Vah, Hacı Ömer Efendi vah!
Dolu dolu en çokta deli dolu
yaşadığı gençliği, sanki asırlar önce teslim etmişti geçmişe. Ay kadar dolun ve
dobra olmayan bir çekim gücü sebep oluyordu artık aklının med cezirlerine.
Surdaki namukaddes gediğin adıydı nisyan. Tedhişçinin ismi, tababete kazınmış
teşhisiydi Alzheimer.
Ve dünyada insanın başına
gelebilecek en büyük felaketlerdendi, hafızası tarafından uğradığı ihanet.
Kocayan kurt kıvamında… Yeni yetmeye maskara…
- Damat. Anlayamıyorum ki neden
bu ısrar. Evde kılacağım diyorum akşam namazını.
- Yine
çıngar çıkacak. Ama baba!
- Ama-sı yok evladım. Yorgunum,
yoldan geldim. Üstüne üstlük tutuldu yine bu sağ ayak.
- Yahu
hanım. Baban bir haftadır evden dışarı çıkmadı ki. Hangi yoldan bahsediyor?
- Bilmiyorum
hayatım. İdare ediver işte.
Allahu
ekber, Allahu ekber.
- Bak! Okunmaya başladı ezan.
Hadi, sen sere gör seccadeyi. Ben bir abdest tazeleyeyim.
- Zaten üç kere tazeledin ya
baba.
- Efendim.
- Peki baba.
- Şuracıkta huşu içinde kılarım
ben namazımı.
- Estağfurullah, estağfurullah...
"...abim
damat oluyor, sıra da bana geliyor...”
- Allah, Allah. Bu ses de ne
yahu? Sanki kapının önünde orkestra çalıyor. Dur bakalım kesilir belki.
“…gel
bana güzel kız, kalbimi çalan hırsız…”
- Yok, yok kesileceği yok bunun.
Daamaaat.
- Eyvah!
Başlıyoruz yine. Efendim baba?
- Bu saatte bu ses ne evladım?
Birileri 'gelmek' den filan bahsediyor. Ne oluyor, Kıbrıs'a çıkarma mı
yapıyoruz yoksa?
- Ne alakası var baba?
- Sen hatırlamazsın tabi. Ne
günlerdi onlar? “Bu kadar yürekten çağırma beni, bir gece ansızın gelebilirim.”
Kıbrıs çıkarması esnasında Rum radyosundan çalınan “bekledim de gelmedin” e
nazire olarak çalınırdı bu şarkı.
- Hayatım,
baban âlem adam vallahi. On dakika önce ne yaptığını hatırlamazken, kırk yıl
öncesini dün yaşanmış gibi anlatıyor.
- Bir şey mi dedin evladım?
- Yok baba. Bu sefer ondan değil,
dedim. Arka sokakta komşular nişan eğlencesi için sokağı kapatmışlar. Ses
onlardan geliyor.
- Bir bu eksikti. Gelin kısmını
salonlarda meydana çıkarıp ayağa düşürdüğünüz yetmedi, şimdi de sokağa
düşürdünüz yani. Hazır ayaktayken alır başını gider diye düşünmezseniz, olacağı
buydu tabi.
- Ama baba…
- Tamam, tamam kes. Şu
pencereleri kapat da, namazımı kılayım yahu. Estağfurullah, estağfurullah...
"En
büyük asker, bizim asker. Askerin kralı Paşadan çıkar."
- Daamaat!
- Buyur baba.
- Oğlum, benden niye gizliyorsun
Kıbrıs'a çıkarma olduğunu? Kalbim var, heyecanlanmayayım diye mi? Korkma bu
heyecan bana bir şey yapmaz.
- Nasıl?
- Bak asker diye, paşa diye
bağırıyor millet, sokağa dökülmüş. Şu namazı kılayım, bizde çıkalım. Şerefli
ordumuzu destekleyelim.
- Şey baba. Bu sesler onun için
değil.
- Ne için ya?
- Malum asker yollama dönemi.
Bizim sokağın gençleri, sokağı kapatmış eğlence yapıyorlar.
- Böyle şamatayla asker yollanır
mı evladım? Asker dediğin vatana kurban olsun diye yollanır.
- Daha bu ne ki baba? İyice
sarhoş olsunlar sen ondan sonra gör şamatayı.
-
Artık askere dua ederek, zikir çekerek değil de kafayı çekerek mi
gidiyorlar? Evlat sen benim biletimi ayırttır, ben yarın köye geri dönüyorum.
- Olur mu baba? Tedavi olmak için
geldin sen İstanbul'a.
- Evlat ben Efendimizin (S.A.V.)
iltifatına mazhar olmuş şehre şifa bulmaya geldim. Bir köşede nişan töreni, bir
köşede asker şöleni yapılan; özüne, elin ecnebisinden daha ecnebi insanların
yaşadığı şehirde zehirlenmeye değil.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder