5 Aralık 2018 Çarşamba

Ateş Böceğinden Fenerler Yakmak (Deneme)

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer top oynarken, eski hamam içinde…
Önce, İtalyan şair Giambattista Basile’in “Ay, Güneş ve Talia” adıyla derlediği; sonra, Grimm Kardeşlerin “Uyuyan Güzel” diyerek süslediği batı masalının üzerimize tatbikiydi son asır… Bir nevi hazır senaryo… İlk kaynağına ulaşılabilse, onun dahi ç/alıntı olduğu ortaya çıkması muhtemel yüzyıllık uyku masalı.
Uygulama, Ar- Ge olarak kısaltılmış, araştırma- geliştirme çalışmalarını; araklama- geliştirme olarak uygulayan batı toplumu için sıradan bir oyundu. Bulunmuşun bir daha bulunarak sahiplenilmesi, oynanmış bir oyunun farklı oyuncular ve zamanın tekniğini kullanarak biteviye sahneye sürülmesi kıvamı ve kıvraklığında. Batı toplumunun, bu işlerdeki beceri performansının yüksek olduğu yadsınamayacak bir gerçek. Ne de olsa süreklilik tecrübeyi getirir, tecrübe de beceriyi.
Doğunun yetiştirdiği ilim adamlarının terekesiyle zirveye çıkan, gerçek mirasçıları özgürlük uçurumuna atan batı…
Seyircinin ilgisini çekebilmiş filmleri, tekrar çekim fırınına süren batı…
Taklit suni baharlarla, milyonları zemheri ayazına mahkûm eden batı…


Lambadaki cini, yani oyun kurucuyu uzun zamandır biliyorduk zaten. Uyuyor olsak da; rüyalar âleminde kâh mübeşşirat ile kâh hadis-ün nefs ile seziyorduk gerçeği. Bazılarımız şahı, veziri, fili de biliyordu belki. Fakat piyonların kimler olabileceğine dair en ufak bir fikrimiz yoktu.
Bir milleti fert fert uyutabilmek, lambada gizlenen için mutlak bir başarı sayılabilirdi belki… Lakin bir gün uyanacaklarını ve hatta arada gözünü kırpmadan bekleyenlerin kalabileceğini öngörememekte aynı seviyede başarısızlıktı aslında… Uyanık kalanların, sair olanları uyandırabileceğinin idrakine varamamakta.
Belki de farkındaydılar. Uyku mahmurluğundaki milletin arasına, devşirilmiş, kandırılmış yahut direk kendi kanından ajanları serpiştirirken ninnilerle bir kere daha efsunladılar bizi. Uyuyan güzel ayamadan bir daha iğneleyebilsinler diye.  “Uyusun da, büyüsün” güftesi, kim bilir kimin bestesiyle. Ali’nin attığı top ve Oya’nın atladığı iple aynı terane. Masal onların masalı, ninni onların ninnisi olunca ölü toprağı etkisi de elzem olacaktı tabi. Yani onların olanın bizim olana galebe çalmasıydı bizim için sorunsalın büyüğü.
Evet farkındaydılar. Ne çeşit bir iğne yüz yıl uyutacak morfini bünyesinde barındırır, bunca uykudan sonra ne derece güzellik kalır bilinmese de… Virgülden önceki emeline nail olanın, virgülden sonraki ihtimalin dehşetine kapılması da kaçınılmaz oluyor elbet. “Bir varmış, bir yokmuş” un sırrına vakıf değildir çünkü onların masalı… Uyuyan devin uyanacağı zamanın yaklaşıyor oluşundan dehşete kapılmışlar ve son bir umut zerk etmişlerdi kanserli hücreleri vücudumuza. Oysa ne kadar da bize benziyorlardı.
Fakat altı öpülesi ayakları sallanmaya, bostana giren danalar taşlanmaya başlanmadan önce anlattıkları binlerce yıllık kültürün mirası masallarla öğretmişlerdi evvela analarımız bize gerçeği uykuya dalmadan. Göz bebeklerimizde gizlemiştik ateş böceğinin ışığı misali umudu. İslam ümmetiydik biz, Türk milleti. Her fetretin ardından gürbüzleşerek doğan…
Yirmi yedi Mayıs, on iki Eylül, yirmi sekiz Şubat uyanık kalanların, uyandırmak adına silkelemesiydi bizi. Su serpmesiydi gözlerimizi açabilmemiz için. Ve ne yazık, biz mahmurluğun günahıyla cebelleşirken derdest edilmişti pek çoğu.

A kara kuyu, kara kuyu. Bir değirmen verdin ama hani ya bunun suyu?
Nihayet on beş Temmuz saati çınlarken ancak aralayabildik gözlerimizi. O gözlerden sızan umudu topladığı kavanozla fener oldu biri önümüze. Bir güneş… Bir lider… Bir reis… Uyumayanların izinde, bir uyanık kalan… O gece hatırladık. Bir kapımız vardı bizim, unuttuğumuz, ihmal ettiğimiz. Hatırladığımızda, giriş yaptığımızda dağılan safları birleştirecek. Ve yoluna fener tuttu biri…
Sağımızda solumuzda, önümüzde arkamızda, kısacası niyetine girdiğimizde ve pişmanlıklarımızın doruğa çıktığı her anda bir çocuk masumluğuyla görüp sobeleyebileceğimiz kadar yakın üstelik ardına kadar açık bir kapı. Tövbe kapısı… Ceketini kiraladığımız coğrafyanın yırtık astarı içinde kaybettiğimiz günden beri her gün iç cebimizde yepyeni umutlarla doğan. Batıya değil ve şükür hala batıdan değil.
Uykudan hayırlı olanların ihmalinin tövbesiyle bulduk ab-ı hayatımızı. Gerginliğimiz mahmurluğun getirisi değildi artık. Sadağından boşalmaya hazır ok kıvamına erişmemizdendi. On beş Temmuz gecesi saflarımızı birleştirerek püskürttük üzerimizdeki ölü toprağını ve o hain girişimi. Uykunun en baskın saatleri henüz aydınlığa varmadan devletiyle bir olan bu aziz millet öğretti büyüklüğünü dünyaya. Bir millet uyandı, bir ümmet uyandı o gece… Ve zehirli aşıları elinde patladı tüm oyun kurucuların. Sonrasında;
Üzüldük.

İki yüz kırk şehit ve binlerce gazinin fedakârlığıyla aydınlandı on altı Temmuz sabahı. “Gereğini yap. Kaç nöbeti yazarsan yaz, razıyız.” Mesajı verdi bu millet feneri elinde tutan reisine. Yenikapı ruhu, yepyeni kapılar açılacağının habercisiydi vatanı için canını verebilecek herkese…

Asabileştik.

On beş Temmuz gecesi mecburiyetindeyken vatan savunmanın, on altı Temmuz sabahı görevi başarabilmenin memnuniyetindeydik belki. Ama uykunun azı kadar çoğunun da sebep olduğu asabi ruh haliyle birde baktık ki; piyonların çocukları doğmadan, doğacakları hastane hazır… Anaokulundan üniversiteye kadar, okuyacakları okul hazır… İşleri hazır, aşları hazır… Ölünce cennette yerleri hazır… Üstelik doldurmuşlar her inanç sahibini içeriye. Her iki âlemde de yer bırakmamışlar, gerçek sahiplerine.

Şaşırdık.

Hal böyle olunca, dünyayı ve dahi ahreti bu kadar ucuza kapatabileceğine inanan müflis tüccar zihniyeti; takılmış ateşi su, suyu ateş olarak gösterecek olanın öncü birliğine. Kimi saflıktan, kimi uyanıklıktan, kimi de kim bilir hangi hain emelin peşinde olduğundan. Oysa değil milli masallarımız, tekerlemelerimiz bile başlarına gelecek olanı anlamalarına yeterliydi;
Var varanın, sür sürenin,
Baykuşu çok viranenin,
Destursuz bağa girenin,
Hali duman demişler.

Hırslandık.

Darbe girişimine kalkışan kökü dışarıda örgütün, diğer tüm terör örgütleriyle bağlantı içinde olduğu, ülke güvenliği için gizli kalması gereken bilgilerin dışarı servis edilerek güvenlik zafiyeti meydana getirdikleri ortaya çıktı. Peygamber ocağı dediğimiz ordumuzun içine, eğitim sistemine, siyaset sahnesine, adaletin terazisine, iş dünyasına ve daha pek çok kuruma soruları çalarak destursuz sızanlar için temizlik operasyonları başlatıldı. Yerlerine geçen vatanın gerçek evlatları, temizliği kılcala dek indirgedi.

Dostumuzu, düşmanımızı tanıdık.

Müttefik olduğumuzu sandığımız ülkelerin, darbe girişimcisi terör örgütünü besleyip büyüterek üzerimize saldığı ortaya çıktı ve alternatif birlikler kurmak için çalışmalara başlandı. Vatan savunmasının sınırların içerisinde değil, dışında yapılması gerçeği göz önüne alınarak sınır ötesi operasyonlara girişildi.
Umutlandık.

Engel olucuların bertaraf edilmesiyle, ülkeye yapılan hizmetler çoğalmaya başladı. Dünyanın beşten büyük olduğunu öğrendik ve pek çok yerinde muzaffer olmamız için ellerini duaya açan dostlarımızın olduğunu… Yine en büyük müttefikimiz sandığımız okyanus ötesindeki ülkenin,  örgütün elebaşını saklayıp korumasından amacının farklı olduğunu öğrendik. Veziri, kaleleri, filleri ve atları bir bir devrilirken okyanus ötesindeki şaha şah çektik.

Ve en önemlisi bu millet tarihini ve bu geçmişin üzerine yüklediği sorumlulukları hatırladı. Sorumluluklarını sahte şeyhlere yükleyerek vebalden kurtulamayacağını… Selam olsun gözlerimizdeki umudu fener yapanlara. Selam olsun cumhura ve başkanına…
Selam olsun ateş böceğinden fenerler yakanlara…

Gökten üç elma düştü…

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder