“Eğer arabayı
alacaksan, önce dedeni mezarlığa götür”
demişti babası, anahtarları istediğinde. Nişanlısıyla arasında sorunlar
olduğunu ve bu sorunları konuşmak üzere ziyaretine gideceğini bilmesine rağmen
bu angaryayı üzerine yıkmasına bir anlam verememişti. Sözünün üstüne söz
söyleyememesi, korkusundan değil terbiyesindendi.
- Peki baba.
Bagaja konulan bir
bidon su ve bir poşete doldurulmuş birkaç çiçek tohumunun eşliğinde yola
koyuldular az sonra.
Vefat edeli seneler
geçmiş olmasına rağmen, ayda en az iki kez babaannesinin mezarını ziyaret
ederdi dedesi. Genellikle baba oğlun birlikte gerçekleştirdikleri bu
ziyaretlerin sonuncusunda ihale ona kalmıştı. Aracı park ettikten sonra
yürümesine yardımcı olmak amacıyla dedesinin koluna girdiğinde “hem de bugün”
diye söylendi.
Geride bıraktıkları
kışın ardından baharın yüzünü göstermesiyle, mezarlıkta uzamaya başlayan
serseri otları, elleriyle tek tek ayıklamaya başladı ihtiyar adam.
- Bırak, ben yapayım
dede. Yorulma sen.
- Ben bu hayatı yetmiş
yıldır yaşıyorum oğul. Şunca yorgunluğun lafı mı olur?
Konuşmaya başlama
biçiminden, ardından bir hayat dersi geleceğini anladı genç adam. Hiç havasında
olmamasına rağmen mecburen dinleyecekti. Saygısızlık edemezdi.
- Ekseni etrafında
dönüşü anafor etkisi oluşturduğundan olsa gerek, çoğu zaman bir burukluk, bir
mide bulantısı ve yorgunluk bırakır dünya hayatı, insan bedeninde.
Son zamanlarda yaşadığı
sıkıntıları anımsayarak;
- Haklısın, dedi genç
adam. Ama dünya hali işte… Ne yapabilirsin ki?
- Dünyayı kendi halinde
kabullenirsen, her halinden ziyade, ne halin varsa görürsün.
- Bahsettiğin etkileri
giderecek bir yol bulduğunu mu söylemek istiyorsun?
Gülümsedi ihtiyar adam;
- Ben onu değil, o beni
buldu.
Poşetten çıkardığı
tohumları sırayla toprağa gömerken devam etti;
- Zamanı geldiğinde,
hemen herkesi bulacağı gibi…
Bir süre dedesinin
suskunluğunu bozmasını bekledi genç adam. Sonunda dayanamadı.
- Bu bir sır mı? Yoksa
ne olduğunu söyleyecek misin?
- Bu bir sırsa, benim
sırrım şu anda bu toprağın altında yatıyor.
- Anlayamadım dede.
- O sırrın adı aşk
evladım. Aşkın su hali…
- Aşkın böyle bir hali
olduğunu hiç bilmiyordum, dedi genç adam gülümseyerek.
Tohumlara can suyunu
dökerken konuşmasını sürdürdü ihtiyar adam;
- Filozoflar,
sanatçılar ve edebiyatçılar insanlık tarihi boyunca tarifini yapmaya çalıştılar
aşkın. Yaşam tarzı, kültürel faktör ve çağa göre değişen bir sürü hal ile
yaftaladılar. İsimden ibaret görenler tarafından, ismince hallendi. Aşk… Aşka… Aşkı… Aşkta… Aşktan… Ama hiçbir
zaman doyurucu bir tarifini yapamadılar.
- Peki, sence nedir
aşkın tarifi?
- Tarifini bilmem. Ama
iki hali vardır aşkın. Bir rüzgâr, birde su hali…
- İlginç.
- Farklı noktaların ısı
farkı savaşından hayat bulur rüzgâr. Rastgeledir. Kimi zaman hedef yerini bulsa
da, çoğu zaman bir çukurun dibine yahut ummanın derinliğine gömülmeye götürür
sürüklediklerini. Suyu dalgalandırması denize, yeşili dalgalandırması ekine
şifa olsa da; aşabileceği bir haddi olması, getirdiklerinden fazlasını
götürebileceğinden sakıncalıdır. Rüzgârla gelen, fırtınayla gider.
- Anlık heveslerle
gelen başka heveslerle gider, diye mırıldandı genç adam. Peki ya su hali…
- Evet. Birde su hali
vardır aşkın. Kile şekil veren, kum ile çimentoyu beton eden. Süregelen
döngüsünü devam ettirmek için çekip gittiğinde, birleştirici etkisi asla
gitmeyen. Hamuruna katılmıştır insanoğlunun, ter ve gözyaşı sızıntılarında daha
da kuvvetlenen.
Bir süre sessiz kaldı
genç adam. Dedesinin sözleri, akıl imbiğinde damıtılmaya gerek duymadan
akıvermişti gönlünün en kuytu köşelerine. Sohbetin devamı için tekrar soru
sormak istediğinde, Mushafı Şerif okumaya başladığını gördü dedesinin. “Demek
ders buraya kadardı” diye mırıldandı.
Dedesini eve
bıraktıktan sonra arabayı almaktan vazgeçti. Birkaç blok ötede oturan
nişanlısının evine yürüyerek gidecekti. Böylece düşünmeye daha fazla zamanı
olacaktı.
Hafif hafif çiselemeye
başlayan yağmur onu bu fikrinden vazgeçiremedi. Ölümün dahi silemediği,
dedesinin aşkını düşündü önce. Angarya saydığı bu görevi babasının ona neden
verdiğini. Nişanlısıyla olan anlaşmazlıkların altında yatan sebebin rüzgâr
kıran olduğu gerçeğini…
Zile bastıktan bir süre
sonra açılan kapının önünde yağan yağmurun etkisiyle sudan çıkmış balığa
benziyordu.
- Bu halin ne, dedi
nişanlısı?
Uzun zamandır ilk defa
bu denli içten gülümseyerek cevap verdi.
- İşte, bu da aşkın
sırılsıklam hali…
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder