Açılmadığı için kilidi ve menteşesi pas
tutan kapıların ardında saklanan ruhlarla, anahtar deliğinden iletişim kurmak
ne kadar zor olsa da; hatırlayan ve bulmaya çalışanlardandık devrimize denk
gelen Kalu bela komşularımızı. Nisyan maluliyetinden muzdarip beşeri hafızamızın
uğratabileceği ziyanı, sıklaştıracağımız saflarla asgariye indirmekti
muradımız.
Baba ocağının o her daim sıcak
ikliminde, ninniler eşliğinde sallanırken analarımızın ayakları üzerinde;
altından gelen cennet kokusundan mahrum kalmamaları için mağfiret dilerdi
bebekçe feryadımız. “Hayırlı işler” dilemekti evden çıkan babamıza, iki tabak
taşımaktı sofraya çocukça hayratımız. Bir subhaneke ile tüm aileyi koruma
altına almaktı. Ayağı takılan kardeşimizi kaldırmak için çamura dalmaktı.
Sonrası vahim.
Az gittik uz gittik. Birde baktık ki,
kırklanmışız. Maluliyetimizin, muradımızı unutturduğunun farkına varmadan. Amacımızı unutmuşuz da, dünyayı sırtlanmışız. Fark
edemedik, kaseti geriye sarmadan.
Kırk yaş, kırkının da gönlü kırık yaş. Takvimden
düşen bir yaprak mıydı, uyandırma servisi? Yoksa aynada gördüğümüz, saçımıza
düşen ak mıydı?
Yırt sırrını artık
ayna, kendimle buluştur beni.
Dostumla konuşur gibi,
benimle konuştur beni.
Hükümsüzlük ilanını,
verdiğim günden beri,
Bir tek kendimle küsüm,
ne olur barıştır beni.
- Kapı mı çaldı?
- Çalsın mı?
- Bilmem!
- Tak... Tak…
- Kim o?
- Kim olsun?
- Somutta yokluğum, soyutta
çokluğum.
- O vakit, ben geldim.
- Kimsin sen?
- Çocukluğun.
- Ne getirdin?
- İncik boncuk.
- Bas git çocuk. Ya da başka telden çal. Kandırmaz artık o numara.
- Kızmak yok. Kendini kovamazsın kendinden. Hem malını sen sürdün pazara.
- Haddini aşma. Dil verdim diye kazara.
- Sen yinede benimle
kal, sonra gelirsin nazara.
- Cevap sende değil
belli, senden sonra çıktım ben pazara.
Ve gençlik. Biraz
ünsiyet biraz nisyan… Hem deli gibi bağlanır, hem unutur insan. Serde
delikanlılık vardı ya, alayına isyan. Kendimi kendimden çıkardım sıfır kalmadı.
Sağlamasını toplamanın
aklı almadı. Ya sollaması?
- İlerde çevirme var
dost, ne sollaması?
İlk kavga, ilk sevda,
kapıyı sert vurma, okulu ilk kırma. Belli yoldan çıkaran sollama.
- Ek hak, buldun ilk
doğruyu.
- Sonrası da mı var?
- Elbette. İşte böyle
yola çıkarsın bir gün.
Az gidersin, uz gidersin. Dere tepe düz
gidersin.
- Yoruldun mu?
- Evet.
- Yorulursun.
- Ne yapmam lazım?
- Ne yapmam lazım?
- Fazla soru sorma,
duyarlarda kovulursun.
- ?
- Dolap beygiri
kilometrelerce yol yürüse, nereye varır sence?
- En fazla başladığı
yere herhalde. Ama nedir bu sorular, bu işkence?
- Anlarsın belki bir
gün. Ya da anlayanı bulursun.
- Bre nadan! Ne diye
sorular sorup durursun? Ya anlat! Anladığım kadar kabulleneyim bilgini. Ya da sus! Başka konulara vereyim ilgimi.
- Demem o ki; çoğu Âdemoğlu
ayıramazken elif ile merteği. Nasıl bulur Kaf dağının ardındaki gerçeği?
- Bu kadar müteşabihat
bana fazla. Ya hemen konuya gir. Ya da yanımdan gazla.
- Farz et içindeyiz bir
ormanın. Yeşilin tüm tonları sarmış her yanımızı. Önümüzde sakin akan bir dere.
Bir yudum su içmek için durur musun?
- Dururum.
- Serinlemek için
avuçlarına su doldurup yüzüne vurur musun?
- Vururum.
- Bir taşa oturup şu
tatlı rüzgârın esintisiyle kurur musun?
- Kururum.
- Ya göründüğü gibi
değilse, gördüğünü sandıkların. Ve bilmeden aynı cevapları veriyorsan…
- Nasıl?
- Orman, aslında bir
tuzak… Yeşilliğin içi sana böcek gözüyle bakan dev bukalemunlarla dolu olsa.
Dere de patlayan volkandan akıp gelen bir lav denizi. Yine de durur musun?
- Durmam.
- Lavdan avuçlarınla
yüzüne vurur musun?
- Vurmam.
- O tatlı sandığın
rüzgâr bedenini kavuracak radyasyon taşıyorsa sana. Yine taşa oturup kurur
musun?
- Kurumam.
- Emin misin?
- Öyle sanıyorum.
- Ya yanılıyorsan?
- Sorularda ilk şıkkı
görüyorsam, nasıl ikinci şıkkın cevaplarını sunabilirim? Ateş denizi sarmışsa
her yanımı, gerçek su da nasıl yunabilirim?
- Dünya ve insan… Nedir
ikisini bu denli benzer kılan?
- Bunu biliyorum. İnsan
bedenini canlı tutan damarlarında dolaşan kan denizi. Dünyayı sarmalayan ley
hattı, bu denizin ikizi.
- Ley hattını unutma
ki, lev (keşke) kapısında kalma. Leyl (gece) de teheccüde kalk, yunar seni hiç
korkma.
- Diyorsun ki, paslı
kapıları zorla. Pasa bulanmaktan korkma.
- Kalem pil bile,
sıralı dizilmezse feneri yakamaz.
- Her devirde denemedik
mi sanırsın? Devri Süleyman da Tophane rıhtımında dibi delinmeseydi Yemen'den
yola çıktığımız geminin, Marmara da suya yazmaktansa kırk yıllık hatır aşılayan
cezvelerde demlenirdik.
Yitirmeseydi anlamını bu kadar vefa, üzüm
suyuyla bir tutulmaz dost gönüllerde eğlenirdik.
- Kırk yaşındasın.
Yardım et isteyene, vefa bekleme. Eğlenmek için vaktin yok, yolda tekleme. Gözünden
akan kırk damla yaşın temizlesin, kırk yaşını.
Biz insana ana
ve babasına iyilik yapmayı tavsiye ettik. Anası onu zahmetle karnında taşıdı ve
zahmetle doğurdu. Onun ana karnında taşınması ile sütten kesilme süresi otuz
aydır. Nihayet insan olgunluk çağına ulaşıp, kırk yaşına geldiğinde der ki:
"Ey Rabbim! Bana ve ana babama ihsan ettiğin nimetlerine şükretmemi ve
senin hoşnut olacağın salih amel işlememi ilham et. Benim neslimden gelenleri
de salih kimseler kıl. Doğrusu ben tövbe edip sana yöneldim. Ve ben gerçekten
Müslümanlardanım." (AHKAF/15)
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder