7 Aralık 2018 Cuma

Duyu (Hikaye)


1.BÖLÜM

Düşünde düşüyordu. Yoruma muhtaç hisleri, gördüğü düşe yordu.

Erken uyanmış bir çocuğun annesini uyandırmak için yüzünü okşaması gibi masumcaydı hissettiği bedensiz dokunuşlar. Günışığının odaya vurmasını engelleme amacıyla pencereye perde çekilmiş. İki kanadı arasında kalan aralık, uyanmasına vesile olan bir kusura dönüşmüştü. Tam anlamıyla uyandığında hissettiği tüm gövdesini saran acı, sızan ışığın hoş teması gibi katlanılabilir değildi. Doğrulmak için acele etmedi. Başına gelenlerle ilgili bir fikri olmasa da belli ki yaralıydı. Yattığı yerden zahmetsizce seyrettiği ahşap tavan, bir hastane odasında olmadığını detayları gözden geçirmeye gerek bırakmadan anlatıyordu.
Üzerindeki hafif örtüyü kaldırarak doğrulmaya çalıştı. Acısı, odanın içindeki ani hareketlenmeyle bölündü. Duyduğu sesin, yağsız menteşeleri yüzünden gıcırdayan kapıdan geldiğini gördü. Peşi sıra duyduğu haykırış dışarı koşan bir erkek çocuğa ait olmalıydı.
- Nene… Uyandı…
Tavanı gibi döşemeleri de ahşap olan yarım kâgir bir köy evindeydi. Yatağına paralel tahta masanın üzerinde bir piknik tüpü belli belirsiz yanıyordu. Burnunu sızlatan yağ ve mum kokusu, üzerindeki isten kararmış kapaksız tencereden geliyor olmalıydı. Tekrarladığı nidasında sesinin tonunu az daha yükseltmişti çocuk.
- Nene… Uyandı…
Günışığı yüzünü yalamadan önceki yaşadığı ana geri döndü. Küçük bir çocuğun ipini bırakmadan fırlattığı topacın etrafında, hızına yetişmek için delice koşuyordu. Anda arşivlenmiş bir anı mıydı, bir sanrı ya da düş müydü bilmiyordu. Sadece koşuyordu. Topaç mı büyümüştü o mu küçülmüştü ilgilenmiyordu. Hızları eşitlendiğinde zaman durdu. Çocuk yoktu. Topaç, gökyüzü, hava… Hepsi kaybolmuştu. Hiçliğin ortasında adlandıramadığı bir his vardı sadece. Bedensiz varlığı karşı koyamadığı bir güç tarafından dibe çekiliyordu. Düş olmalıydı. Düşünde düşüyordu. Yoruma muhtaç hisleri, gördüğü düşe yordu.
Tülbendinin salınan ucunu boynuna dolayarak yaklaşan ihtiyar kadınla göz göze geldi. Elindeki su dolu kovayı yere bırakan kadın omuzlarından şefkatle tutarak;
- Kalkma, dedi. Tüm vücudun yanık içinde… İstirahat etmelisin.
Az önce sesini duyduğu çocuk, ninesinin bir adım gerisinde meraklı gözlerle ona bakıyordu. İtiraz etmedi. Kasılmasına sebep olan acı böyle bir alternatif sunmuyordu zaten. Nerede ve neden bu halde olduğunu sorgulayacak durumda değildi. İhtiyar kadının başının altına koyduğu ikinci yastıkla görüş açısı artmış, olan biteni gözlemliyordu artık.
- Leğeni getir, dedi ihtiyar kadın.
Çocuk odadan çıkarken tekrar aynı kapı gıcırtısını duydu. Yirmi saniye sonra elinde kırmızı bir leğenle geri dönmüştü. İhtiyar kadın önce kovadaki suyu leğene boşalttı. Başındaki tülbendin bir benzerini içine yaydı. Ardından kısık ateşte yanan tüpü söndürerek isli tencereyi kaldırdı. “Elleri yanmadığına göre çokta sıcak olmamalı” diye düşündü. Vücudunu saran yangını yeniden hissetmesine neden oldu bu düşüncesi. Oysa zihnini meşgul ederek acıdan uzaklaşmaya çabalıyordu. Tencerenin içindekileri de leğene döktü ihtiyar kadın. Tülbendin köşelerini birleştirerek kaldırdı. İçindeki tortuyu başka bir kaba aktardı.
Az sonra elindeki kapla başucuna geldiğinde, ihtiyar kadının yaptıklarının kendisiyle ilgili olduğunu anladı. Üzerindeki örtüyü kaldırırken itiraz edecek durumda değildi. Duyduğu acıyı kesebilecek her türlü işleme çoktan razıydı. Elini tasa daldırarak avuçladığı malzeme merhemi andırıyordu. Vücudundaki yanıkların üzerine ağır hareketlerle sürmeye başladı. İşleme başladığında bir hastanede tedavi görmeyi tercih edeceğine dair düşüncesi, yaşlı kadın işini bitirdiğinde meraka dönüştü. Acısı neredeyse tamamen dinmişti.
Teşekkür etme ihtiyacı hissetti. Fakat acısının dinmesiyle bedenini kaplayan rahatlama, göz kapaklarının ağırlaşmasına neden oldu. Yeniden giriş yaptığı rüya, acemi bir yönetmenin ellerinden çıkmış fragman gibi bir bütünlük içermiyordu. Yüzünü dahi görmediği birine sımsıkı sarılıyordu. Kimdi, kendisi için ne anlam ifade ediyordu bilmiyordu. En azından bu kez, o korkutucu bilinmeze doğru düşmüyordu. Belki de düşmesine engel olmaktı sarılmasının nedeni.
“Sarılmak” ne acayip bir kelime diye düşündü. Sarmak… Salmak… Almak gibi pek çok kelimeyi çıkarabiliyordu bünyesinden. Saflığı ve temizliği anlatan “arı” kelimesini bünyesinde barındırması, fiilin olası olumsuz anlamlarını bertaraf ediyordu, görene. Canla kümeleşen “an” gibi, hicabı anlatan “ar”, bir nevi soğuk füzyon reaksiyonu gerçekleştiriyor, oluşan enerjinin farkına sayılı kişiler varabiliyordu ancak.
Gördüğü huzur verici ışığın ardından saldı ellerini. Sebebini bilmese de ışığa doğru gitmesi gerektiğini söylüyordu düşünceleri. Göremediği yüzün boşta kalan elleri, gitmesini engellemek istercesine umutsuzca uzanıyordu ardından. Anlık bir kararsızlıktan sonra ilerlemeye devam etti. Yaklaştıkça yakıcı bir ateşe dönüşen ışığa ilerlemekle hata yaptığını anladığında, geri dönmek için artık çok geçti. Tekrar karşı koyamadığı bir güç tarafından çekiliyordu, cennet sandığı cehenneme.
Bir rüyanın hatta kâbusun ortasında olduğunu bilse de, sonunu görmeye pekte istekli değildi. Uyanmalıydı. Ama nasıl? Hatırlayabildiği bir film sahnesinde gördüğü gibi kendine çimdik atmayı denedi. Hastane koridorlarına asılı, işaret parmağını dudaklarının üzerine getirerek “sus” işareti yapan hemşire fotosu gözlerinin önünde puslu olarak belirdi. Hareketinin işe yaradığını düşündü. Demek ki bir hastanedeydi. İhtiyar kadın ve çocukta gördüğü rüyaya dâhil olmalıydı. Hala neler olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu.
Görüntü netleşince yanıldığını anladı. Susmasını işaret eden, yaşlı kadının torunundan başkası değildi. Zihni tuhaf bir oyun oynuyordu ona. Havanın karardığını fark etti. Kim bilir kaç saattir uyuyordu. Evin dışından gelen insan seslerini duyunca kulak kabarttı.
- Hayır, diyordu yaşlı kadın. Uzun zamandır bu yoldan kimsenin geçtiğini görmedim.
- Yine de içeriye bakmamızda fayda var, dedi otoriter bir erkek sesi.
- Muhtar, dedi yaşlı kadın. Sesini sertleştirerek. Yalnız yaşadığımı ve kimseyi içeri almayacağımı biliyorsun.
- Bu önemli bir durum Naciye teyze, dedi muhtar. Arkadaşlar tehlikeli bir kaçağı arıyorlar.
Duyduklarından sonra tam anlamıyla uyanmıştı. Kısmi hafıza kaybı yüzünden sebebini hatırlamıyor olsa da, onu aradıklarını anlamıştı. “Tehlikeli bir kaçak… Aman Allah’ım ben ne yaptım acaba?”  Diye söylendi. Yaşlı kadının ona, saklanmasında neden yardım ettiğini bilmiyordu. Üstelik dışarıdaki adamları daha fazla oyalayamayacağı ortadaydı. Ne yapması gerektiğini kestiremiyordu.
- Beni takip et, dedi çocuk fısıltıyla.
Fazla zorlanmadan yattığı yerden doğruldu. Acısı neredeyse tamamen dinmişti. Yaşlı kadının sürdüğü ilaç her neyse gerçekten etkiliydi. Çocuğun peşinde yan odaya geçti. Seyyar bir merdivenle tavan arasına çıktılar. Çocuk fazla büyük olmayan bir pencerenin perdesini açtığında, neredeyse eve yaslanmış gibi duran incir ağacını gördü. Ağacın dalına asılı, halattan yapılmış bir merdivene tutunarak aşağı inen çocuğu takip etti.
Evin arka tarafındalardı artık. Ağaçların ve yabani otların arasından mümkün olduğunca sessiz yürüyerek evden uzaklaştılar. Aysız gece ve ortamın doğal kamuflajı, birkaç metre ötelerinde ki birinden dahi onları gizleyebilecek kadar müsaitti aslında. Dönerek, indikleri pencereye göz attı çocuk. Kendiside gayrı ihtiyari aynı hareketi tekrarladı. Pencereden sızan ışık, ihtiyar kadının adamları daha fazla tutamadığını gösteriyordu. Duydukları silah sesi oldukları yerde irkilmelerine sebep oldu. Arası çokta uzun sürmeyen ikinci sese kadar şaşkın beklediler. İkinci silah sesinden sonra, eve dönmek için hamle yapan çocuğu kollarından tutarak engelledi. Yüzünü vücuduna yaslayarak teselli verirken, ağlayarak yerlerini belli etme ihtimalini de engellemeye çalışıyordu.
Yaşlı kadın çoktan ölmüş olmalıydı. Büyük ihtimalle muhtarda…
- Gitmemiz lazım, diyerek çocuğun elinden tuttu.
Beyninde patlayan flaşlara ve hissettiği acıya bir anlam veremedi önce. Vücudunda ki yanıkların en yoğun olduğu alan elleriydi. Buna rağmen halattan yapılmış merdivenden aşağı sarkarken bu denli acı hissetmemişti. Acıyı tetikleyen temas olmuştu sanki. Sonra bir an duraksadı;
- Hatırlıyorum… Teknedeydim… Bir patlama oldu.
Çocuğun karanlığa sabitlenen bakışlarını görünce dönüp arkasına bakmak istedi. Ensesinde hissettiği darbenin etkisiyle yere kapaklanırken şuurunu kaybetti.
Birkaç dakika sonra köy evinde cep telefonuyla yapılan arama, bilinmeyen bir yere rapor veriyordu.
- Ten, güvende…

2.BÖLÜM

İstihbarat dedikodu ile başlar, dedikodu geliştirir, komplo devreye girer, suç unsurları oluşturulur ve sonra da operasyon yapılır. İşin pratiği ve gerçeği budur. Siyasi örgütlerin doğuşu gelişimi, diğer istihbarat teşkilatlarının dirsek temasları ile büyütülür. Herkes her şeyin ne olduğunu bilir.

 Bir gün önce…

Antrenörüyle kucaklaşan on üç yaşındaki delikanlıyı izlerken, hislerinin yüzüne yansımasını engellemeye çalıştı Hamit Alkan. Oynamış olduğu futbol ve atmış olduğu şık gollerle dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı çocuk. Yetenekliydi. Yetenekli olması Hamit Alkan’ın görevi için olumlu bir durumdu. Aksi halde kura sonucu kazanılmış haklar karşı taraf için pek inandırıcı durmuyordu. Bulunduğu yerden konuşmalarını izledi. Duyamasa da; antrenörün çocuğa, kendisiyle ilgilenen bir menajer olduğunu söylediğini biliyordu. Sevinçle yanına gelen çocuğa bir kart uzattı. “Yarın baban bu adrese gelsin”, dedi. “Geleceğin için güzel planlarım var.”
Ertesi gün randevu saatinde, davet edildikleri binanın önündeydi baba oğul. İlk iki katı alışveriş merkezi olan binanın üçüncü katına çıkmaları gerekiyordu. Tedirgin bakışlarla çevreyi kolaçan etti adam. Yüzündeki endişe oğlunun neşesiyle karşılaştırıldığında, aklının tamamen başka bir yerde olduğunu belli ediyordu. Kanunla başı pek hoş olmayan bir adamdı. Altın yumurtlayacak tavuk hikâyesi onu bulunduğu yere kadar sürüklemişti. Yoksa gizlendiği delikten çıkmaya niyeti yoktu. İki ay önce bir kavgaya karışmış, adam yaralamaktan dolayı aranıyordu. Bıçakla yaraladığı adam önemli biri çıkmıştı. Olayın sıradan bir sokak kavgasından fazlası olduğunu düşünen polisin, peşini bırakmaya niyeti yoktu. Evine dahi gitmiyor, ailesiyle gizlice görüşüyordu. Ofise doğru ilerlerken, polisin bu buluşmadan haberinin olmayacağını düşündü. İyi bir transfer ücreti koparabilirse ünlü bir avukat tutar, davadan sıyırabilirdi.
Beraber ofise girdikten sonra tokalaştılar. O ana kadar, kullandığı metodun etikliğini sorgulayan Hamit Alkan şüphelerinden arınarak rahatladı. Temas ettiği insanların içinde bulunduğu ruh halini, duygularını hissedebilmek gibi olağanüstü bir yeteneği vardı. Tokalaştığı adamın ilgilendiği tek konu, eline geçecek paranın miktarından ibaretti.  “Resmi işlemlerle çocuğu bunaltmaya gerek yok” dedi. Üst katta bir cafe var. Oraya gidip soğuk ya da sıcak bir şeyler içebilir. Çocuğun bulundukları kattan uzaklaşmasıyla, ofis çalışanları sandığı siviller tarafından kelepçelenmesi bir oldu.
- Oğlumu kullanarak bana tuzak kurdunuz.
- Üzgünüm, dedi Hamit. Ben sadece verilen bir görevi yerine getirdim.
Geçici olarak görev yaptığı ofisin, kanun adamlarına ev sahipliği yaptığını bilgisi olmayan birinin dışarıdan bakarak anlayabilmesi mümkün değildi. Birkaç dakika içinde muhasebe bürosunu andıran rutin görüntüsüne kavuşmuştu bile. Masasındaki bazı evraklara göz attı Hamit. Bir dosyaya birkaç satır not yazdı. Ekranına düşen gölgeyi fark ederek başını kaldırınca, gülümseyen partneriyle göz göze geldi.
- Tebrik ederim. Kaçağı kendi isteğiyle ayağımıza kadar getirmişsin.
- Her ne kadar bu işte çocukları kullanmak hoşuma gitmese de, diye cevap verdi.
- Hislerini anlıyorum.
- Gerçekten mi?
- Elbette. Emin ol, benim yaşıma geldiğinde sende benimkileri anlayacaksın.
- Belki.
- Neyse. En azından bu şekilde kimse zarar görmedi, değil mi?
- Haklısın, dedikten sonra bir süre önündeki evraklarla ilgilenmeye devam eder göründü. Sonunda dayanamadı;
- Buraya gerçekten beni tebrik etmek için gelmedin değil mi?
- Tabi ki onun için geldim. Birde…
- Evet, birde?
- Kısa sürede olsa beraber çalışmaktan memnun olduğumu söyleyecektim.
Geldiği günden beri yıldızlarının barışmadığı yaşlı kurdun sözlerine anlam katmasını ister gibi yüzüne baktı.
- Hadi ama evlat! Hayallerin gerçek oldu, dedikten sonra işaret parmağıyla arkasında kalan bir bölgeyi işaret etti.
İşaret edilen bölgeye yüzünü çevirip cam bölmenin diğer tarafında ayakta duran kişiyi görünce şaşırdı.
- Vay canına, diye mırıldandı. Tam altı ay oldu.

Aynı gün, farklı bir ülkede…

David Tolson’un yüzündeki pis sırıtış, kapattığı telefonun ardından daha da belirginleşti. Olaylar istediği gibi ilerlediğinde hep bu ifadeyi alıyordu suratı. Risk almıştı. Fakat risk almadan kazanılan bir oyun hatırlamıyordu. Aksayan sol bacağını sürüyerek asansöre ilerledi. Sevilen bir insan olmadığı yanından geçen insanların görmezden gelmesinden belliydi. Az sonra gitmek istediği yere varmıştı. Büronun kapısından içeri girdiğinde tebessüm yüzüne zorlukla yapıştırılmış hissi uyandıran bir sekreter karşıladı onu.
- Tam vaktinde geldiniz Mr. Tolson. Mr Carradine’de sizi bekliyordu.
Cevap vermeden ilerledi. İçeri girdiğinde Mr. Carradine sonlandırdığı bir görüşmenin ardından telefonu kapatıyordu. Yüzüne bile bakmadan eliyle oturmasını işaret etti. Önündeki birkaç evrakı karıştırdıktan sonra ona döndü.
- Yöntemleriniz gerçekten sıra dışı Mr. Tolson. Bir profesyonelin gerçekleştirmesi gereken işi bir amatöre vermenize rağmen, görüyorum ki şans hala yanınızda.
- Şans değil Mr. Carradine. Amacınız gürültü çıkarmaksa kullanacağınız enstrüman, piyano değil davul olmalı.
- Bu kez netice istiyorum Tolson. Başarısızlığın tekrarına tahammülüm yok.
Kolundaki saate göz attıktan sonra;
- Bir saat sonra uçağım kalkıyor, dedi. Merak etmeyin, bağlantım iz bulduğundan oldukça emin. Çocuğu en kısa zamanda kendi ellerimle size teslim edeceğim.

3.BÖLÜM

Beden bir şehre benzer. Kalp, bu şehrin padişahıdır. Akıl ise padişahın veziridir. Duygular (duyu organları) ise, aklın haber toplaması için birer casus olarak yaratılmıştır. Böylece onun tuzağı olurlar. Demek ki duygular, akla hizmet ediyorlar. Akıl kalp için yaratılmış olup, onun mumu ve kandili olmak, ona ışık tutmak içindir. (İmam Gazali)

Ders çıkarılmadığı müddetçe, bir tekerrürler silsilesidir tarih. Rivayete göre; Sultan 2. Abdülhamid Han, Yıldız İstihbarat Teşkilatından evvel vezirlerinden birinin yönetiminde farklı bir istihbarat teşkilatı kurdurmuştu. Saray aleyhtarı olan kişilerin tespit ve takibiyle görevli olan teşkilatın üyeleri, halkın arasına karışır. Vezirin elleri, gözleri ve kulakları olurlardı. Toplanan bilgiler vezir tarafından değerlendirildikten sonra sultana ulaştırılırdı.
Devletin İstihbarat Teşkilatının kısa bir zaman süreci önce kurduğu birim, bu teşkilatın çağdaş sürümüydü bir nevi. Üyeler; işitme, görme ve hissetme melekeleri sıradan insanlardan daha gelişkin olan kişilerden seçilirdi. Verilen eğitimle yeteneklerini en üst limitte kullanmaları öğretilirdi. Yabancı istihbarat örgütlerinin de bu yönde çalışmaları olduğu bilinen bir gerçekti. Boşluğu dolduran duyuları daha fazla geliştiğinden, bazı olaylarda görme ya da işitme engellilerle çalışıyorlardı. İlginç tarafı ‘Duyu’ olarak adlandırılan birimin başındaki kişinin hala ‘Vezir’ olarak adlandırılmasıydı. Üzerinden geçen bir asırı aşkın zaman bazı gelenekleri yıkmaya yetmiyor, geçmişe selam göndermeye devam edebiliyordu bazen.
Tıpkı geçmişte olduğu gibi sadece başkana rapor veriyordu vezir. Bu durumun sağladığı avantaj ve sonuca erken ulaştıran çalışmalarıyla teşkilat içinde hatırı sayılır bir konuma yükselmişti.

 Bir hafta önce…
Çayını yudumlamak için yaptığı her hareket, zamanın çaldıklarını dile getirir gibi inletiyordu sanki oturduğu koltuğu. Yorgunluk denen illetin sadece can taşıyan mahlûkatın değil, canlı cansız her varlığın sorunu olduğunu düşündü.
Şıklar arasında üzülmek yoksa belki de son birkaç aydır yaptığı tek eylemdi düşünmek. Aklındakileri toparlayabilmek için kısık sesli bir müzik açardı çoğu zaman. Ama bugün diğer günlerden farklıydı sanki. Taş plaktan dökülen nihavent nağmeler bu kez tersine bir matematik işlemi yürütüyor gibiydi. “Bir ihtimal daha var” diyordu Müzeyyen Senar eşsiz sesiyle. Oturduğu yerden kalkarak elindeki fincanı yakındaki bir sehpanın üzerine bırakırken mırıldandı. “O da ölmek değil. En azından şimdi değil.”
Duvardaki saat gece yarısını vururken, bahçeye çıkmak için kapıya yöneldi. Uykuyla uzun zamandır olmayan arası, şu sıralar iyice bozulmuştu. Biraz hava almak istiyordu.  “Sükût etme nazlı yar, beni mecnun edersin” sözleriyle sona yaklaşırken şarkı, kendini dışarı attı. Çevresinin çitlerle çevrili olması, köy evinin bahçesini ormandan ayırıyordu. Dışarıdaki doğal ortamda insan faktöründen bağımsız yetişen ağaçlara ilaveten bahçeye sıralı ekilmiş birkaç meyve ağacı, bir kartelâyı tamamlıyor gibiydi. Ciğerlerinin tamamını dolduran derin bir nefes çekti içine.
Duyuyordu…
Dallarının aralarından akıp giderken güz esintisi, bir şarkıyı terennüm ettiriyordu sanki ağaçların yapraklarına. Her kulağın duyamayacağı tonda, bestelenmemiş. Belki de bir ağıt… Cesaretini toplayıp, bedenini bir anlık özgürlüğe bırakan sararmış kardeşleri için.
Düşen yaprak, yüzünü yalayıp geçtiğinde ayırabildi gözlerini ancak semadan. Düşsel yolculuklarında, kapalı gözlerle bile seyredebildiği yıldızlar sanki yoktular. Oysa kimine örtü olan gece onlara ayna olurdu çoğu zaman. Aynı rüzgâr, aynı sözlerle; farklı zamanlarda, farklı hikâyeler anlatırdı.
Örtü, açığa çıkaran olabiliyordu kimi zaman. Doğaya can taşıyan rüzgâr, kimi zaman can alan… Sebepler, kabullenişimizi sağlayan iplikçiklerdi sadece.
Semadan arza taşıdığında bakışlarını yüzlerce, belki binlercesinin çağrıya kulak verdiğini gördü. Düşen her bir yaprak sanki güzün eliydi. Hâlbuki baharın ilk demlerinde her biri, dallarının en güzeliydi.
‘Anlat’ dedi ortamın doğal melodisini yaran insan sesi. Emir değil rica makamında. ‘Lütfen anlat.’
Kimseyi bekliyor muydu? Umut; kesinlik içeren bir yargı olmadığı için hem evet, hem hayırdı bu sorunun cevabı. Kaynağa damlatılan bir damla zehir gibiydi bazen bir fısıltı. Aşabileceği mesafeleri tasavvur edebilmek mümkün değildi.
En zoru; hislerini anlatacak kifayette kelimelerin ten lügatinde bulunmayışıydı. Hiçbir kartelâ, hiçbir karışım hissettiği renklere yakın duramazdı. Artı ve eksinin cenderesinde sınırsız doğru değildi matematik, sadece parçasıydı. Kuralları; kural koyanın çizdiği hatta geçerliydi fiziğin.
- Biraz sebep, biraz hesap…
- Geleceklerini nereden biliyorsun, dedi ziyaretçi?
- Sen geldiysen onlarda gelecektir.
- Davetiye göndermeyi düşünmüyorsun umarım.
- Gerek yok. Gürültüye ilk tepkiyi, en hassas olanların vereceğini biliyorlar.
Bu ikinci karşılaşmalarıydı. İlkinde, ellerinin arasından sökülüp alınan oğlu için başsağlığı dilemişti ziyaretçi. Sorumluların en kısa zamanda yakalanarak hesap sorulacağına söz vermişti. Verdiği sözü yerine getirememenin üzgünlüğü sesinin tonuna yansıyordu. Ayaküstü sohbetleri birkaç dakika daha devam ettikten sonra;
- Lütfen bir çılgınlık yapma. Sana zarar verirler.
- Şimdikinden daha fazla değil.
Cevap veremedi. Beklemenin ve umut etmenin kadınlar için ne büyük bir işkence olduğunu biliyordu. O kadın, tek oğlunu bir bilinmeze kurban veren anneyse durum daha da acıydı.
Bulunduğu mekâna son gelişi olmayacağını anlayan ziyaretçi, geldiği sessizliğin içinde sırra kadem bastıktan sonra evine döndü ihtiyar kadın. Artık antika değerinde olan videoya VHS bir kaset takıp çalıştırdı. Üç gündür tüm televizyon kanallarında defalarca tekrarlanan bir haberin görüntüleri belirdi ekranda. Bir zamanlar İngiliz Kraliyet ailesine yakınlığıyla tanınan artık gözden düşmüş bir kadın, gazeteci kimliğiyle ülkemize giriş yapmış. Yetimhanelerde çocuklara kötü davranıldığına dair, gizli kamerayla çektiği görüntüleri tüm dünyayla paylaşmıştı.
Kaydı, ekran karıncalanıncaya dek izledi ihtiyar kadın. Masada duran çevirmeli telefonun ahizesini kaldırdı. Önceden bir kâğıda not ettiği numarayı sakince çevirdi. Haberi en fazla ön plana çıkaran televizyon kanalına aitti numara. Yetimhanede yapılan gizli çekimle ilgili bilgisi olduğunu belirtti. Gecenin oldukça geç bir saati olmasına rağmen hattı bir muhabire bağlamak için beklemeye aldıklarında telefonu kapattı. “Henüz erken” diye mırıldandı. “Önce hazırlık yapmalıyım.”

4.BÖLÜM

6 ay önce…

Tanınmış bir yüze sahip olmak, istediği gibi hareket edebilme özgürlüğünü sınırlandırıyordu insanın. Peşinde her anını görüntüleyen gazeteci ve televizyonculardan oluşan bir ordunun dolaşması, sıkıntıyı daha da katmerli bir hale getiriyordu. İngiltere siyasetinin son yıllarda öne çıkan isimlerinden biri olan Thomas Logan Türkiye ziyaretinde bu olağan sıkıntıyı yaşıyordu. Buna rağmen devam eden keyifli tavırları, siyasetçilerin izlenmekten hoşlandıklarının bir kanıtı gibiydi. Aracının içinde cep telefonuyla yaptığı görüşmeden sonra biraz durgunlaştı. Adamlarının karşı çıkmasına rağmen programının dışına çıkarak seyahat yolu üzerindeki bir hastaneyi ziyaret etmek istedi. Gerekli güvenlik önlemleri alındıktan sonra bu isteği yerine getirildi. Gazeteciler içeriye alınmadı.
İngilizce bilen personelden bazı kişilerle kısa sohbetler etti. Yine bu sohbette öğrendiği iki kelimelik Türkçe bir cümleyle, gezdiği koğuşlardaki hastalara “geçmiş olsun” dileklerini sundu. Baş ağrısı şikâyetiyle o esnada hastanede bulunan bir bayan vatandaşı ile karşılaşması görünene göre tam bir sürpriz olmuştu. Kadının kucağındaki, henüz birkaç aylık olan bebeği müsaade isteyerek kollarının arasına aldı. Bebeğin mavi bir boncuğu andıran gözlerine yakından bakarken, belli belirsiz hareket eden dudaklarındaki kelimeyi yakın korumaları bile duymadı. Yakalarındaki mikrofonla ziyaretin her saniyesini vezire an be an rapor eden duyu ekibinden Hasan Atmaca’nın dudaklarında tekrarlandı kelime. “Oğlum”.
Thomas Logan ile kollarının arasındaki bebeğin çok benzeyen göz rengi ve yapısı, ekipten Mesut İşbilir’in gözünden kaçmamıştı. Ağlamaya başlayan bebeğin kalabalıktan rahatsız olduğunu ifade ederek, birkaç dakika onlarla yalnız kalmak istediğini ifade etti Thomas Logan. Ülkeyi ziyarete gelen yabancı bir siyaset adamının, yine ülkeye turist olarak girmiş bir vatandaşıyla kapalı kapılar ardında görüşmek istemesi Türk istihbaratı açısından olağan bir durum değildi tabi ki. Fakat bu isteği açıkça sorgulamak, bilinen tüm teamüllere aykırıydı. Boş bir oda ayarlanarak, korumalar tarafından kontrol edildikten sonra yerine getirildi bu istek.
Yakın korumalarını dahi yanına almadan, kapalı bir odada geçirdiği yirmi dakika dışarıda bekleyenlerin sebebini asla öğrenemeyeceği bir sır olarak kalacaktı. Hastane ziyaretiyle programın dışına çıkılmamış, gelen telefona kadar kesinleşmemiş gizli bir ayrıntı devreye sokulmuştu sadece. Geleceği parlak dürüst bir siyasetçi, iyi bir aile babası olarak tanınan Thomas Logan hakkında bilinenler, tam olarak gerçeği yansıtmıyordu aslında. En azından iyi aile babası olduğu kısmı…
Yalnız katıldığı bir kokteyl davetinde hissedilen bir elektriklenme ve sonrasında başlayan yasak ilişki siyasi kariyerini bitirebilecek bir hataydı. Pişmanlığı ve ilişkiyi çoktan sonlandırmış olması hatasını telafi etmiyordu. Birkaç ay önce doğan oğlunu kucağına alıp sevebilme arzusu, tüm korkularına baskın çıkıyordu. Ülkesinde gerçekleştirmekten çekindiği bu arzusunu ilk yurtdışı seyahatinde gerçekleştirmek için plan yapmıştı. Hastaneden çıkıp aracına bindiğinde oldukça mutluydu Thomas Logan. Hiçbir açık vermeden oğlunu kucağına alıp, kısa sürede olsa sevebilmişti. Rakiplerinin bu gerçeği öğrenme düşüncesi içini ürpertti. Resmen siyasi linçe uğrardı.
İngiliz siyasetçinin ayrılmasından sonra, hastane önündeki keşmekeşin dağılması fazla uzun sürmedi. Programda olmayan bir ziyaret devreye girince, güvenliğin sağlandığından emin olmak için hastaneye yönlendirilmişti Hasan Atmaca, Mesut İşbilir ve Hamit Alkan’dan oluşan duyu ekibi. Ziyaretin bitmesiyle “görev tamamlandı, merkeze dönün” komutu gelmişti vezirden.
Ekip kurulalı çok uzun bir zaman olmamasına rağmen iş arkadaşlıklarını yakın dostluğa taşımıştı üç arkadaş. Şakalaşarak hastaneyi terk etmek için ilerlerken yürüdükleri koridorla kesişen sol koridordan aniden çıkan bir doktorla çarpıştı Hamit Alkan. Yere yuvarlanan doktorun elinden tutarak ayağa kalkmasına yardım etti. Özür dileyerek uzaklaşan doktorun ardından garip bir şekilde bakıyordu artık. Yüzündeki değişen ifadeyi fark eden Mesut, ne olduğunu sordu.
- Bilemiyorum, dedi Hamit. Anlamlandıramadığım garip bir his sadece.
- Doktorun gelişini görmediğin ya da duymadığın için bozulmuş olmayasın sakın, diye takıldı Mesut. Biliyorsun bazı yetenekler, diğerlerinden daha kullanışlı olabiliyor.
- Hayır, o haklı, dedi Hasan. Konuşmasını fark etmediniz mi? Tuhaf bir aksanı vardı.
Kafası karışan Mesut yaklaşmış oldukları çıkış kapısının cam bölümünden hastane bahçesine son sürat giriş yapan otomobili fark etti. Sıklıkla acil hasta getirildiği için personel tarafından yadırganmayan bu durum dikkatini çekmişti. Koşar adımlarla dışarıya fırladı. Kendisinden sadece birkaç saniye önce dışarı çıkan turist kadını otomobilin sağ arka kapısından inen iri yarı bir adam zorla araca bindirmeye çalışıyordu. Belindeki silahı çekip “bırak onu” diye bağırdı. Adam silahını çekmek için kadını bıraktığında, kadın bir yana bebeğin olduğu puset bir yana savruldu. Mesut tetiği çektiğinde bacağından vurduğu adam açık duran kapıdan araca attı kendini. Sol kapıdan çıkan diğer bir adamın açtığı ateşle göğsünden vurulan Mesut yere düştü. Ön tarafta oturan iki adam araçtan çıkmadan ateşe başladıklarında, Hasan ve Hamit çoktan yetişip silahlarını ateşlemeye başlamışlardı. Saldırganların aracı geriye doğru hareket ettiğinde gövdesini bebeğe siper etmek için yere yatan Hamit hala ateş etmeye devam ediyordu.
Saldırganların kaçmasıyla sona eren çatışmanın ardından görüşünün bulanıklaştığını fark etti Hamit. Yaralanmıştı. Bebeğin zarar görmediğini anladığında bir nebze rahatladı. Zorlukla doğruldu. Birkaç metre ilerisinde kanlar içinde yatan Mesut’un yanına ulaştığında onun son nefesini vermek üzere olduğunu gördü. Kendiside iyi bir durumda değildi. Kan kaybediyordu. Gücü tamamen tükendi. Puseti yerden kaldıran elleri hayal meyal gördü. Başı arkadaşının göğsüne, son nefesini veren Mesut’un kolu sırtına düştü.  Ölümü birlikte göğüslemeye çalışan dostların son sarılışıydı bu.
Şimdi garip bir his vardı içinde. Sanki dipsiz bir kuyunun içine doğru çekiliyordu. Duyduğu his kendine mi aitti, yoksa Mesut’un hislerini mi paylaşıyordu. Bilmiyordu. Sadece düşüyordu. Bilincini tamamen kaybetti.
Üzerlerine yağan kurşunlardan kaçamayan Hasan ve sebep olduğu çatışmanın ortasında kalan turist kadın çoktan en güçlü gerçeğin, ölümün gücüne boyun eğmişlerdi.

5.BÖLÜM

Ensesine aldığı darbe sonucu bayılan Hamit Alkan, ayıldığında koyu bir karanlığın içinde buldu kendini. ‘Sürekli bilmediğim yerlerde uyanmak sıktı artık’ diye söylendi. Ayağa kalkarak bulunduğu mekânı el yordamıyla incelemeye başladı. Dört duvardan oluşan oda büyüklüğünde bir alanda hapisti. Kapı ve penceresi bulunmayan mekândaki nem kokusu bodrum gibi bir yerde olduğunu düşündürdü. Kafasını kaldırıp tavana bakması boşunaydı. İçerideki zifiri karanlık görüş alanını tamamen sıfırlamıştı. Olduğu yerde çökerek gözlerinin karanlığa alışmasını bekledi. Bir yandan da yaşadığı olaylar arasında bir bağlantı kurmaya çalışıyordu. 
Aldığı emir sonucu, Batı Karadeniz’in sahil kasabalarından birine ulaşmak için yola çıkmıştı. Verilen programa uymuş, karayolunu kullanarak komşu kasabaya varmıştı.
İçeriği sonradan açıklanacak olan görev Hamit için oldukça önemliydi. Altı ay önce bir çatışmada ağır yaralanmış, neredeyse üç ay hastanede yatmak zorunda kalmıştı. İki ay daha devam eden ev istirahatından sonra işine geri dönmüştü. Fakat bölümünden bağımsız bir yerde pasif görevlerle ilgilenmek zorunda bırakılmıştı. Son görevinde başarısız olmasından dolayı bir nevi cezalandırıldığını düşünüyordu. İki dostunu kaybettiği olayın peşine düşebilmek ve sorumluları yakalayabilmek için işine geri dönmeliydi. Birim tarafından yeniden bir görev verilmesini kendisine sunulan ikinci bir şans olarak görüyordu.
Komşu kasabadan kiraladığı bir tekne vasıtasıyla asıl gitmesi gereken kasabaya doğru yola çıktı. Orada buluşacağı kişi, görevi ve detayları kendisine iletecekti. Fakat buluşma hiç gerçekleşemedi. Yolculukla ilgili hatırladığı son anı, bir patlamanın ardından alev topuna dönen tekne ve serin sulara gömülen vücudunun duyduğu ürpertiydi. Gözünü bir köy evinde açtığında oraya nasıl geldiğiyle ilgili en ufak bir fikri yoktu. Tıpkı sonrasında yaşadıklarıyla ilgili bir fikri olmadığı gibi…
Gözleri artık bazı nesneleri seçebilecek kadar karanlığa alışmıştı. Mekânın ortasında duran tabureyi fark etti. Elbiselerinin katlanmış bir şekilde üzerinde durduğunu görünce şaşkınlıkla karışık bir sevinç yaşadı. Seri hareketlerle giyinirken silahının ceket cebinde durduğunu fark etmesi şaşkınlığının daha da artmasına sebep oldu. Kendisini oraya hapsedenler sandığı kadar kötü niyetli değildi belki de.
Tavandan gelen tıkırtıları duyduğunda nefesini tuttu. Yukarıdan sızmaya başlayan hareketli ışık, birinin el feneriyle yaklaştığını ifade ediyordu. Silahını cebinden çıkarıp köşelerden birine yaslandı. Artık iyice belirginleşen tavandaki kapağa doğrulttuğunda duyduğu fısıltı, o ana kadar aklından çıkan yaşlı kadının torununu hatırlamasına sebep oldu.
- Hamit ağabey, diye seslendi çocuk.
- Buradayım. Aşağıda, diye cevap verdi.
Tavandaki kapak yukarı kalkarak açıldığında çocuğun yüzünü gördü.
- Sen nasıl kaçabildin?
İlk seferinde kaçmasına yardım ederken yaptığı gibi, yine aynı ‘sus’ işaretini yaptı çocuk. Yarım metrelik aralıklarla düğüm atılmış bir halat saldı aşağıya. Canının yanmasına aldırmadan yukarı tırmandı Hamit. Sormak istediği pek çok soru vardı. Çocuğun beni takip et anlamına gelen hareketini görünce sorularını erteledi. Birlikte bulundukları ortamdan dışarı çıktılar. Her an yıkılacak gibi duran ahşap bir köy eviydi burası. Hapsedildiği bodrum, zamanında içinde yaşayanlar tarafından kiler olarak kullanılıyor olmalıydı. Oldukça dar bir patikada birkaç dakika yürüdükten sonra, kısa bir süre önce kaçtıkları evin arka tarafındalardı yine. Parmağıyla tavan arası penceresini işaret etti çocuk.
- Yardımına ihtiyacı var.
Çoktan ölmüş olan birine yardım edemeyeceğini bilmesine rağmen, bunu ufaklığa nasıl izah edeceğini bilmiyordu. En azından neler döndüğünü öğrenebilirdi. Ses çıkarmadan pencereye doğru ilerledi.

Verdiği göçlerden dolayı; nüfusu iki elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar azalan sahil kasabasına bağlı neredeyse ormanla bütünleşmiş küçük dağ köyü, belki de tarihinin en hareketli gecesini yaşıyordu. Normal şartlarda ara sıra avlanmaya gelenler olmasa, gecenin bu saatinde doğadaki canlıların sesinden başka bir ses duymanın imkânı yoktu. Bir iki saat önce patlayan iki el silah sesi, çevre köylerden dahi duyulmasına rağmen avcılara ait olduğu zannıyla köylüler tarafından umursanmamıştı. Üçer beşer yüz metrelik aralıklarla dağılmış köy evlerinde yaşayan birkaç ihtiyar, çoktan yalnızlık acılarını bir nebze dindiren rüya âlemine giriş yapmış olmalılardı.
Naciye İşbilir’in evinin lambaları, sıradan günlere nispet yaparcasına bugün hala yanıyordu. Bahçenin önündeki bakımsız yola biri minibüs, diğeri binek oto iki araç park edilmişti.
Yıllarca İstanbul da yaşadıktan sonra, köyüne geri dönüş yapmaya karar vermiş yalnız ve yaşlı bir kadındı o. Altı ay önce küçük tamiratlar yaptırarak babasından kalma köy evine yerleşmişti. Yan köyde yaşayan kız kardeşi ara sıra, onun küçük torunu sıklıkla ziyaretine gelir, acısını ve yalnızlığını paylaşmaya çalışırlardı. Çocuğun onu çok çabuk kabullenmesi, sıklıkla ağzından dökülen ‘nine’ kelimesi, aylardır kendini kapattığı bu çilehanede içini ısıtan tek şeydi belki de.
Oğlu Mesut, sebebi bilinmeyen bir silahlı çatışmada hayatını kaybettiğinden beri bu ahşap köy evine kapanmış, sadece düşünüyordu.

Seyahat programının dışına çıkarak, güzergâhı üzerindeki hastaneyi ziyaret etmek isteyen bir İngiliz siyasetçi…
Siyasetçinin; tesadüfen orada bulunan bir bayan vatandaşı ve bebeğine, görgü tanıklarının ifadelerine göre normalin üstünde olan ilgisi…
Hastaneden ayrılır ayrılmaz, hastane bahçesinde çıkan silahlı çatışma. Yine tesadüfen o an bahçede bulunan kadının çatışmada öldürülmesi. Bebeğin ortadan kaybolması…

Bütün bu tesadüfler bir şekilde birbiriyle bağlantılı olmalıydı. On gün önce seyrettiği haber programı, tesadüfler zincirine eklenen son halka olmakla birlikte akıl kilidinin de anahtarıydı. Bu sayede taşları yerine oturtmuş, sebepler dairesinin kopuk iplikçiklerini kısmen birbirine bağlamayı başarmıştı.
İngiliz bir kadın, kimsesiz çocukların bulunduğu bir yetimhanede gizli bir çekim yapmıştı. Buradaki çocuklara kötü davranıldığını, dövüldüklerini, bağlandıklarını iddia ediyordu. Ekibi tarafından oluşturulan suni ortamda yapılan kaydı tüm dünyayla paylaşmıştı. Kadının bir zamanlar ünlü biri olması videonun yayılma hızını artırmış, içeride ve dışarıda verilen tepkinin derecesini yükseltmişti.
Haberi seyrettiği anda, oğlunun öldürüldüğü çatışmayla bağlantılı olduğunu hissetmişti Naciye İşbilir. “Yetimhanede ne arıyorlar ki” diye düşündü önce? Kendi sorusunu kendi cevapladı. “Tabi ki ortadan kaybolan çocuğu…” Bir yetimhanede başka ne aranabilirdi ki?
Hastaneyle yetimhane arasında birbirlerine çok yakın olmalarından başka bir bağlantı kuramamıştı. Çocuğun neden orada olduğunu düşündüklerini de, onlar için önemini de bilmiyordu. Ama emindi. Çıkardıkları gürültü, birilerini rahatsız ederek tepki vermesini sağlamak içindi. Demek ki çocuğu bulamamışlardı. Bakan olmasına neredeyse kesin gözüyle bakılan Thomas Logan ile bir şekilde bağlantılıydı çocuk. Kim bilir, büyük ihtimalle siyasetçiye şantaj yapmak için ele geçirmek istiyorlardı çocuğu?
Sadece düşünerek ulaştığı sonuçları bir hafta önce ziyaretine gelen en tepedeki isimle paylaşmıştı. Cenaze töreninin ardından başsağlığı dileyen, bir ihtiyacı olduğunda aramasını isteyen isimle. Altındaki isimlere güvenmemek için kendince haklı sebepleri vardı. Hala hayatta olduğuna göre tercihini doğru yönde kullanmıştı.
Sonuçta, vardığı neticeye kendisinden çok önce ulaşıldığını öğrendi. Ve bu İngiliz oyununu çözmek için bilinçli bir sızıntıyla, oyun kurucuları yetimhaneye yönlendireni.
Mutfaktan elinde bir tepsiyle gelerek içindeki bitki çaylarını misafirlerine ikram etti Naciye İşbilir. Genç bir kadın ve kır saçlarıyla tezat oluşturan kırışıksız yüzünün yaşı hakkında tahmin yürütmeyi imkânsız kıldığı bir adam. Bir hafta önce yapmaktan vazgeçtiği telefon görüşmesini dün yapmıştı. Yetimhanede yapılan gizli çekimin bir oyun olduğunu, nerede olduğu gizlenen bir çocuğu ortaya çıkarmak için tezgâhlandığını kısaca anlatmıştı. En önemlisi çocuğun nerede olduğunu biliyordu.
- Benimle röportaj yapmak için bu saatte şehir dışına gelmeniz büyük incelik, dedi.
- Bu bizim işimiz, diye cevapladı genç kadın.
- Anlıyorum.
- Bize hikâyenizi anlatır mısınız, dedi genç kadın çayını yudumlarken.
- Oh, elbette. Peki, çekim yapmayacak mısınız?
- Arkadaşlar dışarıdaki araçta kameralarını ayarlıyorlar, dedi bu kez adam. Birazdan çekime başlarız.
- Yüzümün görünmesini kesinlikle istemediğimi unutmadığınızı varsayıyorum.
- Elbette Naciye Hanım, dedi kadın. İçeriye giren kameramanın çekimi almasını istediği bölgeye yerleşmesine yardımcı oldu. Yerine oturduktan sonra;
- Yüzünüzü çekmeyeceğiz. Kazara kameraya yansısa bile, teknik ekibimiz mozaikleyerek tanınmanızı imkânsız hale getirecektir. Şimdi bize bildiklerinizi anlatır mısınız?
Thomas Logan adlı siyasetçinin ülkemizi ziyaretinden başlayarak, gizli çekim yapan gazeteci kadına kadar tüm hikâyeyi kafasında kurguladığı şekliyle anlattı yaşlı kadın. Anlattıklarını dikkatle dinleyen muhabirlerin tepkilerini onlardan daha dikkatli gözlerle süzüyordu. Şaşırmış görünmüyorlardı. Sona geldiğinde;
- İlginç bir hikâye, dedi adam. Ama sadece hikâye, bir teori… Bu haliyle oğlunu kaybeden bir annenin hezeyanları olarak kabul edilir. Bunları ispat edecek bir delilimiz olmadan yayına süremeyiz.
- Nasıl bir delil?
- Mesela, çocuk nerede? Yerini bildiğinizi söylemiştiniz.
- Çocuğun yerini ekrandan açıklamanın doğru olduğunu sanmıyorum. Bu onun güvenliğini tehlikeye sokar.
- Hemen açıklamayacağız zaten. Bu bilgiyi polisle paylaştığımızda onu güven altına alacaklardır. Böylece hikâyenizin doğruluğunu ispatlayacak delilimiz olur.
- Belki de haklısın.
Yerinden kalkarak telefonun bulunduğu köşeye yöneldi. Ahizeyi eline alarak;
- Belki de tüm bunları önce polise anlatmalıydım.
- Bırakın o telefonu Naciye Hanım.
Adamın sertleşen ses tonuyla söylediği sözleri duyduğunda arkası dönüktü. “Anlayamadım” diyerek yüzünü döndüğünde elinde tuttuğu kendisine doğrultulmuş silahı gördü. Sözde çekim yapan kameraman yerinden ayrılmış, ayağa kalkan sözde muhabirlerin yanına gelmişti.
- Şimdi o telefonu yerine bırak ve oğlunun yanına gitmek istemiyorsan bize çocuğun yerini söyle.
- Hiç sanmıyorum, dedi yaşlı kadın.
Duruşu ve sertleşen ses tonuyla yaşlı bir kadını değil yırtıcı bir kaplanı andırıyordu artık. Devam etti;
- Çocuğun yerini bilen tek kişiye ateş edebileceğini hiç sanmıyorum.
Kadının sesindeki ve tavrındaki değişimi kastederek;
- Külkedisi özüne döndü nihayet. Bu kadar çok bilgi sahibi olduğuna göre sıradan biri değilsin. Bu da insanları konuşturmak için farklı teknikler olduğunu bilmeni gerektiriyor.
- Yanılıyorsun. Acılı bir anneden fazlası değilim. Burada önemli olan soru benim değil, senin kim olduğun.
Duyulan bir el silah sesiyle yere düştü adam. Yan odanın kapısında beliren Hamit Alkan’ın sesi duyuldu.
- Terk etmediği balkabağında sıkışıp kalan adam diyebilirsin ona. Bacağının birini Mesut halletmişti. Diğerini halletmekte bana nasipmiş.
Sözde çekim ekibinin silahlarını toplayan Hamit’e gülümsedi ihtiyar kadın.
- Hafızanı geri kazanmana sevindim.
- Hislerimiz karşılıklı, dedi Hamit. Bende hala yaşıyor olmana sevindim.
Evin dışından gelen gürültüyü ve hissedilir hareketlenmeyi fark eden adam kahkaha atmaya başladı.
- Sohbetinizi bölmek istemem ama evin etrafı adamlarımla çevrilmiş durumda.
Açılan kapıdan içeri adım atan yüzü görünce, yüzündeki pis sırıtış daha belirgin bir hal aldı.
- Saygıdeğer veziriniz sözlerimi doğrulayacaktır.
- Kapa çeneni geri zekâlı, diye bağırdı vezir.
Arkasında beliren ikinci yüzün sesi duyuldu.
- O kadar emin olmayın Mr. Tolson. Direk padişaha bağlı olanın vezirden sadrazamdan korkusu olmaz.

Döneminde kurmuş olduğu Yıldız İstihbarat Teşkilatı’na karşı çıkanlara Abdülhamid Han hatıratında şöyle cevap vermiştir. “Yabancı devletler kendi emellerine hizmet edecek kimseleri vezir ve sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse, devlet emniyet içinde olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir İstihbarat Teşkilâtı kurmaya, bu düşünce ile karar verdim.”

Aslı şam olan leylin ilk demlerine ak eklemek ağartmıyordu, hüznün olmazsa olmazı akşamları. Bir ışık kaynağının, keskin bir gözün, hassas bir kulağın detayları yakalayabilmesinde daha fazla yardımı dokunurdu Hamit Alkan’a. Vakit itibariyle gecenin zifirinden sadece bir ton açık olan akşam saati güvende olması için oynanan oyunu, belki o zaman idrak edebilirdi. Verilen görevlere ekip halinde gitmelerindeki amaç, farkındalığı maksimum düzeye çıkarabilmek için değil miydi zaten?
Sözde televizyon ekibinin kasabaya giriş yaptığı haberi başkanın adamları tarafından yaşlı kadına ulaştırıldığında, planda olmayan zorunlu misafirin ayakaltında olmaması gerekiyordu. Üstelik kasabaya gelmesi için emir veren kişi tarafından, havaya uçan teknede öldüğü sanılıyorken. Yakın zaman hafızası çöküntüye uğramış, yaralı ve bitkin birine durumu izah edecek zamanları olmadığından aranan bir kaçak olduğu oyunu devreye sokulmuş, kendi ayaklarıyla uzaklaşması sağlanmıştı. Tıpkı kendisinin benzer oyunlarla suçluları merkeze kadar sürüklemesi gibi. Bu arada ufaklığın performansı tam not alacak cinstendi.
Bizi hiç ilgilendirmeyen günahlarını, iç çekişmelerini ülkemize taşıyan bir gurup yabancıya bilgi sızdırarak yaşanan kaos ortamında adamlarının öldürülmesine sebep olmuştu vezir. Kapandığı çile hanesinde yalnızca düşünerek olayları çözme noktasına gelen acılı anneyi oldukça uzun olan kolları sayesinde öğrenmiş. Evine, işbirliği yaptığı kişilerden oluşan sahte bir çekim ekibi yollamıştı. Yaşayan tek görgü şahidini öldürmek için hamle yapmış, başkanın takipte olan adamları sayesinde bu emeline ulaşamamıştı. Olayın yaşandığı günden beri vezirin ihanetinden şüphelenen başkan, istirahat dönemi bittiğinde hemen görevine dönmesini engellemişti Hamit’in. Pasif görevlerde gözlem altında tutulmasını sağlamıştı. Soluğunu sürekli ensesinde hissettiği için hoşlanmadığı yaşlı kurdun, korucu meleği olduğunu bilmiyordu Hamit.  Tıpkı kendisinin başkana da rapor verdiğini vezirin bilmediği gibi…
Ülkesinin istihbarat teşkilatında uzun yıllar görev yapan David Tolson işlediği bir suçtan dolayı teşkilattan atılmıştı. Artık ücretini ödeyene hizmet eden paralı bir askerdi o. Oldukça uzun bir süre sahte kimliklerle ülkemizde bulunmuştu. Dilimizi gayet net konuşabilmesinin sebebi buydu. Vezirle olan tanışmaları o yıllarda gerçekleşmişti. Thomas Logan’a şantaj yapmak isteyen birileri tarafından, onun açıklarını tespit etmek için tutulmuştu Tolson. Buldukları beklediklerinden de fazlaydı.
Vezir, teşkilatına dolayısıyla ülkesine ihanetten tutuklanıp götürüldükten sonra bir süre daha köy evinde kalmayı tercih etti Hamit. Vefat eden arkadaşının annesiyle konuşabilecekleri pek çok konu vardı. Üstelik Naciye Hanımın yanık ilacı, bildiği bütün ilaçlardan daha etkiliydi.
Bir duyu birimi kurma fikri başkana aitti ve çözüme ulaştırdıkları pek çok olay bunun harika bir fikir olduğunu ispatlıyordu. Ama eksik olduğu, sadece maddi duyularla beslenen manevi duygulardan uzak kalan aklın sapıtabileceği gerçeğini yaşanan olay fazlasıyla ortaya koymuştu. Bir annenin acılı yüreğinin olayın çözüme ulaşmasında tüm duyulardan daha fazla tesirli olması, birimin yapısının tekrar gözden geçirilmesi gerektiği gerçeğini gözler önüne sermişti. Kalbin kandili olmayan akıl, yalnızca kendini tüketiyordu.
İngiliz kadının bebeği, hastanede görevli bulunan ikinci bir birim tarafından güvence altına alınmıştı. Thomas Logan cephesine olayın başından beri tam bir sessizlik hâkimdi. Şu sıralar bir ailenin yanında, ülkesine, annesinin ailesine iade edilmesi konusundaki prosedürlerin uygulamaya konulmasını farkında bile olmadan bekliyordu. Bahse konu olan yetimhanenin kapısından içeri dahi girmemişti.
Naciye Hanımla sohbeti koyulaştıran Hamit, yanlarına sessizce sokulan ufaklığı işaret ederek sordu;
- Peki, önce hapsedilmemi sonra kurtulmamı sağlayan bu delikanlı kim?
- Kardeşimin torunu, dedi Naciye Hanım. Biliyor musun o sizden biri?
- Bizden biri derken...
Önce Hamit’e bir göz kırptı ihtiyar kadın;
- Biliyor musun, sizin başkan o kadarda güvenilecek bir adam değil?
Sağ eliyle burnunu kapatarak kapıya doğru koştu çocuk. Hamit şaşkındı;
- Aman Allah’ım!  Dedi. Sanki… Sanki gıybetin kokusunu aldı.
Biliyordu Naciye İşbilir…
Şartları ve sebepleri değiştirmek mümkün olsaydı bile, kalemin yazdığı olacaktı. Sebeplere yapışmak, insanoğlunun fıtratında vardı. Ama bilinmezlik örtüsünün arkasına saklanmışsa sebep, ulaşmak için her uzanıldığında daha fazla can yakıyordu.
Artık sebepleri de biliyordu, sebep olanları da…
İntikam almak değildi amacı. Şimdiden sonra gündüzler daha aydınlık olmayacaktı, geceler daha az karanlık. Uykusuz gecelerinde bir eksilme olmayacaktı, ciğerini yakan ateşte bir küllenme.
Ama biliyordu…
Sebepler kabullenişimizi sağlayan iplikçiklerdi sadece.

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder