8 Aralık 2018 Cumartesi

Susam Köşkü (Hikaye)

            “Hadi bakalı haramiler”, dedi. Sağ omzuna aldığı koliyle birlikte kapıya doğru yürürken. "Bu işi, bu akşam bitirmemiz lazım."
            Üç senedir yönettiği mekânı terk ederken sergilediği bu tepkisiz duruş, umursamazlıktan ziyade umarsızlıktandı.
            “Merak etme Ali Baba. Fazla bir eşya kalmadı zaten”, dedi çalışanlardan biri.
            Ali’ye, saklamaya çalıştığı hüznün farkında olduğunu ama elden bir şey gelmeyeceğini ifade eden bir bakış attıktan sonra tekrar yaptığı işe yöneldi. Seyyar bir merdivenin üzerinde, duvarlara asılı tabloları zarar vermeden indirmeye çalışıyordu.
            Omzundaki koliyi park halinde duran kamyonete yükledikten sonra, arkasını dönerek ayrıldığı mekâna son bir bakış attı Ali. İnşa edildiğinde iki katlı müstakil bir ev iken, zaman içinde konumunun prim yapmasıyla dükkâna dönüştürülmüştü asırlık bina. Yakın zamanda değiştirilmiş kapı ve pencereler, ön yüzüne iliştirilmiş cafcaflı tente ve rengârenk boya ile yapılmaya çalışılan gençlik aşısı tutmamış, ilerleyen yaşını makyajla gizlemeye çalışan ihtiyar bir kadına dönmüştü bina daha çok... Hâlbuki onun “yoruldum artık” diyen sessiz feryadını içinde olduğu her dem duyabiliyordu Ali.
Durumu açmasına ve acilen güçlendirme çalışması yapılması gerektiğini belirtmesine rağmen gereksiz masraf olacağı kaygısıyla itiraz etmişti mal sahibi Koca lakaplı Hüseyin Ağa. Ortada tehlikeli bir durum olmadığını, olsaydı kendisinin bileceğini söylemişti. Bu durumda dükkânı taşımaktan başka çaresi kalmamıştı Ali’nin.
Kamyoneti çalıştırdıktan sonra bir kere daha baktı mekâna. Girişin üzerindeki tabelâya ilişti gözleri. “Susam Köşkü”. Üç sene önce kiraladığı bu mekânın kapısını, önce besmele çekerek sonra “açıl susam, açıl” diyerek açmıştı Ali. Efendiliği, mertliği ve babacan tavırları sebebiyle çevrede Ali Baba’ya çıkmıştı adı. Yanında çalışanlarda, devşirme haramiler. Her ne kadar kırka çıkmasa da sayıları…
Çalışanlardan ikisi daha kamyonete bindikten sonra harekete geçti. Çok uzakta olmasa da kurulması gereken yeni bir mekân daha vardı. “Geride kalan arkadaşlar, işlerini bitirdikten sonra son bir sefer daha yaparlar” dedi uzaklaşırken. Zaten bu hikâye, Ali’nin hikâyesi değildi.

* * *
İki yanında, iki dut ağacı… Önünde, yakın zamanda asfaltlanmış yürüyüş yolu… Karşısında, alt katlarında ticari faaliyetler yapılan yenilenmiş binalar ve az ilerisine kondurulmuş metro istasyonu… Tüm bunların ortasında kalan ve uzun süreli metruk bekleyişiyle yalnızlığa ram olmuş eski binada faaliyete geçmişti Susam Köşkü. Garibanının nefsini körleten, açlığını bastıran simit ve çay ikilisinin adına saraylar kurulan altın dönemini yaşadığı demlerde.
            Zeytinli, peynirli, kaşarlı, çikolatalı hatta pekmezli simit…
Üzerlerinden geçen binlerce ayak, toprakla harmanlamıştı yola dökülen dutları, yıllarca. Bu sebepten olsa gerek, pekmezli yol diye geçerdi çevre, adres tariflerinde. Pekmezli simidin lezzeti dilden dile dolaşmaya başlayıp adını verene kadarda bu isimle anılmıştı.
            Mütevazıydi, kurucusu ve sahibi Ali Baba gibi. Emsalleri, padişah sofralarının vazgeçilmezi zannıyla saraylardan alırken ismini, köşk isminin bile kibir aşılayacağının çekincesindeydi o. Hem saraylarda krallar olmazdı yalnız, soytarılarda olurdu el pençe divan duran… Bir dönem iş hayatı sarpa saran Ali Baba’nın, hayatını düzene sokma serüveniydi Susam Köşkü. Fakat bu hikâye simit satılan bir ticari işletmenin hikâyesi de değildi.

* * *

            Güneş mesaisini tamamlamış, gökyüzü karanlıktan önceki kızıl rengine bürünmüştü. Elindeki son vidayı yerine monte eden usta beraberindeki kişiyle sohbet eden Koca Hüseyin Ağaya döndü;
            - Vakit geç oldu Hüseyin Ağa. Kapılardaki ayarsızlığı da yarın hallederiz artık.
            - Tamam, ama geç kalma sakın. Biliyorsun öbür güne açılışımız var.
            Ali Baba’nın boşaltmasının üzerinden üç gün geçmeden yeni işletmecileriyle yeniden faaliyete hazırlanıyordu eski bina. Sıva ve boya işleri bitirilmiş, demirbaşlar çoktan yerleştirilmişti. Yeni görünümü eskisinden daha şatafatlıydı ve girişe asılan yeni tabela aldığı terfinin resmi ikrarıydı. Susam Sarayı…
            Ekipmanlarını toplayan ustanın uzaklaşmasının ardından ikili, sohbetlerine kaldıkları yerden devam etti;
            - Ağaçları kestirmeyi iyi akıl ettin Kasım. Müşterilerin oturabileceği bir sürü alan açıldı.
            - Ticaret zekâ işidir Hüseyin Ağa. Bizim saf birader gibi duygusal olursan para kazanamazsın.
            Ali ve Kasım ana baba bir, huyu suyu ayrı iki kardeşti. Anlaşamadıkları için pek sık görüşmezler, mümkün olduğunca birbirlerinden uzak durmaya çalışırlardı. Ve son yaptığı hareket, Ali’nin ağabeyi Kasım’dan neden uzak durduğunu çok net ifade ediyordu. Hüseyin Ağa, Ali’nin dükkânı boşaltacağını Kasım’a söylemiş, o da aynı işi beraber yapmalarını teklif etmişti. Müşterisi hazır, altın yumurtlayan tavuktu ne de olsa. Ali’nin kendi tavuğunu kesmek istemesi, kendi sorunuydu. Biri mülkünü diğeri sermayesini ortaya koymuştu. Zaten iş yapan mekânın oturma alanının da genişletilmesiyle paraya para demeyeceklerdi artık.
            İkili artık eve gitme vakti geldiğine karar kıldıktan sonra dönüp bir defa daha eserlerine baktılar. Kısa süreli sessiz bekleyişi Koca Hüseyin Ağa bozdu;
            - Biliyor musun? Rahmetli dedem bu binanın temeline ilk taşı koyduktan sonra bir süre uykuya dalmış. Rüyasında, onun bitmiş halinin dile gelerek kendisiyle konuştuğunu görmüş. Uyanmadan önce “aman ha!” demiş. “Bir gün yıkılacağını anladığında, bana muhakkak haber ver.”
            - Bina cevap vermiş mi peki?
            - Evet. Kesinlikle haber vereceğini söylemiş. Sonra da uyanarak evi rüyasında gördüğü gibi inşa etmeye başlamış.
            - Bunu Ali’ye anlattın mı peki?
            - Hayır.
            -İyi ki anlatmamışsın.
            İkili kahkahalar atarak uzaklaşırken, rüyanın diğer kahramanının arkalarından mahzun bakışını göremediler. Ve zaten bu hikâye ne Koca Hüseyin Ağa’nın, ne de Kasım’ın hikâyesiydi.

            * * *

Ali Baba ve kırk haramilerin çağdaş sürümü değildi bu hikâye… Her ne kadar aç gözlü Kasım faktörü devreye girerek öyle hissettirse de.
Koca Hüseyin Ağa isimli mirasyedi paragözün hikâyesi hiç değildi…
Garibanın açlığını bastırmak için yüklendiği simit ve çay ikilisinin sınıf atlama hikâyesi de değildi pek tabi…
Bu hikâye, ömrünün onda dokuzunu müstakil bir ev olarak geçiren ve son demlerinde dükkân olarak sağılan tarihi binanın vedasıydı üzerine doğan güneşe… Rüzgâra… Yağmura… Kara… Çoktan helalleştiği eski dostların mirasına… Top oynarken camlarını kıran çocuklara… En yakın iki dostunun meyvelerinden sebeplenen insanlara…
En çokta ona kahrolmuştu ya zaten. Uzun süredir kendisine yarenlik eden iki can dostunu testereyle kıymışlardı hiç acımadan… Artık ayakta duracak mecali kalmamıştı. Harcına kattığı alın teriyle onu ayağa diken ilk sahibi Hacı Abdullah Ağayı düşündü. Onun oğlu Mustafa’yı. Mutlu mesut günlerdi o günler. Ne zamanki Koca Hüseyin’in mülkiyetine geçmişti, mutlu günler sona ermişti onun için. Üç kuruş gelir için kimdir, necidir diye araştırılmadan anahtarlarının teslim edildiği kiracılar elinde harabeye dönmüştü.
Bir tek Susam Köşkü farklıydı diğerlerinden. Sahibi Ali Baba anlıyordu onun dilinden. Şefkatliydi. Yıkıcı değil, yapıcıydı. Ama o da bırakıp gitmek zorunda kalmıştı sonunda işte... Gitmeseydi, belki biraz daha direnebilirdi yorgun duvarları.  Artık bir önemi kalmamıştı.
Gecenin teheccüd mavisine eriştiği demde kıyama son vererek secdeye uzandı. Gürültüye uyanan komşular ne olduğunu anlamak için pencereye koştuğunda içe doğru göçmüş olduğunu gördüler tarihi binanın. İçindekileri hiç ederek…
Aynı geç vakitte bir rüyaya uyanmıştı Koca Hüseyin Ağa… Daha doğrusu bir kâbusa…
- Hani, diyordu. Hani söz vermiştin, yıkılmadan önce haber verecektin.
- Öncelikle sana değil, dedene söz vermiştim, dedi asırlık bina. Yaşıyor olsaydı, tıpkı Ali Baba gibi o da anlardı, yine de denediğimi. Ama sen anlayamadın.
- Nasıl?
- Pencerelerle tuğlalarımın arası açıldı, macun doldurdun. Kiremitlerim parçalanıp dökülmeye başladı, sentetik dolgu malzemeleriyle kaplattın. Duvarlarım çatladı, sıvayla kapattın. Vel hâsılı kelam; ne zaman anlatmaya çalışsam, sen susturmak için bir avuç çamur tıkadın ağzıma. Bilmem ki durumumu sana, daha başka türlü nasıl anlatsaydım? 

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder