“Bir fincan kahvenin,
kırk yıl hatırı var”mış…
Peki ya fincan hangi
rolü üstlenir, bu uzun soluklu senaryo da? Yardımcı oyuncu mu? Ya cezve? Telve?
Tamam, divit
geçirmiştir kâğıda, edebi bir metini… Şiiri…
Ya o, kibrindeyken
bereket duasıyla nihayetlenen tebriklerin; farkında mıdır acaba hokka olmuş
yüreğin değerinin?
Hepsinin bir hikâyesi
var, birbiriyle kesişen. Biri dahi yoksa bütünü eksik kılan.
Kahvenin; fincanla,
cezveyle, telveyle…
Yazının; kalemle,
mürekkeple, yürekle…
“Hikâyeden” olmaktansa,
“hikâyeci” olmayı tercih eden bir fani olarak, “yazmalısın” diyorum,
yazamıyorum. Mevsimsel olabilir telkiniyle paslıyorum durumu; aklımın, “ikna”
ismini verdiğim odacıklarına.
Kuralların, çiğnenmek
için konulduğunu sanan baskın milli genimin, “yazmak” fiilinin üçüncü tekil
şahıs emir kipiyle isimlenmiş mevsime tepkisi belki de, bir ünlüyü tepe taklak
eden. “YAZ(a)mıyorum.”
Oldu mu?
Sanmıyorum.
Bu teoriyle kış, bir
kışkışlar ki vakti zamanı gelince. Kâğıt donar, kalem donar, yürek donar. Ne
kalır elde?
Ve benden tam elli sene
önce doğmuş bir hikâyeciye, Nezihe Meriç’e ait bir sözle noktalıyorum
yaz(a)mamayı;
“Çok yazamıyorum ama
hikâyeler içinde yaşıyorum.”
- Neden?
- Çünkü okuyucu
sayısının, iki elin parmaklarını geçmeyeceğini biliyorum.
Elli sene… İnsan ömrü
içinde uzun bir zaman dilimi…
Ve zaman… Dipsiz kuyu.
Yazabilir miyiz onu da?
Belki bir bahar…
Faruk
Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder