An
itibariyle üç köprüsü üç gerdanlık gibi parıldıyordu boğazın. Vakit gecenin bir
yarısı olsa da çocukluğundaki gibi gündüzler ve geceler birbirinden pek ayırt
edilemiyordu artık. Şehrin her tarafını sarmalayan suni ışıklar, geceleri
gündüzlerden daha aydınlık bir hale getiriyordu. Hayatın, yirmi dört saat hiç
durmadığı bir şehirdi burası. Anadolu Hisarı’nın üzerinden uçtu bir süre. Sonra
Fethi Paşa korusunun… Üsküdar her zamankinden daha mı güzel görünüyordu ne?
Eyüp Sultan, çocukluğunun Ramazan ayı gibi hınca hınç doluydu. Süleymaniye,
Ayasofya, Sultanahmet camileri ışıl ışıldı. Yıkım ve yeşillendirme çalışmaları
eski siluetine geri döndürmüştü İstanbul’u.
Tarihin her döneminde
insanların ilgisine mazhar olmuş güzel ve güzel olduğu kadar özel bir şehirdi
İstanbul. Bilinen insanlık tarihine namını seyyah olarak kaydettirmiş hiçbir
ismin görmeden geçmediği, aksi halde o sıfatı hak edemeyeceğini bildiği tek
şehirdi belki de. Fethi uğruna nice canların serden geçtiği… 1071 yılında
Malazgirt ovasında Bizans ordusunu perişan ederek Türklere Anadolu’nun olduğu
gibi, İstanbul’un da kapılarını açan Sultan Alparslan’ın dahi hayali…
Üzerinde yaşayan, yolu
düşen yahut ziyaret maksadıyla gelen her kişi sayısını onlarla, yüzlerle çarpan
hikâye sayısına sahip bu şehir; yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde kendi
hikâyesinin sonuna gelmişti neredeyse. Yirmi milyonu aşan nüfus başlı başına
bir sorundu zaten. Yöneticilerin tüm uyarılarına rağmen, üzerinde yaşayanların
gereken özeni göstermemesi nefesini kesmiş; doğal ve tarihi dokusunu tamamen
kaybetme tehlikesiyle burun buruna gelmişti.
Neyse ki kentin nabız
atışlarındaki zayıflamayı fark eden, durumun vahametini kavrayabilen insan
sayısı da azımsanacak bir oranda değildi. Gecenin saat ikisinde kentin üzerinde
taksikopterle dolaşan Nermin Türker Hanımefendi de bu farkındalığın zirvesinde
yaşayan bir isimdi. Bir süredir Adapazarı’nda ikamet ediyordu. Mimardı. Mesleği
sayesinde pek çok belediye başkanıyla çalışmış. Kendi görüşü haricinde, kentin
sorunlarını birinci ellerden dinleme şansını elde edebilmişti. 2047 yılında
İstanbul’a belediye başkanı olarak seçildiğinde tüm bu sorunları masaya
yatırmıştı. Bu saatten sonra, kentin bu haline katılabilecek hiçbir artının
çözüm olamayacağını belirtmiş, hemen bir acil eylem planı oluşturulması emrini
vermişti. Zamanın hükümetinin de destek vermesiyle hemen eyleme dökülmüştü bu
radikal plan.
Kara ulaşımının yüzde
doksanı yeraltına çekilmiş, ilave olarak yapılan hava taşıma sistemleriyle
trafik sorunu sıfıra indirilmişti. Ve bu yapılırken sadece trafik sorununu
çözmek değildi hedef. Nüfusun büyük çoğunluğunu sınır illere çekme uygulamasına
geçebilmek ve bunun bir kaos ortamı oluşturmasının önüne geçmek için ön
hazırlıktı. Artık İstanbul dışındaki çiftlik evlerinde oturan insanlar
yeraltından giden jet trenlerle sabah işlerine rahatça gidip, akşam saatleri
aynı rahatlıkla geri dönebiliyorlardı.
Plan kendisine ait olsa
da, uygulama aşamasına geçildiğinde çok üzülmüştü Nermin Hanım. Dönüşüm için doğup
büyüdüğü bu özel şehirden, Adapazarı’na taşınma vakti geldiğinde gözlerinden
akan iki damla yaşı fark eden eşi onu kollarının arasına alarak “merak etme”
demişti. “Aynı güneş, orada da üzerimize doğacak. Hem devamlı gidip geleceksin
zaten.”
Zoraki bir gülümsemenin
ardından; “Evet ama üzerine bıraktığım ayak izlerimi tanıyan bu topraklar gibi
olmayacak, hiçbir zaman. Yağmuru bile şehrimin kokusunu taşımayacak bana.” Diye
cevaplamıştı. Onun hikâyesi de, şehrin kayıp hikâyelerinin arasına karışıp
kaynamıştı aslında.
17 Ağustos 1999
doğumluydu Nermin Hanım. İki asırda da yaşamış olma şansını son
yakalayanlardan. İstanbul’u da büyük ölçekte etkileyen Gölcük merkezli
depremden iki saat önce gözlerini açmıştı dünyaya. Bugün doğum günüydü. Sene
2071 itibariyle yetmiş iki yaşındaydı. İki saat evvel eşi, çocukları ve
torunları tarafından yapılan sürpriz doğum günü partisi, aslında hissettirmeye
çalıştığı kadar sürpriz olmamıştı kendine. İçinde bir yerlerde hep bugüne hazır
olmasını söyleyen bir ses vardı sanki. Ve annesinin çocukken anlattığı bir hikâyenin
izleri…
Düşüncelerinden
sıyrılarak ana döndüğünde, şehrin üzerinde bir süre dolaşmak istediğini
söylemişti taksikopter pilotuna. Sahip olduğu yükseklik korkusunu hiçe sayarak
hava yoluyla gitmek istemişti davet edildiği açılışa. Son yirmi dört yıla
yayılan projeleri son bir kez görmek istemişti sanki. İki dönem başkanlık
yaptıktan sonra görevinden ayrılmış olmasına rağmen kentte gerçekleştirilen
projelerin çoğunda imzası ve emeği vardı. Sevdiceğiyle vedalaşmak zorunda kalan
bir aşığın haleti ruhiyesi çökmüştü üzerine.
Nihayet açılışına
davetli olduğu, “Geçmiş Zaman Olur ki
Nostalji Merkezi”nin Avcılardaki binasına vardıklarında 02.30’u bulmuştu saat.
Kendisinin başlattığı ama bitiremediği projelerdendi. Pilota seslenerek, özellikle
yerdeki piste inmek istediğini söyledi. Şehrin tozuna bir kez daha bulanmak
istiyordu sanki ihtiyar ayakları.
Bahçedeki pistten ağır
adımlarla asansörlerin olduğu bölgeye geçti. Açılışın gerçekleştirileceği kata
çıktığında sunumun çoktan başlamış olduğunu gördü. Yeni belediye başkanı içeri
girdiğinde yanına gelerek ayakta karşıladı onu. Konuşma yapması için mikrofon
kendisine uzatıldığında tebrik ve teşekkürden ibaret olan kısa bir konuşma
yaptı. Saat gece yarısı üçü vurduğunda program başlatıldı. Şehrin ileri
gelenlerinin daha müsait olması sebebiyle özellikle gece yarısına alınmıştı
program. Yirmi birinci yüzyılın son çeyreğine girilmek üzereyken geceyle
gündüzün çok bir farkı kalmamıştı zaten birbirinden.
Bir bilgisayar dehası
tarafından oluşturulan program, milenyumun başından beri biriktirilmiş görsel
verileri kullanarak tarihi bir İstanbul gezisi yaptıracaktı meraklılarına.
İstenen ilçede, istenen mahallede belirlenen zaman aralıklarının yine istenen
kısmında yaşamak mümkündü bir nevi. Hatta bazı tarihi eserlerin içinde bile
dolaşılabiliyordu. Takılan özel bir gözlüğün beyne yolladığı veriler sayesinde
nesneleri maddesel olarak hissedebilmek bile mümkündü.
Büyük salonda bulunan
ziyaretçiler hayranlıkla izliyordu büyük oranda değişim geçiren İstanbul’un
yaşadığı dönüşümü. Safralarından kurtularak dünya başkenti haline gelen aziz
şehrin, hem geçmiş zamanın hem geleceğin izlerinin tam kıvamında harmanlandığı
bugünkü görünümüne ulaşana kadar sürüyordu program.
Yanına gelerek Nermin
Hanımla sohbet eden belediye başkanı, bir yandan sesle kumanda edilen
bilgisayarın yanına götürüyordu onu.
- Gitmek istediğiniz
özel bir tarih varsa, sizi gezdirmeye hazırım.
Ve bugün gerçek mana da
belki ilk kez gülümsedi Nermin Hanım.
- O zaman 17 Ağustos
1999 yılına gitmek istiyorum. Doğduğum güne.
- Hayır. Hayır, dedi
belediye başkanı. Yalnızca milenyumdan sonraki yıllarda gezinti yapabiliyoruz
henüz.
Daha fazlasını
biliyormuş gibi tekrar gülümsedi Nermin Hanım.
- Belki şansımızı
zorlamanın zamanı gelmiştir.
Bilgisayara komut
verdi.
- 17 Ağustos 1999
yılına gitmek istiyorum. Şu an bulunduğumuz yere. Saat gece üç…
Belediye başkanının
şaşkın bakışları arasında komutu alan bilgisayar, daha önce hiç duymadıkları
tiz bir ses çıkartarak sesli bir şekilde çalışmaya başladı. Önce, evvelki tüm
detaylar silinerek bugünkü haline döndü salon. Gökkuşağının tüm renklerinden oluşan
bir ışık cümbüşü yaşandı. Sonra yavaş yavaş söylenen yıla ait görseller
belirmeye başladı ortamda. Avcılardaki doğduğu hastane görüntüye girdiğinde
saat 03.04’ü gösteriyordu.
Bulundukları bina beşik
gibi sallanmaya başladığında kaçışmaya başlayan insanlara “sakin olun” çağrısı
yaptı belediye başkanı. “Bina on şiddetinde bir depreme dayanacak
dayanıklılıkta.”
Bulundukları bina ile
birlikte, ekrandaki görüntüde dalgalanmaya başladı. Yetmiş iki yıl önce aynı
yerde, aynı saatte yaşanan deprem görüntüleniyordu şimdi. Nermin Hanım’ın
doğduğu hastanenin önce camları patladı. Sonra sıvaları dökülmeye başladı.
Koşuşarak dışarı kaçan insanların yüzündeki korku ifadesi, birkaç saniye önce
salonda yaşanandan çok farklı değildi.
En son göğsünde tuttuğu
bir battaniyeyle genç bir kadın çıktı dışarıya. Kapının önünde şaşkınca
durakladı bir süre. Battaniyenin bir parçasını havaya kaldırdığında yeni doğmuş
bir bebeğin pürüzsüz yüzü göründü. Sallantının şiddetiyle hastanenin isminin
yazılı olduğu tabelanın bir ucu duvardan ayrıldı. Diğer ucu da ayrılmak
üzereyken, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle görsele doğru koştu Nermin
Hanım. Seyredenlerin şaşkın bakışları arasında bir ışık huzmesine dönüşerek
görseldeki mekâna geçiş yaptı. Ani bir hamleyle anne ve bebeğini ileriye doğru
itti. Onlar yuvarlanarak yere düşerken, tabela Nermin Hanım’ın üzerine düştü
Yerden kalktıktan sonra
bebeğinin bir zarar görmediğini anlayan genç kadın hayatını kurtaran kişiye
doğru döndü. Ağır tabelanın altında son nefesini vermek üzereydi. Dili tutuldu,
ne yapması gerektiğine karar veremedi.
Son bir kez gülümsedi
Nermin Hanım.
- Sakın unutma, dedi.
Yetmiş ikinci doğum günümde.
- Anlayamadım, dedi
genç kadın.
Hayatını kurtaran bu
ihtiyar kadının söylediklerine bir anlam verememişti. Ve o, ağzından çıkan son
kelimenin ardından ruhunu teslim etmişti zaten.
- Anne…
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder