11 Aralık 2018 Salı

Son Hikaye (Hikaye)


Bütününe bakıldığında, semazen görüntüsü oluşturan hat çalışmasını hayranlık dolu gözlerle inceledi. Hissettiği duygular, düşsel bir yolculuğa çıkmış tadı bırakıyordu damağında. Hemen yanında asılı duran diğer çalışmaya yöneldiğinde başının döndüğünü hissetti. Tansiyonu düşmüş olmalıydı. Duvarlar üzerine üzerine geliyordu sanki. En yakındaki koltuğa düşer gibi saldı vücudunu. Gözlerini kapadı.
Bir süre hareketsiz oturduktan sonra, koltuğun kanadına dayadığı sol koluna hafifçe yaklaştırdı başını. Parmaklarıyla kaşlarının arasına masaj yaparak, yaklaşık yarım saattir musallat olan ağrıyı dağıtmaya çalıştı. Gözlerinin kapalı olması, hiçte dostça olmayan birkaç çift bakışın üzerinde odaklandığını fark etmesine engel değildi. Ortamda yabancı oluşunun getirisiydi bu.  “İnsan yabancısı olduğunun düşmanıdır” sözü düştü aklına. Hafızasını taramasına rağmen kimden duyduğunu hatırlayamadı. Ne fark ederdi ki? Bir lokantaya ikinci gidişimizde, daha önce oturduğumuz masaya sürüklerdi bizi ayaklarımız. Diğerleri yabancıydı, dolayısıyla düşman.
Her ne kadar gözlerden uzak olarak geçirdiği yıllar yabancı olarak algılanmasına sebep olsa da, aslında ilk gelişi değildi bulunduğu mekâna. Aldığı davet, hala ırak olmadığı gönüller bulunduğunun da kanıtıydı.
Göz kapaklarını araladığında ortam da ki hareketlenmeyi fark etti. Diğer herkesin yaptığı gibi o da ayağa kalktı. Yanı başında beliren iri yarı korumanın, olası bir yanlış hareketine karşı tetikte olduğunu hissetti.
Bulunduğu konumun çaprazında kalan oda kapısı açıldı. İçeriden çıkan kişiyi gördüğünde hissettiği mide bulantısı; yüzüne aksetmemesi için kendini kastığında krampa dönüştü. Göz göze geldiklerinde bakışlarını kaçırmak istedi ama karşısındakinin bunu zayıflık belirtisi olarak algılayacağını bildiği için yapmadı. Yanına yaklaştığında tokalaşmak için uzattığı elini istemeden sıkarken ilk konuşmanın ondan gelmesini bekledi.
- Merhaba İbrahim…
- Merhaba Turan Bey…
- Görüşmeyeli çok uzun zaman oldu. Geleceğini haber verseydin, ortak dostumuzu birlikte ziyaret etmek için beklerdim.
Unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi iki elini yapmacık bir tavırla iki yana açarak devam etti;
- Ama... Sizin konuşacak önemli mevzularınız vardır değil mi? Eski mevzular. Ziyaretime gel bir gün. Kim bilir? Belki yeniden bir takım işler yapabiliriz.
Yapmacık tavırlarla örtüşen imalı sözleri beyninde tartarken, duygularını gizleyebilme başarısına içten içe hayret etti. Zamanın bünyesine kattığı bir olgu olmalıydı bu. Adını tam olarak koyamıyordu. Sabır mı, yitirilen cesaretin doğal etkileri mi? Karşısındakinin beklediği türden bir tepki vermedi.
- İnşallah Turan Bey…
- Yaşlanıyoruz dostum. Nefesler sayılıyken eski dostlar birbirini ihmal etmemeli.  
Kendisini zorlamasına rağmen gülümseyemedi. Sesindeki tonun vurgusu aralarındaki soğukluğun buzdan bir kanıtı gibiydi.
- Görüşmek üzere Turan Bey…
Sahte bir tebessümle yanından uzaklaşırken içinden saymaya başladı. Bir... İki... Üç... Dört... Beş… Korumalarından birinin kulağına bir şeyler fısıldadığını yan gözle izledi. “Hiç değişmemiş” diye mırıldandı. Beklediği hareketi, beklediği zamanda yapmıştı yine. Aynı zamanda aynı mekânda olmaları pek hayra yorulacak türden değildi. “Neler oluyor acaba” diye geçirdi aklından? Salonda kendinden başka üç kişi daha kalmıştı. “Akrabaları olmalı” diye düşündü. Hallerinden görev insanı olabilecek bir teferruat sezinlememişti. Hala tam olarak geçmeyen ağrı engel koysa da, simaları beynine nakşetmeye çalıştı.
Az sonra Turan Bey’in çıktığı odadaydı. Bulmayı umduğuyla bulduğu, hiçbir açıdan örtüşmüyordu. Yetişmesinde en büyük emeği olan insan, yıkılmaz gördüğü kale yıkılmıştı. Hasta yatağında uzanan yorgun ve yaşlı yüzü saygıyla süzerken hiç konuşmadı. Sağlık görevlileri aldıkları işaret üzerine onları yalnız bıraktıktan sonra içinden gelen ellerine sarılıp öpme isteğini bastırdı.
- Geçmiş olsun efendim. Beni emretmişsiniz.
“Emir değil, öğüt makamındayız” şeklinde çıkışmasını boşuna bekledi. Gerçekten çok halsiz olmalıydı. Birden en kötüsünü geçti aklından. Düşüncesi bile içini ürpertti. Onsuz olmazdı. Dudaklarının kımıldadığını gördü. Tek kelimesini kaçırmamak için dikkat kesildi.
- Görürsün ki, sahne benzer olsa da, roller yer değiştirdi oğul.
Ağır yaralanmasına rağmen sağ kurtulduğu patlamayı hatırladı. Gözlerini açtığında sargılar içinde yatakta bulmuştu kendini. Başucunda da onu… İçinin titrediğini hissetti. “Oğul”. İlk defa o zaman kendisine bu şekilde hitap etmişti. Bu ikinciydi. Biliyordu ki insanlar onu ne kadar mülayim biri olarak tanısalar da, oldukça sert bir mizaca sahipti. Karşısında terden sırılsıklam olduğu anlar geçti gözlerinin önünden. Konuşmaya devam etti;
- Değiştiğimiz rolden sonra artık hissederiz ki, bu âlem bundan böyle görüşme mekânımız değil.
“Ama” diyecek oldu ki, karşısında ki kararlı bakışlar susması gerektiğini net bir şekilde ifade etmeye yetti. Güçlükle kaldırdığı elinin ağır hareketlerini takip ettiğinde duvardaki bir çerçeveyi işaret ettiğini anladı. Tıpkı bekleme odasındaki gibi hat çalışmalarıyla süslüydü duvar. Odanın içinde aksi yönlere doğru ufak bir gezinti yaptıktan sonra çerçeveye yaklaştı.
- Bilirsin ki bilgi lazım olduğunda, lazım olana kıymetlidir oğul. Diğer zamanlarda yükten öte değil.
Dünyayı sembolize eden, yazılarla oluşturulmuş minik bir küre ve bu küreyi çepeçevre kuşatan “Kaf” harfini göz ucuyla inceledi. Yine doğaçlama adımlar atarak yatağın yanına döndü. Bilmesi gereken her neyse, öğreneceği mekânın bulunduğu yer olmadığını anladı.
- Anlıyorum efendim. Hakkınızı helal edin.
- Biz o yükten çoktan arındık da oğul, arınmış bulmaktır muradımız boynuna astıklarımızı.
Davet bildirildiğinde, bunun bir vedalaşma olacağı aklına gelebilecek son ihtimaldi. Oysa ne umutlarla girmişti kapıdan içeri. Birkaç dakika sonra dışarıdaydı. İçeri girmelerine izin verilmediği için evin önünü mesken tutan medya mensupları henüz bölgeden ayrılmamış olan Turan Beyi soru yağmuruna tutuyorlardı. Medyatik bir kişilik olmadığı için onunla ilgilenen olmamıştı bile. Hızlı adımlarla uzaklaşırken kameralara son söylediği sözleri işitti. “...evinde tedavi görmek kendi tercihi… İş dünyasının eski ve önemli simalarından biri olan ortağım Fevzi Yaman’ın kısa sürede iyileşerek aramıza katılacağına inanıyorum. Dualarımız onunla…”
Henüz birkaç yüz metre uzaklaşmıştı ki, karşıdan gelmekte olan siyah takım elbiseli siyah gözlüklü iki adam tarafından çevrildi. “Ve altı” diye mırıldandı. Öndeki adam, sert bir kayayı andıran yüz ifadesini hiç bozmadan konuştu;
- Bay İbrahim Türker.
“Bu zorlama kibarlıklarına bayılıyorum.” diye geçirdi aklından.
- Evet benim.
- Bizimle gelmeniz gerekiyor.
Yanlarına yanaşan lüks otoya umarsızca bindi. Kendisiyle konuşan ön koltuğa, diğeri yanına yerleştiğinde araç hareket etti.

İş dünyasının önemli simalarından biri olarak tanınan Fevzi Yaman, adı konulmamış istihbarat birimlerinden birinin en tepesindeki isimdi aslında. Olası iç ve dış tehditleri zamanında tespit edip gerektiğinde müdahale etmekti birimin görevi.
Saygıdeğer işadamları olarak tanınmalarını sağlayan şirket, gerçek faaliyetlerini perdeleyen bir paravandı. Üç buçuk yıl önce, son anda haber aldıkları bir bombalama olayını engellemeye çalışırken yaralanana kadar İbrahim, başkan yardımcılığı görevine getirileceğine kesin gözüyle bakılan bir üyesiydi birimin. Turan Şen’le birlikte gerçekleştirdikleri operasyonlarda defalarca ölümün kıyısından dönmüşlerdi. Sıkı dostlardı. Ta ki Turan Şen’in aleyhindeki ifadesiyle, görevde ihmali bulunduğu kanısına varılıp birimden uzaklaştırılana kadar. Fevzi Yaman’ın müdahalesi dahi onu kurtaramamıştı. İkinci adam Turan Şen’di artık.
Yarım saat kadar sonra, ev ve ofis karışımı bir mekândaydı. Kendisine eşlik eden adamların şaşkın bakışları arasında genişçe bir koltuğa kurulmuş, bacak bacak üstüne atmıştı. Kapıdan içeri giren kişiyi görünce konuşmaya başladı;
- Vay canına! Üç yıldır bizi karşılaştırmayan kader, aynı gün içinde iki kere bir araya gelmemizi sağladı.
Korumaları işaret ederek devam etti;
- Sizi de mi bu misafirperver arkadaşlar davet etti Turan Bey?
İstemini söze ihtiyaç duymadan anlatan bir bakışın ardından korumalar odayı terk etti.
- Görüyorum ki şakacı mizacından bir eksilme olmamış İbrahim.
Yüzündeki gülümseme bir anlığına kayboldu. Şimdi buz gibiydi bakışları.
- Kapının önündeki arkadaşlara on dakikalığına kulaklarını tıkamalarını söylersen, daha şakacı yönlerimi de gösterebilirim.
Birkaç saniye süren bir kararsızlıktan sonra;
- Fevzi Yaman’la görüşmeye gelmenin sebebi neydi?
Tekrar o alaycı surete büründü İbrahim.
- Bizim oralarda davet, icabet gerektirir. Bak! Senin bile davetini kırmayıp geldim.
- Hangi konuda görüştünüz?
- Bu bir sorgulamaysa, sana cevap vermek gibi bir zorunluluğum yok. İpimi çektiğinden beri sivil olduğumu hatırlatmam gerekir sanırım kinci adam.
Ağzından çıkan sıfatın ilk harfini, bilinçli olarak yutmuştu. Konuşma tarzı kendini savunma zorunluluğu hissettirmişti Turan Şen’e.
- Yaşadıkların için beni suçluyor olman seni haklı yapmaz. İfademde, ne gördüysem onu anlattım. Emre itaatsizlik ederek, kendi ipini kendin çektin.
Aynı gün içinde ikinci defa, o patlama anı geçti gözlerinin önünden.
- Onca sivili ölüme terk edemeyeceğimi biliyordun.
- Bina neredeyse tamamen boşaltılmıştı zaten. Zamanında terk etmeyerek kimliklerimizi açığa çıkaracaktın.
Hırsla ayağa kalktı İbrahim. Elini sıkarak yumruk haline getirmiş, etine gömülen tırnakları avucunun kanamasına sebep olmuştu. İki eski çalışma arkadaşının bakışları birleşti. Sözün bittiği yerde gözler kusuyordu artık kinini. Bir süre sonra sakinleşerek yerine oturdu. Gösterdiği tepki hoşuna gidiyor olmalıydı. Bu zevki daha fazla yaşatmayacaktı eski dostuna.
- Biraz cesaretli olsaydın, o iki adamı da kurtarabilirdik.
Kısa süreli bir suskunluk ortamı oluştuktan sonra İbrahim devam etti;
- Her neyse. Seninle bunları tartışacak değilim.
- O zaman eski defterleri karıştırmayı bırak da, sorularıma doğru düzgün cevap ver be adam. Fevzi Yaman senden ne istiyor? Lazım olduğunda kıymetli olan bilgi ne?
Ne istediğini bilseydi bile asla söylemezdi. Bilgiyi bir şekilde kendisinden alabileceklerini düşünmüş olmalıydı ki, açıklamanın ileri bir zamanda geleceğini ima etmişti ihtiyar kurt. Odanın dinlendiğini de biliyormuş, diye mırıldandı.
- Efendim.
- Bilmiyorum, dedim. Senin söyleyeceğini umuyordum.
- O resimlerde senin görmeni istediği, bizim göremediğimiz ne var?
- Neden kendisine sormuyorsun?
- Bu seni ilgilendirmez. Şimdi soruma cevap ver. Gözden kaçırdığımız ne?
Gezegeni sarmalayan “Kaf” harfi gözlerinin önüne geldi.   
- Nereden bileyim? Kaf dağının ardındakini bilmek için oraya gitmek gerekir. Gitmek içinde Zümrüdü Anka…   
Turan Şen’in büyüyen gözbebeklerinden önemli bir konuya temas ettiğini hemen anladı. Çalmaya başlayan telefon konuşmalarını böldü. Turan ahizeyi kaldırdı.
- Evet… Anlıyorum.
Düşünceli bir şekilde ahizeyi yerine bıraktıktan sonra İbrahim’in yüzüne baktı.
- Sanırım seni çağırmasının gerçek sebebi asla öğrenemeyeceğiz. Fevzi Yaman az önce vefat etmiş.

* * *

Arabasıyla giriş yaptığı sokakta boş bir alan aradı gözleri. Elli altmış metre ileride, iki araç arasında kalan bir boşluğa zorlanarak da olsa park etti. Saatine göz attığında on sekiz otuz olduğunu gördü. Aracından inerek, geldiği yöne doğru yürüdü. Dış görünüşünden atölye olduğu belli olan mekânın önüne geldiğinde, kapıdaki zile bastı.
Teşkilattan ayrıldıktan sonra büyük bir boşluk yaşamış, sunulan seçenekleri bir gün geri döneceği inancıyla reddetmişti. Masa başı işler ona göre değildi artık
Bir dizi rastlantı sonucu, iş bilgisini sermaye olarak ortaya koyan bir kâr ortağıyla fason çanta diken atölye kurmuştu. Böylece, bir mekânda sabit durmaya mahkûm kalmayacaktı. Okul yıllarındayken yaz tatillerinde çalıştığı bu sektöre yabancı değildi.
Kapının açılmasını beklerken bir anlığına her şeyin bulanıklaştığını hissetti. Zaman kavramı, ayarını yitirmişti sanki. Bir hafta, bir gün, bir saat… Ardında boşluklar bırakarak ilerliyor gibiydi. Yanlış olanın ne olduğunu çözemedi. Reklam arasında başka kanala geçerek, geri döndüğünde filmden kopan seyirci gibi hissediyordu kendini. Kafasını topladı. Zaman çok hızlı akıyor, diye düşündü.
Az sonra, açılan kapıdan sakalları yeni çıkmaya başlamış bir delikanlı göründü.
- Selamünaleyküm.
"Aleykümselâm İbrahim Ağabey" dedi genç. Beraber içeri yürüdüler. Büyükçe bir tezgâhın başında çalışan dört kişi daha vardı içeride. Yazıhanesine girmeden yanlarına yürüdü.
- Yarına yetişecek mi çantalar Şeref usta?
Tezgâhta çalışan kır saçlı ihtiyar gülümsedi.
- Çocuklar sıkı çalıştı bugün İbrahim Bey oğlum. Bir tek kilitlerin çakılması kaldı. Yarın öğlene tamamdır Allahın izniyle.
- O zaman müsaade edelimde, bu akşam erken gitsin gençler evlerine. Yorgunluk atsınlar.
- Tamam, siz öyle istiyorsanız…
Elindeki malzemeleri tezgâha bıraktı Şeref usta ."Haydi gençler paydos" dedi.
Gençlerin neşe içinde hazırlanıp çıkmalarını tebessümle izledi İbrahim. "Hadi bizde çıkalım Şeref usta" dedi.
- Hemen hazırlanıyorum, İbrahim Bey oğlum.
Az sonra ikisi de kapının önündeydiler. Şeref usta asma kilidi takmak üzereyken ihtiyar bir dilenci yaklaştı yanlarına.
- Allah rızası için bir sadaka.
Elini cebine attı İbrahim. Çıkarttığı parayı uzatırken, gözlerini gözlerine diktiğini fark etti dilencinin. "Allah razı olsun beyim" dedi. "Bir öğüt vereyim ki helalleşmiş olalım" diye devam etti.
- Ölüm bir son değil elbet. Hele ölmeden önce ölmesini bilene.
Yüzündeki tebessüm bir anda kayboldu İbrahim’in. Ortak bir dostları sayesinde tanışıp üç senedir ortağı olmasına rağmen onu ne kadar az tanıdığını düşündü Şeref usta. Hele şuan ki yüz ifadesini daha önce hiç görmemişti.
- Öğüt; tek bu cana mıdır, ihtiyar?
- Öğüt; lazım olduğunda, lazım olana kıymetlidir beyim.
- Ne tuhaf bir dilenci, dedi Şeref usta. Hızlı adımlarla uzaklaşan ihtiyarın ardından…
- Öyle, dedi İbrahim. Kaşları iyice çatılmıştı.
- Sen git Şeref usta. Kapıyı ben kilitlerim. İçeriden bir şey almam lazım, şimdi aklıma geldi.
- Bekleyeyim isterseniz.
- Hayır, gerek yok. Hadi iyi akşamlar.
Ağır adımlarla ilerleyen Şeref ustayı gözden kaybolana dek izledi. Dükkâna geri dönerek kapıyı içeriden kilitledi. Kesim tezgâhının üzerinden bir falçata alarak yazıhanesine girdi. Duvarda asılı duran aynayı çivisinden çıkararak yere indirdi. Elindeki falçatayla duvarda kesikler oluşturduktan sonra yarım gazete yaprağı büyüklüğündeki duvar kâğıdını çekerek yerinden çıkardı. Dükkânı ilk tuttuğunda kamufle ettiği kasa ortaya çıkmıştı. Üç senedir el değmemiş olan kasayı, şifresini girerek açtı. İçinden çıkardığı tabancayı ceketinin iç cebine gizledi.
Monoton geçen yılların, gövdesine eklediği yapışkan rehavet bir anda uçup gitmişti. Çıkarttığı aynayı tekrar yerine takarken yansımasını bir süre izledi. Gördüklerinden memnun bir tavırla dışarı çıkarak kapıyı kilitledi. Güneşin gözden kaybolmaya başlamasıyla çöken akşam serinliğinin, tenine işlemesini istiyormuş gibi kapının önünde durdu bir süre. Sokağı dikkatle süzdü. Bir haftadır takibi altında olduğu şahısları bugün hiç görmediğine göre, bir şey bilmediğine kanaat getiren Turan Şen adamlarını geri çekmiş olmalıydı. Emin olduğu tek konu, kesinlikle sıradan bir gece olmayacağıydı.

* * *

Aracına binerek yola çıktıktan yaklaşık yarım saat sonra Piyerloti tepesindeydi. Arabasını görevlilere teslim ettikten sonra tarihi kahveye girerek bir çay söyledi. Yüzünü mezarlıkların olduğu yöne dönünce Fevzi Yaman’ın yıllar önce söylediği bir sözü tekrarladı gayri ihtiyari. “Hayata gözlerimi yumduğumda, bedenim başka bir mekânda olsa dahi ruhum hep burada olacak.” Ailesinin isteği üzerine naaşı, Çengelköy mezarlığında toprağa verilmişti. En azından bir iki saat önce dilencinin söylediği sözleri duyana kadar, öyle olduğuna inanıyordu. Şimdi zayıfta olsa bir umut vardı içinde.
Gece ışıklarının ayrı bir güzellik kattığı manzaraya doğru döndüğünde, masasına yanaşan genç bir bayanın “oturabilir miyim” dediğini duydu. Cevap vermeye hazırlanırken genç kadın çoktan karşısına oturmuştu bile. Her ne kadar bu durum gururunu okşasa da eğlenmek için orada değildi.
- Bakın hanımefendi birini bekliyorum.
Gözlerinin içine bakarak Yahya Kemal’e ait iki dize okudu genç kadın.
- Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, birçok seneler geçti dönen yok seferinden.
- Anlayamadım.
- Baktığınız yönden gelecek kimse yok İbrahim Bey. Gelmek istese bile…
Garip bir şekilde tanıdık gelen ve ismiyle hitap eden kadını dikkatlice süzdü. Omuzlarına ulaşan dalgalı siyah saçları ve bir çift mavi boncuğu andıran gözleriyle güzel bir yüzü vardı.
- Kimsin sen?
- Bir dost.
- Ben dostlarımı kendim seçerim hanımefendi. Şimdi ya kendinizi tanıtın ya da buradan hemen uzaklaşın.
- Size Fevzi Yaman’dan selam getirdim desem.
Çevredeki masaları hızlı bir şekilde süzdü İbrahim. Gözüne çarpan olağanüstü bir durum olmayınca devam etti.
- Fevzi Yaman vefat edeli bir hafta oluyor ve anlaşılan o ki, bunu zaten biliyorsun.
- Üzgünüm, geç kalmış bir selam.
- Sadede gelir misiniz hanımefendi?
- Bakın! Yardıma ihtiyacım var. Fevzi Yaman kendisine bir şey olduğu takdirde güvenebileceğim tek insanın siz olduğunu söylemişti.
- Hangi konuda ve onunla olan bağlantınız nedir?
Kısa süreli bir tereddüt hali yaşadıktan sonra cevap verdi genç kadın;
- İsmim Demet. Fevzi Yaman’ın kızıyım.
Elini ceketinden içeri sokarak silahını kontrol etti İbrahim.
- Çok mu saf görünüyorum? Fevzi Yaman’ın kızını yıllardır tanırım. Sen o değilsin.
- Resmi eşinden olan kardeşimden bahsediyorsunuz.
Küçük bir şok yaşadı İbrahim. “Olabilir miydi?”
- Bakın inanmakta zorluk çektiğinizi biliyorum. Ama söylediklerim doğru olmasaydı, sizi buraya yönlendirecek bilgiyi nereden bilebilirdim?
- Dilenciyi sen gönderdin.
Başını sallayarak onayladı.
- Farz edelim ki size inandım. Neden yardıma ihtiyacınız var? Benden istediğiniz tam olarak nedir?
- Babam uzun bir süredir Orta Doğu’ya yapılan silah kaçakçılığı üzerinde çalışıyordu. Yönettiği birkaç operasyon fiyaskoyla sonuçlanınca içeriden yardım aldıklarını düşünmeye başladı. Anka operasyonu adını verdiği bir iç soruşturma başlattıktan sonra rahatsızlandı. Öyle sanıyorum ki, yavaş yavaş zehirlediler onu.
İsmi duyunca, Turan Şen’in büyüyen göz bebekleri canlandı İbrahim’in gözlerinin önünde.
- Emin misin?
- İspat edemem. Ama öyle olduğuna inanmak için sebeplerim var.
- Bana söyleyebilir misin, Fevzi Yaman gibi bir isim bu denli önemli bilgileri neden kızıyla paylaşsın? Üstelik… Yanlış anlama ama…
- Gayrı meşru kızıyla diyeceksin ama yanılıyorsun. Onun farklı isimlerle, farklı hayatlar kurmuş olması ne annemin ne de benim suçum.
- Üzgünüm.
- Önemli değil. Biz bu sorunu uzun zaman önce aşmıştık. Soruna gelince; kendini onun yerine koy. Kollarının ne kadar derinlere ulaştığı belirsiz bir şebekeyle uğraşırken kime güvenebilirdin? Başına bir şey geldiği takdirde elindeki bilgilerin yerlerine ulaştırılması için kime bırakırdın?
- Ulaşılması imkânsız birine…
- Ya da, varlığı bilinmeyen birine.
Bir süre sessiz kalarak düşündü İbrahim.
- Bu durumda elinde delil ya da deliller olduğunu öngörüyorum.
Başını sallayarak onayladı genç kadın.
- O halde, neden elindeki delilleri ulaştırmanı istediği yere göndermiyorsun?
- Ele geçirilmesi gereken bir belge daha var. Nasıl ulaşılacağını biliyorum. Ama binaya girmem imkânsız.
Yüzünde şaşkınlık ve hayret ifadesi oluştu İbrahim’in.
- İçeriye sızarak bir belge çalmamı istiyorsun yani.
- Evet.
Olumsuz bir ifade takındı İbrahim.
- Bunun imkânsız olduğunu bilmelisin.
- Bir yolu var.
- Söyler misin neden ben?
- Şirket binasını senin kadar iyi tanıyan güvenebileceğim başka kimse yok. Hem dile getiren ben olsam da, bunları gerçekte senden isteyenin rahmetli babam olduğunu biliyorsun.
Genç kadının anlattıkları, ziyarete gittiğinde yaşadığı olaylarla uyumlu olsa da kararsızdı İbrahim.
- Bilemiyorum, dedi.
- Bakın, bana ulaşmalarına fazla bir zaman kalmadı. Lütfen… Eski bir dostun hatırı için.

* * *

Gözündeki siyah camlı gözlükler olmasa, yüzündeki aşırı gergin ifadenin dikkat çekebileceğini düşündü. Olaylar arasındaki örgüyü sıklıkla yitirse de, üzerinde gitmemesini fısıldıyordu içinden gelen ses.
Fevzi Yaman’ın son günlerinde hazırladığı talimatları izleyerek sorunsuz girmişti binaya. Bindiği asansör, zeminden üst katlara doğru tırmanırken gerekli kombinasyonları tuşlamıştı. Altıncı katta kısa bir süre duraklayan asansörün aynalı bölümü sürgülü bir kapı gibi açılmış, diğer tarafa geçtiğinde aynı şekilde kapanmıştı. Büyük bir hızla aşağıya iniyordu artık. Avucunun içi gibi bildiğini sandığı binadaki bu gizli asansörden hiç haberi olmamıştı. Rütbesiyle ilgili olmalıydı.
Başarılı olma şansı çok düşük olsa da, yapması gerekeni yaptığına inanıyordu. Kapı açıldığında yerin onlarca metre altında kendini bekleyen sürprizle karşılaştı.
- Hoş geldin İbrahim. Sanırım konuşmamız gerek.
Düşünce basamaklarında daha fazla iniş çıkış yaşayamadan duyduğu sesle irkildi.
- Merhumeyi nasıl bilirdiniz?
Seri bir hareketle gözlükleri katlayıp, gömlek cebine tutturdu.
- Nasıl bilirdik merhumeyi, hadi cevap ver bakalım, diye geçirdi aklından?
Cemaatin sönük çıkan “iyi bilirdik” sözünü tekrarladı istemsiz olarak. Topu topu üç kez görüştüğü birini nasıl tanıyabilirdi ki? Geneli, ihtiyar insanlardan oluşan az sayıdaki cemaati gözleriyle süzdü. Tanıdıkları için değil, adet haline getirdikleri için “iyi bilirdik” dediklerinin farkındaydı. Acaba gerçeği bilselerdi…
İmamın sesiyle düşünceleri bir kez daha bölündü.
- Hatun kişi niyetine… Allahu ekber.
İki hafta içerisinde ikinci cenaze namazına katılıyordu. Tonlarca hissi uyandıran üzerindeki ağırlık, omuz verdiği tabutun ağırlığı değildi sanki. İnsani ve imani görevlerini yapmış olmanın hafifliğiyle farklı tarafa yönelen iki ihtiyarın konuşmasını duydu.
- Kimsesi yok muymuş?
- Edirne’de yaşlı bir halası varmış diyorlar. Defnetmek için oraya götüreceklermiş. Daha birkaç ay önce atanmış İstanbul’a. Özel bir bankada memurmuş. Dün akşam işten gelirken araba çarpmış.
- Allah rahmet eylesin.
Yandan giren birinin yerini almasıyla aracına yöneldi İbrahim. Tabutun yüklenmesiyle harekete geçen cenaze arabasının peşine takıldı. Silivri’de tenha bir köy yoluna girdikten sonra duran cenaze aracına sıfır yanaştı. Şoförün yardımıyla kapağını açtıkları tabuttan doğrulan Demet’e gülümsedi.
- O tabutun içinde sıkılmış olmalısın.
- Evet, dedi. Ölmeden gömülebileceği fikri insanın içini ürpertiyor.
“Ölmeden gömülmek.” Bu kısa cümlenin zihninde oluşturduğu yansımaları, fişini çekerek kapatılan bir televizyon gibi kapattı İbrahim. Planına yardım eden arkadaşının elini sıkarak teşekkür etti. Giderken söylediği sözlere gülümsedi;
- Bana borçlandın unutma.
Arabaya bindiklerinde Demet’e bir zarf uzattı İbrahim.
- İçinde yeni kimliğin ve bir miktar para var. Botla Yunanistan’a geçeceksin. Orestiada’yı Alexandropoli’ye bağlayan yolda  bekleyen bir ekip Atina’ya, oradan da Almanya’ya geçişine yardım edecek.
- Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.
- Seninde dediğin gibi, ben eski bir dosta vefa borcumu ödüyorum sadece.
İbrahim’in son belgeyi ele geçirmesiyle beraber yaptıkları planı uygulamaya sokmuşlardı. Demet yurtdışına kaçırılacak, güvenli bir bölgeye ulaştığında elindeki belgelerin İbrahim’e ulaşmasını sağlayacaktı. Belgeler gerekli mercilere teslim edilerek şebeke çökertilecekti. Bir şekilde Demet’in, Fevzi Yaman’ın kızı olduğu ortaya çıksa dahi öldüğü sanıldığı için kimse peşine düşmeyecekti. Bütün deliller aleyhine görünen Turan Şen’in köstebek olduğu ortaya çıktığında İbrahim birime geri dönebilecekti. Arap işi denilen, Meriç’ten Yunanistan’a adam kaçırma işi yapan bir çeteyle anlaşmışlardı. Az sonra yola koyuldular. Her ne kadar kaçma işlemi gece gerçekleştirilecek olsa da, adamlarla akşam olmadan buluşmaları gerekiyordu.

* * *

Şanslarına bulutluydu gece. Uzaktan gelen köpek havlamaları düşüncelerini bölüyordu İbrahim’in. Yapılan plan bulunduğu noktaya gelene kadardı. Bundan sonrası tamamen doğaçlama olarak ilerleyecekti. Demet’i geride bırakarak botu hazırlayan adama yaklaştı.
- Arap kaçıracağımızı sanıyordum, dedi adam.
Orta Doğu ve Güney Afrika’dan gelen mültecilere verilen ortak isimdi bu. Son dönemde kontrolün sıkı tutulmasıyla pek çoğu yakalanmıştı insan kaçakçılarının. Bir ekip buldukları için oldukça şanslılardı. “Gerçekten şans mıydı acaba?”
- Bu durumda ücretin iki katını isterim, diye devam etti adam.
Nasıl davranması gerektiğini kestiremedi bir an İbrahim. Karanlığa iyice alışan gözleriyle adamın yüzünü inceledikten sonra;
- Anlaştığımızı sanıyordum.
- İki katı ya da bayan burada kalır.
Gecenin sessizliğinde bir vızıldama sesi duyuldu. Kaçakçının yere düştüğünü gördü İbrahim. Arkasını döndüğünde elindeki susturuculu tabancayı kendisine doğrultan Demet’i gördü.
- Belindeki silahı yavaşça çıkararak yere bırak, sonrada yanından uzaklaş.
Söylediklerini yerine getirdikten sonra, silahı yerden alan Demet’e sordu İbrahim;
- Neden?
- Girilmesi imkânsız bir yerden, olmayan bir belgeyi aldığına göre çoğu cevabı biliyor olmalısın zaten. Fevzi Yaman’ın babam olmadığını da…
- Anlayamıyorum.
Elindeki silah yardımıyla İbrahim’i kendinden uzak tutan Demet, vurduğu insan kaçakçısına yaklaştı. Gözünü hedefinden ayırmadan sol eliyle ceplerini kontrol etti. Çıkarttığı cüzdana baktıktan sonra İbrahim’e fırlattı.
- Kovulduğun teşkilatta ne çok arkadaşın varmış.
- Fevzi Yaman’ı sen mi zehirledin?
- Bu kadar saf olmana şaşırıyorum, dedikten sonra nehre doğru yürümesini işaret etti. O yürürken arkasından konuşmaya devam ediyordu.
- Yardımların için teşekkürler. Anka dosyasının kapanması için bir suçlu gerekiyordu. Şimdi elimizde iki tane var.
Son cümle üzerine yüzünü döndüğünde şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Fevzi Yaman ve ensesine dayanan silahla Turan Şen onlara doğru yaklaşıyorlardı.
- Yaşıyorsun… Nasıl? Neden?
- Sahte bir cenaze töreni düzenlemek, elimdeki imkânlarla kıyaslandığında çocuk oyuncağıydı benim için. Üstelik seninki gibi amatörce değildi.
Demet’e doğru bir bakış attı.
- Öyle değil mi hayatım?
Gülümsemekle yetindi Demet.
- Aslında kimsenin ölmesi gerekmiyordu. Merkez binaya sızdığında yakalanman yeterli gelecekti. Ama eski dostun, üç buçuk yıl önce olduğu gibi sana kıyamamış olmalı. Birimden uzaklaştırılmanın senin menfaatine olduğuna inandırarak, istediğim ifadeyi verdirene kadar bayağı bir zorlamıştı beni. Her neyse. Şimdi ikiniz birden ortadan kaybolunca suçlular tespit edilmiş olacak. İncelenecek olan kamera kayıtları da bu durumu destekleyecek.
Turan Şen’e doğru “üzgünüm dostum” der gibi baktı İbrahim. İnci gibi bir dostu, kinci adam diye yaftalamıştı gerçekleri bilmeden. Yavaş yavaş anlamaya başlıyordu. Fevzi Yaman, karşılığında oldukça yüklü ödemeler alarak, gerçekleştirilecek olan operasyonları yıllardır silah kaçakçılarına sızdırıyor olmalıydı. Gerçeklere yaklaşan iki yakın dostu kendi planladığı bir eylemle birbirinden ayırarak hem durumu anlamalarını engellemiş, hem de bugünler için zemin hazırlamıştı. Zaman içinde hesap verdiği insanlar durumdan şüphelenmeye başlayınca kendini temize çıkarmak için Anka adını verdiği bir iç güvenlik operasyonu başlatmış, sıyrılamayacağını anladığında da kendi cenaze törenini düzenlemişti. Yaşadığını Turan dahi bilmiyor olmalıydı. Gizli asansörde onu yakaladığında, Demet’in gerçekte silah tüccarları için çalıştığını kayıtlar göstererek anlatırken Fevzi Yaman’dan hiç bahsetmemişti. Uzun zamandır takip ediyorlardı. Sahte cenaze arabası, sahte kimlik ve az önce vurulan sahte insan kaçakçısını Turan Şen ayarlamıştı. Demet’in yurt dışına çıkmak için her türlü imkânı varken, en riskli olanı seçmesi mantıklı gelmiyordu. Ne planladığını anlamak için dibine kadar gitmeleri gerektiğini söylemiş ama sonunda o da tuzağa düşmüştü işte. Yanlış adamı suçlamıştı şimdiye kadar. Gerçek yüzünü nasıl göremediğine hayret etti.
- Bu pisliğe nasıl bulaştın?
- İyiyle kötü arasında olan savaşta, yıllarca iyilerin safında yer aldım. Asla kazanılamayacak olan mücadelenin tek getirisi bu beyazlayan saçlar oldu. Dışarıdan bakanların çok zengin bir işadamı olarak gördükleri Fevzi Yaman son günlerini emekli maaşıyla evinde pinekleyerek geçiremezdi. Anlıyor musun? Bu iş benim emeklilik ikramiyem. Siz iki çömezin yoluma taş koymanıza müsaade edemem.
Turan Şen ani bir hareketle dönerek, sözünü tamamlamak üzere olan Fevzi Yaman’ın bileğine sarıldı. Sessizliği yaran silah sesinin ardından Demet yere yığıldı. Boğuşurken patlayan silahtan çıkan kurşun başına isabet etmişti. Yaşadığı bir anlık şaşkınlıkla olayı izleyen İbrahim harekete geçtiğinde ikinci patlama sesiyle Turan’ın da yere yığıldığını gördü. Hamlesini yapmak üzereyken duyduğu üçüncü sesle ayağında bir acı hissetti. Yüzüstü yere kapaklandı.
- Benim öğrettiğim tekniklerle beni alt edebileceğinizi mi sandınız?
Acı içinde kıvranan İbrahim’in ceketinden tutarak nehre doğru sürüklemeye başladı. İlk geldiğinde duyduğu havlama sesleri daha yakından geliyordu artık.
- Turan’ın ekibi bizi bulmak üzeredir. Yakalanacaksın.
- Hiç sanmıyorum. Onlar bizi bulana kadar ben çoktan ortadan kaybolmuş olurum. Üstelik ben zaten ölü bir adamım. Ölü adamları kimse aramaz.
Saçlarından tutarak kafasını suya bastırdı. Direnmeye çalıştı İbrahim. Bir süre nefesini tuttu. Çıkmaya çalıştıkça omuzlarından daha kuvvetli bastırıyordu. Nefes alamıyordu. Sonunun geldiğini düşünüyordu ki farklı insanların seslerini duydu.
- Bakın burada biri var.
Omuzlarından tutan ellerin bu kez kendini çektiğini hissetti. Konuşmaları duydu.
- Yaşıyor mu?
- Evet yaşıyor. Ama sanki burada değil gibi. Sanırım şok geçiriyor.

* * *

Gözlerini açtığında alçıya alınmış bir bacakla hastane odasında buldu kendini. Zihni hala bulanıktı. Koluna bağlı olan seruma ilaç enjekte eden hemşireye sordu;
- Ne oldu?
- Çok şanslısınız İbrahim Bey. Saatlerce kaldığınız göçüğün altından, kırık bir bacak ve birkaç ezikle kurtarıldınız.
Zihni hala dağınık olduğu için parçaları yerine koyamıyordu. Gözlerini kapattığında hayalinde beliren “Kaf” harfi bir anda gerçek hikâyeyi hatırlamasına sebep oldu.
Eski dostu Turan Şen’in hat çalışmalarından oluşan sergisi, Pazar günü bu sanata gönül verenlerle buluşacaktı. Halletmesi gereken bir takım işler olduğundan Cumartesi dekorasyonu gerçekleştirecek ekibin başında durup duramayacağını sormuştu İbrahim’e. “Memnuniyetle” demişti İbrahim. Bir yanlış anlama yüzünden uzun süre dargın kaldığı eski dostuna bunu borçluydu. Ayrıca; işi yazarlık olan bir insanın, bu sanatın estetik yansımalarından birini ilk gören olma kısmetini tepmesi ihtimal dâhilinde olamazdı.
Cumartesi günü, söz verdiği saatte salondaydı. Ortamda bir gözlemci olarak bulunmasına rağmen; ekibiyle profesyonel bir çalışma gerçekleştiren Şeref ustaya zaman zaman müdahale ediyor, eserlerin uyum içerisinde dizilimine yardımcı oluyordu. İşlerini öngörülen saatten evvel bitiren ekibin erken gitmesine müsaade etmişti. İşini bitirerek salona gelen Turan, ortaya çıkan manzaraya hayran kalmıştı.
İki eski dost ayaküzeri sohbet ederken, salona giren iki kişiye takılmıştı İbrahim’in gözleri. Ellili yaşların sonlarında olduğu anlaşılan kır saçlı bir adam ve otuzlu yaşlarda genç bir kadın. “Tanıştırayım” dedi Turan.
- Salonun sahibi Fevzi Yaman Beyefendi ve eşi Demet Hanım.
İhtiyar adamın kızı olduğunu sandığı genç kadının, eşi olduğunu öğrenince biraz şaşırmıştı İbrahim. Gönül kuşuydu bu, kime konacağı belli olmuyordu nihayetinde. Birkaç ahbabı daha gelip gitmişti Turan’ın, birde ihtiyar bir dilenci. Her ne kadar yerleştirilme aşamasında çoğunu görmüş olsa da, eserleri tek tek incelemek istiyordu İbrahim. Ertesi gün gerçekleşecek olan açılışa kadar beklemeye niyeti yoktu.
Bütününe bakıldığında, semazen görüntüsü oluşturan hat çalışmasını hayranlık dolu gözlerle inceledi. Hissettiği duygular, düşsel bir yolculuğa çıkmış tadı bıraktı damağında. Hemen yanında asılı duran diğer çalışmaya yöneldiğinde başının döndüğünü hisseder gibi oldu. Yine de; dünyayı sembolize eden, yazılarla oluşturulmuş minik bir küre ve bu küreyi çepeçevre kuşatan “Kaf” harfinden ayıramadı gözlerini. Üzerine doğru çöken duvarın altında ezilmekten, Turan’ın son anda iterek uzaklaştırmasıyla kurtulmuştu. Hayatını kurtaran dostu ve yanındaki iki ahbabı maalesef onun kadar kısmetli değildi. Bina kumdan bir kale gibi çökmeye başladığında, hayalinden çıkagelen Zümrüdü Anka’nın üzerinde Kaf Dağına uçuyordu artık. 
Aklı; yaşadığı korkuyla başa çıkabilmesi için başrol oynadığı bir kurgu yazmıştı ona. Karakterler, deprem anında çevresinde olan insanlardı. Zaman zaman yaşadığı kopukluklar; gerçeğe geri dönmek isteyen aklıyla, buna karşı çıkan duygularının arasındaki mücadeleden kaynaklanıyordu. Canlı canlı gömülme diyalogları, gerçeğin hayale yansımalarıydı. Son anlarda duyduğu, giderek yaklaşan havlama sesleri de arama ekibinin insanları bulabilmek amacıyla faydalandığı köpeklerin sesiydi. Suyun içinde nefessiz kaldığı an, göçükte oksijeninin tükendiği an olmalıydı.
Çocukluğundan beri yaşadığı, yabancısı olmadığı bir durumdu bu. Korkularından kaçabilmek için hayali bir koruma çemberi oluşturuyordu kendine. Farklı bir ülke, ıssız bir ada… Bazen kâinatın en uzak köşesindeki bilinmeyen bir gezegen… Yazar olmasına sebep, bu eşsiz hayal gücüydü belki de.
Yaşanan depremin çokta şiddetli olmadığını öğrendi İbrahim. Koca şehirde üç bina çökmüştü. İkisi risk taşıdığı için çoktan boşaltılarak mühürlendiği için can kaybı olmamıştı. Yaşadıkları facianın sebebi, kullanım alanını genişletmek adına binanın bazı kolonlarının kestirilmiş olmasıydı. On üç cesetten sonra İbrahim ve Fevzi Yaman yaralı olarak çıkarılmıştı enkazın arasından. Fevzi Yaman için; sebep olduğu yıkımla yaşayarak yüzleşmek, cezasının küçük bir bölümüydü belki de. Kendisininki, değerini bilmediği bir dostu kaybetmek miydi?
Birkaç ay sonra tamamen iyileşmiş olarak katıldığı fuarda, yeni yayımladığı kitabını imzalıyordu İbrahim Türker. Kitabını imzalatmak için yaklaşan genç bir okuyucusu sordu;
- Kitaptaki Turan Şen karakteri çok değişken olmamış mı? Son hikâyeye gelene dek önce ikinci adam olarak tanıdık onu. Daha sonra kinci adam… En sonunda da inci gibi bir adam… Aslında tam olarak neciydi bu karakter?
Elemle harmanlanmış bir tebessüm oluştu İbrahim Türker’in yüzünde;
- İnsanların eklediği sıfatları kafana takma evlat, dedi. Turan Şen adamdı. Hem de adam gibi adamdı.

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder