8 Aralık 2018 Cumartesi

Emanet Can (Hikaye)


Israrla çalan telefona cevap verebilmek için yatağında doğruldu. Eli ahizeye uzandığında gözleri duvarda ki saate takıldı. Çokta erken bir saat değildi aslında. Akşam saatlerinde katıldığı toplantı geceye sarktığından uykusunu alamamıştı sadece.
- Buyurun, dedi. Ben Mücahit Yılmaz.
- Ben Abdullah Kılıç, dedi telefonun diğer ucundaki ses. Cemal Kılıç’ın babası…
- Sizin için yapabileceğim bir şey varsa lütfen söyleyin Abdullah Bey.
- Yeterince iyilik yaptınız zaten. Ben sadece teşekkür etmek… ‘İstedim’ diyemeden hıçkırıklarla kesildi konuşması.
Teselli verici birkaç kelamdan sonra nihayetlendi görüşme.
Telefonu kapattıktan sonra yerinden kalkarak dairesinin kapısını açtı Mücahit Yılmaz. Kapının önüne bırakılmış gazeteleri eline alarak tekrar odaya geçti. Gazetelerden birinin ilk sayfasını çevirerek üçüncü sayfa haberlerine göz attı. Aradığı haber hemen gözüne çarpmıştı.

İntihar ettiği açıklanan mühendisin, cinayete kurban gittiği ortaya çıktı.

Kısa bir zaman dilimi önce yaşadığı günü hatırlamasına vesile oldu okuduğu satırlar.
Kardeşi Yavuz, yedek subay olarak yapacağı vatani görevine başlamadan önce kısa bir tatil yapmak için Trabzon’dan İstanbul’a yanına gelmişti. Şehre ayak basar basmaz bir cenaze namazına sürüklemişti onu. Üniversiteden arkadaşı olan Oktay’ın ağabeyi, bilinmeyen bir sebepten aracında bileklerini keserek intihar etmişti. Devlete savunma araçları üreten bir kurumda mühendis olarak çalışan başarılı bir gencin intihar etmesi mantıklı görünmese de bütün deliller bu yöndeydi.
Namazın peşinden kardeşi cenaze evine taziyeye gitmek istediğinde karşı çıkmıştı. İntihar ettiği için babasının bile cenazesine katılmadığı, tanımadığı birinin evine taziyeye gitmek biraz tuhaf gelmişti Mücahit’e. Yavuz’un ısrarlarına dayanamayıp istediğini gerçekleştirmek zorunda kalmıştı. Oktay’ı da yanlarına alarak yola çıkmışlardı.
- Misafirlerimiz var baba, dedi Oktay bahçe kapısını açan ihtiyar adama.
- Misafir başımız üzeredir.
Yavuz sarılıp elini öptü, kahrını celaliyle örtmeye çalışan ihtiyarın. Mücahit sıkmakla yetindi sadece. Ardı sıra ev kapısına yöneldiler. Açık kapıdan dar bir hole oradan da bir odaya geçtiler. İki duvarın birleştiği köşede yer minderinde oturan nineye ilişti iki kardeşin gözleri. Duruşu, bakışı evin kederini yansıtıyor gibiydi.
- "Babaannem" dedi Oktay.
İki gözünü kapatıp açmaktan başka hiç bir tepki vermedi yaşlı kadın.
- Misafirlerimizde, üniversiteden arkadaşım Yavuz ve ağabeyi Mücahit Yılmaz. Kendisi ünlü bir gazetecidir.
Taziye için gelen kimse olmadığına göre ihtiyarın öfkesinden çekinmişti herhalde komşu ve akrabaları. Yavuz ve Mücahit'in ne sebeple geldiğini anlamış olmalıydı, ama bir tepki vermemişti. Anadolu terbiyesi aldığı ve misafir olmalarından dolayı tepki vermediği belliydi.
- Dilruba, diye seslendi ihtiyar adam.
Odaya açılan bir kapıdan "efendim baba" diyerek yirmili yaşlarda bir bayan çıktı.
-Yemekte misafirlerimiz var, sofraya iki tabak fazla koy. Ben dışarı çıkıyorum, anamın ilaçlarını vermeyi unutma.
- Tamam, baba diyerek göründüğü kapıdan kayboldu Dilruba.
İhtiyarın gidişiyle biraz rahatlar gibi oldu Oktay. "Buyurun oturun" diye yer gösterdi misafirlerine. Kendiside düşercesine oturdu babaannesinin yakınındaki sedire. Başını ellerinin arasına alıp hıçkırarak ağlamaya başladı.
- Neden böyle bir şey yaptı anlamıyorum, neden?
Teselli etmek için bir şeyler söylemek istedi Yavuz. Kelimeler boğazında düğümlenmiş gibiydi. Tek kelime söyleyemedi. Ağabeyiyle göz göze geldi. Onunda ortamın hüznünden etkilendiğini anladı.
Az sonra yemeğe oturmuşlardı. Değişik konulardan bahsedilmeye çalışılsa da evin kasveti sık sık ortamın sessizleşmesine sebep oluyordu.
Bir süre sonra Yavuz ile Mücahit ayrılmak için müsaade istediler. Oktay, Yavuz’la sarılarak vedalaştı. Mücahit’e elini uzattı. "Tanıştığımıza memnun oldum." Bu esnada sol kolunun mengene gibi sıkıldığını hissetti Mücahit. Başını çevirip baktığında kolunu sıkanın ihtiyar kadın olduğunu gördü. Gözlerini  dikmiş gözlerine değil ruhuna bakıyor gibiydi sanki. Sağ eliyle kolunu sıkarken sol elinde bir örtüyü gösteriyordu. Kısık bir sesle konuştu.
- Buna yüzün süren, can emanetine ihanet etmez oğul.
Oktay babaannesini tutarak yerine oturtturmaya çalışıyordu. “Cemalin seccadesi” dedi. “Hadi babaanne fenalaşacaksın yine.”  Nine umursamadı. Kısık sesiyle Mücahitle konuşmaya devam etti.
- Suyolunda bir gün kırılacağını bilse de, yolundan caymaz testi. Gözlerindeki sen gibi, belli âşıktır oğul. Suya yanar, suyla kanar. Gülizarımın gülüydü Cemal. Hele öğren de bir deyiver bana. Ciğerim güle mi kanar, dikene mi kanar?
Şaşırmıştı Mücahit. Bir şey söyleyemedi. Ninenin gözleri eritiyordu sanki bedenini.
“Kusura bakmayın” dedi Oktay. “Ağabeyimi çok severdi, üzüntüden şok oldu. Aylardır kendi başına ayağa kalkabildiğini görmemiştik hâlbuki.”
Nine Mücahit’in kolunu bıraktığında, Oktay’ın refakatinde evden ayrıldı iki kardeş.

O günden sonra olayı inceleme altına almıştı Mücahit. İhtiyar kadın beklemediği bir sorumluluk yüklemişti omuzlarına. Nedensizce olayın iç yüzünü öğrenme konusunda sorumlu hissediyordu kendini.
Araştırmasını derinleştirdikçe bunun bir intihar olmadığına ikna olmuştu. Olayı sıklıkla köşesine taşıyarak unutulmasını ve üstünün kapatılmasını engellemişti. Birkaç gün önce bir görgü şahidi ortaya çıkmış, olayın cinayet olduğunu ispatlayan doğrultuda ifade vermişti. Korktuğu için daha önce ortaya çıkmadığını, Mücahit Yılmaz’ın yazılarından sonra gördüklerini anlatmaya kendini mecbur hissettiğini anlatmıştı. Katillerin yakalanması artık an meselesiydi.
Vatani görevini ifaya başlayan Yavuz’la yaptığı telefon görüşmesinden sonra arabasına binerek Cemal Kılıç’ın evine doğru yola çıktı Mücahit. Hem Yavuz’un selamını iletmek, hem de ihtiyar kadını bir kere daha görmek istiyordu.
Cemal’in babası Abdullah, kapıda görünce kırk yıllık dostuyla karşılaşmış gibi sarıldı Mücahit’e. Söylenenlere inanıp oğlunun cenazesine katılmadığı için çok pişmandı. Her gece ettiği duaların ardından af diliyordu. Katiller henüz yakalanamamış olsa da bir nebze huzura kavuşmuştu.
Asıl sürprizi Oktay ve Dilruba’nın kolunda bahçe kapısına kadar gelen ihtiyar kadını görünce yaşamıştı. Ayağa kalkmaktan aciz olan ihtiyar kadın teşekkür etmek için ayağına kadar gelmişti. Buruşmuş elleriyle iki yanağını şefkatle sardı;
- Demedim mi oğul? Secdeye eğilen baş, can emanetine ihanet etmez. Kesilir ama canını verenden umudun kesmez.
- Tamam, ama neden ben, diyecek oldu?
Alnında beliren çizgileri eliyle sıvazladı ihtiyar kadın. Yalnızca kendisinin bildiği bir sebepten gülümsedi.
- Bu ziyaya sahip olan, dünyanın neresinde olursa olsun “Allah” diyen birine sırtını dönmez.

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder