“Hadi bakalı haramiler”, dedi. Sağ omzuna aldığı koliyle birlikte kapıya doğru
yürürken. "Bu işi, bu akşam bitirmemiz lazım."
Üç senedir yönettiği mekânı terk ederken sergilediği bu tepkisiz duruş,
umursamazlıktan ziyade umarsızlıktandı.
“Merak etme Ali Baba. Fazla bir eşya kalmadı zaten”, dedi çalışanlardan biri.
Ali’ye, saklamaya çalıştığı hüznün farkında olduğunu ama elden bir şey
gelmeyeceğini ifade eden bir bakış attıktan sonra tekrar yaptığı işe yöneldi.
Seyyar bir merdivenin üzerinde, duvarlara asılı tabloları zarar vermeden
indirmeye çalışıyordu.
Omzundaki koliyi park halinde duran kamyonete yükledikten sonra, arkasını
dönerek ayrıldığı mekâna son bir bakış attı Ali. İnşa edildiğinde iki katlı
müstakil bir ev iken, zaman içinde konumunun prim yapmasıyla dükkâna
dönüştürülmüştü asırlık bina. Yakın zamanda değiştirilmiş kapı ve pencereler,
ön yüzüne iliştirilmiş cafcaflı tente ve rengârenk boya ile yapılmaya çalışılan
gençlik aşısı tutmamış, ilerleyen yaşını makyajla gizlemeye çalışan ihtiyar bir
kadına dönmüştü bina daha çok... Hâlbuki onun “yoruldum artık” diyen sessiz
feryadını içinde olduğu her dem duyabiliyordu Ali.
Durumu açmasına ve acilen
güçlendirme çalışması yapılması gerektiğini belirtmesine rağmen gereksiz masraf
olacağı kaygısıyla itiraz etmişti mal sahibi Koca lakaplı Hüseyin Ağa. Ortada
tehlikeli bir durum olmadığını, olsaydı kendisinin bileceğini söylemişti. Bu
durumda dükkânı taşımaktan başka çaresi kalmamıştı Ali’nin.
Kamyoneti çalıştırdıktan
sonra bir kere daha baktı mekâna. Girişin üzerindeki tabelâya ilişti gözleri.
“Susam Köşkü”. Üç sene önce kiraladığı bu mekânın kapısını, önce besmele
çekerek sonra “açıl susam, açıl” diyerek açmıştı Ali. Efendiliği, mertliği ve babacan
tavırları sebebiyle çevrede Ali Baba’ya çıkmıştı adı. Yanında çalışanlarda,
devşirme haramiler. Her ne kadar kırka çıkmasa da sayıları…
Çalışanlardan ikisi daha
kamyonete bindikten sonra harekete geçti. Çok uzakta olmasa da kurulması
gereken yeni bir mekân daha vardı. “Geride kalan arkadaşlar, işlerini
bitirdikten sonra son bir sefer daha yaparlar” dedi uzaklaşırken. Zaten bu
hikâye, Ali’nin hikâyesi değildi.
* * *
İki yanında, iki dut
ağacı… Önünde, yakın zamanda asfaltlanmış yürüyüş yolu… Karşısında, alt
katlarında ticari faaliyetler yapılan yenilenmiş binalar ve az ilerisine
kondurulmuş metro istasyonu… Tüm bunların ortasında kalan ve uzun süreli metruk
bekleyişiyle yalnızlığa ram olmuş eski binada faaliyete geçmişti Susam Köşkü.
Garibanının nefsini körleten, açlığını bastıran simit ve çay ikilisinin adına
saraylar kurulan altın dönemini yaşadığı demlerde.
Zeytinli, peynirli, kaşarlı, çikolatalı hatta pekmezli simit…
Üzerlerinden geçen
binlerce ayak, toprakla harmanlamıştı yola dökülen dutları, yıllarca. Bu
sebepten olsa gerek, pekmezli yol diye geçerdi çevre, adres tariflerinde.
Pekmezli simidin lezzeti dilden dile dolaşmaya başlayıp adını verene kadarda bu
isimle anılmıştı.
Mütevazıydi, kurucusu ve sahibi Ali Baba gibi. Emsalleri, padişah sofralarının
vazgeçilmezi zannıyla saraylardan alırken ismini, köşk isminin bile kibir
aşılayacağının çekincesindeydi o. Hem saraylarda krallar olmazdı yalnız,
soytarılarda olurdu el pençe divan duran… Bir dönem iş hayatı sarpa saran Ali Baba’nın,
hayatını düzene sokma serüveniydi Susam Köşkü. Fakat bu hikâye simit satılan
bir ticari işletmenin hikâyesi de değildi.
* * *
Güneş mesaisini tamamlamış, gökyüzü karanlıktan önceki kızıl rengine
bürünmüştü. Elindeki son vidayı yerine monte eden usta beraberindeki kişiyle
sohbet eden Koca Hüseyin Ağaya döndü;
- Vakit geç oldu Hüseyin Ağa. Kapılardaki ayarsızlığı da yarın hallederiz
artık.
- Tamam, ama geç kalma sakın. Biliyorsun öbür güne açılışımız var.
Ali Baba’nın boşaltmasının üzerinden üç gün geçmeden yeni işletmecileriyle
yeniden faaliyete hazırlanıyordu eski bina. Sıva ve boya işleri bitirilmiş,
demirbaşlar çoktan yerleştirilmişti. Yeni görünümü eskisinden daha şatafatlıydı
ve girişe asılan yeni tabela aldığı terfinin resmi ikrarıydı. Susam Sarayı…
Ekipmanlarını toplayan ustanın uzaklaşmasının ardından ikili, sohbetlerine
kaldıkları yerden devam etti;
- Ağaçları kestirmeyi iyi akıl ettin Kasım. Müşterilerin oturabileceği bir sürü
alan açıldı.
- Ticaret zekâ işidir Hüseyin Ağa. Bizim saf birader gibi duygusal olursan para
kazanamazsın.
Ali ve Kasım ana baba bir, huyu suyu ayrı iki kardeşti. Anlaşamadıkları için
pek sık görüşmezler, mümkün olduğunca birbirlerinden uzak durmaya çalışırlardı.
Ve son yaptığı hareket, Ali’nin ağabeyi Kasım’dan neden uzak durduğunu çok net
ifade ediyordu. Hüseyin Ağa, Ali’nin dükkânı boşaltacağını Kasım’a söylemiş, o
da aynı işi beraber yapmalarını teklif etmişti. Müşterisi hazır, altın
yumurtlayan tavuktu ne de olsa. Ali’nin kendi tavuğunu kesmek istemesi, kendi
sorunuydu. Biri mülkünü diğeri sermayesini ortaya koymuştu. Zaten iş yapan
mekânın oturma alanının da genişletilmesiyle paraya para demeyeceklerdi artık.
İkili artık eve gitme vakti geldiğine karar kıldıktan sonra dönüp bir defa daha
eserlerine baktılar. Kısa süreli sessiz bekleyişi Koca Hüseyin Ağa bozdu;
- Biliyor musun? Rahmetli dedem bu binanın temeline ilk taşı koyduktan sonra
bir süre uykuya dalmış. Rüyasında, onun bitmiş halinin dile gelerek kendisiyle
konuştuğunu görmüş. Uyanmadan önce “aman ha!” demiş. “Bir gün yıkılacağını
anladığında, bana muhakkak haber ver.”
- Bina cevap vermiş mi peki?
- Evet. Kesinlikle haber vereceğini söylemiş. Sonra da uyanarak evi rüyasında
gördüğü gibi inşa etmeye başlamış.
- Bunu Ali’ye anlattın mı peki?
- Hayır.
-İyi ki anlatmamışsın.
İkili kahkahalar atarak uzaklaşırken, rüyanın diğer kahramanının arkalarından
mahzun bakışını göremediler. Ve zaten bu hikâye ne Koca Hüseyin Ağa’nın, ne de
Kasım’ın hikâyesiydi.
* * *
Ali Baba ve kırk
haramilerin çağdaş sürümü değildi bu hikâye… Her ne kadar aç gözlü Kasım
faktörü devreye girerek öyle hissettirse de.
Koca Hüseyin Ağa isimli
mirasyedi paragözün hikâyesi hiç değildi…
Garibanın açlığını
bastırmak için yüklendiği simit ve çay ikilisinin sınıf atlama hikâyesi de
değildi pek tabi…
Bu hikâye, ömrünün onda
dokuzunu müstakil bir ev olarak geçiren ve son demlerinde dükkân olarak sağılan
tarihi binanın vedasıydı üzerine doğan güneşe… Rüzgâra… Yağmura… Kara… Çoktan
helalleştiği eski dostların mirasına… Top oynarken camlarını kıran çocuklara…
En yakın iki dostunun meyvelerinden sebeplenen insanlara…
En çokta ona kahrolmuştu
ya zaten. Uzun süredir kendisine yarenlik eden iki can dostunu testereyle
kıymışlardı hiç acımadan… Artık ayakta duracak mecali kalmamıştı. Harcına
kattığı alın teriyle onu ayağa diken ilk sahibi Hacı Abdullah Ağayı düşündü. Onun
oğlu Mustafa’yı. Mutlu mesut günlerdi o günler. Ne zamanki Koca Hüseyin’in
mülkiyetine geçmişti, mutlu günler sona ermişti onun için. Üç kuruş gelir için
kimdir, necidir diye araştırılmadan anahtarlarının teslim edildiği kiracılar
elinde harabeye dönmüştü.
Bir tek Susam Köşkü
farklıydı diğerlerinden. Sahibi Ali Baba anlıyordu onun dilinden. Şefkatliydi.
Yıkıcı değil, yapıcıydı. Ama o da bırakıp gitmek zorunda kalmıştı sonunda
işte... Gitmeseydi, belki biraz daha direnebilirdi yorgun duvarları.
Artık bir önemi kalmamıştı.
Gecenin teheccüd mavisine
eriştiği demde kıyama son vererek secdeye uzandı. Gürültüye uyanan komşular ne
olduğunu anlamak için pencereye koştuğunda içe doğru göçmüş olduğunu gördüler
tarihi binanın. İçindekileri hiç ederek…
Aynı geç vakitte bir
rüyaya uyanmıştı Koca Hüseyin Ağa… Daha doğrusu bir kâbusa…
- Hani, diyordu. Hani söz
vermiştin, yıkılmadan önce haber verecektin.
- Öncelikle sana değil,
dedene söz vermiştim, dedi asırlık bina. Yaşıyor olsaydı, tıpkı Ali Baba gibi o
da anlardı, yine de denediğimi. Ama sen anlayamadın.
- Nasıl?
- Pencerelerle
tuğlalarımın arası açıldı, macun doldurdun. Kiremitlerim parçalanıp dökülmeye
başladı, sentetik dolgu malzemeleriyle kaplattın. Duvarlarım çatladı, sıvayla
kapattın. Vel hâsılı kelam; ne zaman anlatmaya çalışsam, sen susturmak için bir
avuç çamur tıkadın ağzıma. Bilmem ki durumumu sana, daha başka türlü nasıl
anlatsaydım?
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder