5 Aralık 2018 Çarşamba

Üçüncü Şehit (Hikaye)


Vakit ikindiye eriştiğinde İstanbul’a henüz varabilmişti Enis Temiz. Sivil kıyafetli olsa da, her haliyle devlet kokan araç şoföründen Anadolu yakasından bulunan baba evine değil, Avrupa yakasındaki başka bir adrese bırakmasını istemişti kendini. İlçenin merkez camiinde namazını eda ettikten sonra, cebinden çıkardığı ufak kâğıt parçasını bir süre incelemiş, kâğıdın üzerine kurşun kalemle alelacele çizilmiş krokiye bakarak zorlanmadan bulmuştu aradığı adresi.
Eski kadife fabrikasının faaliyette olduğu dönemi hatırlayabilenler, çoktan torunlarını kucaklarına alabilecek yaşa erişmişlerdi. On beş Temmuz akşamı, neredeyse yarım asırdır atıl durumda olan fabrikanın önünden geçen semt sakinleri, onun paslı bahçe kapılarından birinin açık olduğunu gördüklerinde hayrete düşmüşlerdi. Kanıksanmış, kendi halinde oluşunu bozan ufacık bir detay hemen dikkatleri üzerine çekiyordu. Bazı günler bahçede iki iri kangal köpeğini gezdirirken görülen bekçinin dahi, içeriye hangi vakitte girip çıktığını gören olmamıştı belki de bugüne değin.
Kırık camları, deforme olmuş çehresiyle bina neredeyse yıkılacakmış gibi dursa da; içinde bulunduğu, otobana paralel arazinin maddi değerini anlayabilmek için uzman olmaya gerek yoktu. Kime ait olduğu, neden değerlendirilmediği konusunda söylenenler rivayetten öteye gitmiyordu. Bazılarına göre gurbetçi bir aileye aitti. İhtiyaçları olmadığı için ilgilenmiyorlardı. Bazılarına göreyse o kadar çok mirasçısı vardı ki, aralarında anlaşmaya vararak değerlendirme yoluna gidememişlerdi.
Oysa tüm tahminlerin dışında kalan bir görevi vardı bu köhne binanın. Sadece ihtiyaç duyulmadığı için güncellenmemişti uzun zamandır.
Hapishane izlenimi veren parmaklık kapıya yaklaştığında; içeriden kapıya doğru yapılan saldırgan hamle, ürkerek bir adım geri çekilmesine sebep olmuştu.
- Kont, gel buraya oğlum.
Sese itaat eden köpeğin geri çekilmesiyle tekrar kapıya yaklaştı. Göz göze geldiği delici mavi bakışlar biraz öncekinden daha az ürkütücü değildi. Yinede bu kez geri adım atmadı.
- Necmettin Salih’in selamını getirdim.
Umduğunu bulamadığını belli eden bir bakış attıktan sonra, cebinden çıkardığı anahtarla içerden bahçe kapısının kilidini açtı ihtiyar bekçi.
- Başka gelen olacak mı?
Birkaç sene önceki hali olsa, böyle bir yerde parti verebilmek için neler yapabileceğini, ne denli büyük bir kalabalık toplayabileceğini düşündü Enis. Sonra bekçiye onunkinden çok daha sert bir bakış attı;
- İnşallah olur, ihtiyar… İnşallah olur.
*
Dört yıl önce…
Kaç gün olmuştu? Bir hafta… On gün… On beş… Emin değildi. Öylesine hızlı akmıştı ki zaman, sayamamıştı bile. Tam olarak kaç gün olduğunu bilmediği kısa zaman süreci önce, bir emaneti almak üzere geldiği memleketine bu sefer zıttı bir sebeple gelmişti. Emaneti, tekrar koruyucusunun manevi ellerine teslim etmek…
Artık iki parça olan asanın elindeki parçasını özenle yerleştirdi, öncesinde açık bıraktığı çukura. Diğer parçası…
Sanki bu günü bekliyormuş gibi sertleşmemişti toprak. Kazdığı zamanın tazeliğinde dipdiri bekliyordu. İncitmek istemezmişçesine ağır hareketlerle doldurduğu çukura fazladan iki damla gözyaşı karıştı, istemsiz.
- İyi misin, Necmettin Ağabey?
Meraklı gözlerle yüzüne bakan delikanlıya hüzünlü bir bakış attıktan sonra;
- İyiyim Enis. İyiyim.
İyi değildi oysa. Birkaç gün önce toprağa verdiği dedesinin gülümseyen yüzü gelmişti gözlerinin önüne… Onun mezar toprağını elleriyle düzelttiği gibi düzledi toprağı.
- Rahat uyu, dedem. Vasiyetin yerine getirilmiştir, diye mırıldandıktan sonra doğruldu. İşimiz bittiğine göre gidebiliriz artık.
- Sen nasıl dersen Necmettin Ağabey…
Bulundukları asırlık ahşap evden dışarı çıktıklarında, omzuna asılı çantadan bir asma kilit çıkardı Enis. Kapıyı onunla kilitledikten sonra yedek anahtarlardan birini halkadan ayırarak Necmettin’e uzattı;
- Babam bunu sana vermemi istedi. Olurda bir daha gelmen gerekirse, kilidi kırmaya çalışmakla uğraşmazmışsın.
Elbette bir önceki gelişiyle, bu seferki gelişi farklıydı birbirinden. Bu kez hane sahiplerinden biri vardı yanında, izinliydi girişi. Üstelik kilidi kırmak zorunda da kalmamıştı.
Mahcup bir yüz ifadesiyle süzdü delikanlıyı Necmettin. Hal ve tavırlarından, sözlerinin arkasında laf sokmak gibi bir niyet olmadığını anladığında gülümsedi.
- Allah (c.c.), bir daha böyle bir mecburiyet yaşatmasın inşallah, derken zamanın daha pek çok mecburiyetlere gebe olduğunu için için hissediyordu.
Helalleşmenin huzuruna kavuşalı birkaç gün olmuştu. Fakat şu an hissettiği huzur bambaşkaydı. Sözünü yerine getirebilmiş olmanın huzuru… Zorunlu çözülen bir bağın, tekrar düğümlenmesinin huzuru…
Enis, köye çıktıkları kiralık otomobilin direksiyonunun başına geçtiğinde, onunla ilk karşılaştığı zamanı hatırladı Necmettin. Ailesiyle arası açık, aksi, asi bir delikanlıyken, kısa süre de zıttı yönde ne kadar da yol almıştı.


Memleketten dönüşünün iki gün sonrasıydı. “Yapmamız gereken bir iş daha kaldı” diyerek, kendisini dışarı çıkarmasını istemişti dedesi Mehmet Kamil Efendi. Şaşkınlık verecek derecede zindeydi üstelik. Nerdeyse bir asır boyunca toprak altında kaldıktan sonra kavuştuğu babasının asası, derman katmıştı sanki ihtiyar bacaklarına.
- Nereye gideceğiz, dede?
- Göreceğiz.
Her zaman gittikleri parkın içinde turlamışlardı bir süre. Daha sonra, semtte bulunan ikinci parkın içinde… Ne aradıklarını bilmediği için dedesinin dümen suyuna takılmış gidiyordu Necmettin. Bir süre sonra diğer ucu yeraltı treni istasyonuna açılan bir tünelin önüne geldiler. Dışarıya sızan müzik sesleri eşliğinde içeriye doğru ilerlediklerinde, duvara yaslanmış bir şekilde gitar çalan Enis’i ve çevresine sıralanmış arkadaşlarını görmüşlerdi. Yanından geçerken, bozuk paralarla dolu yerdeki çantanın içine yüklü bir bahşiş bırakan dedesine şaşkınlıkla bakan yalnızca Necmettin değildi. Birkaç adım uzaklaşmışlardı ki;
- Bey amca, diye seslendi Enis.
- Buyur evlat.
- Merak ettim. Çaldığım müzikten hoşlanacak yaşta değilsin. Kılığım çok düzgün değilse de, dilenciye benzemediğim de aşikâr. O halde bu yüklü bahşişin sebebi hikmeti ne?
Gülümsedi ihtiyar adam;
- Burada çalgı çaldığına göre belli ki bir işin yok. Belki de öğrencisin.
- Doğru.
- Üstündeki kıyafetlerin kirine bakılırsa, ailenle de aran iyi değil, kesin.
Gençlerin şaşkın bakışlarına aldırmadan devam etti.
- Gördüğüm kadarıyla, topladığın para karnını doyurmaya da yeterli değil.
- Yani…
- Yani, asi ruhlu olduğun belli… Boyun eğmeyi sevmediğin için bir işe girip çalışmayacağında belli. Ama yine de karnını doyurman lazım.
Gözlerini Enis’in gözlerinin içine dikerek;
- En azından bugün bunu yanlış bir yola sapmadan, kimsenin canını yakmadan gerçekleştirmeni istiyorum.
- Sence ben eşkıyayım o zaman, öyle mi?
- Hayır, ama açlığın insana neler yaptırabileceğini görsen, şaşırırsın.
- Peki ya yarın…
- Allah kerim. Belki yarın başka bir ihtiyar çıkartır karşına. Belki de nefsini değil, ruhunu doyurmanın bir yolunu öğretir.
Derin düşüncelere gark olmuş bir şekilde bıraktıkları Enis’in yanından uzaklaştıklarında Necmettin’e dönerek;
- Bu delikanlıya göz kulak olmanı istiyorum senden.
- Kim ki o?
- Emanetimize sahip çıkanın emaneti…
Sebebini ve istikametini bilmediği seyahatin, artık nihayetlendiğini anlamıştı Necmettin.


Kasabaya doğru yol almaya başladıklarında;
- Müsaade edersen bir soru sormak istiyorum Necmettin Ağabey.
- Buyur sor kardeşim.
- Cenaze günü, rahmetlinin mezarına toprak atılırken senin bir dal parçası attığını gördüm. Asanın diğer parçasıydı, değil mi o?
Başını sallayarak onayladı Necmettin.
- Gerçi babam biraz anlattı ama şu asanın tam hikâyesini bana anlatabilir misin?
- Elbette kardeşim. Ama dört nesli kapsayan oldukça uzun bir hikâye... İstanbul’a dönerken otobüste anlatırım.

* * *
20. Yüzyılın Başları...
- Dün, dedemin türbesinde ne oldu?
Azarlar gibi değildi soru. Lakin dinleyenin korkusu, karşısındakinin azameti karşısında katlanarak artmış, taşımadığı anlamlar yüklemişti suale sebepsiz yere. Hâlbuki iki tarafında hisleri, mahcubiyet denilen duyguyla çepeçevre kuşatılmıştı. Tarafların biri padişah, diğeri garip bir türbe görevlisi olunca tanışıklığın farkına varamıyordu duygular. Aynı duyguların eşliğinde, yine aynı tonda tekrarlandı cümle…
- Dün, dedemin türbesinde ne oldu?
Bir düş görmüştü cennetmekân Sultan İkinci Abdülhamit Han. Gece uykusuyla buluştuğu tek vakit olan Yatsı namazıyla Teheccüd namazı arasındaki zaman diliminde, dedesi Yavuz Sultan Selim Han tarafından, türbedarıyla ilgilenmediği gerekçesiyle azarlanmıştı. Hikmetini anlamaya çalışırken sabahı zor etmiş, ziyanın kemale erdiğine kanaat getirince huzura çağırtmıştı türbedarı. Kuşluk vaktinde, can kuşunun teninden azat edileceği korkusuyla iki büklüm duruyordu türbedar şimdi karşısında.
Birinin kefaretini ödemeden diğer bir hataya düşme endişesiyle biraz daha yumuşattı Padişah sesinin tonunu.
- Dün, dedemin türbesinde ne oldu?
Kekeleyerek anlatmaya başladı türbedar.
- Eşim hamile sultanım. Üç gündür canının kiraz çektiğini söylemesine rağmen, param olmadığı için alamadım.
Gözlerinden boşalan yaşları, kolunun tersiyle sildikten sonra devam etti;
- Çok mahcup oldum. Dün, türbesini süpürdüğüm süpürgenin sapıyla dedeniz Yavuz Sultan Selim Han’ın sandukasına vurarak, bunca yıldır hizmetini gördüğümü, kerametini göstermesini istediğimi söyledim. Biliyorum suçluyum.
Rüyasının sebebi hikmetini anlayan Abdülhamit Han, ihtiyaçlarını gidermesi için bir kese altın verdi ve helallik isteyerek yolcu etti türbedarı.
Sultan Abdülhamit Han’ın sayısını bilmediği sadık rüyalardan sadece biriydi bu. Hataya düştüğünde uyarılan kullardan olduğu için defalarca secdeler etse de,  şükrünün edasını tam olarak yerine getiremediğinin endişesini taşırdı çoğu zaman. Bu olaydan kısa bir süre sonra yaşadığı suikast girişiminden zarar görmeden kurtulduğunda, gayeleri Allah’ın (c.c.) dinini yaymak olan ecdadın manevi desteğinin arkasında olduğunu anlayarak binlerce kere daha şükretti haline.
Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermeni devleti kurulmasını isteyen Ermeni Devrimci Federasyonu yanlısı bir gurup Ermeni tarafından Sultana suikast düzenlenmişti. Bir atlı arabayı yüklü miktarda patlayıcı madde ile doldurduktan sonra, padişahın Cuma selamlığından sonra Yıldız Hamidiye Camii önündeki yürüdüğü yola yerleştirmişlerdi. Aracına yürüyüş süresinin dahi hesaplandığı bu plan, Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin padişaha bir soru sorarak oyalaması sebebiyle amacına ulaşamamıştı.
Cemalettin Efendiyle bu konu hakkında hiçbir zaman konuşmadı Sultan. Gök gürültüsünü andıran patlamanın sesini duyduğu anda, sualin sebep olduğu oyalanışa, manevi bir rabıtanın sebep olduğunu anlamıştı.
Bomba, etki alanının dışındayken patladığı için padişah hiçbir zarar görmemişti. Yinede onlarca insan parçalanarak ölmüş ve yaralanmıştı. Yapılan araştırmalardan sonra, Belçika vatandaşı Edward Joris isminde birinin bu suikast girişiminin lideri olduğu anlaşılmış ve tutuklanmıştı.
Sevenlerini sevince gark eden bu kurtuluşa üzülenlerde olmuştu. Öyle ki;
Ey şanlı avcı, damını bihûde kurmadın.
Attın fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadın.
Mısralarıyla üzüntüsünü dile getirmişti şair Tevfik Fikret, bir anlık duraklamaya kahrederek.
Büyük devletlerin aralarındaki rekabeti körükleyerek, tarafsız, bağımsız, çoğu zaman barışçı, kimi zaman tavizkâr, yeri geldiğinde tehditkâr bir siyaset izleyen ve bu sayede devletini ayakta tutmayı başaran ulu hakanın yaşadığı zaman diliminde asla değerinin anlaşılamadığını ortaya çıkarıyordu bu mısralar. Ve bu değer bilmezlik hastalığı habis bir ur gibi inceden yayılıyordu zamana…
Amacına ulaşamayan suikast girişiminin gecesinde bir rüya daha gördü Sultan İkinci Abdülhamit Han.
Önce, ulu bir çınar gördü rüyasında, dallarına tutunduğu… Güneşin ışınları, kurumaya yüz tutan yapraklarının arasından bir mızrak gibi geçiyor; koruyamıyordu gölgesinden medet umanları. Uzaklardan ellerindeki kovalarla can suyu taşıyanları;  kâh yel götürüyordu, kâh sel götürüyordu. Yine de vazgeçmiyorlar, her helâk olanın yerini bir başkası alıyordu. Tutunduğu dal kırıldığında düştüğü mekânın tanıdık gelişi, görsel değil duyusal bir hafızanın neticesi gibiydi. Yeşilin ve mavinin bütün tonlarını bünyesinde barındıran Karadeniz kıyılarındaydı şimdi. Bir yiğit gördü uzaktan, yayını geren. Kırılan yaydan fırlayan okla birlikte beldeleri aşarak yedi tepeli şehre doğru yol alırken; dedelerinden Sultan İkinci Bayezid devrinde yaşayan “Tozkoparan” namıyla meşhur bir levent olan İskender düştü aklına… Ancak onun gibi bir yiğit bu kadar kuvvetli gerebilirdi yayını. Ok, Yıldız Hamidiye Camii önünde kendisini bekleyen Cemalettin Efendinin önüne düştü. Cemalettin Efendi oku yerden kaldırarak kendisine uzattı. O an, ulu çınarın kırılan dalına dönüştü ok. Olanca kuvvetiyle tekrar gökyüzüne fırlattı dal parçasını. Bir süre sonra tekrar düşmeye meyledince birden ortaya çıkan bir Anka kuşu, pençeleriyle kaptıktan sonra açılan çerçevesiz bir pencereden geçerek gözden kayboldu.
Uyandığında hayra yorarak rüyanın üzerine uzun süre düşündü Sultan. Bir önceki gibi aşikâr olmadığı için parçaları birleştirmesi kolay olmadı. Garip bir şekilde, yay gerildiği zaman gerildiği mekândaydı. Ok düştüğü zaman düştüğü yerde...  Ve tuhaf bir şekilde hiç gitmediği bu yerin tanıdık gelişini açıklayabiliyordu kendine. Abdest alırken aklına düşen bir fikir üzerine, vakte aldırmadan vezirini çağırttı.
- Sabah ilk işin, şehri İstanbul da Hacı Yüzbaşı oğulları ailesinden kim varsa tez saraya çağırmak olsun.
*
Hacı Veli camiini, sonlanan Cuma namazının ardından ilk terk eden oldu küçük Ahmet. Kapının dışına bıraktığı boş küfesini sırtlandığı gibi sahile doğru ilerledi. Bir süre yürüdükten sonra istediği yere varmıştı. Dalgaların ulaşamayacağı mesafedeki bir yükseltiye küfeyi bıraktıktan sonra bir süre denizi seyretti.
Yaşadığı bu liman kasabasında yaz günleri fırsat buldukça denize kaçardı. Fakat çok farklı buldu denizi bu kez.  “Her yer aynı gibi görünse de, bu deniz aynı deniz olamaz” diye mırıldandı. “Ve bu gökyüzü...”
Gerçektende, birkaç ay önce ufukta birleşen iki mavinin ruhunu ısıtan sıcaklığı, yerini kurşuni bir karamsarlığa bırakmış görünüyordu. İstediği hazzı alamamanın verdiği can sıkkınlığıyla işe koyulmaya karar verdi.
Sahile vurup geri dönen hırçın Karadeniz dalgalarını koşarak takip etmesi ve dalgalar geri dönerken yine koşarak uzaklaşması, olaya gözlemci olan birinde oyun oynadığı algısı uyandırabilirdi. Hatta suyun getirdiği tahta parçalarını, küfesine taşımak zorunda olmasa; kendinde dahi, şevkine kapıldığı işin oyun olduğu zannı hâkim olabilirdi.
Hava ve deniz yüzeyindeki değişimler, sonbaharın son demlerinde olduklarını ve kışın kapıda olduğu gerçeğini duygudan yoksun bir edayla haykırırken; bu sese duyarsız kalınması ancak maddi durumu iyi olanların safında mümkündü. 1895 deki Trabzon olaylarında daha bebekken babası Halil İbrahim Efendi’yi kaybeden yetim Ahmet’in böyle bir lüksü yoktu. Kar bastırmadan önce yakacak stokunun hazırlanması görevi annesinden başka kimsesi olmayan Ahmet’e düşüyordu.
Bin kişiye bir güvenlik gücünün düştüğü Trabzon olayları 3 Ekim 1895 de başladığında şehirde jandarma olarak görev yapan babası, tarih 8 Ekim’i gösterdiğinde kimin tarafından ateşlendiği hiçbir zaman bulunamamış bir silahla şehit edilmişti. Dul kalan annesi kundaktaki Ahmet ile tek kardeşi olan Osman Ağa’nın yanına sığınmış, o da vefat ettikten sonra tamamen kimsesiz kalmışlardı.
Son dalganın ardından olanca hızıyla denize doğru koştu. Hızlıydı. Yaşıtları arasında onun kadar hızlı koşabilen yoktu. Kendinden çok önde olması gereken dalgayı neredeyse yakaladığını fark ettiğinde; dalgaların su üzerinde, kuşların gökyüzünde asılı kaldığını gördü bir an. Son anda fark ettiği düz ve uzunca dal parçasını almak için birden durmaya çalışınca yere yuvarlandı. Önüne geçtiği için kendisini kovalayan zamanın, duramayarak üzerinden akıp geçtiğini hissetti sanki hiç yaşanmamış belki de hiç yaşanmayacak anlardan kareler bırakarak. Ve bu görülerin, ne ilki ne de sonuncusuydu bu. Sonraları gördüklerini şu cümlelerle tarif etmeye çalışacaktı.
- Bir yer gördüm düş-tüğümde, hem buradaydım hem değildim. Ve yine bir zaman yaşadım, yaşayan bendim ama aynı zamanda ben değildim.
Hızlıca toparlandıktan sonra, dal parçasını kaptığı gibi koşarak, dalgalara yakalanmadan kıyıya vardı. Uzun dal parçasını dizine vurarak ikiye bölmeye niyetlendiğinde onun neredeyse kupkuru olduğunu hayretle fark ederek kararından vazgeçti. Denizden, kuru bir dal parçasının çıkmasının imkânsızlığına şaşırmıştı. Rüzgârla, karadan taşınmış olmalıydı. Küfesi neredeyse tamamen dolmuştu zaten. Bu da isteğe bağlı olmadan oynamak zorunda olduğu oyunun artık nihayetlendiğini gösteriyordu.
Çelimsiz vücudunun yanında devleşen küfeyi eve nasıl taşıyacağı düşüncesi canını sıktı. Belinden çıkardığı bıçağıyla dal parçasını yontarken bir yandan durumuna çare düşünüyordu. Öylesine dalmıştı ki yanına kadar gelen arkadaşını fark etmemişti bile.
-Yine kargalak mı topladın Ahmet?
Önce irkilmiş sonra için için sevinmişti. Daha önceleri de yardım ettiğine göre arkadaşı küfeyi taşımasına yine yardım edebilirdi. Beldenin en iyi anlaşan iki arkadaşı, iki Ahmet’iydi onlar. Biri Yetim Ahmet, diğeri; ileride ismine eklenecek olan molla sıfatıyla anılacak olan Molla Ahmet. Yukarı dağ köylerinde oturmasına rağmen, haftanın üç dört günü sahil tarafındaki kasabaya inerdi Molla Ahmet.
- Evet. Eve taşımama yardım eder misin?
- Ederim fakat bir şartla… Elindeki asayı bana verirsen.
Yonttuğu dal parçasının gerçektende asaya benzediğini o zaman fark etti Ahmet.
- Veririm ama lazım olurda istersem, sende bana geri vereceksin.
- Anlaştık.
İki arkadaş küfeyi taşımak için hazırlık yaparken gülümseyerek yanlarına doğru yürüyen pehlivan yapılı adamı fark ettiler. Yetim Ahmet;
- Tanıyor musun?
- Daha önce dedemin yanında görmüştüm. Hacı Yüzbaşı oğlu sülalesinden olduğunu biliyorum sadece.
Padişahın, geçmişte bölgedeki vergileri toplamak üzere görevlendirdiği, çevresinde saygı gören bir insandı Hacı Yüzbaşı.
*
İkinci Abdülhamit Han’ın Yıldız sarayındaki çalışma odasına girdiğinde, Sultanı marangoz masasında çalışırken buldu Ahmet. Koskoca cihan padişahı sanatında uzmanlaşmış bir marangozdu aynı zamanda. Gül ağacına altın, gümüş ve sedef işleyerek yaptığı, tamamen kendi el eseri olan dolabın üzerinde çalışıyordu. Oysa bugün için ders yapmayacaklarını, bayrama gider gibi hazırlanmasını söylemişti önceki gün Ahmet’e.
İki yıl önce, Sultan’ın marangozluk sanatını öğretmek üzere bir talebe aradığını söyleyerek, annesinin de rıza göstermesiyle Ahmet’i saraya götürmüştü Yüzbaşı oğullarından Sabri Efendi. Kadıncağız da maaşa bağlanmış, ilk defa rahat yüzü görmüştü belki de ahir-i ömründe. O günden beri Sultan’dan sanat öğreniyor ve kimsenin bilmediği harikuladeliklerine şahitlik ediyordu Ahmet.
Bu zaman zarfında Sultan’a talebe olmasının rastgele olmadığını, Sultan’ın hiçbir işinin hesapsız olmadığını anlamıştı. Her derste, marangozluğun inceliklerinin haricinde hikâyeler anlatırdı Ahmet’e. Dedesi Osman Bey’in rüyasını ve bu rüyanın peşinden gidilerek şu koskoca imparatorluğun kurulduğunu anlatmıştı bir gün.  Gözlerini gözlerine dikerek;
- Baldıran aşılandı cihanı saran bu rüya ağacına. Neslimizin bir havuzda biriktiremediği gözyaşının tuzuyla yunmadıkça, zehri geçer akçe, şifası darağacına, diyerek kapatmıştı konuyu.
O gün anlamıştı Ahmet, ileri görüşlü padişahın elinden kayıp gitmekte olan bugünler için değil; İslam’ın bayraktarlığını yapan bu aziz milletin, bir gün silkinip kendine gelecek torunları için çaba gösterdiğini.
Az sonra, Sultan’ın müsaade etmesiyle üç kişi girdi çalışma odasının kapısından içeri. Diğerlerinin yanından fırlayarak el etek öpmeye çalışan kişiye Sultan müsaade etmedi.
- Zamanı geldiğinde diyetini ödemek koşuluyla canın bağışlanmıştır. Var git şimdi, özgürsün.
Şaşkınlıktan nutku tutularak sağına soluna bakan adamla göz göze geldi Ahmet. Neler olduğunu anlayamıyordu. Odanın kapısında dikilen diğer iki kişiden birine döndü Sultan;
- Paşa! Joris’e beş yüz altın verin. Yanına iki asker katarak, şehri sağ salim terk ettiğinden emin olun.
O gün şehri terk eden ve zamanı geldiğinde geri dönecek olan yalnızca Joris değildi. Diğerlerinin çıkışının ardından Yüzbaşı oğullarından Sabri Efendi girince huzura, Sultan’ın bayrama gider gibi giyinmesini istemesinin sebebini anlamıştı Ahmet.
Köyüne geri dönmek için yola çıktıklarında Sabri Efendi’den Joris’in kim olduğunu öğrenmiş ve Sultan’ın onu bağışlamasına hayret etmişti Ahmet. Kendine karşı işlenen suçları çoğunlukla affeden şefkatli hükümdarın, halkından onlarca kişinin ölmesine sebep olan bu adamı affetmesinde muhakkak bir sır vardı. Göz göze gelişleri geçti gözlerinin önünden. Birden gözleri parladı. Belki de sırf o an için bulunuyordu iki yıldır sarayda… Ve bu affediş, geleceğe yapılmış bir yatırımdı büyük ihtimalle.
* * *
15 Temmuz Sabah Saatleri…
Genel Kurmay Başkanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı binalarını birbirine bağlayan ara kapıya yaklaştığında derin bir nefes aldı. Sakin olmalıydı. Yapacağı en küçük bir hata yalnızca kendi geleceğini etkilemekle sınırlı kalmayacaktı. Kapıdaki iki nöbetçiden birinin siması tanıdık gelince bir nebze rahatladı. Hizmet ettiği daireye bağlı başka bir dairede görev yapan personel astsubay ılımlı bir insandı. Kendisini de tanıyordu üstelik. Elindeki dosyaları göstererek;
- Bu evrakları müsteşarlığa bırakmam lazım.
Diğer nöbetçi soru sormaya hazırlanırken tanıdık olan müdahale etti;
- Tamam asker. Gel şu ziyaretçi formunu doldur.
Enis Temiz. …habercisi.
- Al bu ziyaretçi kartını yakana tak.
Son engeli de aşmış olmanın sevinciyle kapıdan uzaklaşırken arkasından gelen “asker” sesiyle soğuk bir ter boşaldı üzerinden.
- Emredin komutanım.
- Sakın bakanlık koridorunu kullanma. Üst kattan dolaş. Bugün buralar tuhaf bir gerginlik içinde.
Yapacağı en büyük hata olurdu zaten bu. Değil bordo bereli nöbetçiler, takım elbiseli askerler dahi hedefine ulaşmasına engel teşkil edebilirdi.
- Emredersiniz komutanım.
Birkaç dakika sonra, varmayı planladığı dairenin önündeydi. İçeri girdiğinde hayal kırıklığına uğradı. Aradığı kişinin masası boştu. Daha önce de birkaç kere gelmiş olduğu için karşı masadaki sekreter Enis’i tanımıştı. O daha sormadan cevap verdi;
- Necmettin Bey bugün izinli… Sabaha karşı, eşini doğum için hastaneye yatırmış. Bir notun varsa geldiğinde ben iletebilirim.
- Hayır, teşekkür ederim. Ben bu tarafa evrak getirmişken ziyaret etmek istemiştim sadece.
Uzaklaşırken ne yapması gerektiğini düşündü. Güvenebileceği başka biri yoktu. Tekrar Genel Kurmay tarafına dönmesi de riskliydi. Başka çaresi kalmamıştı. Geldiği yoldan geri dönerek karargâh bölüğüne bağlı sanatkârların odalarının bulunduğu bodrum kata indi. Tahmin ettiği gibi ankesörlü bir telefon bulunuyordu burada. Dinleniyor olma riskini göze almaktan başka çaresi kalmamıştı. Kartı takarak ezberindeki numarayı tuşladı.
- Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor. Tuş sesini duyduktan sonra mesaj bırakabilirsiniz.
- Hey dostum. Tebrik ederim baba olacakmışsın. Bebek kokusunu takip etsem izini bulabilirim sanırım.
Telefonu kapattıktan sonra bulunduğu yerden ayrıldı. Nöbetçi amirliği kapısından çıkış yaparak nizamiyeye doğru yöneldi. Artık tek bir çaresi kalmıştı.
*
Necati Bey Caddesindeki tatlıcıya girerek bir porsiyon baklava ısmarladı. İkinci gelişiydi buraya. Dağıtımı Genel Kurmay Hizmet Taburuna çıktığında, Necmettin Aşti de karşılamıştı onu. Dağıtımının oraya çıkmasında bile onun parmağı olduğunu düşünmüyor değildi. Bir süre gezdirdikten sonra birliğine teslim olmadan önce burada baklava ısmarlamıştı. Nizamiyeden çıktıktan sonra “sırf kokuyu takip ederek bile burayı bulabilirsin” demişti. Gerçektende müthiş tereyağı kokusu, iradeyi beyinden alarak ayaklara yükleyebilecek kadar etkiliydi. Son dilime çatalını batırdığında kapının önünde bir arabanın durakladığını fark etti. Biraz eğilerek içine baktığında derin bir “oh” çekti. Mesajını almış olmalıydı. Hemen hesabı ödeyerek dışarı çıktı. Biner binmez harekete geçti araç.
- Oluyor, dedi, Enis. Tıpkı tahmin ettiğin gibi, oluyor.
- Ne zaman?
- Bu gece saat üçte…
- Emin misin?
-Konuşurlarken duydum. Dinlenme odasındaki dolaba, komutanın ütüden aldığım elbiselerini yerleştiriyordum. Ara kapının aralık olduğunun farkında değildi.
- Anlıyorum. Peki, dışarı nasıl çıkabildin.
- Önce sana ulaşmaya çalıştım. Yerinde bulamayınca başka çarem kalmadı. Her ihtimale karşı emir astsubayının çekmecesinden mavi kurye kartını almıştım. İyi ki de almışım.
- Fark etmiş midir?
- Büyük ihtimalle…
Bir süre sessiz kalarak düşüncelerini toplamaya çalıştı Necmettin. Sessizliğini Enis’in sorusu bozdu;
- Ne yapacağız?
- Geri dönmen çok riskli olur. Büyük ihtimalle çoktan firarın verilmiştir. Koridor kameralarını izledilerse benimle irtibata geçmeye çalıştığını da anlamışlardır. Bu durumda büyük ihtimalle bende deşifre olduğuma göre benim evde de güvende olamazsın.
Aynı soruyu tekrarladı Enis;
- Ne yapacağız peki?
- Pekâlâ. Önce sana sivil kıyafetler bulacağız. Sonra da seni biran evvel İstanbul’a döndürmenin bir yoluna bakacağız.
- Sen burada mı kalacaksın?
- Evet, burada kalacağım.
- Doğru ya, bir bebeğin olacak.
- Öyle ama sebep o değil. Önce bu haberi teyit ettirmem lazım.
- Ben ne yapacağım İstanbul’da.
Acı acı gülümsedi Necmettin;
- Uyuma. Uyutma.
Aracın torpido gözünden küçük bir kâğıt parçasıyla ucu körelmiş bir kurşun kalem buldu. Kâğıdın üzerine bir şeyler karaladıktan sonra Enis’e uzattı;
- Sonra da…

* * *
            Göz önünde olan kısmı köhne bir bina görünümünde olsa da, bodrum katına inildiğinde bambaşka bir yere geçiş yapıldığı izlenimi veriyordu eski fabrika. Doksanlardan, seksenlerden hatta yetmişlerden izler taşıyordu dekorasyonunda. Eski tip bilgisayarın bulunduğu alan, dev bir ofis olarak düzenlenmişti.
            Güvenebileceğine inandığı herkesi bu arayarak bu dev ofise davet etmişti Enis. Kendinin aradığı hiç kimse henüz gelmemiş olsa da, Necmettin’in yönlendirdiği kişiler gelmeye başladığında, neredeyse sönmeye başlayan gözlerindeki umut ışığı yeniden harlanmıştı.
            İlk gelenlerden biri Sargis’ti. Bahçe kapılarını açtırarak içeri park etmişti cipini. Ofise indiğinde elindeki çantayı masalardan birinin üzerine koyarak açmış, on tane cep telefonu çıkarmıştı içinden. Kimliğini öğrendiğinde ufak bir tereddüt yaşasa da, “Necmettin Ağabey güveniyorsa benim için mesele bitmiştir” diyerek sıyrıldı düşüncelerinden.
            *

Dört yıl önce…
Kırılgan bir sanat eseri taşıyormuş gibi elinde tuttuğu çaydanlığı, bir süre inceledikten sonra masasının üzerine bıraktı. İki adım ilerisinde bekleyen adamın gözlerinin içine baktı.
- Olmaz ki kuzum. Çaydanlık, ateşte susuz bırakılmaz ki.
- Haklısınız Bay Aram. Ama iyi bir müşterimdi kıramadım. Yapılabilecek bir şey varsa…
Masasının üzerindeki telefonun ahizesini eline alırken hala söyleniyordu.
- Olmaz ki. Susuz bırakılırsa, bütün sıvalar yanar. Taban açılır.
Ahizeyi kulağına götürdü;
- Bana Sargis’i gönderin.
Sekreter;
- Sargis Bey bugün gelmedi Bay Aram. Telefon açarak mamasını mezarlığa ziyarete götüreceğini, haberinizin olduğunu söyledi.
Ahizeyi elinden bırakmadan düşüncelere daldı Aram. “Mezarlık ziyareti” oğluyla aralarında kullandıkları şifreli kelimelerdendi. Sargis’in bugün gideceği görüşme tamamen aklından çıkmıştı. Boşta kalan eliyle ceketinin cebinden bir mendil çıkararak alnında bir anda beliren soğuk terleri sildi.
- Tamam, tamam hatırladım şimdi. Davut Efendiyi gönderin o zaman.
Yaklaşık bir dakika sonra, mavi tulumlu ihtiyar bir adam bulundukları ofisin kapısını açarak sessizce içeri girdi.
- Bu çaydanlığı fabrikaya gönder Davut Efendi. Tabanını değiştirip, parlatsınlar.
Davut Efendi girdiği gibi sessizce dışarı çıkarken, Aram müşterisine döndü;
- Yazıktır efendim. Lütfen sizde müşterinize söyleyin, daha dikkatli kullansınlar.
- Teşekkür ederim Bay Aram.
- Rica ederim. Haftaya geldiğinizde çaydanlığı alırsınız. Başka bir arzunuz var mıydı?
- Hayır, Bay Aram. İyi günler dilerim.
Müşteri ofisten ayrıldıktan sonra, sekreterinden günlük gazeteleri getirmesini istedi Bay Aram. Eline aldığı ilk gazetenin birkaç sayfasını çevirdikten sonra katlayıp bir kenara attı. Canı gazete okumak istemiyordu. Endişeli bir hali vardı. Şekerli bir kahve söylemek üzere telefonun ahizesini kaldırdı ki, Sargis ofisin kapısında göründü. İçeri girdiğinde beklediği cevabı vermesi için gözlerinin içine baktı. Sargis;
- Tahmin ettiğin gibi baba… Bu kez, istisnasız hepsi birleşti.  Saflarının arasına sızan, dost sandıkları şeytanları görsen şaşırırsın.
            - Bizden ne istiyorlar?
            - Desteklememizi tabii ki…
Koltuğuna gömülerek bir süre sessiz kaldı Bay Aram. Neden sonra başını öne ve arkaya sallayarak;
- O vakit diyetimizi ödemenin zamanı geldi.
- Emin misin baba? Netice de söz veren biz değildik. Tarafsız kalarak, kimler duruma hâkim olursa onların safına geçebiliriz.
Bir duyanın olmasından korkar gibi sağa sola endişeli bir bakış attı Aram.
- Öncelikle diyet borcumuz var, dedi sessizce. Ve sonra, kim hangi şeytanla işbirliği yaparsa yapsın, bu kez ulu hakanın torunlarının kazanacağına eminim. Vaadimizi yerine getirmeliyiz.
Bir süre daha sessiz kaldıktan sonra;
- Üstelik yıllar öncesinden bugünleri gören birinin, sözümüzü tutmazsak bizim için neler planlamış olabileceğini düşünmek bile istemiyorum.
*

            Yönlendirilen insanlar birer ikişer fabrikaya akmaya başladığında, Necmettin’in bu kadar insanı nereden tanıyor olabileceğini düşündü Enis. Çok seviliyor olmalıydı. Yahut çok etkin bir görevi… Dört yıl öncesine döndü bir süre. Tüneldeki ilk karşılaşmalarından sonra birkaç kere daha tesadüf etmişlerdi. Peki, gerçekten tesadüf müydü? Son seferinde gitarına el koyan zabıtaların komiserleriyle konuşarak, gitarını geri almasıyla başlamıştı dostlukları. Sonra da büyük dedelerinin kardeşlik boyutundaki dostluklarını öğrenmişti.
Basit bir memurdan ötesi olduğunu zaten bilse de, tam olarak görevinin ne olduğunu bilmiyordu. Her ne olursa olsun sözü sayılan biri olduğu belliydi. O gün tünelde Mehmet Kamil Efendinin söylediği sözlerden sonra çok düşünmüş, hayatına bir çeki düzen vermeye karar vermişti Enis. Neticesinde ilk sınıfını tekrarladığı üniversitenin son sınıfına geçmeyi başarabilmiş olsa da tecil hakkı bitmişti artık. Mecburen er olarak yerine getirecekti vatani hizmetini. Vatanın salahiyetiyle ilgili duyumunu asla alamayacaktı başka türlüsü olsaydı. “Kaderimizin yazılı olduğu şu defterde, kim bilir daha ne akıl almaz işler vardır.” Diye düşündü.
Dağıtımı Genel Kurmay Hizmet Taburuna çıktığında çok sevinmişti. Ne de olsa hayatta en güvendiği insan orada sahip çıkacaktı ona. Ne güzel tesadüftü. Kendi kendine güldü bir süre. “Ne tesadüfü?”  Diye mırıldandı. Molla Ahmet’in torununa sahip çıkılmasıydı bunun adı. Bir kardeşlik türküsünün devam güftesi… Tekerrürler silsilesi olan tarih, yeni bir kardeşlik hikâyesi kaydediyordu tozlu sahifelerine.
Kolundaki saate baktıktan sonra kaygılandı. Vakti geçtiği halde, beklediği telefon hâlâ gelmemişti. “Ben seni aramazsam, sen beni kesinlikle arama” demişti Necmettin. Başına bir iş mi gelmişti yoksa? “Yalnız bırakmamalıydım.” Diye söylendi. Başını ellerinin arasına alarak düşündü bir süre. Son cümlesi kulaklarında çınladı; “Eğer aramazsam…” Başka çaresi kalmamıştı. Cebinden bulunduğu yerin krokisinin çizili olduğu kâğıt parçasını çıkardı. Masa üzerindeki telefonlardan birini eline alarak Sargis’e döndü;
- Bunların güvenilir olduğuna eminsin değil mi?
-Kesinlikle.
Kâğıdın arka yüzünde ki telefon numarasını tuşladı. Necmettin’in, ezberlettiği kelimeleri son bir kez aklından geçirdi…

Görüşmeyi sonlandırdığında, babasının ofisin kapısından içeri girdiğini gördü. Yüzündeki ifadenin şaşkınlıktan mı, yoksa kızgınlıktan mı olduğuna karar veremedi. Ruh halinde, ikisinden de azımsanmayacak bir miktar bulundurduğu anlaşılıyordu aslında. Hasret dolu kucaklaşmanın ardından, bir çırpıda anlattı olan biteni babasına. Çevredekileri gözleriyle süzen babası;
- Peki, ama ne yapacaksınız? Ne yapılabilir ki?
- Bir Mehmet Kamil Amca değiliz belki baba… Ama bizimde yapabileceğimiz bir şeyler olmalı.
*

Dört Yıl Önce…

Parktaki banklardan birine oturmuş, temiz havayı yaşlı ciğerlerine çekerken bir yandan etrafı seyrediyordu Mehmet Kamil Efendi. Az önce gelişlerinden ürkerek havalanan güvercinler üçer beşer geri dönüyor, yere serpilmiş buğdayların kalan son taneleriyle kendilerine ziyafet çekiyordu. Sığ tabaklara doldurduğu yemleri, gezinti alanının ortasına kurduğu tezgâhta satmaya çalışan bıyıkları yeni terlemiş delikanlıyla göz göze geldi. Müşterisini tanımış olmanın memnuniyetiyle gülümsedi delikanlı. Titreyen sağ eliyle ceketinin cebinden bir miktar bozuk para çıkardıktan sonra hareketlerini izleyen delikanlıya parmaklarıyla iki işareti yaptı. İki tabak yemi alana serptikten sonra yanına gelen genç, parasını aldıktan sonra bereket dileyerek tezgâhına döndü.
Yemlere üşüşen onlarca güvercini seyretmek buruk bir haz verdi Mehmet Kamil Efendi’ye. Yerdeki taneler sona erdiğinde tekrar havalanmalarını tebessüm ederek izledi. Emekli bürokrattı. Doksan dört yaşını dolduralı henüz birkaç hafta olmuştu. Bir oğlu, üç kızı ve sayısını artık hatırlayamadığı torunları ve torun çocuklarının hazırladığı sürpriz doğum günü partisinde, dört nesil bir aradayken hatırlamıştı yaşını yıllar sonra. Bu tarz eğlencelere her ne kadar karşı olsa da yeni nesli kültürel erozyondan korumak pek mümkün olmuyordu artık. O aile bireyleri için köklü bir çınar, başkaları için yaşayan bir tarihti.
Yaş itibariyle neredeyse bir asırı devirecek olmasına rağmen hafızası bir saat gibi işliyordu. Derisini buruşturan zaman, bedenine ve aklına daha insaflı davranmıştı nedense. Kendi işini kendisi görecek kadar dinç, ağır adımlarla ve bir baston yardımıyla da olsa istediği yere gidebilecek kadar sağlıklıydı. Eşini yıllar önce kaybetmiş, oğlu Asaf Sami’nin yanında kalıyordu.
Havanın ne sıcak ne de soğuk olduğu bahar aylarında, Asaf Sami evlerinin karşısındaki küçük parka götürürdü onu hava alması için. Mahalle esnafının “maşallah Kamil amca, oğlundan daha genç görünüyorsun” diye takılmalarına gülümseyerek karşılık verirdi. İşin şakası bir yana oğlu dahi yetmiş yaşını devirmişti.
Asaf Sami dört gün önce banyoda düşerek kalça kemiğini kırmasaydı güvercinlerin yemlere saldırışını yine birlikte izleyeceklerdi büyük ihtimalle. Yem satan delikanlıyı yanına çağıracak, yemleri kendi elleriyle havaya doğru fırlatacak, rahmetin toprağa inişini izler gibi izleyecekti yine baba oğul yere inişlerini. Geçirdiği ufak operasyonun peşinden iki gün hastanede yattıktan sonra taburcu etmişlerdi ama bir süre yürüyemeyecekti doğal olarak. Evinde hanımının gözetimindeydi artık.
Soğuk kış günlerini, odasında çoğunlukla Kuran okuyarak, günlük gazeteleri takip ederek ve eski kitaplarını karıştırıp notlar alarak geçiren babasının lodos sayesinde bahar etkisinin yaşandığı Ocak ayının bu son günlerinde evde tıkılıp kalmasına gönlü razı olmamıştı. Oğlu Necmettin’e rica ederek dedesini parka çıkarmasını istemişti. Ankara da Milli Savunma Bakanlığında memur olarak çalışan Necmettin, babasının geçirdiği kaza sonrası izin alarak İstanbul’a gelmişti. Pek sık görüşme imkânı bulamayan dede ve torunun bir araya gelebilmesi için belki de son fırsattı bu. Yahut bir kader…
Necmettin, koluna girdiği dedesini parka getirdikten sonra, babasının birkaç ihtiyacını almak üzere eczaneye gidip hemen döneceğini söyleyerek yanından ayrılmıştı. İlk erkek torunuydu. Doğduğu günü hatırladı. Kıbrıs harekâtının yapıldığı hafta doğmuştu. O zaman periyodunda doğan çocuklara en çok konulan iki isimden biriydi Necmettin. Seçimi fikirlerin yakınlığı belirliyordu.
Torununun dönüşünü beklerken iki elini ve çenesini bastonuna yaslayarak, kendileri için ayrılmış bölümde oyun oynayan çocuklara odakladı bakışlarını. Salıncaklar, tahterevalliler ve diğer çeşitli oyun aletleri arasında koşuşturuyor,  şen kahkahalarıyla parkı inletiyorlardı. Mutluydular  “Çocuk olmak böyle bir şey olmalı” diye mırıldandı. Kendi çocukluğunu hatırlamaya çalıştı. Zorlamasına rağmen, beyninin kıvrımlarından benzer bir an, bir anı bulup çıkaramadı. Sanki hiçbir zaman çocuk olmamıştı. “Yaşlılıktan” diye söylendi ama bunun bir yalan olduğunu en iyi, yine kendisi biliyordu.
Şımaracak, naz yapacak bir babası olmadan büyüyen çocuklar, kavuşacakları gün için saklarlardı arzularını, tek bir anın ziyan olmaması kararlılığıyla. 1915 yılına kadar Yetim Ahmet, Çanakkale’den geri dönmeyince Şehit Ahmet diye anılan babasını kaybettiğinde dünyaya gözlerini açmamıştı henüz. Annesinin ve yaralandığı için erken terhis edilen, babasının en iyi dostu Molla Ahmet’in anlattıklarıyla sınırlıydı onun hakkındaki bilgi dağarcığı. Çocukluğunu hiç yaşamamış, bir gün cennette babasının kollarında yaşayacağı hayalleriyle beslemişti umutlarını.
Az sonra önünden geçmekte olan orta yaşlı iki adamın muhabbetinin bir kısmına kulak şahidi oldu. “Devlet adamı dediğin onun gibi olmalı, helal olsun” dedi biri. “Gerçekten helal olsun” dedi diğeri. “O şeref yoksununa…” Yüzünün aldığı şekilden sunturlu bir küfür savuracağı anlaşılıyordu ki, Mehmet Kamil Efendiyle göz göze gelince vazgeçti. “hak ettiği dersi nasıl vermişti?” Diyerek tamamladı sözünü.
Üç yıl önce yurtdışında gerçekleştirilen bir zirvede yaşanan krizin, sohbetlerine konu olduğunu hemen anladı Mehmet Kamil Efendi. Tüm dünyanın gözü önünde Siyonist başına verdiği ayar, bugün dahi halkın dilinden düşmüyordu. Önce koltukları kabardı. Daha sonra bir hüzün çöktü üstüne. Hafızası, elli bir yıl öncesinin bir Eylül akşamına taşıdı düşüncelerini. Evden içeri girdiğinde eşi hüngür hüngür ağlıyordu. Asaf Sami ağlıyordu. Henüz on yaşında olan büyük kızı Fatma, belki yaşananların farkında olduğundan, belki de haneyi saran matem havasından ağlıyordu. Sonunda o da dayanamamış, serbest bırakmıştı gözyaşlarını. Bu vatanın evlatlarının bir havuzda biriktirmeye başladığı belki de ilk gözyaşı damlalarıydı o damlalar.
On sekiz yıl boyunca Türkçe okutulan Ezan-ı Muhammedi’nin tekrar aslına uygun bir şekilde okunmasını sağlayan güzel insan Adnan Menderes o gün idam edilmiş, halkın gönlünde kapanmayacak bir yara açılmıştı. En çok bu yüzdendi belki de Eylül ayının bu ülkede hüzünle anılışının nedeni. Adnan Menderes’in ve arkadaşlarının ruhlarına hediye etmek üzere hatimler indirmiş, engel olmak adına elinden bir şey gelmeyişine kahretmişti Mehmet Kamil Efendi. Oysa bir görevi vardı. Belki bir vasiyet, belki de bir malum oluşun kendine yahut neslinden gelecek birine yüklediği…
Babası Çanakkale’ye cepheye gitmek için helalleşirken annesiyle, kadıncağız “karnımda bebeğimle beni bırakıp nereye gidiyorsun” diye sormuş, son bir umutla? Babasının “ben bugün vatanımı savunmaktan geri durursam, neslimden gelecek olanlar devleti nasıl kurtaracak” diye cevap verdiğini anlatmıştı annesi, Mehmet Kamil’e? “Ne zaman bitecek bütün bunlar?” Diye annesi tekrar sorduğunda; ”bitmez ama belki üçüncü şehitten sonra farklı olur” diye cevap vererek, arkasına dahi bakmadan çekip gittiğini söylemişti.

Ezan aslına döndürüldükten sonra 27 Mayıs…
Konya mitinginden sonra 12 Eylül…
Adnan Kahveci…
Eşref Bitlis…
Turgut Özal gibi ve daha pek çok sivil ve asker kökenli vatanseverin peş peşe gerçekleşen şüpheli ölümleri…
Gelişen sekiz ülkenin katılımıyla kurulan D8’lerin ardından 28 Şubat…
Ülkenin ufkunu ilerilere taşıyabilecek bilim adamlarının düşen uçaklarla, sebepsiz intiharlarla açıklanamaz kaybı

Hepsi oyunu kuralına göre oynayan,  milletin ve hatta ümmetin makûs talihini yenmek adına “bir dakika, benimde söyleyeceklerim var” diyen adamlar ve hepsi gözyaşı havuzunda biriken birer damlaydı. Az önce kulak misafiri olduğu sohbette bahse mevzu olan, bu toprakların bağrından çıkmış bir yiğit daha aynı cümleleri haykırıyordu artık;

Dayatmacı ve saldırgan politikalar ile barışı tehdit edenlere… Bir dakika…
Ülkelerin terörize edilerek, siyasi süreçlerine müdahale ederek istikrarsızlaştırılmasına… Bir dakika!
İnsan haklarına ve hukuka aykırı politikalara… Bir dakika!
Mazlum halkların ezilmesine… Bir dakika!
Orantısız güç kullanımına… Bir dakika!
Meçhul emeller uğruna ülkem ve tüm dünya Müslümanlarıyla oyun oynanmasına… Bir dakika!
Bir dakika, bizimde bir çift sözümüz var…

Babası Şehit Ahmet’in görüsünü gerçekleştirmek adına bu yiğidi koruması gerektiğini tüm kalbiyle hissetmesine rağmen, doksan dört yaşındaydı. Gücünün kuvvetinin yerinde olduğu gençlik yıllarında bile hiçbirini koruyamamışken, yaşının getirdiği imkânsızlık bir hüzün oldu, çöktü üstüne. Asaf Sami’den bile geçmişti artık. Belki Necmettin’e nasip olurdu.
Oturduğu bankla, aralarını enlemesine kesen yolun diğer tarafında genç bir çam ağacı vardı. Çevresi, kare şeklinde dökülen betonla sınırlandırılmış. Önünden her geçişinde sinirlenir  “benim kadar bile yürüyebilme imkânı olmayan şu zavallı ağacı neden hapsetmişler” diye söylenirdi? O ağacın önündeki hareketlenmeyi fark ettiğinde, bir rüyadan uyanır gibi döndü şimdiki zamana. Beyninin kıvrımları arasından sıyrılıp açığa çıkan hatıralar, hüzünle harmanlanmış bir yorgunluk yüklemişti üzerine.
 Ağacın önüne çömelen şapkalı adamın ne yaptığını anlayabilmek için gözlerini kısarak görüş alanını artırmaya çalıştı. Adam, taşa benzer bir nesneyi yerden aldıktan sonra çam ağacının dibine bıraktı. Sonra ayağa kalktı. Sağına soluna bakındıktan sonra gelip yanına oturdu. Değişik bir aksanla;
- Salyangoz, dedi. Bu hızla asla tamamlayamayacağı bir yola çıkmış.
Çocukların olduğu bölümü işaret ederek;
- Bu haylazların olduğu bir ortamda bu yolculuk, intiharla eş değerde.
Bir karşısındaki toprak alanı sınırlanmış çam ağacına, birde oturduğu bankın arkasında kalan çimlerden oluşan yeşil alana baktı Mehmet Kamil Efendi.
- Kim bilir? Hedefine varmak için ezilmeyi göze almıştı belki de.
- Belki. Ama ben ezilmesini engelleyerek ona iyilik yaptım.
- Kişiyi hedefinden uzaklaştırmak, pekte iyilikten sayılmaz.
- Ah bayım! Sizler neden hep böylesiniz bilmiyorum. Annem derdi ki “Türkler bir hedefe odaklandığı zaman, gözleri başka bir şey görmez.” Sanırım ona da babası söylemiş olmalı. Ona da kim bilir kim? Bunun akşamı var, gecesi var…
- Doğru. Alacak nefesi de varsa tabi.
- Bu konuda yorumu zatı âlinize bırakıyorum. Ama bir şey daha söylemişti annem. Ona da yine babası söylemiş olmalı. Bütün düşman okları birleşip aynı hedefe yöneldiğinde uyuyanı uyandırın ki, varlığımızın diyeti ödenmiş olsun.
Sözlerine bir anlam vermeye çalışan Mehmet Kamil Efendi’nin sorgulayan bakışlarına aldırmadan ayağa kalktı şapkalı adam. Az önce çam ağacının dibine bıraktığı salyangoz, inatla tekrar aynı yola koyulmuştu. Eline aldı ve çimlerin olduğu yeşil alana bıraktıktan sonra;
- Haklıymışsın. O bu yolda ölümü dahi göze almış.
Tam gitmeye yeltenmişken geri döndü;
- Kimin, alacak kaç nefesinin kaldığını yaratıcı bilir, ben bilemem. Ama kutsal bildiğim tüm değerler üzerine yemin edebilirim ki, ben vazifemi yaptım.
Mehmet Kamil Efendinin şaşkın bakışlarına aldırmadan, dedesinin yanına doğru gelen Necmettin’in yanından geçerek uzaklaştı.
Mehmet Kamil Efendi’nin aynı günün gecesinde gördüğü düş, bozuk aksanlı adamın kelimeleri kadar kifayetsizdi belki… Ama yaklaşan her neyse, ona hazırlandığını hissedebiliyordu bütün benliğinde…

            *
Karadeniz’in sahil kasabasından, İstanbul istikametine gidecek olan şehirlerarası otobüsün hareket saatine on dakika kalmış olmasına rağmen, bagaj yerleştirme konusundaki problem hala çözülememiş gibi görünüyordu. Firma yetkilileriyle, yolcu olduğunu tahmin ettiği kişiler arasındaki şivesel tatlar bırakan ağız dalaşını bir süre izledikten sonra tepkisizce otobüse yöneldi. Hediye paketi yapılan kâğıtlarla sarılmış, baston yahut oklava olduğu izlenimi veren paketten başka eşyasının olmayışıydı belki de umursamazlığının sebebi. Basamakları çıktıktan sonra, aracın motorunu çalıştırarak hareket saatinin yaklaştığını hatırlatan genç muavine baktı;
- Sabah namazı için mola vereceksiniz değil mi?
- Elbette ağabey.
Sessizce şoför tarafındaki ilk koltuğa oturduktan sonra elindeki paketi cama yasladı. Sorunun çözülmesinin ardından yerine geçen şoför aracı hareket ettirdiğinde inceden bir yağmur vurmaya başlamıştı otobüsün camlarına. Farkına varmadığı yahut varmak istemediği bir zaman sürecince kapalı gözlerle, üzerinde gittikleri tekerleklerin yolda bıraktığı izleri tahayyül ederek devam etti yolculuğuna.
Gözlerini araladığında, şoförün yarı aralık bıraktığı camdan içeri iltica eden birkaç damlanın üzerindeki gömlek tarafından acımasızca emilerek yok edildiğini gördü. İsminin söylendiğini işiterek başını kaldırdığında, araca binerken karşılaştığı muavinle göz göze geldi;
- Necmettin Bey
 - Evet.
- Nerede ineceksiniz?
- Kavacık’da.
Muavin aynı soruyu yan koltuğundaki yol arkadaşına sorarken, yolculuğun çabuk geçmesi için, kendini uykunun kollarına bırakmak istermiş gibi kapadı gözlerini. Çocukluğundan beri gelmediği memleketine, birdenbire yolculuk yapmasına sebep olan dedesinin rüyasını düşündü.
Babasının çocukluk arkadaşı, şahadetinden sonra ailesine sahip çıkan Molla Ahmet’i gördüğünü söylemişti dedesi rüyasında. Evinin eşiğinin önünde ayakta duruyor ve parmağıyla yeri göstererek “emanetin burada, gel al” diyormuş. Ne babası ne de dedesi bu yolculuğu kaldıracak durumda olmadığı için, iş onun başına kalmıştı. Babası, bu görevin ona düştüğünü söylediğinde, şaka yaptığını sanarak gülümsemiş “ne yani, işi gücü bırakıp define peşine mi düşeceğiz” demişti. Dedesi de olsa nerdeyse yüz yaşına gelmiş ihtiyar bir adamın rüyasının peşinden gitmek komik gelmişti ona. Fakat her ikisindeki kararlı tavrı gördüğünde başka bir şansı olmadığını anlamıştı. Gözlerini aralayarak cama yasladığı pakete baktıktan sonra gülümsedi. Eğer define bekliyorlarsa, sadece el yapımı bir asa getirdiğini gördüklerinde yüzlerinin alacağı şekli merak ediyordu.
*

Ertesi gün öğle saatlerinde, İstanbul plakalı eski bir otomobil zorlanarak ilerlemeye çalışıyordu köy yollarında. Bir astsubay ve üç askerden oluşan bir gurup otomobili durdurdu. Aracın camını açan ihtiyara;
- Nereye gidiyorsun Hacı Amca?
- Köyüme gidiyorum komutan. Mezarları ot bürümüştür şimdi. Biraz bakım yapmak lazım…
Astsubay parmağıyla ilerideki bir alanı işaret ettikten sonra;
- İleride hiç kimsenin oturmadığı üç beş haneli bir köy var. Orası mı senin köyün?
- Evet komutan.
- Tamam, Hacı Amca… Yalnız bir şey soracağım. Ben bu bölgeye yeni atandım, o sebeple pek bilgim yok. Kime sorsam o köyün adının Malamat Köyü olduğunu söylüyor. Söylesene Malamat ne demek?
Bir süre güldükten sonra;
- Bilmez misin komutan? Halk dilinde Eyüp, söylene söylene ip olur. O köy dedem Molla Ahmet’in köyü. Yani Molla Ahmet Köyü…
Sonlanan sohbetin ardından, yan koltukta oturan nineyle beraber tekrar yola koyuldu Hacı Amca. Neredeyse yüz elli yıllık ahşap evin önüne geldiğinde durdu. Aracından inerek, maziyi seyreder gibi bir süre seyretti eski evi. Çalınacak bir eşya olmamasına rağmen, vahşi hayvanların içeriye girmesini engellemek için geçen sene taktığı asma kilidin anahtarını torpido gözünden alarak kapıya doğru yürüdü. Kilidin yerinde olmadığını fark ettiğinde eliyle iterek kapıyı açtı. İçeriye girmek için adımını atmak üzereydi ki eşiğin iş tarafına açılmış çukuru fark ederek son anda durdu.
- Fesuphanallah! Dedi. Defineciler buralara kadar gelmişler.

*

Kırılan kalça kemiğinin kaynamasıyla artık ayağa kalkabiliyordu Asaf Sami Efendi. Eşinin de yardımıyla abdest almış, haftalardır gidemediği Cuma Namazına gitmek için hazırlık yapıyordu. Babası Mehmet Kamil Efendi çoktan hazırlanmış onu bekliyordu. Vakit yaklaşınca evden beraber çıktılar. Mehmet Kamil Efendi, torunu Necmettin’in getirdiği günden beri kutsal bir emanet gibi elinden düşürmediği asadan, oğlu Asaf Sami onun boşta kalan bastonundan destek alarak Nalçacı Halil Dergâhı Camiine doğru yola koyuldular.
Camiinin çevresindeki muazzam hareketliliğin sebebini öğrendiklerinde Mehmet Kamil Efendi’nin doksan dört yaşındaki yorgun kalbi bir kuş gibi pır pır atmaya başladı. Yaptığı işlere hayran olduğu ama başına bir iş gelecek diye bir o kadar korktuğu yiğit devlet adamı da bulundukları camide eda edecekti Cuma Namazını. Sevinç ve korku arası bir duygu hâkim oldu ihtiyar bedenine.
Namaz boyunca her secdede dualar etti Rabbine bu yiğit adamı koruması için. Çıkışta yakından görebilmek için Asaf Sami’yle beraber yanına gitmeye çalıştılarsa da, iki ihtiyarın onca kalabalığı ve korumaları aşabilmelerinin imkânı yoktu. Birkaç metre olan araları açılmaya başladığında, tekrar babası Şehit Ahmet’in görüsünün ona nasip olmayacağı düşüncesiyle gözyaşlarına boğulmuştu ki bir mucize gerçekleşti.
Babasından bir hatıra olan asanın tam o anda kırılmasıyla yere yuvarlanan Mehmet Kamil Efendi’nin düşüşüne kendiside ayakta zor duran Asaf Sami engel olamamıştı.
Ve bir yer gördü düştüğünde, hem oradaydı hem değildi. Ve bir zaman yaşadı, yaşayan oydu ama aynı zamanda o değildi.
İnsanların yardımıyla ayağa kalktığında o yiğit insanı karşısında gördü. Hengâmeyi fark ederek geri dönmüş, yanına kadar gelmişti. Titreyen ellerini önce ellerinin arasına almış, sonra öperek alnına götürmüştü.
- İyi misin bey amca?
Güçsüz kollarını yiğidin boynuna doladı;
- İyiyim yiğidim. Seni yakından görebildim ya, çok iyiyim. Hanemize şeref verir bir kahvemizi içersen daha da iyi olacağım.
Tüm dünyaya meydan okuyan bu korkusuz yiğidin, bir piri faniyi kırmak yapabileceği işler arasında bulunmuyordu.
- Sana söz veriyorum bey amca. En kısa zamanda davetine icabet edeceğim inşallah.
*

Başına ne geleceğini bilmeyen insanoğlu yarım kalan işlerini tamamlamak konusunda aceleci olmak zorundadır. Verilmiş sözleri yerine getirmekte aynı zorunluluğu bünyesinde taşır. Hele ki içinde, ölüm gerçeğini barındıran bir risk taşınıyorsa daha da aceleci olmak kişinin lehinedir.
Geçireceği ağır ameliyat için hastaneye doğru yola çıkan devlet adamı bu duyguların eşliğinde değiştirtti makam aracının yolunu. Danışmanına, verdiği söz üzere ziyaretine gidecekleri aileye haber vermesi için komut verdi. Ameliyata yarım saat önce yahut sonra girmesi hayati bir önem arz etmiyordu.
Çalan ev telefonunu Asaf Sami açtı. Heyecanlı bir ses tonuyla “tabi, tabi buyursunlar” dedikten sonra kapatarak bir süre dili tutulmuşçasına konuşamadı. Aklı başına geldiğinde, istediği oyuncak alınmış küçük bir çocuk gibi bağırıyordu evin içinde.
- Geliyor. Geliyor baba, geliyor.
Babasının, odasından gelen sesi duyuldu.
- Kim geliyor evladım?
 - O geliyor baba… Recep Tayyip Erdoğan geliyor.
Heyecanlanma sırası Mehmet Kamil Efendi’ye geçmişti bu kez. Asırlık çınar çocuklar gibi sevinmiş, gözyaşları içinde duaya açmıştı ellerini.
Kısa bir zaman süreci sonrasında kırk yıllık hatır yükleyen kahveler içilirken anlamıştı Mehmet Kamil Efendi, kuruyan rüya ağacını yunarak, aşılanan zehirden temizleyecek yiğidin gerçekten o olduğunu. Biriken her damla, diğerine temasıyla aktarmıştı izlenen yolda tüm yaşanılanları. Üzerindeki izlerle göğe yükselen her damla, rahmet adı altında tekrar dökülürken yeryüzüne, ıslanmıştı nasibi olanlar. Ve kalan bir avuç tuzla arınacaktı kalkabilecek kazanlar.
Asırlık çınarın anlatacak anılarının çokluğu ile devlet adamının vaktinin azlığı ters orantılıydı. Yine de dinlemekten geri durmadı. Kitaplardan okuyamayacağı yaşanmışlıkları dinlerken garipsemedi. Yaşanan ve yaşanabilecek olan durumların farkında olduğunu ima etti verdiği cevaplarla.
Ziyaret başlayalı neredeyse bir saat olmuştu. Vaktin darlığından sohbet sonlanmak üzereyken, hala huzursuzdu Mehmet Kamil Efendi. Bir borcu ödemenin peşinde olduğunu hal ve hareketleriyle belli eden şapkalı adamın, parkta söylediği sözler yankılanıyordu beyninin içinde. . “Bütün düşman okları birleşip aynı hedefe yöneldiğinde uyuyanı uyandırın ki, varlığımızın diyeti ödenmiş olsun.” Cümlenin tamda şu an için söylenmiş olduğunu bütün hücreleriyle hissediyordu. Fakat uyuyan kendisiyse nasıl uyanacağını, yok eğer karşısındakiyse nasıl uyandıracağını bilmiyordu. ”Ey büyük Allah’ım sen yardım et” diye mırıldandı.
Son birkaç kelam ile sohbeti toparlamak isteyen Erdoğan’ın sözleri ışık oldu önüne.
- Merhum Aliya İzzetbegoviç’in bir sözü vardı. “Bizi toprağa gömmeye çalıştılar, ama tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.” Biz biliyoruz ki; tüm yaşanılanlar Allah’ın (c.c.) takdiriyledir. Bazen düşmanımız toprağa gömer, çürüyüp yok olalım diye. Bazen dostumuz çamura bular, kem gözlerden uzak olalım diye. Zalimane yahut halisane, hangi niyetle yapılmış olursa olsun bir rahmet damlası sebep olur yeniden filizlenmemize.
Sözünü tamamladıktan sonra kahve için teşekkür etmiş, kalkmak için müsaade istemişti Erdoğan. Elini öpmek için ellerinin arasına aldığında, Mehmet Kamil Efendi boynuna sarılarak kulağına bir Hadisi Şerif fısıldadı. “Dostuna muhabbette aşırı gitme; umulur ki, bir gün gelir düşmanın olur. Düşmanına buğz etmek hususunda da aşırı gitme; umulur ki bir gün dostun olur.”
Ziyaret ettiği evden ayrılıp makam aracına bindiğinde, ihtiyar adamın kulağına fısıldadığı Hadisi Şerifin hikmetini düşünüyordu Erdoğan. Sebepsiz söylenmiş olamayacağını biliyor, sebepler dairesinin neresine oturtacağını bilmiyordu. İçine bir huzursuzluk çöktü. Yardımcısına telefon açarak değişik bir durum olup olmadığını sordu. Mit Müsteşarının bir not bıraktığını öğrendiğinde, peşine onu aradı.
- Bir gelişme oldu efendim. Sizin ameliyata girmiş olduğunuzu düşündüğümden haber veremedim. Yaklaşık yarım saat önce savcılık tarafından ifade vermeye davet edildim. Tam çıkmak üzereydim.
Erdoğan’ın beyninde çakan şimşeklerin şavkı, oynanan karanlık oyunu ve dost bildiği işbirlikçi sahte yüzleri ele verdi biranda. Bir çeşit uyanıştı bunun adı.
- Her ne olursa olsun, sakın olduğun yerden ayrılma. Tekrar arayacağım.
Sonra şoförüne komut verdi;
- Hastaneye gitmiyoruz, geri dönüyoruz.

*

Ziyaretten sonraki birkaç gün Erdoğan için oldukça hareketli geçmişti. Ülkesi ve tüm İslam âlemi üzerinde planlar yapan dış güçler, dost bildiği içerideki Truva atlarıyla birlikte kendisini ve ekibini devirmek için komplo kurmuşlardı. Müsteşarına hiç işlemediği suçlar zorla itiraf ettirilecek, emri kendisinden aldığı şeklindeki bir beyanı sonucu, uyandığında hasta yatağında bir sürü suçla itham edilmiş olarak bulacaktı kendini. Son dakikada, verdiği bir sözü yerine getirmek için aracının yönünü değiştirtmesi hayatını koyduğu bu yolda hain olarak yargılanmasının önünü kesmişti. Rabbine şükürler ederken, bu felaketten kurtulmasına vesile olanlara dualar ediyordu. Mazlumlar için “bir dakika” demiş, mazlum durumuna düşmesine “bir dakika” denmişti. Belki de sırf bu sebeple, can suyu taşıyan kovalarda bir damla değil bizzat kovayı taşıyan el olmasına karar kılınmıştı.
Toprağa bir tohum ekip, ihtiyacı olan gübreyi ve suyu verdikten sonra “inşallah buradan bir ağaç çıkar” demek gaybı bilmek değildir. Yine, yağmur bulutlarının ortaya çıkması ve nemin artmasıyla “yağmur yağabilir” demenin de gaybı bilmek olmadığı gibi. Ağaç çıkabilirde, çıkmayabilirde… Yağmur yağabilirde, yağmayabilirde… Allah (c.c.) gayb hazinesinden çıkarıp açık edene kadar kesin sonucu bilemeyiz. Ancak gördüğümüz, açık edilen işaretlerden sonra fikir yürütebiliriz. Rüya, ilham, keramet gibi yollarla bazı şeylerin, bazı istisna kullar tarafından sezilebilmesi, Allah (c.c.) tarafından o kullar için gayb olmaktan çıkarılması sebebiyledir. Birinci kattan bakan birinin, on birinci kattan bakan birinin gördüklerini görememesi gibi; o kulların durduğu yerden görebildiklerini başkalarının görebilmesi mümkün değildir.
Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin, sadece birkaç dakika oyalayarak Sultan İkinci Abdülhamit’in hayatının kurtulmasına sebep olmasındaki bilginin, hangi manevi silsile yolunu takip ettiğini… Yahut karmaşık sebepler ağının, hangi ucundan yol bularak ilerlediğini, ne şekil bir malum oluşun neticesi olduğunu…
Sultan İkinci Abdülhamit’in iç ve dış güçler tarafından halline, hatta son nefesini verene kadar memleket sevdasından vazgeçmediğini… Onun; düşmanını bile nesillerce dost eden, Truva atlarının içine kendi Truva atını yerleştiren, çoğunlukla gizli kalmış pek çok kerametiyle gelecek için hangi yatırımları yaptığını, bilemesek de…
Babasını Trabzon olaylarında şehit vermiş, denizden dalgalarla kıyıya vuran kargalakları toplayarak hanesini sıcak tutmaya çalışan ve yine kendisi de vatanını savunurken şehit olan yetim Ahmet’in…
Dostunun vefatından sonra tam doksan yıl boyunca emanetine sahip çıkan Molla Ahmet’in…
Neredeyse bir asırdır süren fetretten kurtulmak için dökülen kanlara, akıtılan gözyaşlarına şahit olan Mehmet Kamil Efendi’nin…
Kargalak tahtasından yontularak şekil verilmiş çürük bir asanın, vakti saati geldiğinde kırılarak devleti kurtarma hikâyesi, sadece küçük ipuçları verse de...
Tüm yaşananların, yazılmış bir kadere yapılan yolculukta vesileler atlası olduğunu ve “Ol” emri uyarınca tüm kâinatı sarmaladığını biliyoruz.
Gerçekleştirilmeye çalışılan komplonun medyaya yansımasıyla, görevini yerine getirmiş olduğunu anlayarak huzura kavuştu Mehmet Kamil Efendi. Bir davetin neden olduğu oyalanma ülkeyi kaosa sürüklenmekten kurtarmıştı. Tıpkı, Sultan İkinci Abdülhamit Han’ın düzenlenen suikasttan kurtulması gibi…
Hak yazdıktan sonra, isminin Cemalettin Efendi yahut Mehmet Kamil Efendi olması fark etmiyordu. Bazen bir ordu, bazen bir kişi… Bazen de kırılan bir asa devam ettiriyordu, hak yolda ilerleyişi…
Aldığı teşekkür telefonundan sonra gözyaşlarına hâkim olamadı Mehmet Kamil Efendi. Görevini yerine getirmiş olmanın ve geride daha nice görevler yerine getirecek bir nesil bırakmanın şükründeydi. Şükür secdesine kapanmak için abdest aldı. Seccadesini sererek huzur içinde namaza durdu. Secdeye vardıktan sonra bir daha hiç kalkmadı. Ertesi gün salası okunurken, o küçücük bir çocuk olmuş babasının omuzlarında cennetten bir köşe turluyordu belki de…

* * *
On beş Temmuz akşam saatleri
- Yaradılışımız gereği hepimiz seçiciyiz elbette. Ay-ı bir dolunken severiz, bir de yalınken. İklimi baharken severiz, denizi kıyısından, kundaktaki bebeği ağlayıncaya kadar… Toprağı; yağan yağmurun ardından, bağrına verdiğimiz sevdiklerimizin kokusunu bizlere taşıdığında… En kötüsü de, insanları işimize geldiği müddetçe… Her şeyden biraz ama hiç birini, her şeye rağmen değil. Ama bu sefer durum farklı… Mevzu bahis olan vatan… Tüm görüşlerimizi, seçimlerimizi bir kenara bırakarak kanımızın son damlasına kadar onu savunmalıyız. Benim düşüncem bu. Benimle misiniz arkadaşlar?
Konuşmasını yaparken, vakit itibariyle bir hayli kalabalıklaşan ofisteki insanların yüzlerindeki ifadeyi okumaya çalışıyordu Enis. Nihayetinde kendi arkadaş gurubundan pek çoğu da ofisteydi artık. İşlek caddelere açtığı tezgâhta saat satarak geçinen Somalili Ebu Bekir’i gördüğünde şaşırdı ve gözleri doldu. Davet ettikleri arasında olmamasına rağmen gelmişti. Arkadaşlarından biri haber vermiş olmalıydı. Eski günleri hatırladı. Aynı mekâna kurulur biri gitar çalar, biri saat satardı. Hatta bir keresinde, kız kardeşinin okulunun düzenlediği yılsonu müsameresinde oynatmıştı onu. Arap Bacı rolünü oynayacak olan öğrenci son dakikada rahatsızlanınca, oynayacakları piyes iptal edilme durumuyla karşı karşıya kalmış. Birkaç cümleden oluşan repliğini ezberleterek sahneye çıkarmıştı Enis, Ebu Bekir’i. Rolü layıkıyla yerine getirince “çağımızın yeni Tevfik Gelenbe’si olacak adamsın sen” diye tebrik etmişti Ebu Bekir’i.
Mahalle arkadaşlarının pek çoğu oradaydı, liseden, üniversiteden sınıf arkadaşları, tanıdığı, tanımadığı pek çok sima… Semte geldiğinde ikindi namazını eda ettiği camiinin imamı dahi oradaydı. Yüzlerindeki kararlı ifade, hala bir umut olduğunu anlatmaya yetiyordu Enis’e. İki kelimede özetlenmişti sorusuna verilen tüm cevaplar;
- Sonuna kadar.
- Eyvallah arkadaşlar. Şimdi… Bildiğimiz kadarıyla kalkışma, gece üç sularında gerçekleşecek. İnsanlar sabah uyandıklarında bir oldubittiyle karşılaşacaklar. Bu yüzden en geç saat birde uyandırabildiğimiz kadar insanı uyandırarak sokağa dökmeliyiz.
- Nasıl yapacağız bunu.
Soruyu soran babasından başkası değildi. Hala kendince çekinceleri vardı belki. Yahut bir yanlış anlama yüzünden oğlunun askerliğini yaktığını düşünüyor olmalıydı. Fakat ofisteki çoğunluğu buraya yönlendiren Mehmet Kamil Efendi’nin torunu olduğuna göre, durum göz ardı edilemezdi.
- Hasan ve ekibi sürekli burada kalarak hem koordinasyonu sağlayacak, hem de ulaşabildiği herkese hazırladığımız metni mesaj olarak atacak.
Eliyle masanın üzerindeki cep telefonlarını işaret etti;
- Sağ olsun, Sargis olayın maddi ağırlığını yüklendi. Telefonlarımız ve toplu mesaj paketlerimiz hazır. Ebu Bekir;
- Efendim kardeşim.
- Üzerine siyah elbise giy. Kapının önündeki arabanın bagajı havai fişek dolu… Müsait ortam buldukça yak ve geceye karış.
- Başım üstüne…
- İmam Efendi.
- Evet.
- Çık minareye. Sala ver, ezan oku. Ulaşabildiğin, sözünü dinleyebilecek arkadaşlarına ulaş. Razı edebildiğin kadarını, aynını yapmaya ikna etmeye çalış.
- Tamam inşallah.
- Diğer arkadaşlar. Semtlere dağılın. Zillere basın. Arabaları tekmeleyerek alarmlarını çaldırın. Gerekirse teneke çalın. Bu gece uyumak yok. Eğer bu gece uyursak, bir daha huzurlu bir uyku haram olur bize…
Cep telefonu çalmaya başlayınca konuşmasına ara vermek zorunda kaldı;
- Alo… Buyurun
Kısa süreli bir sessizlikten sonra;
- Televizyonu açın. Gelen haberlere göre kalkışma başlamış. Deşifre olduklarını anlayıp saatini öne çekmiş olmalılar.
- Vay canına gerçekten oluyor.
- Maalesef oluyor. Artık top milletin elinde. Yaptığımız planlara artık gerek kalmadığı için geçerliliğini yitirdi. Dağılalım ve ne yapacağını bilmeyen halkı organize etmeye çalışalım. Ve… Sakın unutmayın. Bu sadece bir darbe kalkışması değil, vatanı işgal girişimidir. Allah yardımcımız olsun.
*
            Dört yıl önce parkta dedesi Mehmet Kamil Efendi’nin yanından uzaklaşırken gördüğünde hemen tanımıştı, Bay Aram’ı. Çocukluk yıllarında, Tahtakale’de çıraklık yaptığı dönemlerden aşinaydı yüzüne. O dönemde yaşanan olaylar ve dedesinin vefatından sonra, bazı gizli görevler ve yetkiler verilmişti devlet tarafından Necmettin’e. O da ilk iş olarak Bay Aram’la bağlantı kurmuş, biraz sıkıştırdıktan sonra enteresan bilgilere ulaşmıştı. Sargis’le arkadaşlıkları da o dönemde başlamıştı. Karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı olsa da güvene dayalı bir saygı ortamı oluşmuştu aralarında.
On yedi Aralık girişiminden sonra telefon açarak “neler oluyor?” diye sormuştu. Yeşilçam filmlerini kastederek “yerli filmlerinizi hiç seyretmiyor musunuz siz?” demişti Sargis. Üvey anne adayı, kendisine rakip gördüğü dadıyı uzaklaştırmak için odasına değerli bir eşya saklar. Hırsız damgası vurarak, yolu üzerindeki engeli kaldırabilmek için.”
Yine o dönemdeki bazı girişimleri çözebilmelerinde pek çok katkısı olmuştu Sargis’in.
Enis’i İstanbul’a doğru güven içinde yola çıkardıktan sonra İstihbarat Teşkilatının binasına giderek öğrenebildiklerini aktarmış, hareketli saatler o andan sonra başlamıştı. Sargis’i aradığında kendisinden daha fazla bir şey bilmediğini anladı. Ağustos şurasında casuslarının emekli edileceğini anlayan hain örgüt, beklenilen zaman diliminden daha öne çekmiş olmalıydı darbe girişimi tarihini.
Artık çok seri bir şekilde hareket ederek bilginin doğruluğunu teyit etmek ve yanlarında olanlarla, karşı safta birleşenleri tespit etmek zorundaydılar. Ettiler de… Sırf bu girişimler sebebiyle, hainler belirledikleri saatten daha öne çekmek zorunda kaldılar kalkışmayı. Böylesi; halkın devletine sahip çıkması adına daha yararlı olmuştu aslında.
Evvel Allah’ın, sonra milletin elindeydi artık vatanın selameti. Ve tünelin ucunda görünüyordu bir dolara vatan satanların sefaleti…

                Fethullahçı terör örgütü öylesine derinlere sızmıştı ve sözde müttefikimiz olan öyle ülkelerden destek alıyordu ki, Enis’in getirdiği haberi teyit ettirebilmek son saatlere dek tam anlamıyla mümkün olamamıştı. Bir tek gerçek vardı ortada. Eğer böyle bir girişim olacaksa bu, emir komuta zinciri içinde olmayacaktı. Vatanına canı gönülden bağlı silahlı kuvvetler personeli ve halkın desteğiyle kalkışma bastırılabilirdi. İstihbarat teşkilatı bu konuda canını dişine takmış, bir bölümü resmi kurumlarla görüşmeler yaparak kimin hangi safta olduğunu anlamaya çalışıyordu. Diğer bir bölüm, yani Necmettin ve onun gibi pasif görevde olanlar sivil direniş için gerekli çalışmaları yürütüyordu.
            Farklı şehirlerde, eski kadife fabrikasının benzeri mekânlarda bu direnişin organizasyonu yapılmaya çalışılıyordu. Yine de halkın bu kalkışmayı göğüsleyebilmek için zamanında yekvücut olabileceğinden kuşkuları vardı Necmettin’in. Haberin gerçek olduğunun teyidi ulaştığında Enis aklına geldi, birden. Koşuşturmaktan onu aramaya fırsat bulamamıştı. Saatine baktı. “Şimdiye kadar haber vermiş olmalı” diye mırıldandı. Hastanedeydi. Lobideki büyük ekranlı televizyondan boğaz köprüsündeki durum haber olarak sunulduğunda kalkışmanın başladığını anladı. Deşifre olduklarını, biran önce harekete geçmeleri gerektiğini düşünen darbeciler erken saatte harekete geçmişti. Ne yapması gerektiğini düşündü. Resmi görevi bitmişti. Vatanını seven bir fert olarak milli bir görevi vardı artık.
            Hastanenin mescidine giderek iki rekât namaz kıldı. Doktorlarından, eşiyle ilgili bilgi aldı. Doğum birkaç saat daha gerçekleşmezse sezaryene başvuracaklarını öğrendi. Sonra da kendini sokağa attı. Bir süre nereye gideceğine karar veremeden amaçsızca yürüdü. İlk tepkilerini göstermeye başlayan halkı gözlemlediğinde umutlansa da, önünden geçtiği kahveden gelen çığlığı duyduğunda derin bir “oh” çekti.
            - Reis televizyonda.
            Gözleri yaşardı. Haber zamanında ulaşmış olmalıydı.
            - Sana şükürler olsun Allah’ım, dedi.
            Türkiye gemisinin reisiydi o. Onun dimdik duruşunun, bir sözünün halk üzerinde kendilerinin tüm girişimlerinden daha etkili olacağı muhakkaktı. Yönünü Genel Kurmay tarafına doğru çevirirken “Allah seni başımızdan eksik etmesin uzun adam” diye dua ediyordu.

            *
Eski kadife fabrikasından en son ayrılanlardan biri oldu Enis. Hareketlilik haberi gelen bölgelere insanları yönlendirdikten sonra, halkı meydanlara davet eden reisin konuşmasını sonuna kadar dinledi. Konuşmanın ardından abdest tazeleyerek yanında kalan birkaç arkadaşıyla dışarı çıktı.
Yakınındaki Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğünün, kapılarının önüne çekilen dört tankla kuşatılmış olduğu bilgisi ulaşmıştı en son. Elinde bayraklarla diğer mahallelerden bölgeye akın eden insan selini gördüğünde gözyaşlarına hâkim olamadı. “Ya Rab! Vatanına sahip çıkan bu halkı mahzun eyleme.” Diye dua ederek kalabalığa karıştı. Tekbir getirerek darbecilere kafa tutan halkın olduğu mekâna yaklaştığında, biri daha sadece on beş yaşında olan iki şehit verildiğini öğrendi. “Ya Rab! Şahadetlerini kabul eyle.”
“Asker kışlaya” diye tempo tutan halkın üzerine doğru yürümesiyle ağır ağır geri giden tankın üzerindeki asker havaya ateş açmaya başladığında kendini tutamadı. Çevredekilerin de yardımıyla tankın üzerine tırmandı. Zarar vermeden askeri etkisiz hale getirdi. Diğer tanklara emsal olmuştu yaptığı hareket. Neticede tankların içindeki askerlerde bu vatanın çocuğuydu ve çoğu ne olduğunu bilmeden verilen emirlere itaat etmişlerdi. Kendi halkını tanklarla ezecek kadar benliğini yitirmemişti çoğu. Çevik Kuvvet etrafındaki kuşatma kısa sürede bertaraf edildikten sonra köprüye gitme kararı aldı. Arkadaşlarının ayarladığı iki motosikletle yola çıktılar.

Özellikle Ankara ve İstanbul da baskın olan kalkışma girişimi, halktan hiç beklemediği bir tepki görmüştü.
Tankların önüne yatarak bedenini siper etmişti biri.
“Ben ölmeye hazırım, sen öldürmeye hazır mısın?” Diye soruyordu darbeci subaya bir bayan kardeşimiz.
Eşinin kamyonuna topladığı mahalle halkını Taksim’e taşıyordu bir Nene Hatun.
Viyadükten tankın üzerine atlamaya çalışırken ayaklarını kırıyordu, yine bir vatandaş.
“Ev kira ama memleket bizim” yazılı bir pankartla darbecilerin üzerine yürüyordu, bir memleket sevdalısı.
Özel kuvvet polislerine havaalanının camlarının indirilmesinde yardımcı oluyordu yine bir gurup. “Siz buradayken kendimizi daha kuvvetli hissediyoruz” sözlerini işiterek gözyaşlarına boğuluyordu.
“Bize bir şey olursa silahlarımızı alın, siz devam edin” diyordu, yine halka bir özel kuvvet polisi. “Bu vatanı, bu hainlere bırakmayın”.
Alçaktan uçarak ses patlaması yapan F16 ları, fırlattıkları vida cıvata gibi parçalarla engellemeye çalışıyordu bir gurup. Üzerine atlamaya çalışıyordu, gözü kara bir yiğit.
Sivil araçlarıyla halk, iş makineleriyle belediyeler set çekiyordu tankların önüne.
Darbecilerin ulaşmaması için silahları saklıyordu kimi askeri personel. Yakıt doldurmuyordu, hainleri taşıyacak uçaklara.
Tatbikata götürüldüklerini sanan bir gurup asker, televizyonlardan gerçeği öğrendiklerinde silah bırakıyordu.
Yirmi özel kuvvet polisini çok daha fazla göstererek, darbecileri esir alıyordu vatan aşığı bir binbaşı.
İlk anda görev bölgesine geçiş yapmıştı valiler, emniyet müdürleri, polisler.
Bombalanan meclise akın akın geliyordu siyasiler. Kimse kaçmıyordu. Yıllardır aradığı birlikteliği gerçekleştiriyordu, o akşam ülke.
Daha önemlisi, canı bahasına darbeci generali alnının ortasından vurarak darbenin seyrini değiştirmişti Ömer Halisdemir. Bedenine yediği otuz kurşunla yükselmişti şehitlik mertebesine.
Ve hayatını hiçe sayarak İstanbul’a geliyordu reis. Onu öldürmek için gökyüzünde dolaşan F16 ların arasından.
Yağmur gibi yağan mermilerden, bombalardan şehitler ıslanıyordu en çok.
Böyle bir şeydi işte vatan sevgisi. Kim ne yapmaya çalışırsa çalışsın. Ne Şehit Ahmet’leri bitecekti, ne Molla Ahmet’leri. Ne on beş yaşında şahadete koşanı bitecekti, ne Ömer Halisdemir’leri. Ne Necmettin’leri bitecekti, ne de Enis Temiz’leri. Vatanın bir karış toprağına göz dikenlere tahsis edilecek tek yer, o toprağın altından başkası olmayacaktı.

O gece her yerdeydi Enis, yağan mermilere aldırmadan. Bir Çevik Kuvvette… Bir köprüde… Bir havaalanında… Kolunu sıyırıp geçen bir mermiyle, hafif yaralanmıştı sadece. Aklı Necmettin Ağabeyindeydi. Bir türlü haber alamamıştı ondan.
 On altı temmuz sabahı haberi ulaştığında, ömrü boyunca ağlamadığı kadar ağlıyordu Enis. Göğsüne yediği bir mermiden sonra hastaneye kaldırılmıştı Necmettin. Aynı dakikalarda oğlu dünyaya açarken gözlerini, onun da şahadet şerbetini içtiği ortaya çıkmıştı. Bir Necmettin yükselirken şahadet makamına, diğer bir Necmettin doğmuştu, bayrağı teslim almak için. Bebek Necmettin’in Molla Ahmet’i olacağına dair yeminler etti Enis.
Resmi görevini tamamladıktan sonra, sade bir vatandaş olarak halkın arasına karışmıştı Necmettin. Kızılay’da ki yoğunluğun arasından geçerek Genel Kurmay binasının önüne ulaştığında, tankların önünde etten duvar olan vatandaşları gördüğünde hamd-ü senalar etmişti. Tüm hücreleriyle vatanını savunan bu halkı Cenab-ı Hak zelil etmezdi mutlak. Genel Kurmay binasına girmeye çalışan halkın arasına karıştıktan sonra göğsünde duyduğu bir acıyla yere yığılmıştı. Gözlerini araladığında elini uzatarak kalkmasına yardımcı olan kişiyi gördüğünde gülümsemişti. Dedesi Mehmet Kamil Efendi otuz beş yaşlarında bir delikanlı suretinde sesleniyordu ona.
- Haydi, yatma zamanı değil. Daha yapılacak çok iş var.
Ayağa kalktığında daha önce hiç görmediği halde tanıdı dedesinin arkasında duran Şehit Ahmet’i, Halil İbrahim Efendi’yi. Ve tanıyamasa da tahmin etti, geride duran binlerin rütbesini. Bakara suresinin yüz elli dördüncü ayetini hatırladı.
Allah yolunda öldürülenlere "ölüler"" demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.
Ailenin üçüncü şehidi olmak ona nasip olmuştu. Yerde yatan bedenine bakan insanları bile hayrete düşüren bir gülümseme yayıldı yüzüne.
- Haklısın, dede. Nerede kalmıştık.
Ve bir kardeşlik türküsü eşliğinde şahlanan bu millet Allah’ın izniyle son vermişti; Önce, İtalyan şair Giambattista Basile’in “Ay, Güneş ve Talia” adıyla derlediği; sonra, Grimm Kardeşlerin “Uyuyan Güzel” diyerek süslediği yüzyıllık uyku masalının üzerimize tatbikine.
 İki yüz otuz dokuz şehit ve binlerce gazinin fedakârlığıyla aydınlandı on altı Temmuz sabahı. “Gereğini yap. Kaç nöbeti yazarsan yaz, razıyız.” Mesajı verdi bu millet reisine. Yenikapı ruhu, yepyeni kapılar açılacağının habercisiydi vatanı için canını verebilecek herkese…

Faruk Yılmazer

1 yorum:

  1. Kan aynı kan. Hikâyenizin etkisiyle tüylerim diken diken oldu, göğsüm kabardı. Diğer yandan milletimize yüklenen kader vazifesinin ağırlığını hissettim ruhumda. Yüreğiniz var olsun Hocam. M. Pakdemir

    YanıtlaSil