6 Aralık 2018 Perşembe

Kedi Özledi (Hikaye)


Dört yanı sularla kaplı arzın, tamamı bulutsu bir okyanusla kaplı göğünün altında seyrediyoruz adına “yaşam” denilen derin rüyayı… Birçoğumuzda yüzmeyi bilmiyoruz üstelik. Tuz oranı yüksek mevkilerin yakıcılığından şikâyet ederken, yüksek kaldırma kuvvetiyle diplerden yansıyan sahte hazinelerin boğucu aldatışlarından bizi uzak tuttuğundan da bihaberiz.  Ve dalgaların, hangi olmaz sandıklarımıza bizi sürükleyeceğinden…
Rahmetli kocasından miras kalan gecekondudan hallice evinde tek evladı Osman’la birlikte yaşayan Meryem kadın, nispeten farkındalığın semeresi olan şükrü asla düşürmezdi dilinden. Her yarada canını acıtan tuz yangınları sayesinde pişerek kıvam bulmuş, ayaklarının altına cennet serilmiş bir anaydı o.
Tanıyanlar rahmetli babasına benzetirlerdi Osman’ı. Annesinden öğrendiği kulaç darbeleri sayesinde şimdiye kadar yüzeyde kalmayı başarabilmişti. Fakat çevresindeki rahat yaşama imrenerek, isyanın sınırında ilticaya hazır bulurdu nefsini kimi zaman. Eğitimini zor şartlar altında tamamlamış, kendi dalında iş bulamadığı için sertifika alarak güvenlik görevlisi olma yolunu tutmuştu. Sabrı ve anne rızasının iktisabını göz ardı ederek.
Haneye katılan son can, sepetinde tembelce pineklemeyi tercih ederdi çoğu zaman.
Bir Cuma sabahı elini yüzünü yıkadıktan sonra, annesinin örgü ördüğü oturma odasına geçti Osman.  Eğilerek yerden aldığı iplik yumağını, odanın bir köşesinde uyuklayan yavru kedinin önüne doğru fırlattı.
- Yakala Kartopu!
Tökezleyerek de olsa yumağa doğru hamle yaptı küçük yaramaz. Bir otomobille, kaldırım arasına sıkıştığı için kesilmek zorunda kalınan sağ ön patisi hareketlerini kısıtlasa da, bir anda tarumar etmişti yumağı.
Oturduğu kanepeden onları izleyen Meryem kadının gözlerine, sevinç yüklü bir bulutun nemli gölgesi düştü. Belli belirsizdi belki… Ama uzun zamandır ilk defa hüzün harici çizgiler belirmişti evladının çehresinde. Evvel zamanda olsa, ipliğini dağıttırdığı için kızıp söylenecekti belki oğluna. Oysa şimdi, anın görüntüsünü çerçeve yaptırarak duvarına asabilmek için neler vermezdi. İmtihanın en zoru, evlat ile olanı olsa gerekti.
Yavru kedinin simsiyah bedenine dolanan beyaz iplikle oynarken yaptığı şirinlikler, hüzünkıran etkisi gösterdi hanede. Oğlunun, sağ kulağındaki beyaz leke haricinde ten rengiyle tezat oluşturan Kartopu ismini kediye vermesindeki espriyi anlayamasa da, onların birbirlerini çok iyi anladığının farkındaydı yaşlı kadın.
Osman yumağı önünden alarak kediyi kızdırmak için sol eliyle hamle yaptığında, bulutlar yine koyuya çeviriverdi rengini. Hareketsiz bir şekilde salınan diğer koluna gözleri takıldığında, yaşlı kadının kirpiklerinden süzülen damlalarla aynı tondaydılar şimdi. Değil çaresini, sebebini dahi bulamamıştı uzmanlar, oğlunun sağ elindeki duyu yitiminin. Bir ay önce “elimde uyuşma var”  diyerek amirinden izin almış, eve gelmişti. İstirahat edince düzeleceği umuduyla… Ertesi gün, düzelmemiş bilakis hiç kullanamaz olmuştu elini.
Doktorlar sorunun psikolojik olabileceğini söylediklerinde şaşırmamıştı yaşlı kadın. Analık içgüdüsü sayesinde o kadarını hissedebiliyordu zaten.  Bilmediği, neden olduğu ve nasıl düzeleceğiydi. Ne olduysa, işten izin alarak eve geldiği gün olmuştu. “Nasıl”ına dair açıklayıcı bir cevabı yoktu Osman’ın. Yahut anlatmaktan hayâ ettiği bir iş gelmişti başına…
Çalışamıyordu, üzgündü. Ve öfkeliydi bir süre… Hüznün hâkimiyeti hiç bitmese de, kimi zaman doruk yapan öfke nöbetleri, Kartopu eve geldiğinden beri neredeyse son bulmuştu.
İki hafta önce, bir arabanın altında feryat ederken bulduğu yavruyu veterinere götürmüş, tedavisi tamamlandıktan sonra eve getirmişti genç adam. Döşek hazırlayıp önüne mama koyduktan sonra başını okşamış;
- Artık iki çolak burada birlikte yaşayacağız, demişti.
Vakit yaşlaştığında abdest alarak evden çıktı Osman. Cuma namazını eda ettikten sonra evinin aksi istikametine doğru yürümeye başladı. Bir arka mahalledeki pastaneye giderek annesinin çok sevdiği un kurabiyelerinden almayı planlıyordu. Pastane girişinin az gerisinde bulunan elektrik direğindeki ilana gözleri takılınca durakladı. Kartopu’nun biraz daha küçük halinin resmini, kulağındaki beyaz leke sayesinde tanıdı. Şaşkınlığını üzerinden atmaya çalışarak altındaki notu okudu.
“Fotoğraftaki kediyi görenlerin yahut bulanların, aşağıdaki telefon numarasına haber vermeleri rica olunur.”

* * *

Şirin yaramazın şu kısacık ömründe sahip olduğu ikinci isimdi Kartopu. İlk sahibesi Feride, Karadut diye seslenirdi ona. Karadutum, çatal karam…
Bir şiirin mısralarındaki ses benzerliğini andırırdı, aralarındaki görünmez bağ. Birinin gelişi, diğerinin yolda olduğunu hissettirirdi. Sürekli konuşurdu Feride onunla. “Birimizin şiiri, diğerimizin şarkısı var” derdi. Sonra kızmış gibi kaşlarını çatarak “ama öyle her ‘ismin ne’ diye sorana, cevap veren Feride değilim he” diye devam ederdi.
Bir sabah ayazında okula giderken karton bir kutunun içinde bulmuştu Feride, Karadutu. Yalnız ve çaresiz… Bu duruma bir terk ediş mi yoksa bir facia mı sebep olmuştu, bilmiyordu. Elleriyle sarmalayarak hemen eve geri dönmüştü. Damlalık yardımıyla beslemeye gayret ederken, yaşaması için dualarını da destek yapmıştı elleri semada.
Üniversite öğrencisiydi Feride. Esnaf bir babayla, ev hanımı bir annenin diş hekimi olma yolunda ilerleyen tek evladı. Gerçekleşmesine ramak kalan hayalleri, kılık kıyafet bahanesiyle hedef gizleyen örtülü beyinler eliyle inkıtaa uğramıştı. Sohbetlerinin içeriği de değişmişti. Yaşadığı zorlukları anlatıyordu artık çoğu zaman Karadutuna, gözleri yaşlı. Yolun doğrusunu bulmuşken, eğrisine ikna edilmeye çalışıldığı soğuk odaları… Teslimiyetin gereğini, sembol kabul eden kıt akılları…
Ve bir gün gözyaşları içinde girmişti evin kapısından içeri. Kılık kıyafet bahanesinin ardına sığınan yöneticiler, okullarına girmelerini engelletmişti güvenlik görevlilerine. Yaşanan arbede de, taktığı günden beri ilk defa çözülmüştü başının örtüsü bir namahremin önünde. Toparlanması çok kısa sürmüş, sebep olanın gözlerinde gördüğü dehşet “ah”ına engel olmuştu belki ama teslim olunanın da bir yargısı vardı elbette.
Hayalleri yıkılan masum bir genç kızdı Feride. Karadut da dert ortağı… Tek dille sohbet eden iki can… Yaşadıklarından sonra lâl olan o tek dilin hüznü sebep olmuştu belki de, Karadutun balkon kapısından firarına…

***

O gün akşama kadar ne yapması gerektiğini düşündü Osman. Tek sırdaşından vazgeçmek istemiyordu. Ama kazaen de olsa ayağına bağladığı ağır taş benliğini aşağı doğru çekerken, bir diğerini ekleyerek tamamen dibe batmak da istemiyordu. “Belki sadece benzetmişimdir” diye mırıldandı. “Belki de gerçekten odur ama artık sakat olduğu için geri almak istemez.” Diye devam etti. Sonunda, üzerindeki vebal yükünün ağırlığını bir kat daha artırmaması gerektiğinde karar kıldı. Not aldığı telefon numarasını eli titreyerek tuşladı.
- İyi akşamlar. Kaybettiğiniz kedinizi bulmuş olabilirim.
Telefona cevap veren bayanın sevinç çığlığını, yaşlı gözlerle oğlunu izleyen Meryem kadın dahi duymuştu. Yeniden başlayacak olan öfke nöbetlerinin hüznü değildi yaşlı kadının gözlerindeki yaşın sebebi. Hatta hüzün bile değildi sanki. Acı vermesine rağmen, sıratı müstakime dönüş yapma kararı alabilen bir evlat yetiştirmenin haklı gururuydu belki…
Karadutuna kavuşmak için sabahı beklemeye niyeti yoktu Feride’nin. Aynı semtin farklı mahallelerindeydiler sadece. Adres bilgilerini öğrendikten sonra, aşağı yukarı ortalarında kalan parka getirmesini rica etti Osman’dan Karadutunu.
Evine az daha yakın olduğu için parka önce Osman ulaştı. Bir banka oturarak beklemeye başladı. Osman’ın koymuş olduğu kutuda tabiatı olmadığı halde sessizce duruyordu Kartopu. Neler olduğunu anlamış gibi, hüznü ve sevinci aynı anda yaşayan bir insanın şaşkın hali vardı üzerinde. Aralıklı olarak çiseleyen yağmur ve ilerleyen saat sebebiyle başka kimse yoktu parkta.
Parkın güney girişinde beliren iki bayanı gördüğünde “biri, o olmalı” diye düşündü. Bu saatte bir bayanın yalnız gezmesi pek uygun olmayacağına göre yanına bir arkadaşını almış olmalıydı. Kutuyu sol eliyle kavrayarak ayağa kalktı. Vedalaşma vakti gelmişti ama nasıl vedalaşabilirdi ki insan, en iyi dostuyla?
Bayanlar bulunduğu yere doğru koşmaya başladığında normal olmayan bir durum olduğunu sezdi. Arkalarından yalpalayarak gelen şahsı gördüğünde durumu anladı. Sarhoşun biri peşlerine takılarak rahatsız etmiş olmalıydı. Bir elini kullanamıyor oluşunun acısı, başından beri bu kadar oturmamıştı yüreğine. Yoksa şu hadsize haddini bildirmek, uzun zamandır özlemini çektiği tatlı su ferahlığını sunacaktı gönlüne…
Koşar adımlarla yanlarına ulaştı. Bir şekilde duruma müdahalede bulunmalıydı. Kartopunun bulunduğu kutuyu bir adım önde bulunan bayana doğru uzatırken telefonda öğrendiği isimle hitap etti.
- Feride Hanım.
Kutuyu alırken başını olumsuz manada sallayan genç kız, diğer bayanı işaret etti.
Sarhoşun olası bir yanlış hareketine karşı müdafaa pozisyonuna geçen diğer bayanın arkası dönüktü. “Şu haliyle, yırtıcı bir kuşu andırıyor.” Diye düşündü Osman. Mücadeleci bir kişiliği olmalıydı.
- Feride Hanım.
Yüzünü Osman’a doğru döndüğünde, kısa süreli bir suskunluğun ardından aynı anda, aynı sözcük döküldü ikisinin de dilinden.
- Sen…
Kalbi normalden birkaç kat fazla kan pompalıyordu şimdi Osman’ın bedenine. Tüm damarlarının gerildiğini hissetti. Bir ay önce yaşadığı uğursuz gün bir film şeridi gibi geçti gözlerini önünden. O ve ekibi, aldıkları emir gereği başörtülü öğrencilerin okula girişini engelliyorlardı, çoğunun içi kan ağlasa da… Kızların sınıf arkadaşlarının da desteğiyle çıkan arbede de, Osman’ın kol saati bir genç kızın başörtüsüne takılarak açılmasına neden olmuştu. Altına taktığı bone tesettüre riayetini korumuş olsa da, genç kızın yüzündeki ifadeyi ve o an yaşadığı dehşeti asla unutamıyordu Osman.
Duraklamalarından faydalanarak yanlarına yaklaşan sarhoş adam, yanında bir erkek olmasına rağmen fütursuzca Feride’ye laf atmaya kalktığında Osman’ın sağ yumruğu balyoz gibi suratında patladı.
Osman’ın derdine derman olacak fiili dua, bir günahın kefareti, gerekli bir özrün ilk adımıydı aslında yaşanan… Niyetin halisliğinin, eylemin başarısına katkısı, görünür olmuştu parkın taş zemininde boylu boyunca yatanla.
Birkaç ay sonra nişanlısıyla, yeni işyerinden telefonda görüşüyordu Feride.
- Bizimkiler, annenle seni bu akşam yemeğe davet ediyor. Hem Karadut da seni çok özledi.
- Kartopu diyecektin sanırım.

Sandığımız gibi sonlanmıyordu çoğu zaman başlangıçlar. Kalemin yazdıkları ne kadar karmaşık ve dolanık görünürse görünsün, yazdığı gibi yaşanacaktı sonuçta. Bize düşen, okyanusun durmak istediğimiz mevkiini belirledikten sonra bunun mücadelesini vermekti sadece. Nihayetinde istenen buydu. Yoksa aldıkları emir gereği dalgalar, adres teslimi yapacaktı elbette…
Bu mücadele de, zaaflarının ağırlığı sebebiyle bedel ödemek zorunda kalan Osman, pişmanlık anahtarı ve merhamet sandalı sayesinde geçebildi tövbe kapısından. Artık bu derin rüyanın yüzeyinde kulaç atarken destek alacağı, tuz yangınlarını birlikte dindireceği bir sevdası vardı. Zorlu bir tamir sürecinin ardından tutunduğu…
Meryem kadın tam istediği gibi bir gelin bulduğu, oğlu iyileştiği ve hiç istemediği o işten ayrıldığı için mutluydu.
Hayallerinden vazgeçmemişti Feride. Tehir etmişti sadece, kalemin yazdığı güne kadar.
Tek sıkıntısı, sahiplerinin hangi ismini kullanacaklarında karar kılamamasıydı küçük yaramazın. Ama bir gün dile gelse, çok sevdiği iki canın birlikteliği için diğer patisini kaybetmeye dahi razı olduğunu söylerdi kesinlikle.

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder