Alfabemizin azizliği
olsa gerek…
“Oldu” ile “öldü”
arasındaki fark sadece dört nokta…
Ölmeden olmak, ölmeden
ölmeye yakın dururken; olmadan ölmek, fincancı katırlarının ürkmesine ve bir
ton sopa yemeye sebep olabilir maazallah.
Olgunluğa erişen
“oldum” demez. Diyorsa olmamıştır. Yine ölen kişi “öldüm” diyemez. Malum
sebeple… Bu açıdan; kelimelerin, birinci tekil şahıs kullanımı birazda kelime
israfıdır.
Birde “olmak ya da
olmamak” tiradı var ki, hikâyemizle alâkası yok. İyi ki de yok. Ölümü uykuyla
bir tutar William usta, bize ters. Biz inanırız ki; dünya hali uyku halidir,
ölümse uyanış. Neyse…
Bizim kahramanlarımız
iki kişi. İki eski dost. Edi ile Büdü, Lourel ile Hardy gibi değil de… Daha bir
bizden… Karagöz ile Hacivat kıvamında. Hatta teşbihin geniş hoşgörüsüne
sığınarak, ayarında harmanlanmış tahin ile pekmez kıvamında dahi diyebiliriz.
Haşmet ile Dilâver.
Haşmet’in araç tamir
atölyesi var, Dilâver nakliyeci. Yıllardır aynı semtte oturuyorlar. Ama
tanışıklıkları, Dilâver’in kamyoneti yılların yükünü çekemez duruma geldiğinde
başlıyor.
Dilaver bir sabah işe
gitmek için evden çıktığında bir türlü çalıştıramıyor, “Dört Teker” diye
isimlendirdiği kamyonetini. Kulaklarının neresi olduğuna karar kılabilse;
birine ezan, diğerine kamet okuyacağı süt yerine mazot içen evladını.
İşi acil olduğu için,
uzaktaki devamlı ustasını değil de mecburen Haşmet Usta’yı çağırıyor. Haşmet
Usta bakıyor ki, aracın derdi büyük;
- Atölyeye götürmemiz
gerek, diyor. Ve birkaç gün yatması… Eğer adam akıllı tamir edilmesini
istiyorsan.
Ve ekliyor;
Sağlam bir masrafı da
göze almalısın üstelik.
- Aman Usta, diyor Dilâver.
İşim acil. Sen Dört Teker’i bir çalıştırıver. Sonrasına, sonra bakarız.
El emeğinin karşılığı
olan beş lira gibi cüzi bir bedel mukabilinde geçici bir çözümle çalıştırıyor
aracı Haşmet Usta. Ama uyarmayı da ihmal etmiyor;
- Uzun süre dayanmaz.
Stop ettiğinde tekrar çalıştıramayabilirsin.
İkinci gün aynı olay
tekrar yaşanıyor. Üçüncü gün tekrar… Dördüncü gün Dilâver yirmi beş lira
uzatıyor Haşmet Usta’ya;
- Beş günlüğüne
Ankara’ya gitmem gerekiyor Usta. Sen şu bizim Dört Teker’i, beş günlük tamir
ediver.
Büyük bir dostluğun
başlangıcı oluyor bu muhabbet. İnce esprileri ve birbirlerine yaptıkları latif
şakalar, mahallenin diline düşüyor. Sonrasında Dilaver Haşmet’siz, Haşmet Dilâver’siz
düşünülemez hale geliyor.
Bir Cuma vakti, camiye
erken gelen Haşmet arka saflarda otururken; geç kalan Dilaver’in, koşar
adımlarla içeriye girerek ön saflara doğru ilerlediğini görüyor. İmamın
“safları sıkı tutalım, ey muhterem cemaat” nidasının ardından yanına gidiyor ve
Dilaver’in koluna sıkıca yapışıyor. Canını yakan bu densizin kim olduğunu
görmek için başını çevirerek yüzüne bakan Dilaver’e gülümsüyor;
- Duymadın mı? Hoca
safları sıkı tutun, dedi.
Bir zaman sonra kaçırılmayacak
bir iş teklifi geldiğinde, karnı burnunda olan eşini ve dokuz yaşındaki oğlunu
önce Allah’a, sonra Haşmet’e emanet ederek yola koyuluyor Dilaver. Aklı evinde
kalsa da, yapacağı bir haftalık Karadeniz yolculuğu sonunda alacağı ücret
neredeyse bir aylık gelirine bedel… İçini rahatlatan tek detay, sevdiklerini en
güvenilir ellere teslim etmiş olması.
Yolculuğunun henüz
ikinci gününde, vaktinden evvel doğum sancıları başlıyor kadıncağızın. Komşu
kadınlarında yardımıyla hemen hastaneye yetiştiriyor Haşmet, emaneti. Sezaryenle
gerçekleştirilen doğum sonrası bir oğlu daha oluyor Dilaver’in. Telefonla
ulaşarak bu mutlu haberi hemen vermek istiyor Haşmet, can dostuna. Ama
ulaşamıyor. Mecburen mesaj çekiyor
- Tebrik ederim. Oğlun
oldu.
Kadıncağızın, doğum
sonrası yirmi dört saat gözetim altında kalması gerektiğinden, tekrar mahalleye
dönüyor Haşmet. Hastaneye giderken kendi evine bıraktığı Dilaver’in büyük oğlu
sokağa çıkmış, arkadaşlarıyla oyun oynamaktadır. Gözden kaybolmamasını tembihleyerek
işinin başına geçiyor.
Tamir işlemini
nihayetlendirdiği bir aracı, test etmek adına atölyeden geri vitesle çıkarırken,
gözü dikiz aynasına takılıyor. Hafif rampa olan sokağın yukarı tarafından bir
otomobil hızla aşağıya, Dilaver’in oğlunun ve arkadaşlarının olduğu bölgeye
doğru ilerlemektedir. Şoförün el kol hareketlerinden aracın freninin
tutmadığını anlıyor. Müdahale edebilmek için birkaç saniyesi vardır. Ve karar
kılacağı dört seçenek, dört noktayla sonlanan… Düşünce hızının, ışıktan bile
daha süratli olduğunu o an anlıyor Haşmet.
Birinci seçenek; olduğu
yerde bekleyerek, çocukların aracı fark etmesi ve zamanında kaçabilmeleri için
dua etmek. Tevekküle aykırı bu seçeneği; çocukların, feci şekilde ezilmesiyle
sonuçlanması ihtimali yüksek olduğundan, eliyor.
İkinci seçenek; içinde
bulunduğu aracın kornasına asılarak, çocukların dikkatini çekmek… Çocukların
dikkatinin dağılmasına ve oldukları yerde mıhlanıp kalmalarına sebep olabilecek
bu seçeneği de hemen eliyor.
Üçüncü seçenek; araçtan
çıkarak çocuklara doğru koşması ve onları tehlikeli bölgeden uzaklaştırması… Bu
şıkkı da hemen eliyor. Zira freni tutmayan araçtan daha hızlı koşabilmesinin ve
çocuklara ulaşabilmesinin imkânı yoktur.
Bir söz vermiştir
dostuna, emanetlerine sahip çıkacağına dair. Henüz bir saati bile bulmamış bir
zaman süreci önce “oğlun oldu” müjdesi verdiği dostuna, şimdi nasıl olurda “oğlun
öldü” kara haberini ulaştırabilir. Aradaki fark sadece dört noktadır ama aynı
anlam farkına uğrasa; üzerinde nokta gibi duran mehtabı azat eder, dünya. Risk
altında olan tek bir çocukta değildir üstelik.
Kendi hayatını riske
atan dördüncü seçeneği uygulamaktan başka çaresi kalmamıştır ve daha fazla düşünmeye
gerek görmeden gerekeni yapıyor. Yukarıdan gelen otomobil bulunduğu mevkie
yakın bir pozisyona yaklaştığında, içinde olduğu aracın gazını köklüyor. Geriye
doğru ok gibi fırlayan araç, arızalı otomobilin burun kısmına şiddetle çarparak
yönünü değiştirmesine sebep oluyor. Önce solundaki binanın duvarına sonra bir
metre açığındaki elektrik direğine çarparak nihayet duruyor.
Çocuklar kurtuluyor.
Gürültünün sebebini öğrenmek için sokağa fırlıyor esnaf. Arızalı araç sahibinin
bilincini yerindedir. Fakat başı, direksiyona yaslanmış şekilde duran Haşmet,
hareket etmiyordur. Derhal ambulans çağırıyorlar.
Bir hastane odasında
nihayet gözlerini araladığında, yaşlı gözlerle ayılmasını bekleyen Dilaver’i
görüyor karşısında Haşmet. Peş peşe ulaşan doğum ve kaza haberlerinin ardından,
geri dönmüştür şehrine. Gayrı ihtiyari soruyor;
- Ölmedim mi?
Dilaver’in gözyaşları,
sağanağa dönüşüyor bu sorunun ardından,
- Hayır, ölmedin… Oldun…
Önce dostumdun. Şimdi yoldaşım oldun… Kardaşım oldun… Candaşım oldun…
Yaradan; aramadın, yan
baktın, soğuk davrandın gibi bahaneler üreterek dostluğa nokta koyan değil…
Noktalardan dostluk
dokuyan güzel insanlarla karşılaşmayı nasip eylesin, her birimize…
Faruk
Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder