Dört yanı sularla kaplı
arzın, tamamı bulutsu bir okyanusla kaplı göğünün altında seyrediyoruz adına
“yaşam” denilen derin rüyayı… Birçoğumuzda yüzmeyi bilmiyoruz üstelik. Tuz
oranı yüksek mevkilerin yakıcılığından şikâyet ederken, yüksek kaldırma
kuvvetiyle diplerden yansıyan sahte hazinelerin boğucu aldatışlarından bizi
uzak tuttuğundan da bihaberiz. Ve dalgaların,
hangi olmaz sandıklarımıza bizi sürükleyeceğinden…
Rahmetli kocasından miras kalan
gecekondudan hallice evinde tek evladı Osman’la birlikte yaşayan Meryem kadın,
nispeten farkındalığın semeresi olan şükrü asla düşürmezdi dilinden. Her yarada
canını acıtan tuz yangınları sayesinde pişerek kıvam bulmuş, ayaklarının altına
cennet serilmiş bir anaydı o.
Tanıyanlar rahmetli babasına
benzetirlerdi Osman’ı. Annesinden öğrendiği kulaç darbeleri sayesinde şimdiye
kadar yüzeyde kalmayı başarabilmişti. Fakat çevresindeki rahat yaşama imrenerek,
isyanın sınırında ilticaya hazır bulurdu nefsini kimi zaman. Eğitimini zor
şartlar altında tamamlamış, kendi dalında iş bulamadığı için sertifika alarak
güvenlik görevlisi olma yolunu tutmuştu. Sabrı ve anne rızasının iktisabını göz
ardı ederek.
Haneye katılan son can,
sepetinde tembelce pineklemeyi tercih ederdi çoğu zaman.
Bir Cuma sabahı elini yüzünü
yıkadıktan sonra, annesinin örgü ördüğü oturma odasına geçti Osman. Eğilerek yerden aldığı iplik yumağını, odanın
bir köşesinde uyuklayan yavru kedinin önüne doğru fırlattı.
- Yakala Kartopu!
Tökezleyerek de olsa yumağa
doğru hamle yaptı küçük yaramaz. Bir otomobille, kaldırım arasına sıkıştığı
için kesilmek zorunda kalınan sağ ön patisi hareketlerini kısıtlasa da, bir
anda tarumar etmişti yumağı.
Oturduğu kanepeden onları
izleyen Meryem kadının gözlerine, sevinç yüklü bir bulutun nemli gölgesi düştü.
Belli belirsizdi belki… Ama uzun zamandır ilk defa hüzün harici çizgiler
belirmişti evladının çehresinde. Evvel zamanda olsa, ipliğini dağıttırdığı için
kızıp söylenecekti belki oğluna. Oysa şimdi, anın görüntüsünü çerçeve
yaptırarak duvarına asabilmek için neler vermezdi. İmtihanın en zoru, evlat ile
olanı olsa gerekti.
Yavru kedinin simsiyah
bedenine dolanan beyaz iplikle oynarken yaptığı şirinlikler, hüzünkıran etkisi
gösterdi hanede. Oğlunun, sağ kulağındaki beyaz leke haricinde ten rengiyle
tezat oluşturan Kartopu ismini kediye vermesindeki espriyi anlayamasa da,
onların birbirlerini çok iyi anladığının farkındaydı yaşlı kadın.
Osman yumağı önünden alarak
kediyi kızdırmak için sol eliyle hamle yaptığında, bulutlar yine koyuya
çeviriverdi rengini. Hareketsiz bir şekilde salınan diğer koluna gözleri
takıldığında, yaşlı kadının kirpiklerinden süzülen damlalarla aynı tondaydılar
şimdi. Değil çaresini, sebebini dahi bulamamıştı uzmanlar, oğlunun sağ elindeki
duyu yitiminin. Bir ay önce “elimde uyuşma var”
diyerek amirinden izin almış, eve gelmişti. İstirahat edince düzeleceği
umuduyla… Ertesi gün, düzelmemiş bilakis hiç kullanamaz olmuştu elini.
Doktorlar sorunun psikolojik
olabileceğini söylediklerinde şaşırmamıştı yaşlı kadın. Analık içgüdüsü
sayesinde o kadarını hissedebiliyordu zaten.
Bilmediği, neden olduğu ve nasıl düzeleceğiydi. Ne olduysa, işten izin
alarak eve geldiği gün olmuştu. “Nasıl”ına dair açıklayıcı bir cevabı yoktu Osman’ın.
Yahut anlatmaktan hayâ ettiği bir iş gelmişti başına…
Çalışamıyordu, üzgündü. Ve
öfkeliydi bir süre… Hüznün hâkimiyeti hiç bitmese de, kimi zaman doruk yapan
öfke nöbetleri, Kartopu eve geldiğinden beri neredeyse son bulmuştu.
İki hafta önce, bir arabanın
altında feryat ederken bulduğu yavruyu veterinere götürmüş, tedavisi
tamamlandıktan sonra eve getirmişti genç adam. Döşek hazırlayıp önüne mama
koyduktan sonra başını okşamış;
- Artık iki çolak burada
birlikte yaşayacağız, demişti.
Vakit yaşlaştığında abdest
alarak evden çıktı Osman. Cuma namazını eda ettikten sonra evinin aksi
istikametine doğru yürümeye başladı. Bir arka mahalledeki pastaneye giderek
annesinin çok sevdiği un kurabiyelerinden almayı planlıyordu. Pastane girişinin
az gerisinde bulunan elektrik direğindeki ilana gözleri takılınca durakladı.
Kartopu’nun biraz daha küçük halinin resmini, kulağındaki beyaz leke sayesinde
tanıdı. Şaşkınlığını üzerinden atmaya çalışarak altındaki notu okudu.
“Fotoğraftaki kediyi
görenlerin yahut bulanların, aşağıdaki telefon numarasına haber vermeleri rica
olunur.”
*
* *
Şirin yaramazın şu kısacık
ömründe sahip olduğu ikinci isimdi Kartopu. İlk sahibesi Feride, Karadut diye
seslenirdi ona. Karadutum, çatal karam…
Bir şiirin mısralarındaki
ses benzerliğini andırırdı, aralarındaki görünmez bağ. Birinin gelişi,
diğerinin yolda olduğunu hissettirirdi. Sürekli konuşurdu Feride onunla.
“Birimizin şiiri, diğerimizin şarkısı var” derdi. Sonra kızmış gibi kaşlarını
çatarak “ama öyle her ‘ismin ne’ diye sorana, cevap veren Feride değilim he”
diye devam ederdi.
Bir sabah ayazında okula
giderken karton bir kutunun içinde bulmuştu Feride, Karadutu. Yalnız ve
çaresiz… Bu duruma bir terk ediş mi yoksa bir facia mı sebep olmuştu,
bilmiyordu. Elleriyle sarmalayarak hemen eve geri dönmüştü. Damlalık yardımıyla
beslemeye gayret ederken, yaşaması için dualarını da destek yapmıştı elleri
semada.
Üniversite öğrencisiydi
Feride. Esnaf bir babayla, ev hanımı bir annenin diş hekimi olma yolunda
ilerleyen tek evladı. Gerçekleşmesine ramak kalan hayalleri, kılık kıyafet
bahanesiyle hedef gizleyen örtülü beyinler eliyle inkıtaa uğramıştı.
Sohbetlerinin içeriği de değişmişti. Yaşadığı zorlukları anlatıyordu artık çoğu
zaman Karadutuna, gözleri yaşlı. Yolun doğrusunu bulmuşken, eğrisine ikna
edilmeye çalışıldığı soğuk odaları… Teslimiyetin gereğini, sembol kabul eden kıt
akılları…
Ve bir gün gözyaşları içinde
girmişti evin kapısından içeri. Kılık kıyafet bahanesinin ardına sığınan
yöneticiler, okullarına girmelerini engelletmişti güvenlik görevlilerine.
Yaşanan arbede de, taktığı günden beri ilk defa çözülmüştü başının örtüsü bir namahremin
önünde. Toparlanması çok kısa sürmüş, sebep olanın gözlerinde gördüğü dehşet
“ah”ına engel olmuştu belki ama teslim olunanın da bir yargısı vardı elbette.
Hayalleri yıkılan masum bir
genç kızdı Feride. Karadut da dert ortağı… Tek dille sohbet eden iki can… Yaşadıklarından
sonra lâl olan o tek dilin hüznü sebep olmuştu belki de, Karadutun balkon
kapısından firarına…
***
O gün akşama kadar ne
yapması gerektiğini düşündü Osman. Tek sırdaşından vazgeçmek istemiyordu. Ama
kazaen de olsa ayağına bağladığı ağır taş benliğini aşağı doğru çekerken, bir
diğerini ekleyerek tamamen dibe batmak da istemiyordu. “Belki sadece
benzetmişimdir” diye mırıldandı. “Belki de gerçekten odur ama artık sakat
olduğu için geri almak istemez.” Diye devam etti. Sonunda, üzerindeki vebal
yükünün ağırlığını bir kat daha artırmaması gerektiğinde karar kıldı. Not
aldığı telefon numarasını eli titreyerek tuşladı.
- İyi akşamlar.
Kaybettiğiniz kedinizi bulmuş olabilirim.
Telefona cevap veren bayanın
sevinç çığlığını, yaşlı gözlerle oğlunu izleyen Meryem kadın dahi duymuştu.
Yeniden başlayacak olan öfke nöbetlerinin hüznü değildi yaşlı kadının
gözlerindeki yaşın sebebi. Hatta hüzün bile değildi sanki. Acı vermesine rağmen,
sıratı müstakime dönüş yapma kararı alabilen bir evlat yetiştirmenin haklı
gururuydu belki…
Karadutuna kavuşmak için
sabahı beklemeye niyeti yoktu Feride’nin. Aynı semtin farklı
mahallelerindeydiler sadece. Adres bilgilerini öğrendikten sonra, aşağı yukarı
ortalarında kalan parka getirmesini rica etti Osman’dan Karadutunu.
Evine az daha yakın olduğu
için parka önce Osman ulaştı. Bir banka oturarak beklemeye başladı. Osman’ın
koymuş olduğu kutuda tabiatı olmadığı halde sessizce duruyordu Kartopu. Neler
olduğunu anlamış gibi, hüznü ve sevinci aynı anda yaşayan bir insanın şaşkın
hali vardı üzerinde. Aralıklı olarak çiseleyen yağmur ve ilerleyen saat
sebebiyle başka kimse yoktu parkta.
Parkın güney girişinde
beliren iki bayanı gördüğünde “biri, o olmalı” diye düşündü. Bu saatte bir
bayanın yalnız gezmesi pek uygun olmayacağına göre yanına bir arkadaşını almış
olmalıydı. Kutuyu sol eliyle kavrayarak ayağa kalktı. Vedalaşma vakti gelmişti
ama nasıl vedalaşabilirdi ki insan, en iyi dostuyla?
Bayanlar bulunduğu yere
doğru koşmaya başladığında normal olmayan bir durum olduğunu sezdi.
Arkalarından yalpalayarak gelen şahsı gördüğünde durumu anladı. Sarhoşun biri
peşlerine takılarak rahatsız etmiş olmalıydı. Bir elini kullanamıyor oluşunun
acısı, başından beri bu kadar oturmamıştı yüreğine. Yoksa şu hadsize haddini
bildirmek, uzun zamandır özlemini çektiği tatlı su ferahlığını sunacaktı
gönlüne…
Koşar adımlarla yanlarına
ulaştı. Bir şekilde duruma müdahalede bulunmalıydı. Kartopunun bulunduğu kutuyu
bir adım önde bulunan bayana doğru uzatırken telefonda öğrendiği isimle hitap
etti.
- Feride Hanım.
Kutuyu alırken başını
olumsuz manada sallayan genç kız, diğer bayanı işaret etti.
Sarhoşun olası bir yanlış
hareketine karşı müdafaa pozisyonuna geçen diğer bayanın arkası dönüktü. “Şu
haliyle, yırtıcı bir kuşu andırıyor.” Diye düşündü Osman. Mücadeleci bir
kişiliği olmalıydı.
- Feride Hanım.
Yüzünü Osman’a doğru
döndüğünde, kısa süreli bir suskunluğun ardından aynı anda, aynı sözcük döküldü
ikisinin de dilinden.
- Sen…
Kalbi normalden birkaç kat
fazla kan pompalıyordu şimdi Osman’ın bedenine. Tüm damarlarının gerildiğini
hissetti. Bir ay önce yaşadığı uğursuz gün bir film şeridi gibi geçti gözlerini
önünden. O ve ekibi, aldıkları emir gereği başörtülü öğrencilerin okula
girişini engelliyorlardı, çoğunun içi kan ağlasa da… Kızların sınıf
arkadaşlarının da desteğiyle çıkan arbede de, Osman’ın kol saati bir genç kızın
başörtüsüne takılarak açılmasına neden olmuştu. Altına taktığı bone tesettüre
riayetini korumuş olsa da, genç kızın yüzündeki ifadeyi ve o an yaşadığı
dehşeti asla unutamıyordu Osman.
Duraklamalarından
faydalanarak yanlarına yaklaşan sarhoş adam, yanında bir erkek olmasına rağmen
fütursuzca Feride’ye laf atmaya kalktığında Osman’ın sağ yumruğu balyoz gibi
suratında patladı.
Osman’ın derdine derman
olacak fiili dua, bir günahın kefareti, gerekli bir özrün ilk adımıydı aslında
yaşanan… Niyetin halisliğinin, eylemin başarısına katkısı, görünür olmuştu
parkın taş zemininde boylu boyunca yatanla.
Birkaç ay sonra
nişanlısıyla, yeni işyerinden telefonda görüşüyordu Feride.
- Bizimkiler, annenle seni
bu akşam yemeğe davet ediyor. Hem Karadut da seni çok özledi.
- Kartopu diyecektin
sanırım.
Sandığımız gibi
sonlanmıyordu çoğu zaman başlangıçlar. Kalemin yazdıkları ne kadar karmaşık ve
dolanık görünürse görünsün, yazdığı gibi yaşanacaktı sonuçta. Bize düşen,
okyanusun durmak istediğimiz mevkiini belirledikten sonra bunun mücadelesini
vermekti sadece. Nihayetinde istenen buydu. Yoksa aldıkları emir gereği
dalgalar, adres teslimi yapacaktı elbette…
Bu mücadele de, zaaflarının
ağırlığı sebebiyle bedel ödemek zorunda kalan Osman, pişmanlık anahtarı ve
merhamet sandalı sayesinde geçebildi tövbe kapısından. Artık bu derin rüyanın
yüzeyinde kulaç atarken destek alacağı, tuz yangınlarını birlikte dindireceği
bir sevdası vardı. Zorlu bir tamir sürecinin ardından tutunduğu…
Meryem kadın tam istediği
gibi bir gelin bulduğu, oğlu iyileştiği ve hiç istemediği o işten ayrıldığı
için mutluydu.
Hayallerinden vazgeçmemişti
Feride. Tehir etmişti sadece, kalemin yazdığı güne kadar.
Tek sıkıntısı, sahiplerinin
hangi ismini kullanacaklarında karar kılamamasıydı küçük yaramazın. Ama bir gün
dile gelse, çok sevdiği iki canın birlikteliği için diğer patisini kaybetmeye
dahi razı olduğunu söylerdi kesinlikle.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder