Tırnak
diplerimin allandığı ve mum alevinin titreyip sallandığı elektriksiz gecenin
tenhasında anlamıştım ilk önce zamanın önemini.
Ucu
korlanmış iğnenin, ten ile tendeki kıymığın ayırdına varamadığı ortamın
loşluğunda, dolduran sen olmazsan birilerinin çöplüğe çevireceği hayat
boşluğunda. Ve dahi ciğerlerimi sızlatan marangozhanenin nemli talaş kokusu
nahoşluğunda…
Elime
kurşun kalemden başka ahşap değdirtmeyen babam, “bir el at bakalım” demişti ilk
defa. “Bir el atta boşaltalım şu malzeme yüklü arabayı.”
Bebek…
Çocuk… Genç… Olgun… Yaşlı… O gün; takvimden koparılan her yaprağın, ömrün beş
vaktinde farklı da olsa mutlaka etkilediğini öğrendim insanı. Diğer tüm
vakitler gibi kış kast-ın da yer alanın ikindisi de erken oluyordu. Ve yine
erken geçirmeye zorlandığımız başkalaşım süreci, akşamın ve yatsının tüm
olasılıklarına hazır olabilmemiz içindi. Kurbağaya dönüşen iribaşlara, şen nağmelerle kuyruk soran farklı
kastlara mensup akranlarımız tarafından anlaşılabilir değildi belki bu durum. Fakat
prense dönüştürecek prenses busesi görünmüyordu bizim için ufukta. Ya da
Gepetto’nun Pinokyo’su gibi hariçten sermaye uzatmıyordu burnumuz.
Kısacası kısmi paylaşımla yükü hafifletmek değildi amaç.
“Rahat” komutunu bundan böyle yatsıdan önce duyamama ihtimaline, her daim
“hazır ol” komutuyla hazır oldurmaktı. Tekrarı olmayan
tecelliler harmanında hiçbir şey göründüğünden
ve söylendiğinden ibaret değildi. Her şeyin, daima hem ötesi hem berisi vâriddi.
ve söylendiğinden ibaret değildi. Her şeyin, daima hem ötesi hem berisi vâriddi.
Hazır olmamız
gerekenin, yalnızca dünya hayatı olmadığını anlatan takvim yaprakları tehirsiz dökülmeye
devam ediyor hâlâ. Yılın son yaprağı da
zaman rüzgârına kapıldı nihayet. Bir yenisini alıp duvara asmak ne denli
mümkünse, ömrün tekrarı o denli mümkünsüz. Sınav zorlu… Vakit, nefes sayısıyla
sınırlı… İstediğimiz sorudan başlamak gibi bir lükse de sahip değiliz üstelik.
Çözüm; rahat yaşamak adına hep daha
fazlasını isteyerek terk ettiğimiz rahatı, asıl rahatlama mekânımız için terk
etmek. Günde beş vakit hazır ola geçmek, bir ay midemize ve nefsimize daha
fazla hâkim olmak, yine gücümüz yetiyorsa belli zaman dilimleri içerisinde
kutsal mekânımızı ziyaret etmek.
Zamanla ilgili ve zamanında yapılması
gereken bu denli görevimiz varken, bunlara emrolunmadığımız bir yenisini
eklemek, kâr mı zarar mı? Yılın başı, sonu hatta tamamı, kaçan bir vakti
karşılar mı? Kısmen benzemeye çalıştığına yaranmış tek bir örnek var mı?
Hükümsüzün asparagaslarına riayet hak mı, isyan mı? Kuzey kutbundan
getirttikleri hediye dağıtan azizin memleketi Fethiye’de sahiden kar var mı?
“Bir el at demişti” babam. Hem zamanla
yaşayacağın zorlukları öğren, hem çorbada tuzun bulunsun. Yani derdim tuz
basmak değil yaraya, anlayana katkıda bulunmak.
Birde;
Noel virüsünü yurdum insanına enjekte eden zihniyet, yetinmemiş olmalı ki zaman katliamcısı
geyiklerini de musallat etti başımıza. Geyik muhabbetiyle güne başlar ve de
bitirir olduk. Gündeme de şöyle göz ucuyla baktık mı yeterli geliyor bize. Tuttuğumuz
parti iktidarsa, takımımız şampiyonsa, kesik değilse sular musluklar akıyorsa
daha ne olsun değil mi?
Sahi
daha ne olsun?
Bir
kere eleştiri bizden uzak olsun. Unutma beni eleştirmediğin müddetçe dostumsun.
Karşı kutuptaysan serbestsin, aynı frekansta değiliz ki kulağım duysun.
Sonra emir ve yasakların yorumu benim kriterlerime göre olsun. Örtüm ipek olsunda varsın içi boşaltılmış olsun. Zengin benden olsunda varsın işçisinin hakkına konsun.
Elin ecnebisinden aşağı kalır yanım mı var, tarzım onların ki kadar popüler olsun.
Sonra emir ve yasakların yorumu benim kriterlerime göre olsun. Örtüm ipek olsunda varsın içi boşaltılmış olsun. Zengin benden olsunda varsın işçisinin hakkına konsun.
Elin ecnebisinden aşağı kalır yanım mı var, tarzım onların ki kadar popüler olsun.
Unuttuk
mu yoksa? Kimin kulu, kimin ümmetiyiz? Osmanlı'dan sonra yetim miyiz? Hani
günah işlemediğimiz ağızlarla dua edecektik. Hani birbirimiz için ettiğimiz
dualar kabul görecekti. Görünen o ki biz dua etmeyi de beceremedik. Sahi yüzde
doksan dokuz muydu bizim oranımız? Deve hörgücü gibi mi oldu nefsimiz, örtmeye
güç yetiremiyoruz. Hani Hu
demeyince eğlenemezdik. Yoksa dört yapraklı yonca filmleri daha mı bir eyledi
bizi? Ya da müzekker versiyonları.
Arabesk
isyanlarda mı yitirdik duanın gücünü? Yoksa demir perde göçleriyle mi aldı
iblis bizden öcünü?
Tuttuğumuz
yol çıkmaz sokak.
Sürç-i
lisan ettiysek affola…
Faruk
Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder