personel. Yakıt doldurmuyordu, hainleri
taşıyacak uçaklara.
Tatbikata götürüldüklerini
sanan bir gurup asker, televizyonlardan gerçeği öğrendiklerinde silah
bırakıyordu.
Yirmi özel kuvvet polisini
çok daha fazla göstererek, darbecileri esir alıyordu vatan aşığı bir binbaşı.
İlk anda görev bölgesine
geçiş yapmıştı valiler, emniyet müdürleri, polisler.
Bombalanan meclise akın akın
geliyordu siyasiler. Kimse kaçmıyordu. Yıllardır aradığı birlikteliği
gerçekleştiriyordu, o akşam ülke.
Daha önemlisi, canı bahasına
darbeci generali alnının ortasından vurarak darbenin seyrini değiştirmişti Ömer
Halisdemir. Bedenine yediği otuz kurşunla yükselmişti şehitlik mertebesine.
Ve hayatını hiçe sayarak
İstanbul’a geliyordu reis. Onu öldürmek için gökyüzünde dolaşan F16 ların
arasından.
Yağmur gibi yağan
mermilerden, bombalardan şehitler ıslanıyordu en çok.
Böyle bir şeydi işte vatan sevgisi.
Kim ne yapmaya çalışırsa çalışsın. Ne Şehit Ahmet’leri bitecekti, ne Molla
Ahmet’leri. Ne on beş yaşında şahadete koşanı bitecekti, ne Ömer
Halisdemir’leri. Ne Necmettin’leri bitecekti, ne de Enis Temiz’leri. Vatanın
bir karış toprağına göz dikenlere tahsis edilecek tek yer, o toprağın altından
başkası olmayacaktı.
O gece her yerdeydi Enis,
yağan mermilere aldırmadan. Bir Çevik Kuvvette… Bir köprüde… Bir havaalanında…
Kolunu sıyırıp geçen bir mermiyle, hafif yaralanmıştı sadece. Aklı Necmettin
Ağabeyindeydi. Bir türlü haber alamamıştı ondan.
On altı temmuz sabahı haberi ulaştığında, ömrü
boyunca ağlamadığı kadar ağlıyordu Enis. Göğsüne yediği bir mermiden sonra
hastaneye kaldırılmıştı Necmettin. Aynı dakikalarda oğlu dünyaya açarken
gözlerini, onun da şahadet şerbetini içtiği ortaya çıkmıştı. Bir Necmettin
yükselirken şahadet makamına, diğer bir Necmettin doğmuştu, bayrağı teslim
almak için. Bebek Necmettin’in Molla Ahmet’i olacağına dair yeminler etti Enis.
Resmi görevini tamamladıktan
sonra, sade bir vatandaş olarak halkın arasına karışmıştı Necmettin. Kızılay’da
ki yoğunluğun arasından geçerek Genel Kurmay binasının önüne ulaştığında,
tankların önünde etten duvar olan vatandaşları gördüğünde hamd-ü senalar
etmişti. Tüm hücreleriyle vatanını savunan bu halkı Cenab-ı Hak zelil etmezdi
mutlak. Genel Kurmay binasına girmeye çalışan halkın arasına karıştıktan sonra
göğsünde duyduğu bir acıyla yere yığılmıştı. Gözlerini araladığında elini
uzatarak kalkmasına yardımcı olan kişiyi gördüğünde gülümsemişti. Dedesi Mehmet
Kamil Efendi otuz beş yaşlarında bir delikanlı suretinde sesleniyordu ona.
- Haydi, yatma zamanı değil.
Daha yapılacak çok iş var.
Ayağa kalktığında daha önce
hiç görmediği halde tanıdı dedesinin arkasında duran Şehit Ahmet’i, Halil
İbrahim Efendi’yi. Ve tanıyamasa da tahmin etti, geride duran binlerin
rütbesini. Bakara suresinin yüz elli dördüncü ayetini hatırladı.
Allah
yolunda öldürülenlere "ölüler"" demeyin. Bilakis onlar
diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.
Ailenin üçüncü şehidi olmak ona
nasip olmuştu. Yerde yatan bedenine bakan insanları bile hayrete düşüren bir
gülümseme yayıldı yüzüne.
- Haklısın, dede. Nerede
kalmıştık.
Ve bir kardeşlik türküsü
eşliğinde şahlanan bu millet Allah’ın izniyle son vermişti; Önce, İtalyan şair
Giambattista Basile’in “Ay, Güneş ve Talia” adıyla derlediği; sonra, Grimm
Kardeşlerin “Uyuyan Güzel” diyerek süslediği yüzyıllık uyku masalının üzerimize
tatbikine.
İki yüz otuz dokuz şehit ve binlerce gazinin
fedakârlığıyla aydınlandı on altı Temmuz sabahı. “Gereğini yap. Kaç nöbeti
yazarsan yaz, razıyız.” Mesajı verdi bu millet reisine. Yenikapı ruhu, yepyeni
kapılar açılacağının habercisiydi vatanı için canını verebilecek herkese…
Faruk Yılmazer
Kan aynı kan. Hikâyenizin etkisiyle tüylerim diken diken oldu, göğsüm kabardı. Diğer yandan milletimize yüklenen kader vazifesinin ağırlığını hissettim ruhumda. Yüreğiniz var olsun Hocam. M. Pakdemir
YanıtlaSil