Evvel
zaman içinde kalbur saman içinde, develer top oynarken, eski hamam içinde…
Önce, İtalyan şair
Giambattista Basile’in “Ay, Güneş ve Talia” adıyla derlediği; sonra, Grimm
Kardeşlerin “Uyuyan Güzel” diyerek süslediği batı masalının üzerimize
tatbikiydi son asır… Bir nevi hazır senaryo… İlk kaynağına ulaşılabilse, onun
dahi ç/alıntı olduğu ortaya çıkması muhtemel yüzyıllık uyku masalı.
Uygulama, Ar- Ge olarak
kısaltılmış, araştırma- geliştirme çalışmalarını; araklama- geliştirme olarak
uygulayan batı toplumu için sıradan bir oyundu. Bulunmuşun bir daha bulunarak
sahiplenilmesi, oynanmış bir oyunun farklı oyuncular ve zamanın tekniğini
kullanarak biteviye sahneye sürülmesi kıvamı ve kıvraklığında. Batı toplumunun,
bu işlerdeki beceri performansının yüksek olduğu yadsınamayacak bir gerçek. Ne
de olsa süreklilik tecrübeyi getirir, tecrübe de beceriyi.
Doğunun yetiştirdiği ilim
adamlarının terekesiyle zirveye çıkan, gerçek mirasçıları özgürlük uçurumuna
atan batı…
Seyircinin ilgisini
çekebilmiş filmleri, tekrar çekim fırınına süren batı…
Lambadaki cini, yani oyun
kurucuyu uzun zamandır biliyorduk zaten. Uyuyor olsak da; rüyalar âleminde kâh
mübeşşirat ile kâh hadis-ün nefs ile seziyorduk gerçeği. Bazılarımız şahı,
veziri, fili de biliyordu belki. Fakat piyonların kimler olabileceğine dair en
ufak bir fikrimiz yoktu.
Bir milleti fert fert
uyutabilmek, lambada gizlenen için mutlak bir başarı sayılabilirdi belki… Lakin
bir gün uyanacaklarını ve hatta arada gözünü kırpmadan bekleyenlerin
kalabileceğini öngörememekte aynı seviyede başarısızlıktı aslında… Uyanık
kalanların, sair olanları uyandırabileceğinin idrakine varamamakta.
Belki de farkındaydılar.
Uyku mahmurluğundaki milletin arasına, devşirilmiş, kandırılmış yahut direk
kendi kanından ajanları serpiştirirken ninnilerle bir kere daha efsunladılar
bizi. Uyuyan güzel ayamadan bir daha iğneleyebilsinler diye. “Uyusun da, büyüsün” güftesi, kim bilir kimin
bestesiyle. Ali’nin attığı top ve Oya’nın atladığı iple aynı terane. Masal
onların masalı, ninni onların ninnisi olunca ölü toprağı etkisi de elzem olacaktı
tabi. Yani onların olanın bizim olana galebe çalmasıydı bizim için sorunsalın
büyüğü.
Evet farkındaydılar. Ne
çeşit bir iğne yüz yıl uyutacak morfini bünyesinde barındırır, bunca uykudan
sonra ne derece güzellik kalır bilinmese de… Virgülden önceki emeline nail
olanın, virgülden sonraki ihtimalin dehşetine kapılması da kaçınılmaz oluyor
elbet. “Bir varmış, bir yokmuş” un sırrına vakıf değildir çünkü onların masalı…
Uyuyan devin uyanacağı zamanın yaklaşıyor oluşundan dehşete kapılmışlar ve son
bir umut zerk etmişlerdi kanserli hücreleri vücudumuza. Oysa ne kadar da bize
benziyorlardı.
Fakat altı öpülesi ayakları sallanmaya, bostana giren
danalar taşlanmaya başlanmadan önce anlattıkları binlerce yıllık kültürün
mirası masallarla öğretmişlerdi evvela analarımız bize gerçeği uykuya dalmadan.
Göz bebeklerimizde gizlemiştik ateş böceğinin ışığı misali umudu. İslam
ümmetiydik biz, Türk milleti. Her fetretin ardından gürbüzleşerek doğan…
Yirmi yedi
Mayıs, on iki Eylül, yirmi sekiz Şubat uyanık kalanların, uyandırmak adına
silkelemesiydi bizi. Su serpmesiydi gözlerimizi açabilmemiz için. Ve ne yazık,
biz mahmurluğun günahıyla cebelleşirken derdest edilmişti pek çoğu.
A kara kuyu, kara kuyu. Bir değirmen verdin ama hani ya bunun
suyu?
Nihayet on
beş Temmuz saati çınlarken ancak aralayabildik gözlerimizi. O gözlerden sızan
umudu topladığı kavanozla fener oldu biri önümüze. Bir güneş… Bir lider… Bir
reis… Uyumayanların izinde, bir uyanık kalan… O gece hatırladık. Bir kapımız
vardı bizim, unuttuğumuz, ihmal ettiğimiz. Hatırladığımızda, giriş yaptığımızda
dağılan safları birleştirecek. Ve yoluna fener tuttu biri…
Sağımızda
solumuzda, önümüzde arkamızda, kısacası niyetine girdiğimizde ve
pişmanlıklarımızın doruğa çıktığı her anda bir çocuk masumluğuyla görüp
sobeleyebileceğimiz kadar yakın üstelik ardına kadar açık bir kapı. Tövbe
kapısı… Ceketini kiraladığımız coğrafyanın yırtık astarı içinde kaybettiğimiz
günden beri her gün iç cebimizde yepyeni umutlarla doğan. Batıya değil ve şükür
hala batıdan değil.
Uykudan
hayırlı olanların ihmalinin tövbesiyle bulduk ab-ı hayatımızı. Gerginliğimiz
mahmurluğun getirisi değildi artık. Sadağından boşalmaya hazır ok kıvamına
erişmemizdendi. On beş Temmuz gecesi saflarımızı birleştirerek püskürttük
üzerimizdeki ölü toprağını ve o hain girişimi. Uykunun en baskın saatleri henüz
aydınlığa varmadan devletiyle bir olan bu aziz millet öğretti büyüklüğünü
dünyaya. Bir millet uyandı, bir ümmet uyandı o gece… Ve zehirli aşıları elinde
patladı tüm oyun kurucuların. Sonrasında;
Üzüldük.
İki yüz
kırk şehit ve binlerce gazinin fedakârlığıyla aydınlandı on altı Temmuz sabahı.
“Gereğini yap. Kaç nöbeti yazarsan yaz, razıyız.” Mesajı verdi bu millet feneri
elinde tutan reisine. Yenikapı ruhu, yepyeni kapılar açılacağının habercisiydi
vatanı için canını verebilecek herkese…
Asabileştik.
On beş
Temmuz gecesi mecburiyetindeyken vatan savunmanın, on altı Temmuz sabahı görevi
başarabilmenin memnuniyetindeydik belki. Ama uykunun azı kadar çoğunun da sebep
olduğu asabi ruh haliyle birde baktık ki; piyonların çocukları doğmadan,
doğacakları hastane hazır… Anaokulundan üniversiteye kadar, okuyacakları okul
hazır… İşleri hazır, aşları hazır… Ölünce cennette yerleri hazır… Üstelik doldurmuşlar
her inanç sahibini içeriye. Her iki âlemde de yer bırakmamışlar, gerçek
sahiplerine.
Şaşırdık.
Hal böyle
olunca, dünyayı ve dahi ahreti bu kadar ucuza kapatabileceğine inanan müflis
tüccar zihniyeti; takılmış ateşi su, suyu ateş olarak gösterecek olanın öncü
birliğine. Kimi saflıktan, kimi uyanıklıktan, kimi de kim bilir hangi hain
emelin peşinde olduğundan. Oysa değil milli masallarımız, tekerlemelerimiz bile
başlarına gelecek olanı anlamalarına yeterliydi;
Var
varanın, sür sürenin,
Baykuşu çok
viranenin,
Destursuz
bağa girenin,
Hali duman
demişler.
Hırslandık.
Darbe
girişimine kalkışan kökü dışarıda örgütün, diğer tüm terör örgütleriyle
bağlantı içinde olduğu, ülke güvenliği için gizli kalması gereken bilgilerin
dışarı servis edilerek güvenlik zafiyeti meydana getirdikleri ortaya çıktı.
Peygamber ocağı dediğimiz ordumuzun içine, eğitim sistemine, siyaset sahnesine,
adaletin terazisine, iş dünyasına ve daha pek çok kuruma soruları çalarak
destursuz sızanlar için temizlik operasyonları başlatıldı. Yerlerine geçen
vatanın gerçek evlatları, temizliği kılcala dek indirgedi.
Dostumuzu,
düşmanımızı tanıdık.
Müttefik
olduğumuzu sandığımız ülkelerin, darbe girişimcisi terör örgütünü besleyip
büyüterek üzerimize saldığı ortaya çıktı ve alternatif birlikler kurmak için
çalışmalara başlandı. Vatan savunmasının sınırların içerisinde değil, dışında
yapılması gerçeği göz önüne alınarak sınır ötesi operasyonlara girişildi.
Umutlandık.
Engel olucuların bertaraf
edilmesiyle, ülkeye yapılan hizmetler çoğalmaya başladı. Dünyanın beşten büyük
olduğunu öğrendik ve pek çok yerinde muzaffer olmamız için ellerini duaya açan
dostlarımızın olduğunu… Yine en büyük müttefikimiz sandığımız okyanus ötesindeki
ülkenin, örgütün elebaşını saklayıp
korumasından amacının farklı olduğunu öğrendik. Veziri, kaleleri, filleri ve
atları bir bir devrilirken okyanus ötesindeki şaha şah çektik.
Ve en
önemlisi bu millet tarihini ve bu geçmişin üzerine yüklediği sorumlulukları
hatırladı. Sorumluluklarını sahte şeyhlere yükleyerek vebalden
kurtulamayacağını… Selam olsun gözlerimizdeki umudu fener yapanlara. Selam
olsun cumhura ve başkanına…
Selam olsun
ateş böceğinden fenerler yakanlara…
Gökten üç elma düştü…
Faruk
Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder