1.BÖLÜM
Düşünde düşüyordu.
Yoruma muhtaç hisleri, gördüğü düşe yordu.
Erken uyanmış bir
çocuğun annesini uyandırmak için yüzünü okşaması gibi masumcaydı hissettiği
bedensiz dokunuşlar. Günışığının odaya vurmasını engelleme amacıyla pencereye
perde çekilmiş. İki kanadı arasında kalan aralık, uyanmasına vesile olan bir kusura
dönüşmüştü. Tam anlamıyla uyandığında hissettiği tüm gövdesini saran acı, sızan
ışığın hoş teması gibi katlanılabilir değildi. Doğrulmak için acele etmedi.
Başına gelenlerle ilgili bir fikri olmasa da belli ki yaralıydı. Yattığı yerden
zahmetsizce seyrettiği ahşap tavan, bir hastane odasında olmadığını detayları
gözden geçirmeye gerek bırakmadan anlatıyordu.
Üzerindeki hafif örtüyü
kaldırarak doğrulmaya çalıştı. Acısı, odanın içindeki ani hareketlenmeyle
bölündü. Duyduğu sesin, yağsız menteşeleri yüzünden gıcırdayan kapıdan
geldiğini gördü. Peşi sıra duyduğu haykırış dışarı koşan bir erkek çocuğa ait
olmalıydı.
- Nene… Uyandı…
Tavanı gibi döşemeleri
de ahşap olan yarım kâgir bir köy evindeydi. Yatağına paralel tahta masanın
üzerinde bir piknik tüpü belli belirsiz yanıyordu. Burnunu sızlatan yağ ve mum
kokusu, üzerindeki isten kararmış kapaksız tencereden geliyor olmalıydı.
Tekrarladığı nidasında sesinin tonunu az daha yükseltmişti çocuk.
- Nene… Uyandı…
Günışığı yüzünü
yalamadan önceki yaşadığı ana geri döndü. Küçük bir çocuğun ipini bırakmadan
fırlattığı topacın etrafında, hızına yetişmek için delice koşuyordu. Anda
arşivlenmiş bir anı mıydı, bir sanrı ya da düş müydü bilmiyordu. Sadece
koşuyordu. Topaç mı büyümüştü o mu küçülmüştü ilgilenmiyordu. Hızları
eşitlendiğinde zaman durdu. Çocuk yoktu. Topaç, gökyüzü, hava… Hepsi
kaybolmuştu. Hiçliğin ortasında adlandıramadığı bir his vardı sadece. Bedensiz
varlığı karşı koyamadığı bir güç tarafından dibe çekiliyordu. Düş olmalıydı. Düşünde
düşüyordu. Yoruma muhtaç hisleri, gördüğü düşe yordu.
Tülbendinin salınan
ucunu boynuna dolayarak yaklaşan ihtiyar kadınla göz göze geldi. Elindeki su
dolu kovayı yere bırakan kadın omuzlarından şefkatle tutarak;
- Kalkma, dedi. Tüm
vücudun yanık içinde… İstirahat etmelisin.
Az önce sesini duyduğu
çocuk, ninesinin bir adım gerisinde meraklı gözlerle ona bakıyordu. İtiraz
etmedi. Kasılmasına sebep olan acı böyle bir alternatif sunmuyordu zaten.
Nerede ve neden bu halde olduğunu sorgulayacak durumda değildi. İhtiyar kadının
başının altına koyduğu ikinci yastıkla görüş açısı artmış, olan biteni
gözlemliyordu artık.
- Leğeni getir, dedi
ihtiyar kadın.
Çocuk odadan çıkarken
tekrar aynı kapı gıcırtısını duydu. Yirmi saniye sonra elinde kırmızı bir
leğenle geri dönmüştü. İhtiyar kadın önce kovadaki suyu leğene boşalttı.
Başındaki tülbendin bir benzerini içine yaydı. Ardından kısık ateşte yanan tüpü
söndürerek isli tencereyi kaldırdı. “Elleri yanmadığına göre çokta sıcak
olmamalı” diye düşündü. Vücudunu saran yangını yeniden hissetmesine neden oldu
bu düşüncesi. Oysa zihnini meşgul ederek acıdan uzaklaşmaya çabalıyordu.
Tencerenin içindekileri de leğene döktü ihtiyar kadın. Tülbendin köşelerini
birleştirerek kaldırdı. İçindeki tortuyu başka bir kaba aktardı.
Az sonra elindeki kapla
başucuna geldiğinde, ihtiyar kadının yaptıklarının kendisiyle ilgili olduğunu
anladı. Üzerindeki örtüyü kaldırırken itiraz edecek durumda değildi. Duyduğu
acıyı kesebilecek her türlü işleme çoktan razıydı. Elini tasa daldırarak
avuçladığı malzeme merhemi andırıyordu. Vücudundaki yanıkların üzerine ağır
hareketlerle sürmeye başladı. İşleme başladığında bir hastanede tedavi görmeyi
tercih edeceğine dair düşüncesi, yaşlı kadın işini bitirdiğinde meraka dönüştü.
Acısı neredeyse tamamen dinmişti.
Teşekkür etme ihtiyacı
hissetti. Fakat acısının dinmesiyle bedenini kaplayan rahatlama, göz
kapaklarının ağırlaşmasına neden oldu. Yeniden giriş yaptığı rüya, acemi bir
yönetmenin ellerinden çıkmış fragman gibi bir bütünlük içermiyordu. Yüzünü dahi
görmediği birine sımsıkı sarılıyordu. Kimdi, kendisi için ne anlam ifade
ediyordu bilmiyordu. En azından bu kez, o korkutucu bilinmeze doğru düşmüyordu.
Belki de düşmesine engel olmaktı sarılmasının nedeni.
“Sarılmak” ne acayip bir
kelime diye düşündü. Sarmak… Salmak… Almak gibi pek çok kelimeyi
çıkarabiliyordu bünyesinden. Saflığı ve temizliği anlatan “arı” kelimesini
bünyesinde barındırması, fiilin olası olumsuz anlamlarını bertaraf ediyordu,
görene. Canla kümeleşen “an” gibi, hicabı anlatan “ar”, bir nevi soğuk füzyon
reaksiyonu gerçekleştiriyor, oluşan enerjinin farkına sayılı kişiler
varabiliyordu ancak.
Gördüğü huzur verici
ışığın ardından saldı ellerini. Sebebini bilmese de ışığa doğru gitmesi
gerektiğini söylüyordu düşünceleri. Göremediği yüzün boşta kalan elleri,
gitmesini engellemek istercesine umutsuzca uzanıyordu ardından. Anlık bir
kararsızlıktan sonra ilerlemeye devam etti. Yaklaştıkça yakıcı bir ateşe
dönüşen ışığa ilerlemekle hata yaptığını anladığında, geri dönmek için artık
çok geçti. Tekrar karşı koyamadığı bir güç tarafından çekiliyordu, cennet
sandığı cehenneme.
Bir rüyanın hatta
kâbusun ortasında olduğunu bilse de, sonunu görmeye pekte istekli değildi.
Uyanmalıydı. Ama nasıl? Hatırlayabildiği bir film sahnesinde gördüğü gibi
kendine çimdik atmayı denedi. Hastane koridorlarına asılı, işaret parmağını
dudaklarının üzerine getirerek “sus” işareti yapan hemşire fotosu gözlerinin
önünde puslu olarak belirdi. Hareketinin işe yaradığını düşündü. Demek ki bir
hastanedeydi. İhtiyar kadın ve çocukta gördüğü rüyaya dâhil olmalıydı. Hala
neler olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu.
Görüntü netleşince
yanıldığını anladı. Susmasını işaret eden, yaşlı kadının torunundan başkası
değildi. Zihni tuhaf bir oyun oynuyordu ona. Havanın karardığını fark etti. Kim
bilir kaç saattir uyuyordu. Evin dışından gelen insan seslerini duyunca kulak
kabarttı.
- Hayır, diyordu yaşlı
kadın. Uzun zamandır bu yoldan kimsenin geçtiğini görmedim.
- Yine de içeriye bakmamızda
fayda var, dedi otoriter bir erkek sesi.
- Muhtar, dedi yaşlı
kadın. Sesini sertleştirerek. Yalnız yaşadığımı ve kimseyi içeri almayacağımı
biliyorsun.
- Bu önemli bir durum
Naciye teyze, dedi muhtar. Arkadaşlar tehlikeli bir kaçağı arıyorlar.
Duyduklarından sonra
tam anlamıyla uyanmıştı. Kısmi hafıza kaybı yüzünden sebebini hatırlamıyor olsa
da, onu aradıklarını anlamıştı. “Tehlikeli bir kaçak… Aman Allah’ım ben ne
yaptım acaba?” Diye söylendi. Yaşlı
kadının ona, saklanmasında neden yardım ettiğini bilmiyordu. Üstelik dışarıdaki
adamları daha fazla oyalayamayacağı ortadaydı. Ne yapması gerektiğini kestiremiyordu.
- Beni takip et, dedi
çocuk fısıltıyla.
Fazla zorlanmadan
yattığı yerden doğruldu. Acısı neredeyse tamamen dinmişti. Yaşlı kadının
sürdüğü ilaç her neyse gerçekten etkiliydi. Çocuğun peşinde yan odaya geçti. Seyyar
bir merdivenle tavan arasına çıktılar. Çocuk fazla büyük olmayan bir pencerenin
perdesini açtığında, neredeyse eve yaslanmış gibi duran incir ağacını gördü.
Ağacın dalına asılı, halattan yapılmış bir merdivene tutunarak aşağı inen
çocuğu takip etti.
Evin arka
tarafındalardı artık. Ağaçların ve yabani otların arasından mümkün olduğunca
sessiz yürüyerek evden uzaklaştılar. Aysız gece ve ortamın doğal kamuflajı,
birkaç metre ötelerinde ki birinden dahi onları gizleyebilecek kadar müsaitti
aslında. Dönerek, indikleri pencereye göz attı çocuk. Kendiside gayrı ihtiyari
aynı hareketi tekrarladı. Pencereden sızan ışık, ihtiyar kadının adamları daha
fazla tutamadığını gösteriyordu. Duydukları silah sesi oldukları yerde
irkilmelerine sebep oldu. Arası çokta uzun sürmeyen ikinci sese kadar şaşkın
beklediler. İkinci silah sesinden sonra, eve dönmek için hamle yapan çocuğu
kollarından tutarak engelledi. Yüzünü vücuduna yaslayarak teselli verirken,
ağlayarak yerlerini belli etme ihtimalini de engellemeye çalışıyordu.
Yaşlı kadın çoktan
ölmüş olmalıydı. Büyük ihtimalle muhtarda…
- Gitmemiz lazım,
diyerek çocuğun elinden tuttu.
Beyninde patlayan
flaşlara ve hissettiği acıya bir anlam veremedi önce. Vücudunda ki yanıkların
en yoğun olduğu alan elleriydi. Buna rağmen halattan yapılmış merdivenden aşağı
sarkarken bu denli acı hissetmemişti. Acıyı tetikleyen temas olmuştu sanki.
Sonra bir an duraksadı;
- Hatırlıyorum… Teknedeydim…
Bir patlama oldu.
Çocuğun karanlığa
sabitlenen bakışlarını görünce dönüp arkasına bakmak istedi. Ensesinde
hissettiği darbenin etkisiyle yere kapaklanırken şuurunu kaybetti.
Birkaç dakika sonra köy
evinde cep telefonuyla yapılan arama, bilinmeyen bir yere rapor veriyordu.
- Ten, güvende…
2.BÖLÜM
İstihbarat dedikodu ile başlar, dedikodu geliştirir, komplo
devreye girer, suç unsurları oluşturulur ve sonra da operasyon yapılır. İşin
pratiği ve gerçeği budur. Siyasi örgütlerin doğuşu gelişimi, diğer istihbarat
teşkilatlarının dirsek temasları ile büyütülür. Herkes her şeyin ne olduğunu
bilir.
Bir gün önce…
Antrenörüyle
kucaklaşan on üç yaşındaki delikanlıyı izlerken, hislerinin yüzüne yansımasını
engellemeye çalıştı Hamit Alkan. Oynamış olduğu futbol ve atmış olduğu şık
gollerle dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı çocuk. Yetenekliydi. Yetenekli
olması Hamit Alkan’ın görevi için olumlu bir durumdu. Aksi halde kura sonucu
kazanılmış haklar karşı taraf için pek inandırıcı durmuyordu. Bulunduğu yerden
konuşmalarını izledi. Duyamasa da; antrenörün çocuğa, kendisiyle ilgilenen bir
menajer olduğunu söylediğini biliyordu. Sevinçle yanına gelen çocuğa bir kart
uzattı. “Yarın baban bu adrese gelsin”, dedi. “Geleceğin için güzel planlarım
var.”
Ertesi
gün randevu saatinde, davet edildikleri binanın önündeydi baba oğul. İlk iki
katı alışveriş merkezi olan binanın üçüncü katına çıkmaları gerekiyordu.
Tedirgin bakışlarla çevreyi kolaçan etti adam. Yüzündeki endişe oğlunun
neşesiyle karşılaştırıldığında, aklının tamamen başka bir yerde olduğunu belli
ediyordu. Kanunla başı pek hoş olmayan bir adamdı. Altın yumurtlayacak tavuk
hikâyesi onu bulunduğu yere kadar sürüklemişti. Yoksa gizlendiği delikten
çıkmaya niyeti yoktu. İki ay önce bir kavgaya karışmış, adam yaralamaktan
dolayı aranıyordu. Bıçakla yaraladığı adam önemli biri çıkmıştı. Olayın sıradan
bir sokak kavgasından fazlası olduğunu düşünen polisin, peşini bırakmaya niyeti
yoktu. Evine dahi gitmiyor, ailesiyle gizlice görüşüyordu. Ofise doğru
ilerlerken, polisin bu buluşmadan haberinin olmayacağını düşündü. İyi bir
transfer ücreti koparabilirse ünlü bir avukat tutar, davadan sıyırabilirdi.
Beraber
ofise girdikten sonra tokalaştılar. O ana kadar, kullandığı metodun etikliğini
sorgulayan Hamit Alkan şüphelerinden arınarak rahatladı. Temas ettiği
insanların içinde bulunduğu ruh halini, duygularını hissedebilmek gibi
olağanüstü bir yeteneği vardı. Tokalaştığı adamın ilgilendiği tek konu, eline
geçecek paranın miktarından ibaretti.
“Resmi işlemlerle çocuğu bunaltmaya gerek yok” dedi. Üst katta bir cafe
var. Oraya gidip soğuk ya da sıcak bir şeyler içebilir. Çocuğun bulundukları
kattan uzaklaşmasıyla, ofis çalışanları sandığı siviller tarafından
kelepçelenmesi bir oldu.
-
Oğlumu kullanarak bana tuzak kurdunuz.
-
Üzgünüm, dedi Hamit. Ben sadece verilen bir görevi yerine getirdim.
Geçici
olarak görev yaptığı ofisin, kanun adamlarına ev sahipliği yaptığını bilgisi
olmayan birinin dışarıdan bakarak anlayabilmesi mümkün değildi. Birkaç dakika
içinde muhasebe bürosunu andıran rutin görüntüsüne kavuşmuştu bile. Masasındaki
bazı evraklara göz attı Hamit. Bir dosyaya birkaç satır not yazdı. Ekranına
düşen gölgeyi fark ederek başını kaldırınca, gülümseyen partneriyle göz göze
geldi.
- Tebrik
ederim. Kaçağı kendi isteğiyle ayağımıza kadar getirmişsin.
- Her
ne kadar bu işte çocukları kullanmak hoşuma gitmese de, diye cevap verdi.
-
Hislerini anlıyorum.
-
Gerçekten mi?
-
Elbette. Emin ol, benim yaşıma geldiğinde sende benimkileri anlayacaksın.
-
Belki.
-
Neyse. En azından bu şekilde kimse zarar görmedi, değil mi?
-
Haklısın, dedikten sonra bir süre önündeki evraklarla ilgilenmeye devam eder
göründü. Sonunda dayanamadı;
-
Buraya gerçekten beni tebrik etmek için gelmedin değil mi?
- Tabi
ki onun için geldim. Birde…
-
Evet, birde?
- Kısa
sürede olsa beraber çalışmaktan memnun olduğumu söyleyecektim.
Geldiği
günden beri yıldızlarının barışmadığı yaşlı kurdun sözlerine anlam katmasını
ister gibi yüzüne baktı.
- Hadi
ama evlat! Hayallerin gerçek oldu, dedikten sonra işaret parmağıyla arkasında
kalan bir bölgeyi işaret etti.
İşaret
edilen bölgeye yüzünü çevirip cam bölmenin diğer tarafında ayakta duran kişiyi
görünce şaşırdı.
- Vay
canına, diye mırıldandı. Tam altı ay oldu.
Aynı gün, farklı bir ülkede…
David Tolson’un yüzündeki pis sırıtış, kapattığı telefonun
ardından daha da belirginleşti. Olaylar istediği gibi ilerlediğinde hep bu
ifadeyi alıyordu suratı. Risk almıştı. Fakat risk almadan kazanılan bir oyun
hatırlamıyordu. Aksayan sol bacağını sürüyerek asansöre ilerledi. Sevilen bir
insan olmadığı yanından geçen insanların görmezden gelmesinden belliydi. Az
sonra gitmek istediği yere varmıştı. Büronun kapısından içeri girdiğinde
tebessüm yüzüne zorlukla yapıştırılmış hissi uyandıran bir sekreter karşıladı
onu.
- Tam vaktinde geldiniz Mr. Tolson. Mr Carradine’de sizi
bekliyordu.
Cevap vermeden ilerledi. İçeri girdiğinde Mr. Carradine
sonlandırdığı bir görüşmenin ardından telefonu kapatıyordu. Yüzüne bile
bakmadan eliyle oturmasını işaret etti. Önündeki birkaç evrakı karıştırdıktan
sonra ona döndü.
- Yöntemleriniz gerçekten sıra dışı Mr. Tolson. Bir
profesyonelin gerçekleştirmesi gereken işi bir amatöre vermenize rağmen,
görüyorum ki şans hala yanınızda.
- Şans değil Mr. Carradine. Amacınız gürültü çıkarmaksa
kullanacağınız enstrüman, piyano değil davul olmalı.
- Bu kez netice istiyorum Tolson. Başarısızlığın tekrarına
tahammülüm yok.
Kolundaki saate göz attıktan sonra;
- Bir saat sonra uçağım kalkıyor, dedi. Merak etmeyin, bağlantım
iz bulduğundan oldukça emin. Çocuğu en kısa zamanda kendi ellerimle size teslim
edeceğim.
3.BÖLÜM
Beden bir şehre benzer. Kalp, bu şehrin padişahıdır. Akıl
ise padişahın veziridir. Duygular (duyu organları)
ise, aklın haber toplaması için birer casus olarak yaratılmıştır. Böylece onun
tuzağı olurlar. Demek ki
duygular, akla hizmet ediyorlar. Akıl kalp için yaratılmış olup, onun mumu ve
kandili olmak, ona ışık tutmak içindir. (İmam
Gazali)
Ders çıkarılmadığı
müddetçe, bir tekerrürler silsilesidir tarih. Rivayete göre; Sultan 2.
Abdülhamid Han, Yıldız İstihbarat Teşkilatından evvel vezirlerinden birinin
yönetiminde farklı bir istihbarat teşkilatı kurdurmuştu. Saray aleyhtarı olan
kişilerin tespit ve takibiyle görevli olan teşkilatın üyeleri, halkın arasına
karışır. Vezirin elleri, gözleri ve kulakları olurlardı. Toplanan bilgiler
vezir tarafından değerlendirildikten sonra sultana ulaştırılırdı.
Devletin İstihbarat
Teşkilatının kısa bir zaman süreci önce kurduğu birim, bu teşkilatın çağdaş
sürümüydü bir nevi. Üyeler; işitme, görme ve hissetme melekeleri sıradan
insanlardan daha gelişkin olan kişilerden seçilirdi. Verilen eğitimle
yeteneklerini en üst limitte kullanmaları öğretilirdi. Yabancı istihbarat örgütlerinin
de bu yönde çalışmaları olduğu bilinen bir gerçekti. Boşluğu dolduran duyuları
daha fazla geliştiğinden, bazı olaylarda görme ya da işitme engellilerle
çalışıyorlardı. İlginç tarafı ‘Duyu’ olarak adlandırılan birimin başındaki
kişinin hala ‘Vezir’ olarak adlandırılmasıydı. Üzerinden geçen bir asırı aşkın
zaman bazı gelenekleri yıkmaya yetmiyor, geçmişe selam göndermeye devam
edebiliyordu bazen.
Tıpkı geçmişte olduğu
gibi sadece başkana rapor veriyordu vezir. Bu durumun sağladığı avantaj ve
sonuca erken ulaştıran çalışmalarıyla teşkilat içinde hatırı sayılır bir konuma
yükselmişti.
Bir
hafta önce…
Çayını yudumlamak için yaptığı her hareket, zamanın çaldıklarını dile
getirir gibi inletiyordu sanki oturduğu koltuğu. Yorgunluk
denen illetin sadece can taşıyan mahlûkatın değil, canlı cansız her varlığın
sorunu olduğunu düşündü.
Şıklar
arasında üzülmek yoksa belki de son birkaç aydır yaptığı tek eylemdi düşünmek.
Aklındakileri toparlayabilmek için kısık sesli bir müzik açardı çoğu zaman. Ama
bugün diğer günlerden farklıydı sanki. Taş plaktan dökülen nihavent nağmeler bu
kez tersine bir matematik işlemi yürütüyor gibiydi. “Bir ihtimal daha var”
diyordu Müzeyyen Senar eşsiz sesiyle. Oturduğu yerden kalkarak elindeki fincanı
yakındaki bir sehpanın üzerine bırakırken mırıldandı. “O da ölmek değil. En
azından şimdi değil.”
Duvardaki
saat gece yarısını vururken, bahçeye çıkmak için kapıya yöneldi. Uykuyla uzun
zamandır olmayan arası, şu sıralar iyice bozulmuştu. Biraz hava almak
istiyordu. “Sükût
etme nazlı yar, beni mecnun edersin” sözleriyle sona yaklaşırken şarkı, kendini
dışarı attı. Çevresinin çitlerle çevrili olması, köy evinin bahçesini ormandan
ayırıyordu. Dışarıdaki doğal ortamda insan faktöründen bağımsız yetişen
ağaçlara ilaveten bahçeye sıralı ekilmiş birkaç meyve ağacı, bir kartelâyı
tamamlıyor gibiydi. Ciğerlerinin tamamını dolduran derin bir nefes çekti içine.
Duyuyordu…
Dallarının aralarından akıp giderken güz esintisi, bir şarkıyı
terennüm ettiriyordu sanki ağaçların yapraklarına. Her
kulağın duyamayacağı tonda, bestelenmemiş. Belki de bir ağıt… Cesaretini
toplayıp, bedenini bir anlık özgürlüğe bırakan sararmış kardeşleri için.
Düşen yaprak, yüzünü
yalayıp geçtiğinde ayırabildi gözlerini ancak semadan. Düşsel yolculuklarında,
kapalı gözlerle bile seyredebildiği yıldızlar sanki yoktular. Oysa kimine örtü
olan gece onlara ayna olurdu çoğu zaman. Aynı rüzgâr, aynı sözlerle; farklı
zamanlarda, farklı hikâyeler anlatırdı.
Örtü, açığa çıkaran
olabiliyordu kimi zaman. Doğaya can taşıyan rüzgâr, kimi zaman can alan…
Sebepler, kabullenişimizi sağlayan iplikçiklerdi sadece.
Semadan arza
taşıdığında bakışlarını yüzlerce, belki binlercesinin çağrıya kulak verdiğini
gördü. Düşen her bir yaprak sanki güzün eliydi. Hâlbuki baharın ilk demlerinde
her biri, dallarının en güzeliydi.
‘Anlat’ dedi ortamın
doğal melodisini yaran insan sesi. Emir değil rica makamında. ‘Lütfen anlat.’
Kimseyi bekliyor muydu?
Umut; kesinlik içeren bir yargı olmadığı için hem evet, hem hayırdı bu sorunun
cevabı. Kaynağa damlatılan bir damla zehir gibiydi bazen bir fısıltı.
Aşabileceği mesafeleri tasavvur edebilmek mümkün değildi.
En zoru; hislerini
anlatacak kifayette kelimelerin ten lügatinde bulunmayışıydı. Hiçbir kartelâ,
hiçbir karışım hissettiği renklere yakın duramazdı. Artı ve eksinin cenderesinde
sınırsız doğru değildi matematik, sadece parçasıydı. Kuralları; kural koyanın
çizdiği hatta geçerliydi fiziğin.
- Biraz sebep, biraz
hesap…
- Geleceklerini nereden
biliyorsun, dedi ziyaretçi?
- Sen geldiysen onlarda
gelecektir.
- Davetiye göndermeyi
düşünmüyorsun umarım.
- Gerek yok. Gürültüye
ilk tepkiyi, en hassas olanların vereceğini biliyorlar.
Bu ikinci
karşılaşmalarıydı. İlkinde, ellerinin arasından sökülüp alınan oğlu için
başsağlığı dilemişti ziyaretçi. Sorumluların en kısa zamanda yakalanarak hesap
sorulacağına söz vermişti. Verdiği sözü yerine getirememenin üzgünlüğü sesinin
tonuna yansıyordu. Ayaküstü sohbetleri birkaç dakika daha devam ettikten sonra;
- Lütfen bir çılgınlık
yapma. Sana zarar verirler.
- Şimdikinden daha
fazla değil.
Cevap veremedi.
Beklemenin ve umut etmenin kadınlar için ne büyük bir işkence olduğunu
biliyordu. O kadın, tek oğlunu bir bilinmeze kurban veren anneyse durum daha da
acıydı.
Bulunduğu mekâna son
gelişi olmayacağını anlayan ziyaretçi, geldiği sessizliğin içinde sırra kadem
bastıktan sonra evine döndü ihtiyar kadın. Artık antika değerinde olan videoya
VHS bir kaset takıp çalıştırdı. Üç gündür tüm televizyon kanallarında defalarca
tekrarlanan bir haberin görüntüleri belirdi ekranda. Bir zamanlar İngiliz
Kraliyet ailesine yakınlığıyla tanınan artık gözden düşmüş bir kadın, gazeteci
kimliğiyle ülkemize giriş yapmış. Yetimhanelerde çocuklara kötü davranıldığına
dair, gizli kamerayla çektiği görüntüleri tüm dünyayla paylaşmıştı.
Kaydı, ekran
karıncalanıncaya dek izledi ihtiyar kadın. Masada duran çevirmeli telefonun
ahizesini kaldırdı. Önceden bir kâğıda not ettiği numarayı sakince çevirdi.
Haberi en fazla ön plana çıkaran televizyon kanalına aitti numara. Yetimhanede yapılan
gizli çekimle ilgili bilgisi olduğunu belirtti. Gecenin oldukça geç bir saati
olmasına rağmen hattı bir muhabire bağlamak için beklemeye aldıklarında
telefonu kapattı. “Henüz erken” diye mırıldandı. “Önce hazırlık yapmalıyım.”
4.BÖLÜM
6 ay önce…
Tanınmış
bir yüze sahip olmak, istediği gibi
hareket edebilme özgürlüğünü sınırlandırıyordu insanın. Peşinde her anını
görüntüleyen gazeteci ve televizyonculardan oluşan bir ordunun dolaşması,
sıkıntıyı daha da katmerli bir hale getiriyordu. İngiltere siyasetinin son
yıllarda öne çıkan isimlerinden biri olan Thomas Logan Türkiye ziyaretinde bu
olağan sıkıntıyı yaşıyordu. Buna rağmen devam eden keyifli tavırları,
siyasetçilerin izlenmekten hoşlandıklarının bir kanıtı gibiydi. Aracının içinde
cep telefonuyla yaptığı görüşmeden sonra biraz durgunlaştı. Adamlarının karşı
çıkmasına rağmen programının dışına çıkarak seyahat yolu üzerindeki bir
hastaneyi ziyaret etmek istedi. Gerekli güvenlik önlemleri alındıktan sonra bu
isteği yerine getirildi. Gazeteciler içeriye alınmadı.
İngilizce
bilen personelden bazı kişilerle kısa sohbetler etti. Yine bu sohbette
öğrendiği iki kelimelik Türkçe bir cümleyle, gezdiği koğuşlardaki hastalara
“geçmiş olsun” dileklerini sundu. Baş ağrısı şikâyetiyle o esnada hastanede
bulunan bir bayan vatandaşı ile karşılaşması görünene göre tam bir sürpriz
olmuştu. Kadının kucağındaki, henüz birkaç aylık olan bebeği müsaade isteyerek
kollarının arasına aldı. Bebeğin mavi bir boncuğu andıran gözlerine yakından
bakarken, belli belirsiz hareket eden dudaklarındaki kelimeyi yakın korumaları
bile duymadı. Yakalarındaki mikrofonla ziyaretin her saniyesini vezire an be an
rapor eden duyu ekibinden Hasan Atmaca’nın dudaklarında tekrarlandı kelime.
“Oğlum”.
Thomas
Logan ile kollarının arasındaki bebeğin çok benzeyen göz rengi ve yapısı,
ekipten Mesut İşbilir’in gözünden kaçmamıştı. Ağlamaya başlayan bebeğin
kalabalıktan rahatsız olduğunu ifade ederek, birkaç dakika onlarla yalnız
kalmak istediğini ifade etti Thomas Logan. Ülkeyi ziyarete gelen yabancı bir
siyaset adamının, yine ülkeye turist olarak girmiş bir vatandaşıyla kapalı
kapılar ardında görüşmek istemesi Türk istihbaratı açısından olağan bir durum
değildi tabi ki. Fakat bu isteği açıkça sorgulamak, bilinen tüm teamüllere
aykırıydı. Boş bir oda ayarlanarak, korumalar tarafından kontrol edildikten
sonra yerine getirildi bu istek.
Yakın
korumalarını dahi yanına almadan, kapalı bir odada geçirdiği yirmi dakika
dışarıda bekleyenlerin sebebini asla öğrenemeyeceği bir sır olarak kalacaktı.
Hastane ziyaretiyle programın dışına çıkılmamış, gelen telefona kadar
kesinleşmemiş gizli bir ayrıntı devreye sokulmuştu sadece. Geleceği parlak
dürüst bir siyasetçi, iyi bir aile babası olarak tanınan Thomas Logan hakkında
bilinenler, tam olarak gerçeği yansıtmıyordu aslında. En azından iyi aile
babası olduğu kısmı…
Yalnız
katıldığı bir kokteyl davetinde hissedilen bir elektriklenme ve sonrasında
başlayan yasak ilişki siyasi kariyerini bitirebilecek bir hataydı. Pişmanlığı
ve ilişkiyi çoktan sonlandırmış olması hatasını telafi etmiyordu. Birkaç ay
önce doğan oğlunu kucağına alıp sevebilme arzusu, tüm korkularına baskın
çıkıyordu. Ülkesinde gerçekleştirmekten çekindiği bu arzusunu ilk yurtdışı
seyahatinde gerçekleştirmek için plan yapmıştı. Hastaneden çıkıp aracına
bindiğinde oldukça mutluydu Thomas Logan. Hiçbir açık vermeden oğlunu kucağına
alıp, kısa sürede olsa sevebilmişti. Rakiplerinin bu gerçeği öğrenme düşüncesi
içini ürpertti. Resmen siyasi linçe uğrardı.
İngiliz
siyasetçinin ayrılmasından sonra, hastane önündeki keşmekeşin dağılması fazla
uzun sürmedi. Programda olmayan bir ziyaret devreye girince, güvenliğin
sağlandığından emin olmak için hastaneye yönlendirilmişti Hasan Atmaca, Mesut
İşbilir ve Hamit Alkan’dan oluşan duyu ekibi. Ziyaretin bitmesiyle “görev
tamamlandı, merkeze dönün” komutu gelmişti vezirden.
Ekip
kurulalı çok uzun bir zaman olmamasına rağmen iş arkadaşlıklarını yakın
dostluğa taşımıştı üç arkadaş. Şakalaşarak hastaneyi terk etmek için ilerlerken
yürüdükleri koridorla kesişen sol koridordan aniden çıkan bir doktorla çarpıştı
Hamit Alkan. Yere yuvarlanan doktorun elinden tutarak ayağa kalkmasına yardım
etti. Özür dileyerek uzaklaşan doktorun ardından garip bir şekilde bakıyordu
artık. Yüzündeki değişen ifadeyi fark eden Mesut, ne olduğunu sordu.
-
Bilemiyorum, dedi Hamit. Anlamlandıramadığım garip bir his sadece.
-
Doktorun gelişini görmediğin ya da duymadığın için bozulmuş olmayasın sakın,
diye takıldı Mesut. Biliyorsun bazı yetenekler, diğerlerinden daha kullanışlı
olabiliyor.
-
Hayır, o haklı, dedi Hasan. Konuşmasını fark etmediniz mi? Tuhaf bir aksanı
vardı.
Kafası
karışan Mesut yaklaşmış oldukları çıkış kapısının cam bölümünden hastane
bahçesine son sürat giriş yapan otomobili fark etti. Sıklıkla acil hasta
getirildiği için personel tarafından yadırganmayan bu durum dikkatini çekmişti.
Koşar adımlarla dışarıya fırladı. Kendisinden sadece birkaç saniye önce dışarı
çıkan turist kadını otomobilin sağ arka kapısından inen iri yarı bir adam zorla
araca bindirmeye çalışıyordu. Belindeki silahı çekip “bırak onu” diye bağırdı.
Adam silahını çekmek için kadını bıraktığında, kadın bir yana bebeğin olduğu
puset bir yana savruldu. Mesut tetiği çektiğinde bacağından vurduğu adam açık
duran kapıdan araca attı kendini. Sol kapıdan çıkan diğer bir adamın açtığı
ateşle göğsünden vurulan Mesut yere düştü. Ön tarafta oturan iki adam araçtan
çıkmadan ateşe başladıklarında, Hasan ve Hamit çoktan yetişip silahlarını
ateşlemeye başlamışlardı. Saldırganların aracı geriye doğru hareket ettiğinde gövdesini
bebeğe siper etmek için yere yatan Hamit hala ateş etmeye devam ediyordu.
Saldırganların
kaçmasıyla sona eren çatışmanın ardından görüşünün bulanıklaştığını fark etti
Hamit. Yaralanmıştı. Bebeğin zarar görmediğini anladığında bir nebze rahatladı.
Zorlukla doğruldu. Birkaç metre ilerisinde kanlar içinde yatan Mesut’un yanına
ulaştığında onun son nefesini vermek üzere olduğunu gördü. Kendiside iyi bir
durumda değildi. Kan kaybediyordu. Gücü tamamen tükendi. Puseti yerden kaldıran
elleri hayal meyal gördü. Başı arkadaşının göğsüne, son nefesini veren Mesut’un
kolu sırtına düştü. Ölümü birlikte
göğüslemeye çalışan dostların son sarılışıydı bu.
Şimdi
garip bir his vardı içinde. Sanki dipsiz bir kuyunun içine doğru çekiliyordu.
Duyduğu his kendine mi aitti, yoksa Mesut’un hislerini mi paylaşıyordu.
Bilmiyordu. Sadece düşüyordu. Bilincini tamamen kaybetti.
Üzerlerine
yağan kurşunlardan kaçamayan Hasan ve sebep olduğu çatışmanın ortasında kalan turist
kadın çoktan en güçlü gerçeğin, ölümün gücüne boyun eğmişlerdi.
5.BÖLÜM
Ensesine
aldığı darbe sonucu bayılan Hamit Alkan, ayıldığında koyu bir karanlığın içinde
buldu kendini. ‘Sürekli bilmediğim yerlerde uyanmak sıktı artık’ diye söylendi.
Ayağa kalkarak bulunduğu mekânı el yordamıyla incelemeye başladı. Dört duvardan
oluşan oda büyüklüğünde bir alanda hapisti. Kapı ve penceresi bulunmayan
mekândaki nem kokusu bodrum gibi bir yerde olduğunu düşündürdü. Kafasını
kaldırıp tavana bakması boşunaydı. İçerideki zifiri karanlık görüş alanını
tamamen sıfırlamıştı. Olduğu yerde çökerek gözlerinin karanlığa alışmasını
bekledi. Bir yandan da yaşadığı olaylar arasında bir bağlantı kurmaya
çalışıyordu.
Aldığı
emir sonucu, Batı Karadeniz’in sahil kasabalarından birine ulaşmak için yola
çıkmıştı. Verilen programa uymuş, karayolunu kullanarak komşu kasabaya
varmıştı.
İçeriği
sonradan açıklanacak olan görev Hamit için oldukça önemliydi. Altı ay önce bir
çatışmada ağır yaralanmış, neredeyse üç ay hastanede yatmak zorunda kalmıştı.
İki ay daha devam eden ev istirahatından sonra işine geri dönmüştü. Fakat
bölümünden bağımsız bir yerde pasif görevlerle ilgilenmek zorunda bırakılmıştı.
Son görevinde başarısız olmasından dolayı bir nevi cezalandırıldığını
düşünüyordu. İki dostunu kaybettiği olayın peşine düşebilmek ve sorumluları
yakalayabilmek için işine geri dönmeliydi. Birim tarafından yeniden bir görev
verilmesini kendisine sunulan ikinci bir şans olarak görüyordu.
Komşu
kasabadan kiraladığı bir tekne vasıtasıyla asıl gitmesi gereken kasabaya doğru
yola çıktı. Orada buluşacağı kişi, görevi ve detayları kendisine iletecekti.
Fakat buluşma hiç gerçekleşemedi. Yolculukla ilgili hatırladığı son anı, bir
patlamanın ardından alev topuna dönen tekne ve serin sulara gömülen vücudunun
duyduğu ürpertiydi. Gözünü bir köy evinde açtığında oraya nasıl geldiğiyle
ilgili en ufak bir fikri yoktu. Tıpkı sonrasında yaşadıklarıyla ilgili bir
fikri olmadığı gibi…
Gözleri
artık bazı nesneleri seçebilecek kadar karanlığa alışmıştı. Mekânın ortasında
duran tabureyi fark etti. Elbiselerinin katlanmış bir şekilde üzerinde
durduğunu görünce şaşkınlıkla karışık bir sevinç yaşadı. Seri hareketlerle
giyinirken silahının ceket cebinde durduğunu fark etmesi şaşkınlığının daha da
artmasına sebep oldu. Kendisini oraya hapsedenler sandığı kadar kötü niyetli
değildi belki de.
Tavandan
gelen tıkırtıları duyduğunda nefesini tuttu. Yukarıdan sızmaya başlayan
hareketli ışık, birinin el feneriyle yaklaştığını ifade ediyordu. Silahını
cebinden çıkarıp köşelerden birine yaslandı. Artık iyice belirginleşen
tavandaki kapağa doğrulttuğunda duyduğu fısıltı, o ana kadar aklından çıkan
yaşlı kadının torununu hatırlamasına sebep oldu.
-
Hamit ağabey, diye seslendi çocuk.
-
Buradayım. Aşağıda, diye cevap verdi.
Tavandaki
kapak yukarı kalkarak açıldığında çocuğun yüzünü gördü.
- Sen
nasıl kaçabildin?
İlk
seferinde kaçmasına yardım ederken yaptığı gibi, yine aynı ‘sus’ işaretini
yaptı çocuk. Yarım metrelik aralıklarla düğüm atılmış bir halat saldı aşağıya.
Canının yanmasına aldırmadan yukarı tırmandı Hamit. Sormak istediği pek çok
soru vardı. Çocuğun beni takip et anlamına gelen hareketini görünce sorularını
erteledi. Birlikte bulundukları ortamdan dışarı çıktılar. Her an yıkılacak gibi
duran ahşap bir köy eviydi burası. Hapsedildiği bodrum, zamanında içinde
yaşayanlar tarafından kiler olarak kullanılıyor olmalıydı. Oldukça dar bir
patikada birkaç dakika yürüdükten sonra, kısa bir süre önce kaçtıkları evin
arka tarafındalardı yine. Parmağıyla tavan arası penceresini işaret etti çocuk.
- Yardımına
ihtiyacı var.
Çoktan
ölmüş olan birine yardım edemeyeceğini bilmesine rağmen, bunu ufaklığa nasıl
izah edeceğini bilmiyordu. En azından neler döndüğünü öğrenebilirdi. Ses
çıkarmadan pencereye doğru ilerledi.
Verdiği
göçlerden dolayı; nüfusu iki elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar azalan
sahil kasabasına bağlı neredeyse ormanla bütünleşmiş küçük dağ köyü, belki de
tarihinin en hareketli gecesini yaşıyordu. Normal şartlarda ara sıra avlanmaya
gelenler olmasa, gecenin bu saatinde doğadaki canlıların sesinden başka bir ses
duymanın imkânı yoktu. Bir iki saat önce patlayan iki el silah sesi, çevre
köylerden dahi duyulmasına rağmen avcılara ait olduğu zannıyla köylüler
tarafından umursanmamıştı. Üçer beşer yüz metrelik aralıklarla dağılmış köy
evlerinde yaşayan birkaç ihtiyar, çoktan yalnızlık acılarını bir nebze dindiren
rüya âlemine giriş yapmış olmalılardı.
Naciye
İşbilir’in evinin lambaları, sıradan günlere nispet yaparcasına bugün hala
yanıyordu. Bahçenin önündeki bakımsız yola biri minibüs, diğeri binek oto iki
araç park edilmişti.
Yıllarca
İstanbul da yaşadıktan sonra, köyüne geri dönüş yapmaya karar vermiş yalnız ve
yaşlı bir kadındı o. Altı ay önce küçük tamiratlar yaptırarak babasından kalma
köy evine yerleşmişti. Yan köyde yaşayan kız kardeşi ara sıra, onun küçük
torunu sıklıkla ziyaretine gelir, acısını ve yalnızlığını paylaşmaya
çalışırlardı. Çocuğun onu çok çabuk kabullenmesi, sıklıkla ağzından dökülen
‘nine’ kelimesi, aylardır kendini kapattığı bu çilehanede içini ısıtan tek
şeydi belki de.
Oğlu
Mesut, sebebi bilinmeyen bir silahlı çatışmada hayatını kaybettiğinden beri bu
ahşap köy evine kapanmış, sadece düşünüyordu.
Seyahat programının dışına çıkarak, güzergâhı üzerindeki
hastaneyi ziyaret etmek isteyen bir İngiliz siyasetçi…
Siyasetçinin; tesadüfen orada bulunan bir bayan vatandaşı ve
bebeğine, görgü tanıklarının ifadelerine göre normalin üstünde olan ilgisi…
Hastaneden ayrılır ayrılmaz, hastane bahçesinde çıkan silahlı
çatışma. Yine tesadüfen o an bahçede bulunan kadının çatışmada öldürülmesi.
Bebeğin ortadan kaybolması…
Bütün
bu tesadüfler bir şekilde birbiriyle bağlantılı olmalıydı. On gün önce
seyrettiği haber programı, tesadüfler zincirine eklenen son halka olmakla
birlikte akıl kilidinin de anahtarıydı. Bu sayede taşları yerine oturtmuş,
sebepler dairesinin kopuk iplikçiklerini kısmen birbirine bağlamayı başarmıştı.
İngiliz
bir kadın, kimsesiz çocukların bulunduğu bir yetimhanede gizli bir çekim
yapmıştı. Buradaki çocuklara kötü davranıldığını, dövüldüklerini,
bağlandıklarını iddia ediyordu. Ekibi tarafından oluşturulan suni ortamda
yapılan kaydı tüm dünyayla paylaşmıştı. Kadının bir zamanlar ünlü biri olması videonun
yayılma hızını artırmış, içeride ve dışarıda verilen tepkinin derecesini
yükseltmişti.
Haberi
seyrettiği anda, oğlunun öldürüldüğü çatışmayla bağlantılı olduğunu hissetmişti
Naciye İşbilir. “Yetimhanede ne arıyorlar ki” diye düşündü önce? Kendi sorusunu
kendi cevapladı. “Tabi ki ortadan kaybolan çocuğu…” Bir yetimhanede başka ne
aranabilirdi ki?
Hastaneyle
yetimhane arasında birbirlerine çok yakın olmalarından başka bir bağlantı kuramamıştı.
Çocuğun neden orada olduğunu düşündüklerini de, onlar için önemini de
bilmiyordu. Ama emindi. Çıkardıkları gürültü, birilerini rahatsız ederek tepki
vermesini sağlamak içindi. Demek ki çocuğu bulamamışlardı. Bakan olmasına
neredeyse kesin gözüyle bakılan Thomas Logan ile bir şekilde bağlantılıydı
çocuk. Kim bilir, büyük ihtimalle siyasetçiye şantaj yapmak için ele geçirmek
istiyorlardı çocuğu?
Sadece
düşünerek ulaştığı sonuçları bir hafta önce ziyaretine gelen en tepedeki isimle
paylaşmıştı. Cenaze töreninin ardından başsağlığı dileyen, bir ihtiyacı
olduğunda aramasını isteyen isimle. Altındaki isimlere güvenmemek için kendince
haklı sebepleri vardı. Hala hayatta olduğuna göre tercihini doğru yönde
kullanmıştı.
Sonuçta,
vardığı neticeye kendisinden çok önce ulaşıldığını öğrendi. Ve bu İngiliz
oyununu çözmek için bilinçli bir sızıntıyla, oyun kurucuları yetimhaneye
yönlendireni.
Mutfaktan
elinde bir tepsiyle gelerek içindeki bitki çaylarını misafirlerine ikram etti
Naciye İşbilir. Genç bir kadın ve kır saçlarıyla tezat oluşturan kırışıksız
yüzünün yaşı hakkında tahmin yürütmeyi imkânsız kıldığı bir adam. Bir hafta
önce yapmaktan vazgeçtiği telefon görüşmesini dün yapmıştı. Yetimhanede yapılan
gizli çekimin bir oyun olduğunu, nerede olduğu gizlenen bir çocuğu ortaya
çıkarmak için tezgâhlandığını kısaca anlatmıştı. En önemlisi çocuğun nerede
olduğunu biliyordu.
-
Benimle röportaj yapmak için bu saatte şehir dışına gelmeniz büyük incelik,
dedi.
- Bu
bizim işimiz, diye cevapladı genç kadın.
-
Anlıyorum.
- Bize
hikâyenizi anlatır mısınız, dedi genç kadın çayını yudumlarken.
- Oh,
elbette. Peki, çekim yapmayacak mısınız?
-
Arkadaşlar dışarıdaki araçta kameralarını ayarlıyorlar, dedi bu kez adam.
Birazdan çekime başlarız.
-
Yüzümün görünmesini kesinlikle istemediğimi unutmadığınızı varsayıyorum.
-
Elbette Naciye Hanım, dedi kadın. İçeriye giren kameramanın çekimi almasını
istediği bölgeye yerleşmesine yardımcı oldu. Yerine oturduktan sonra;
-
Yüzünüzü çekmeyeceğiz. Kazara kameraya yansısa bile, teknik ekibimiz
mozaikleyerek tanınmanızı imkânsız hale getirecektir. Şimdi bize bildiklerinizi
anlatır mısınız?
Thomas
Logan adlı siyasetçinin ülkemizi ziyaretinden başlayarak, gizli çekim yapan
gazeteci kadına kadar tüm hikâyeyi kafasında kurguladığı şekliyle anlattı yaşlı
kadın. Anlattıklarını dikkatle dinleyen muhabirlerin tepkilerini onlardan daha
dikkatli gözlerle süzüyordu. Şaşırmış görünmüyorlardı. Sona geldiğinde;
-
İlginç bir hikâye, dedi adam. Ama sadece hikâye, bir teori… Bu haliyle oğlunu
kaybeden bir annenin hezeyanları olarak kabul edilir. Bunları ispat edecek bir
delilimiz olmadan yayına süremeyiz.
-
Nasıl bir delil?
-
Mesela, çocuk nerede? Yerini bildiğinizi söylemiştiniz.
-
Çocuğun yerini ekrandan açıklamanın doğru olduğunu sanmıyorum. Bu onun
güvenliğini tehlikeye sokar.
-
Hemen açıklamayacağız zaten. Bu bilgiyi polisle paylaştığımızda onu güven
altına alacaklardır. Böylece hikâyenizin doğruluğunu ispatlayacak delilimiz
olur.
-
Belki de haklısın.
Yerinden
kalkarak telefonun bulunduğu köşeye yöneldi. Ahizeyi eline alarak;
-
Belki de tüm bunları önce polise anlatmalıydım.
-
Bırakın o telefonu Naciye Hanım.
Adamın
sertleşen ses tonuyla söylediği sözleri duyduğunda arkası dönüktü.
“Anlayamadım” diyerek yüzünü döndüğünde elinde tuttuğu kendisine doğrultulmuş
silahı gördü. Sözde çekim yapan kameraman yerinden ayrılmış, ayağa kalkan sözde
muhabirlerin yanına gelmişti.
-
Şimdi o telefonu yerine bırak ve oğlunun yanına gitmek istemiyorsan bize
çocuğun yerini söyle.
- Hiç
sanmıyorum, dedi yaşlı kadın.
Duruşu
ve sertleşen ses tonuyla yaşlı bir kadını değil yırtıcı bir kaplanı andırıyordu
artık. Devam etti;
-
Çocuğun yerini bilen tek kişiye ateş edebileceğini hiç sanmıyorum.
Kadının
sesindeki ve tavrındaki değişimi kastederek;
-
Külkedisi özüne döndü nihayet. Bu kadar çok bilgi sahibi olduğuna göre sıradan
biri değilsin. Bu da insanları konuşturmak için farklı teknikler olduğunu
bilmeni gerektiriyor.
-
Yanılıyorsun. Acılı bir anneden fazlası değilim. Burada önemli olan soru benim
değil, senin kim olduğun.
Duyulan
bir el silah sesiyle yere düştü adam. Yan odanın kapısında beliren Hamit
Alkan’ın sesi duyuldu.
- Terk
etmediği balkabağında sıkışıp kalan adam diyebilirsin ona. Bacağının birini
Mesut halletmişti. Diğerini halletmekte bana nasipmiş.
Sözde
çekim ekibinin silahlarını toplayan Hamit’e gülümsedi ihtiyar kadın.
-
Hafızanı geri kazanmana sevindim.
-
Hislerimiz karşılıklı, dedi Hamit. Bende hala yaşıyor olmana sevindim.
Evin
dışından gelen gürültüyü ve hissedilir hareketlenmeyi fark eden adam kahkaha
atmaya başladı.
-
Sohbetinizi bölmek istemem ama evin etrafı adamlarımla çevrilmiş durumda.
Açılan
kapıdan içeri adım atan yüzü görünce, yüzündeki pis sırıtış daha belirgin bir
hal aldı.
-
Saygıdeğer veziriniz sözlerimi doğrulayacaktır.
- Kapa
çeneni geri zekâlı, diye bağırdı vezir.
Arkasında
beliren ikinci yüzün sesi duyuldu.
- O
kadar emin olmayın Mr. Tolson. Direk padişaha bağlı olanın vezirden sadrazamdan
korkusu olmaz.
Döneminde kurmuş olduğu Yıldız İstihbarat Teşkilatı’na karşı
çıkanlara Abdülhamid Han hatıratında şöyle cevap vermiştir. “Yabancı devletler kendi
emellerine hizmet edecek kimseleri vezir ve sadrazam mertebesine kadar
çıkarabilmişlerse, devlet emniyet içinde olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma
bağlı bir İstihbarat Teşkilâtı kurmaya, bu düşünce ile karar verdim.”
Aslı şam olan leylin
ilk demlerine ak eklemek ağartmıyordu, hüznün olmazsa olmazı akşamları. Bir
ışık kaynağının, keskin bir gözün, hassas bir kulağın detayları
yakalayabilmesinde daha fazla yardımı dokunurdu Hamit Alkan’a. Vakit itibariyle
gecenin zifirinden sadece bir ton açık olan akşam saati güvende olması için
oynanan oyunu, belki o zaman idrak edebilirdi. Verilen görevlere ekip halinde
gitmelerindeki amaç, farkındalığı maksimum düzeye çıkarabilmek için değil miydi
zaten?
Sözde televizyon
ekibinin kasabaya giriş yaptığı haberi başkanın adamları tarafından yaşlı
kadına ulaştırıldığında, planda olmayan zorunlu misafirin ayakaltında olmaması
gerekiyordu. Üstelik kasabaya gelmesi için emir veren kişi tarafından, havaya
uçan teknede öldüğü sanılıyorken. Yakın zaman hafızası çöküntüye uğramış,
yaralı ve bitkin birine durumu izah edecek zamanları olmadığından aranan bir
kaçak olduğu oyunu devreye sokulmuş, kendi ayaklarıyla uzaklaşması sağlanmıştı.
Tıpkı kendisinin benzer oyunlarla suçluları merkeze kadar sürüklemesi gibi. Bu
arada ufaklığın performansı tam not alacak cinstendi.
Bizi hiç
ilgilendirmeyen günahlarını, iç çekişmelerini ülkemize taşıyan bir gurup
yabancıya bilgi sızdırarak yaşanan kaos ortamında adamlarının öldürülmesine
sebep olmuştu vezir. Kapandığı çile hanesinde yalnızca düşünerek olayları çözme
noktasına gelen acılı anneyi oldukça uzun olan kolları sayesinde öğrenmiş. Evine,
işbirliği yaptığı kişilerden oluşan sahte bir çekim ekibi yollamıştı. Yaşayan
tek görgü şahidini öldürmek için hamle yapmış, başkanın takipte olan adamları
sayesinde bu emeline ulaşamamıştı. Olayın yaşandığı günden beri vezirin
ihanetinden şüphelenen başkan, istirahat dönemi bittiğinde hemen görevine
dönmesini engellemişti Hamit’in. Pasif görevlerde gözlem altında tutulmasını
sağlamıştı. Soluğunu sürekli ensesinde hissettiği için hoşlanmadığı yaşlı
kurdun, korucu meleği olduğunu bilmiyordu Hamit. Tıpkı kendisinin başkana da rapor verdiğini
vezirin bilmediği gibi…
Ülkesinin istihbarat
teşkilatında uzun yıllar görev yapan David Tolson işlediği bir suçtan dolayı
teşkilattan atılmıştı. Artık ücretini ödeyene hizmet eden paralı bir askerdi o.
Oldukça uzun bir süre sahte kimliklerle ülkemizde bulunmuştu. Dilimizi gayet
net konuşabilmesinin sebebi buydu. Vezirle olan tanışmaları o yıllarda
gerçekleşmişti. Thomas Logan’a şantaj yapmak isteyen birileri tarafından, onun
açıklarını tespit etmek için tutulmuştu Tolson. Buldukları beklediklerinden de
fazlaydı.
Vezir, teşkilatına
dolayısıyla ülkesine ihanetten tutuklanıp götürüldükten sonra bir süre daha köy
evinde kalmayı tercih etti Hamit. Vefat eden arkadaşının annesiyle
konuşabilecekleri pek çok konu vardı. Üstelik Naciye Hanımın yanık ilacı,
bildiği bütün ilaçlardan daha etkiliydi.
Bir duyu birimi kurma
fikri başkana aitti ve çözüme ulaştırdıkları pek çok olay bunun harika bir
fikir olduğunu ispatlıyordu. Ama eksik olduğu, sadece maddi duyularla beslenen
manevi duygulardan uzak kalan aklın sapıtabileceği gerçeğini yaşanan olay
fazlasıyla ortaya koymuştu. Bir annenin acılı yüreğinin olayın çözüme
ulaşmasında tüm duyulardan daha fazla tesirli olması, birimin yapısının tekrar
gözden geçirilmesi gerektiği gerçeğini gözler önüne sermişti. Kalbin kandili
olmayan akıl, yalnızca kendini tüketiyordu.
İngiliz kadının bebeği, hastanede görevli
bulunan ikinci bir birim tarafından güvence altına alınmıştı. Thomas Logan
cephesine olayın başından beri tam bir sessizlik hâkimdi. Şu sıralar bir
ailenin yanında, ülkesine, annesinin ailesine iade edilmesi konusundaki
prosedürlerin uygulamaya konulmasını farkında bile olmadan bekliyordu. Bahse
konu olan yetimhanenin kapısından içeri dahi girmemişti.
Naciye Hanımla sohbeti koyulaştıran Hamit,
yanlarına sessizce sokulan ufaklığı işaret ederek sordu;
- Peki, önce hapsedilmemi sonra kurtulmamı
sağlayan bu delikanlı kim?
- Kardeşimin torunu, dedi Naciye Hanım.
Biliyor musun o sizden biri?
- Bizden biri derken...
Önce Hamit’e bir göz kırptı ihtiyar kadın;
- Biliyor musun, sizin başkan o kadarda
güvenilecek bir adam değil?
Sağ eliyle burnunu kapatarak kapıya doğru
koştu çocuk. Hamit şaşkındı;
- Aman Allah’ım! Dedi. Sanki… Sanki gıybetin kokusunu aldı.
Biliyordu Naciye
İşbilir…
Şartları ve sebepleri
değiştirmek mümkün olsaydı bile, kalemin yazdığı olacaktı. Sebeplere yapışmak,
insanoğlunun fıtratında vardı. Ama bilinmezlik örtüsünün arkasına saklanmışsa
sebep, ulaşmak için her uzanıldığında daha fazla can yakıyordu.
Artık sebepleri de
biliyordu, sebep olanları da…
İntikam almak değildi
amacı. Şimdiden sonra gündüzler daha aydınlık olmayacaktı, geceler daha az
karanlık. Uykusuz gecelerinde bir eksilme olmayacaktı, ciğerini yakan ateşte
bir küllenme.
Ama biliyordu…
Sebepler
kabullenişimizi sağlayan iplikçiklerdi sadece.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder