Israrla çalan telefona cevap
verebilmek için yatağında doğruldu. Eli ahizeye uzandığında gözleri duvarda ki
saate takıldı. Çokta erken bir saat değildi aslında. Akşam saatlerinde
katıldığı toplantı geceye sarktığından uykusunu alamamıştı sadece.
- Buyurun, dedi. Ben Mücahit
Yılmaz.
- Ben Abdullah Kılıç, dedi
telefonun diğer ucundaki ses. Cemal Kılıç’ın babası…
- Sizin için yapabileceğim bir
şey varsa lütfen söyleyin Abdullah Bey.
- Yeterince iyilik yaptınız
zaten. Ben sadece teşekkür etmek… ‘İstedim’ diyemeden hıçkırıklarla kesildi
konuşması.
Teselli verici birkaç kelamdan
sonra nihayetlendi görüşme.
Telefonu kapattıktan sonra
yerinden kalkarak dairesinin kapısını açtı Mücahit Yılmaz. Kapının önüne
bırakılmış gazeteleri eline alarak tekrar odaya geçti. Gazetelerden birinin ilk
sayfasını çevirerek üçüncü sayfa haberlerine göz attı. Aradığı haber hemen
gözüne çarpmıştı.
İntihar
ettiği açıklanan mühendisin, cinayete kurban gittiği ortaya çıktı.
Kısa bir zaman dilimi önce
yaşadığı günü hatırlamasına vesile oldu okuduğu satırlar.
Kardeşi Yavuz, yedek subay olarak
yapacağı vatani görevine başlamadan önce kısa bir tatil yapmak için Trabzon’dan
İstanbul’a yanına gelmişti. Şehre ayak basar basmaz bir cenaze namazına
sürüklemişti onu. Üniversiteden arkadaşı olan Oktay’ın ağabeyi, bilinmeyen bir
sebepten aracında bileklerini keserek intihar etmişti. Devlete savunma araçları
üreten bir kurumda mühendis olarak çalışan başarılı bir gencin intihar etmesi
mantıklı görünmese de bütün deliller bu yöndeydi.
Namazın peşinden kardeşi cenaze
evine taziyeye gitmek istediğinde karşı çıkmıştı. İntihar ettiği için babasının
bile cenazesine katılmadığı, tanımadığı birinin evine taziyeye gitmek biraz
tuhaf gelmişti Mücahit’e. Yavuz’un ısrarlarına dayanamayıp istediğini
gerçekleştirmek zorunda kalmıştı. Oktay’ı da yanlarına alarak yola çıkmışlardı.
- Misafirlerimiz var baba, dedi
Oktay bahçe kapısını açan ihtiyar adama.
- Misafir başımız üzeredir.
Yavuz sarılıp elini öptü, kahrını
celaliyle örtmeye çalışan ihtiyarın. Mücahit sıkmakla yetindi sadece. Ardı sıra
ev kapısına yöneldiler. Açık kapıdan dar bir hole oradan da bir odaya geçtiler.
İki duvarın birleştiği köşede yer minderinde oturan nineye ilişti iki kardeşin
gözleri. Duruşu, bakışı evin kederini yansıtıyor gibiydi.
-
"Babaannem"
dedi Oktay.
İki gözünü kapatıp açmaktan başka
hiç bir tepki vermedi yaşlı kadın.
- Misafirlerimizde, üniversiteden
arkadaşım Yavuz ve ağabeyi Mücahit Yılmaz. Kendisi ünlü bir gazetecidir.
Taziye için gelen kimse
olmadığına göre ihtiyarın öfkesinden çekinmişti herhalde komşu ve akrabaları.
Yavuz ve Mücahit'in ne sebeple geldiğini anlamış olmalıydı, ama bir tepki
vermemişti. Anadolu terbiyesi aldığı ve misafir olmalarından dolayı tepki
vermediği belliydi.
- Dilruba, diye seslendi ihtiyar adam.
Odaya açılan bir kapıdan
"efendim baba" diyerek yirmili yaşlarda bir bayan çıktı.
-Yemekte misafirlerimiz var,
sofraya iki tabak fazla koy. Ben dışarı çıkıyorum, anamın ilaçlarını vermeyi
unutma.
- Tamam, baba diyerek göründüğü
kapıdan kayboldu Dilruba.
İhtiyarın gidişiyle biraz
rahatlar gibi oldu Oktay. "Buyurun oturun" diye yer gösterdi
misafirlerine. Kendiside düşercesine oturdu babaannesinin yakınındaki sedire.
Başını ellerinin arasına alıp hıçkırarak ağlamaya başladı.
- Neden böyle bir şey yaptı
anlamıyorum, neden?
Teselli etmek için bir şeyler
söylemek istedi Yavuz. Kelimeler boğazında düğümlenmiş gibiydi. Tek kelime
söyleyemedi. Ağabeyiyle göz göze geldi. Onunda ortamın hüznünden etkilendiğini
anladı.
Az sonra yemeğe oturmuşlardı.
Değişik konulardan bahsedilmeye çalışılsa da evin kasveti sık sık ortamın
sessizleşmesine sebep oluyordu.
Bir süre sonra Yavuz ile Mücahit
ayrılmak için müsaade istediler. Oktay, Yavuz’la sarılarak vedalaştı. Mücahit’e
elini uzattı. "Tanıştığımıza memnun oldum." Bu esnada sol kolunun
mengene gibi sıkıldığını hissetti Mücahit. Başını çevirip baktığında kolunu
sıkanın ihtiyar kadın olduğunu gördü. Gözlerini dikmiş gözlerine değil ruhuna bakıyor
gibiydi sanki. Sağ eliyle kolunu sıkarken sol elinde bir örtüyü gösteriyordu.
Kısık bir sesle konuştu.
- Buna yüzün süren, can emanetine
ihanet etmez oğul.
Oktay babaannesini tutarak yerine
oturtturmaya çalışıyordu. “Cemalin seccadesi” dedi. “Hadi babaanne
fenalaşacaksın yine.” Nine umursamadı.
Kısık sesiyle Mücahitle konuşmaya devam etti.
- Suyolunda bir gün kırılacağını
bilse de, yolundan caymaz testi. Gözlerindeki sen gibi, belli âşıktır oğul.
Suya yanar, suyla kanar. Gülizarımın gülüydü Cemal. Hele öğren de bir deyiver
bana. Ciğerim güle mi kanar, dikene mi kanar?
Şaşırmıştı Mücahit. Bir şey
söyleyemedi. Ninenin gözleri eritiyordu sanki bedenini.
“Kusura bakmayın” dedi Oktay.
“Ağabeyimi çok severdi, üzüntüden şok oldu. Aylardır kendi başına ayağa
kalkabildiğini görmemiştik hâlbuki.”
Nine Mücahit’in kolunu
bıraktığında, Oktay’ın refakatinde evden ayrıldı iki kardeş.
O günden sonra olayı inceleme
altına almıştı Mücahit. İhtiyar kadın beklemediği bir sorumluluk yüklemişti
omuzlarına. Nedensizce olayın iç yüzünü öğrenme konusunda sorumlu hissediyordu
kendini.
Araştırmasını derinleştirdikçe
bunun bir intihar olmadığına ikna olmuştu. Olayı sıklıkla köşesine taşıyarak
unutulmasını ve üstünün kapatılmasını engellemişti. Birkaç gün önce bir görgü
şahidi ortaya çıkmış, olayın cinayet olduğunu ispatlayan doğrultuda ifade
vermişti. Korktuğu için daha önce ortaya çıkmadığını, Mücahit Yılmaz’ın
yazılarından sonra gördüklerini anlatmaya kendini mecbur hissettiğini
anlatmıştı. Katillerin yakalanması artık an meselesiydi.
Vatani görevini ifaya başlayan
Yavuz’la yaptığı telefon görüşmesinden sonra arabasına binerek Cemal Kılıç’ın
evine doğru yola çıktı Mücahit. Hem Yavuz’un selamını iletmek, hem de ihtiyar
kadını bir kere daha görmek istiyordu.
Cemal’in babası Abdullah, kapıda
görünce kırk yıllık dostuyla karşılaşmış gibi sarıldı Mücahit’e. Söylenenlere
inanıp oğlunun cenazesine katılmadığı için çok pişmandı. Her gece ettiği
duaların ardından af diliyordu. Katiller henüz yakalanamamış olsa da bir nebze
huzura kavuşmuştu.
Asıl sürprizi Oktay ve
Dilruba’nın kolunda bahçe kapısına kadar gelen ihtiyar kadını görünce
yaşamıştı. Ayağa kalkmaktan aciz olan ihtiyar kadın teşekkür etmek için ayağına
kadar gelmişti. Buruşmuş elleriyle iki yanağını şefkatle sardı;
- Demedim mi oğul? Secdeye eğilen
baş, can emanetine ihanet etmez. Kesilir ama canını verenden umudun kesmez.
- Tamam, ama neden ben, diyecek
oldu?
Alnında beliren çizgileri eliyle
sıvazladı ihtiyar kadın. Yalnızca kendisinin bildiği bir sebepten gülümsedi.
- Bu ziyaya sahip olan, dünyanın
neresinde olursa olsun “Allah” diyen birine sırtını dönmez.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder