Gelişlerdeki hal, her
daim belli eder, gelenin aklından geçeni. Omuzlandığı yük, yer ile gök
arasındaki boşluğu dolduracak hüzünse eğer, daha da belli…
Ve belliydi, askeri
araçtan inen yüzbaşının yükünün ağırlığı. Bir çağlayanın, çağladığı yolun
değiştirilmesi kadar zordu; içi kan ağlayanın, gözlerinin kuru kalması.
Bir mektuptu oysa
taşıdığı, yele verse gidecek, ateş değse tütecek.
“Kelimeler” diye
mırıldandı. “Kelimeler.”
Hayat koşuşturması
içinde gereksiz kullanarak, çoğu zaman ziyan ettiğimiz o kelimeler öyle
sıralanabiliyordu ki bazen… Uygun yeri bulduğunda, dünyayı yerinden oynatacak
kaldıraçtan çok daha kuvvetli olabiliyordu.
İdare penceresinden,
okulun önüne yanaşan askeri aracı görmüştü Mesut Hoca. İki gün önce aldığı
haberle yüreğini kanatan yara, çağlamaya başlamıştı işte yeniden. Anası ne
durumdaydı kim bilir? Babası… Nişanlısı…
Biliyordu... Attığı her
adımda artan yüküyle ezilen Yüzbaşı, kendine geliyordu.
Bahçeye çıktı.
Aralarındaki mesafeyi kapatacak anlar, aylara sığacak hissediş sürecinin
ardından dolduğunda;
- Mesut Hoca’ya
gelmiştim, dedi Yüzbaşı.
- Buyurun benim.
Ceketinin iç cebinden,
özenle bir zarf çıkartan Yüzbaşı;
- Bir vasiyeti yerine
getirmek için buradayım Mesut Hocam. Zeytin Dalı Operasyonu şehidimiz Mehmet Çavuş,
şehit olduğu takdirde, bu mektubun size ulaştırılmasını vasiyet etmiş. Başınız
sağ olsun.
- Vatan sağ olsun, dedi
Mesut Hoca.
Gözlerinden iki damla
yaş süzüldü. Operasyona gitmeden evvel yaptıkları telefon görüşmesini
hatırladı.
“Korkuyorum
Hocam” olmuştu Mehmet’in son cümlesi. “Çok korkuyorum.”
Kulaklarına
inanamamıştı Mesut. Piri, Hz Hamza olan korkar mıydı, gözünün gördüğünden?
Kesmez miydi o dili, yirmi beş yıllık eylemlerine aykırı, bir söylemle
döndüğünden.
Sonrasında hat
kesilmiş; ne Mehmet sözünün gerisini getirebilmiş, ne de Mesut teselli
cümleleri kurabilmişti.
Yıllar önce, bir yatılı
yurt nöbetinde tanımıştı Mesut, Mehmet’i. Anadolu’nun ücra bir köyünden, okumak
için geldiği İstanbul’da… Kalacağı yurda yerleştiğinin ikinci gününde…
Kendisinden bir hayli
iri, üst sınıflardan bir öğrenciyle tartışırken, korkunun esemesi okunmuyordu
yüzünde. Yanlarına gittiğinde,
tartışmanın sebebinin, ranzanın üst katında kimin yatacağıyla ilgili olduğunu
öğrenmişti. Kıdemli olan öğrenci, üst katın kendi hakkı olduğunu savunuyordu.
Haklıydı kendine göre. Dönem üstüne dönem eklemişti, üst katı hak etmek için.
“Dün üst tarafta sen
yattın, bugün sıra bende” diyordu Mehmet. “Alt katta sürekli benim yatmam,
haksızlık.” O da kendine göre haklıydı belki. Neyse ki, üst katı tercih etmeyen
başka bir öğrenciyle yapılan değişim sonucu, sorun çözülmüştü.
Mesut, üst katta
yatmanın, kendisi için neden bu kadar önemli olduğunu sorduğunda;
- Hocam, demişti. Anam,
babam beni ilim öğreneyim diye gönderdi memleketten. Onların yüzünü kara
çıkaramam.
“Ne alakası var”
dediğinde;
- Ninem der ki; ilim, rahmet
gibi sağanak halinde iner yeryüzüne. İsteyen altında ıslanır, istemeyen kaçar,
kuru kalır.
Mehmet’in üst katta
yatmak istemesinin sebebi anlaşılmıştı. Sürekli alt katta yatarsa, ilim
damlalarının kendisine ulaşmayacağını düşünüyordu. O rahmetten sebeplenememekti
korkusu.
O gün Mehmet’e kanı
ısınmış, okul hayatı boyunca koruyucu kanatları altına almıştı. Hatta
sonrasında da devam etmişti bu dostluk.
Mesut, yıllar sonra, Mehmet’in
benzer bir yaklaşımına tekrar şahit olmuştu. Üniversiteye giderken birkaç
arkadaşıyla birlikte ev tutmaya karar vermişlerdi. Öğrencilerin ev tutması
zaten başlı başına bir sorunken, zorlukla buldukları kiralık evlere hep bir
kulp buluyordu Mehmet. Arkadaşları, Mesut Hoca’dan ricacı olmuş, Mehmet’le
konuşarak ikna etmesini istemişlerdi.
Mehmet’e, davranışının
sebebini sorduğunda, yine benzer bir cevap almıştı Mesut.
- Hocam. Arkadaşlarımın
bulduğu evler, ya bodrum ya da en alt kat. Göklerden indirilen bereketi, üst
katlardakiler pay edecek. Belki de bize hiç değmeyecek.
Nihayetinde, öğrenim
hayatını tamamlamış fakat okuduğu branşı değil, Uzman Çavuş olmayı seçmişti
kendine meslek olarak. Mehmet’ti onun adı. Mehmetçik. Kurtuluş Savaşındaki
gibi… Yahut Çanakkale… Trablusgarp… Ve müttefik görünen kalleş ellerin sunduğu
bir tanksavar, eriştirmişti onu, şehitlik rütbesine.
Düşüncelerinden
sıyrıldığında, titreyen elleriyle zarfı açtı Mesut. Ellerinden fazla titriyordu
çenesi, kendisine yazılmış satırları okurken;
Mesut
Hocam;
Eğer
mektubum elinize geçtiyse, bilin ki artık korkularımdan emin olmuşum. Üzerimde
çok hakkınız var. Lütfen hakkınızı helal edin.
O
gün telefonda konuşurken, çok korktuğumdan bahsetmiş, hat kesildiği için
sözümün devamını getirememiştim. Beni korkağın teki olarak yâd etmenizi
istemem. Vatanıma göz diken hainlerle savaşmak değil, benim korkum. Bizi
cepheye, tanklarla getiriyorlar.
Ve ben; şehitlik rütbesi
dağıtılırken, bu çelik zırhlı aracın içinde, o rütbeye erişememekten gerçekten çok
korkuyorum.
Selametle…
Mektubu katlayıp zarfa
geri koyarken, gözyaşları sel olmuştu Mesut’un.
- İyi ki, hat kesilmiş.
İyi ki, teselli edememişim, diye mırıldandı.
Bağlantı acziyeti
yaşayan iki hattın, aynı anda kesilmesi kaderdi; korkusunun normalliğinden
bahsedecek, dil kazasından koruyan. Yanlış zanna kapılmasına sebep, hatıralarla
rabıtasını yitirmiş birkaç nörondu… Gariptir ki, onu setreden, kapsama alanı
dışına çıkmış bir telefondu.
Kurşun yarası geçerdi
belki ama geçmezdi, yorum yanlışına düşmüş, yanlış tesellinin yarası.
- Rab’bim şahadetini
kabul eylesin yiğidim, dedi Mesut.
Artık gözyaşlarını
saklayamayan Yüzbaşı’nın boynuna sarıldı;
- Böyle yiğitlerimiz
olduğu müddetçe, kim bize diz çöktürebilir.
Yine peşine ekledi;
- Vatan sağ olsun.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder