7 Aralık 2018 Cuma

Geçmiş Zaman Olur ki (Hikaye)

An itibariyle üç köprüsü üç gerdanlık gibi parıldıyordu boğazın. Vakit gecenin bir yarısı olsa da çocukluğundaki gibi gündüzler ve geceler birbirinden pek ayırt edilemiyordu artık. Şehrin her tarafını sarmalayan suni ışıklar, geceleri gündüzlerden daha aydınlık bir hale getiriyordu. Hayatın, yirmi dört saat hiç durmadığı bir şehirdi burası. Anadolu Hisarı’nın üzerinden uçtu bir süre. Sonra Fethi Paşa korusunun… Üsküdar her zamankinden daha mı güzel görünüyordu ne? Eyüp Sultan, çocukluğunun Ramazan ayı gibi hınca hınç doluydu. Süleymaniye, Ayasofya, Sultanahmet camileri ışıl ışıldı. Yıkım ve yeşillendirme çalışmaları eski siluetine geri döndürmüştü İstanbul’u.

Tarihin her döneminde insanların ilgisine mazhar olmuş güzel ve güzel olduğu kadar özel bir şehirdi İstanbul. Bilinen insanlık tarihine namını seyyah olarak kaydettirmiş hiçbir ismin görmeden geçmediği, aksi halde o sıfatı hak edemeyeceğini bildiği tek şehirdi belki de. Fethi uğruna nice canların serden geçtiği… 1071 yılında Malazgirt ovasında Bizans ordusunu perişan ederek Türklere Anadolu’nun olduğu gibi, İstanbul’un da kapılarını açan Sultan Alparslan’ın dahi hayali…
Üzerinde yaşayan, yolu düşen yahut ziyaret maksadıyla gelen her kişi sayısını onlarla, yüzlerle çarpan hikâye sayısına sahip bu şehir; yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde kendi hikâyesinin sonuna gelmişti neredeyse. Yirmi milyonu aşan nüfus başlı başına bir sorundu zaten. Yöneticilerin tüm uyarılarına rağmen, üzerinde yaşayanların gereken özeni göstermemesi nefesini kesmiş; doğal ve tarihi dokusunu tamamen kaybetme tehlikesiyle burun buruna gelmişti.
Neyse ki kentin nabız atışlarındaki zayıflamayı fark eden, durumun vahametini kavrayabilen insan sayısı da azımsanacak bir oranda değildi. Gecenin saat ikisinde kentin üzerinde taksikopterle dolaşan Nermin Türker Hanımefendi de bu farkındalığın zirvesinde yaşayan bir isimdi. Bir süredir Adapazarı’nda ikamet ediyordu. Mimardı. Mesleği sayesinde pek çok belediye başkanıyla çalışmış. Kendi görüşü haricinde, kentin sorunlarını birinci ellerden dinleme şansını elde edebilmişti. 2047 yılında İstanbul’a belediye başkanı olarak seçildiğinde tüm bu sorunları masaya yatırmıştı. Bu saatten sonra, kentin bu haline katılabilecek hiçbir artının çözüm olamayacağını belirtmiş, hemen bir acil eylem planı oluşturulması emrini vermişti. Zamanın hükümetinin de destek vermesiyle hemen eyleme dökülmüştü bu radikal plan.
Kara ulaşımının yüzde doksanı yeraltına çekilmiş, ilave olarak yapılan hava taşıma sistemleriyle trafik sorunu sıfıra indirilmişti. Ve bu yapılırken sadece trafik sorununu çözmek değildi hedef. Nüfusun büyük çoğunluğunu sınır illere çekme uygulamasına geçebilmek ve bunun bir kaos ortamı oluşturmasının önüne geçmek için ön hazırlıktı. Artık İstanbul dışındaki çiftlik evlerinde oturan insanlar yeraltından giden jet trenlerle sabah işlerine rahatça gidip, akşam saatleri aynı rahatlıkla geri dönebiliyorlardı.
Plan kendisine ait olsa da, uygulama aşamasına geçildiğinde çok üzülmüştü Nermin Hanım. Dönüşüm için doğup büyüdüğü bu özel şehirden, Adapazarı’na taşınma vakti geldiğinde gözlerinden akan iki damla yaşı fark eden eşi onu kollarının arasına alarak “merak etme” demişti. “Aynı güneş, orada da üzerimize doğacak. Hem devamlı gidip geleceksin zaten.”
Zoraki bir gülümsemenin ardından; “Evet ama üzerine bıraktığım ayak izlerimi tanıyan bu topraklar gibi olmayacak, hiçbir zaman. Yağmuru bile şehrimin kokusunu taşımayacak bana.” Diye cevaplamıştı. Onun hikâyesi de, şehrin kayıp hikâyelerinin arasına karışıp kaynamıştı aslında.
17 Ağustos 1999 doğumluydu Nermin Hanım. İki asırda da yaşamış olma şansını son yakalayanlardan. İstanbul’u da büyük ölçekte etkileyen Gölcük merkezli depremden iki saat önce gözlerini açmıştı dünyaya. Bugün doğum günüydü. Sene 2071 itibariyle yetmiş iki yaşındaydı. İki saat evvel eşi, çocukları ve torunları tarafından yapılan sürpriz doğum günü partisi, aslında hissettirmeye çalıştığı kadar sürpriz olmamıştı kendine. İçinde bir yerlerde hep bugüne hazır olmasını söyleyen bir ses vardı sanki. Ve annesinin çocukken anlattığı bir hikâyenin izleri…
Düşüncelerinden sıyrılarak ana döndüğünde, şehrin üzerinde bir süre dolaşmak istediğini söylemişti taksikopter pilotuna. Sahip olduğu yükseklik korkusunu hiçe sayarak hava yoluyla gitmek istemişti davet edildiği açılışa. Son yirmi dört yıla yayılan projeleri son bir kez görmek istemişti sanki. İki dönem başkanlık yaptıktan sonra görevinden ayrılmış olmasına rağmen kentte gerçekleştirilen projelerin çoğunda imzası ve emeği vardı. Sevdiceğiyle vedalaşmak zorunda kalan bir aşığın haleti ruhiyesi çökmüştü üzerine.
Nihayet açılışına davetli olduğu,  “Geçmiş Zaman Olur ki Nostalji Merkezi”nin Avcılardaki binasına vardıklarında 02.30’u bulmuştu saat. Kendisinin başlattığı ama bitiremediği projelerdendi. Pilota seslenerek, özellikle yerdeki piste inmek istediğini söyledi. Şehrin tozuna bir kez daha bulanmak istiyordu sanki ihtiyar ayakları.
Bahçedeki pistten ağır adımlarla asansörlerin olduğu bölgeye geçti. Açılışın gerçekleştirileceği kata çıktığında sunumun çoktan başlamış olduğunu gördü. Yeni belediye başkanı içeri girdiğinde yanına gelerek ayakta karşıladı onu. Konuşma yapması için mikrofon kendisine uzatıldığında tebrik ve teşekkürden ibaret olan kısa bir konuşma yaptı. Saat gece yarısı üçü vurduğunda program başlatıldı. Şehrin ileri gelenlerinin daha müsait olması sebebiyle özellikle gece yarısına alınmıştı program. Yirmi birinci yüzyılın son çeyreğine girilmek üzereyken geceyle gündüzün çok bir farkı kalmamıştı zaten birbirinden.
Bir bilgisayar dehası tarafından oluşturulan program, milenyumun başından beri biriktirilmiş görsel verileri kullanarak tarihi bir İstanbul gezisi yaptıracaktı meraklılarına. İstenen ilçede, istenen mahallede belirlenen zaman aralıklarının yine istenen kısmında yaşamak mümkündü bir nevi. Hatta bazı tarihi eserlerin içinde bile dolaşılabiliyordu. Takılan özel bir gözlüğün beyne yolladığı veriler sayesinde nesneleri maddesel olarak hissedebilmek bile mümkündü.
Büyük salonda bulunan ziyaretçiler hayranlıkla izliyordu büyük oranda değişim geçiren İstanbul’un yaşadığı dönüşümü. Safralarından kurtularak dünya başkenti haline gelen aziz şehrin, hem geçmiş zamanın hem geleceğin izlerinin tam kıvamında harmanlandığı bugünkü görünümüne ulaşana kadar sürüyordu program.
Yanına gelerek Nermin Hanımla sohbet eden belediye başkanı, bir yandan sesle kumanda edilen bilgisayarın yanına götürüyordu onu.
- Gitmek istediğiniz özel bir tarih varsa, sizi gezdirmeye hazırım.
Ve bugün gerçek mana da belki ilk kez gülümsedi Nermin Hanım.
- O zaman 17 Ağustos 1999 yılına gitmek istiyorum. Doğduğum güne.
- Hayır. Hayır, dedi belediye başkanı. Yalnızca milenyumdan sonraki yıllarda gezinti yapabiliyoruz henüz.
Daha fazlasını biliyormuş gibi tekrar gülümsedi Nermin Hanım.
- Belki şansımızı zorlamanın zamanı gelmiştir.
Bilgisayara komut verdi.
- 17 Ağustos 1999 yılına gitmek istiyorum. Şu an bulunduğumuz yere. Saat gece üç…
Belediye başkanının şaşkın bakışları arasında komutu alan bilgisayar, daha önce hiç duymadıkları tiz bir ses çıkartarak sesli bir şekilde çalışmaya başladı. Önce, evvelki tüm detaylar silinerek bugünkü haline döndü salon. Gökkuşağının tüm renklerinden oluşan bir ışık cümbüşü yaşandı. Sonra yavaş yavaş söylenen yıla ait görseller belirmeye başladı ortamda. Avcılardaki doğduğu hastane görüntüye girdiğinde saat 03.04’ü gösteriyordu.
Bulundukları bina beşik gibi sallanmaya başladığında kaçışmaya başlayan insanlara “sakin olun” çağrısı yaptı belediye başkanı. “Bina on şiddetinde bir depreme dayanacak dayanıklılıkta.”
Bulundukları bina ile birlikte, ekrandaki görüntüde dalgalanmaya başladı. Yetmiş iki yıl önce aynı yerde, aynı saatte yaşanan deprem görüntüleniyordu şimdi. Nermin Hanım’ın doğduğu hastanenin önce camları patladı. Sonra sıvaları dökülmeye başladı. Koşuşarak dışarı kaçan insanların yüzündeki korku ifadesi, birkaç saniye önce salonda yaşanandan çok farklı değildi.
En son göğsünde tuttuğu bir battaniyeyle genç bir kadın çıktı dışarıya. Kapının önünde şaşkınca durakladı bir süre. Battaniyenin bir parçasını havaya kaldırdığında yeni doğmuş bir bebeğin pürüzsüz yüzü göründü. Sallantının şiddetiyle hastanenin isminin yazılı olduğu tabelanın bir ucu duvardan ayrıldı. Diğer ucu da ayrılmak üzereyken, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle görsele doğru koştu Nermin Hanım. Seyredenlerin şaşkın bakışları arasında bir ışık huzmesine dönüşerek görseldeki mekâna geçiş yaptı. Ani bir hamleyle anne ve bebeğini ileriye doğru itti. Onlar yuvarlanarak yere düşerken, tabela Nermin Hanım’ın üzerine düştü
Yerden kalktıktan sonra bebeğinin bir zarar görmediğini anlayan genç kadın hayatını kurtaran kişiye doğru döndü. Ağır tabelanın altında son nefesini vermek üzereydi. Dili tutuldu, ne yapması gerektiğine karar veremedi.
Son bir kez gülümsedi Nermin Hanım.
- Sakın unutma, dedi. Yetmiş ikinci doğum günümde.
- Anlayamadım, dedi genç kadın.
Hayatını kurtaran bu ihtiyar kadının söylediklerine bir anlam verememişti. Ve o, ağzından çıkan son kelimenin ardından ruhunu teslim etmişti zaten.
- Anne…

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder