9 Aralık 2018 Pazar

Asıl Korku (Hikaye)


Gelişlerdeki hal, her daim belli eder, gelenin aklından geçeni. Omuzlandığı yük, yer ile gök arasındaki boşluğu dolduracak hüzünse eğer, daha da belli…
Ve belliydi, askeri araçtan inen yüzbaşının yükünün ağırlığı. Bir çağlayanın, çağladığı yolun değiştirilmesi kadar zordu; içi kan ağlayanın, gözlerinin kuru kalması.
Bir mektuptu oysa taşıdığı, yele verse gidecek, ateş değse tütecek.
“Kelimeler” diye mırıldandı. “Kelimeler.”
Hayat koşuşturması içinde gereksiz kullanarak, çoğu zaman ziyan ettiğimiz o kelimeler öyle sıralanabiliyordu ki bazen… Uygun yeri bulduğunda, dünyayı yerinden oynatacak kaldıraçtan çok daha kuvvetli olabiliyordu.

İdare penceresinden, okulun önüne yanaşan askeri aracı görmüştü Mesut Hoca. İki gün önce aldığı haberle yüreğini kanatan yara, çağlamaya başlamıştı işte yeniden. Anası ne durumdaydı kim bilir? Babası… Nişanlısı…
Biliyordu... Attığı her adımda artan yüküyle ezilen Yüzbaşı, kendine geliyordu.
Bahçeye çıktı. Aralarındaki mesafeyi kapatacak anlar, aylara sığacak hissediş sürecinin ardından dolduğunda;
- Mesut Hoca’ya gelmiştim, dedi Yüzbaşı.
- Buyurun benim.
Ceketinin iç cebinden, özenle bir zarf çıkartan Yüzbaşı;
- Bir vasiyeti yerine getirmek için buradayım Mesut Hocam. Zeytin Dalı Operasyonu şehidimiz Mehmet Çavuş, şehit olduğu takdirde, bu mektubun size ulaştırılmasını vasiyet etmiş. Başınız sağ olsun.
- Vatan sağ olsun, dedi Mesut Hoca.
Gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Operasyona gitmeden evvel yaptıkları telefon görüşmesini hatırladı.

“Korkuyorum Hocam” olmuştu Mehmet’in son cümlesi. “Çok korkuyorum.”
Kulaklarına inanamamıştı Mesut. Piri, Hz Hamza olan korkar mıydı, gözünün gördüğünden? Kesmez miydi o dili, yirmi beş yıllık eylemlerine aykırı, bir söylemle döndüğünden.

Sonrasında hat kesilmiş; ne Mehmet sözünün gerisini getirebilmiş, ne de Mesut teselli cümleleri kurabilmişti.
Yıllar önce, bir yatılı yurt nöbetinde tanımıştı Mesut, Mehmet’i. Anadolu’nun ücra bir köyünden, okumak için geldiği İstanbul’da… Kalacağı yurda yerleştiğinin ikinci gününde…
Kendisinden bir hayli iri, üst sınıflardan bir öğrenciyle tartışırken, korkunun esemesi okunmuyordu yüzünde.  Yanlarına gittiğinde, tartışmanın sebebinin, ranzanın üst katında kimin yatacağıyla ilgili olduğunu öğrenmişti. Kıdemli olan öğrenci, üst katın kendi hakkı olduğunu savunuyordu. Haklıydı kendine göre. Dönem üstüne dönem eklemişti, üst katı hak etmek için.
“Dün üst tarafta sen yattın, bugün sıra bende” diyordu Mehmet. “Alt katta sürekli benim yatmam, haksızlık.” O da kendine göre haklıydı belki. Neyse ki, üst katı tercih etmeyen başka bir öğrenciyle yapılan değişim sonucu, sorun çözülmüştü.
Mesut, üst katta yatmanın, kendisi için neden bu kadar önemli olduğunu sorduğunda;
- Hocam, demişti. Anam, babam beni ilim öğreneyim diye gönderdi memleketten. Onların yüzünü kara çıkaramam.
“Ne alakası var” dediğinde;
- Ninem der ki; ilim, rahmet gibi sağanak halinde iner yeryüzüne. İsteyen altında ıslanır, istemeyen kaçar, kuru kalır.
Mehmet’in üst katta yatmak istemesinin sebebi anlaşılmıştı. Sürekli alt katta yatarsa, ilim damlalarının kendisine ulaşmayacağını düşünüyordu. O rahmetten sebeplenememekti korkusu.
O gün Mehmet’e kanı ısınmış, okul hayatı boyunca koruyucu kanatları altına almıştı. Hatta sonrasında da devam etmişti bu dostluk.
Mesut, yıllar sonra, Mehmet’in benzer bir yaklaşımına tekrar şahit olmuştu. Üniversiteye giderken birkaç arkadaşıyla birlikte ev tutmaya karar vermişlerdi. Öğrencilerin ev tutması zaten başlı başına bir sorunken, zorlukla buldukları kiralık evlere hep bir kulp buluyordu Mehmet. Arkadaşları, Mesut Hoca’dan ricacı olmuş, Mehmet’le konuşarak ikna etmesini istemişlerdi.
Mehmet’e, davranışının sebebini sorduğunda, yine benzer bir cevap almıştı Mesut.
- Hocam. Arkadaşlarımın bulduğu evler, ya bodrum ya da en alt kat. Göklerden indirilen bereketi, üst katlardakiler pay edecek. Belki de bize hiç değmeyecek.
Nihayetinde, öğrenim hayatını tamamlamış fakat okuduğu branşı değil, Uzman Çavuş olmayı seçmişti kendine meslek olarak. Mehmet’ti onun adı. Mehmetçik. Kurtuluş Savaşındaki gibi… Yahut Çanakkale… Trablusgarp… Ve müttefik görünen kalleş ellerin sunduğu bir tanksavar, eriştirmişti onu, şehitlik rütbesine.

Düşüncelerinden sıyrıldığında, titreyen elleriyle zarfı açtı Mesut. Ellerinden fazla titriyordu çenesi, kendisine yazılmış satırları okurken;

Mesut Hocam;
Eğer mektubum elinize geçtiyse, bilin ki artık korkularımdan emin olmuşum. Üzerimde çok hakkınız var. Lütfen hakkınızı helal edin.
O gün telefonda konuşurken, çok korktuğumdan bahsetmiş, hat kesildiği için sözümün devamını getirememiştim. Beni korkağın teki olarak yâd etmenizi istemem. Vatanıma göz diken hainlerle savaşmak değil, benim korkum. Bizi cepheye, tanklarla getiriyorlar.
Ve ben; şehitlik rütbesi dağıtılırken, bu çelik zırhlı aracın içinde, o rütbeye erişememekten gerçekten çok korkuyorum.
Selametle…

Mektubu katlayıp zarfa geri koyarken, gözyaşları sel olmuştu Mesut’un.
- İyi ki, hat kesilmiş. İyi ki, teselli edememişim, diye mırıldandı.

Bağlantı acziyeti yaşayan iki hattın, aynı anda kesilmesi kaderdi; korkusunun normalliğinden bahsedecek, dil kazasından koruyan. Yanlış zanna kapılmasına sebep, hatıralarla rabıtasını yitirmiş birkaç nörondu… Gariptir ki, onu setreden, kapsama alanı dışına çıkmış bir telefondu.
Kurşun yarası geçerdi belki ama geçmezdi, yorum yanlışına düşmüş, yanlış tesellinin yarası.
- Rab’bim şahadetini kabul eylesin yiğidim, dedi Mesut.
Artık gözyaşlarını saklayamayan Yüzbaşı’nın boynuna sarıldı;
- Böyle yiğitlerimiz olduğu müddetçe, kim bize diz çöktürebilir.
Yine peşine ekledi;
- Vatan sağ olsun.


Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder