Erişilemeyene murdar
yaftası yapıştırdığımızdan değil uzak duruşumuz. Yahut kelamımızın dar çizilmiş
hudutlarında gümrük engeline takıldığımızdan değil. İlk harfini sele verdiğimiz
“ene” nin bencilliğinden sıyrılıp “ne”
aradığımızın idrakine varışımızdı önce sebep. Ve sonra, son harfini yele verip “en” e sevdalanışımız. Yoksa biliriz
bizde, şizofren kafiyelerle lisana dökmeye meramımızı.
Hamdık yola
çıktığımızda. Bilmiyorduk nerdeydik. Belki de umudun; cevabın makamına kurulduğu
yerdeydik. Afili yalnızlığımıza rest çekip afili kıyafetlerle düştük yola.
Tavafa başladığımız çemberin genişleyerek sonsuzluk sarmalına ilerlediğini
bilmeden. Çıkacaktı karşımıza elbet; bir Aslı, bir Şirin yahut bir Leyla. Son
durakta aracımızdan inmeden…
Susamış gönüllerimizin
bilinecekti kadri…
Yorulmuş ayaklar,
yıpranmış ökçe.
Şiirler yazacaktık.
Okuyacaktı sözü şiir
olmuş diliyle, İbrahim Sadri yahut Bedirhan Gökçe.
Öğrendik kozamızdan
kurtulduğumuzda aşka uçarsak kanatlarımızın yanacağını. Yazılıydı Levh-i mahfuz
da, kader yapacaktı yapacağını.
Ve piştik. Demirin kıvamındaysa har-ı; basamak
eder çelikleşmeye, bünyesine zerk edilen yaşı, değilse pas. Yüreğin
kararındaysa nar-ı; aşk adı alır içe akıtılan gözyaşı, o en sevgili kullara
has. Dağlar delinmeli, çöller gezilmeli, uğrunda ölünmeliydi. Aşka uçmadıktan sonra kanadın bir işe
yaramayacağı bilinmeliydi.
Girilmeliydi çıplak ayaklarla içine ateşin, dökülmeliydi pınarlarından
ziyansız ab-ı ateşin.
Yandık nihayet, beşeri aşkın prangalarından kurtulduğumuzda. Tüm
nihayetlerin kavuştuğu vuslat denizine varınca ferahladık. Adı dünya olan
garibin çilehanesinde ararken sürekli Leyla’yı, aşkın odu kül edince
yüreğimizi, bulduk sonunda Mevla’yı. “Ne”
aradığımızın idrakine varınca kavuştuk, o “en”
sevgiliye. Şimdi soran olduk bilmeyene aşk varsa kanada ne gerek var diye.
Bütünün seciyesini görmez kimi, yalnız seci de kalır. Nefi’den iki
satır bazen çok şey anlatır.
Yine endîşe bilir kadr-i dür-i güftârım.
Rûzigâr ise denî dehr ise sarrâf değil.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder