Bütününe bakıldığında,
semazen görüntüsü oluşturan hat çalışmasını hayranlık dolu gözlerle inceledi.
Hissettiği duygular, düşsel bir yolculuğa çıkmış tadı bırakıyordu damağında.
Hemen yanında asılı duran diğer çalışmaya yöneldiğinde başının döndüğünü hissetti.
Tansiyonu düşmüş olmalıydı. Duvarlar üzerine üzerine geliyordu sanki. En
yakındaki koltuğa düşer gibi saldı vücudunu. Gözlerini kapadı.
Bir süre hareketsiz
oturduktan sonra, koltuğun
kanadına dayadığı sol koluna hafifçe yaklaştırdı başını. Parmaklarıyla
kaşlarının arasına masaj yaparak, yaklaşık yarım saattir musallat olan ağrıyı
dağıtmaya çalıştı. Gözlerinin kapalı olması, hiçte dostça olmayan birkaç çift
bakışın üzerinde odaklandığını fark etmesine engel değildi. Ortamda yabancı
oluşunun getirisiydi bu. “İnsan
yabancısı olduğunun düşmanıdır” sözü düştü aklına. Hafızasını taramasına rağmen
kimden duyduğunu hatırlayamadı. Ne fark ederdi ki? Bir lokantaya ikinci
gidişimizde, daha önce oturduğumuz masaya sürüklerdi bizi ayaklarımız.
Diğerleri yabancıydı, dolayısıyla düşman.
Her ne kadar gözlerden uzak olarak geçirdiği yıllar yabancı olarak
algılanmasına sebep olsa da, aslında ilk gelişi değildi bulunduğu mekâna.
Aldığı davet, hala ırak olmadığı gönüller bulunduğunun da kanıtıydı.
Göz kapaklarını araladığında ortam
da ki hareketlenmeyi fark etti. Diğer herkesin yaptığı gibi o da ayağa kalktı.
Yanı başında beliren iri yarı korumanın, olası bir yanlış hareketine karşı
tetikte olduğunu hissetti.
Bulunduğu konumun çaprazında kalan
oda kapısı açıldı. İçeriden çıkan kişiyi gördüğünde hissettiği mide bulantısı;
yüzüne aksetmemesi için kendini kastığında krampa dönüştü. Göz göze
geldiklerinde bakışlarını kaçırmak istedi ama karşısındakinin bunu zayıflık
belirtisi olarak algılayacağını bildiği için yapmadı. Yanına yaklaştığında
tokalaşmak için uzattığı elini istemeden sıkarken ilk konuşmanın ondan
gelmesini bekledi.
- Merhaba İbrahim…
- Merhaba Turan Bey…
- Görüşmeyeli çok uzun zaman oldu.
Geleceğini haber verseydin, ortak dostumuzu birlikte ziyaret etmek için
beklerdim.
Unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi
iki elini yapmacık bir tavırla iki yana açarak devam etti;
- Ama... Sizin konuşacak önemli
mevzularınız vardır değil mi? Eski mevzular. Ziyaretime gel bir gün. Kim bilir?
Belki yeniden bir takım işler yapabiliriz.
Yapmacık tavırlarla örtüşen imalı
sözleri beyninde tartarken, duygularını gizleyebilme başarısına içten içe
hayret etti. Zamanın bünyesine kattığı bir olgu olmalıydı bu. Adını tam olarak
koyamıyordu. Sabır mı, yitirilen cesaretin doğal etkileri mi? Karşısındakinin
beklediği türden bir tepki vermedi.
- İnşallah Turan Bey…
- Yaşlanıyoruz dostum. Nefesler
sayılıyken eski dostlar birbirini ihmal etmemeli.
Kendisini zorlamasına rağmen
gülümseyemedi. Sesindeki tonun vurgusu aralarındaki soğukluğun buzdan bir
kanıtı gibiydi.
- Görüşmek üzere Turan Bey…
Sahte bir tebessümle yanından
uzaklaşırken içinden saymaya başladı. Bir... İki... Üç... Dört... Beş…
Korumalarından birinin kulağına bir şeyler fısıldadığını yan gözle izledi. “Hiç
değişmemiş” diye mırıldandı. Beklediği hareketi, beklediği zamanda yapmıştı
yine. Aynı zamanda aynı mekânda olmaları pek hayra yorulacak türden değildi.
“Neler oluyor acaba” diye geçirdi aklından? Salonda kendinden başka üç kişi
daha kalmıştı. “Akrabaları olmalı” diye düşündü. Hallerinden görev insanı
olabilecek bir teferruat sezinlememişti. Hala tam olarak geçmeyen ağrı engel
koysa da, simaları beynine nakşetmeye çalıştı.
Az sonra Turan Bey’in çıktığı
odadaydı. Bulmayı umduğuyla bulduğu, hiçbir açıdan örtüşmüyordu. Yetişmesinde
en büyük emeği olan insan, yıkılmaz gördüğü kale yıkılmıştı. Hasta yatağında
uzanan yorgun ve yaşlı yüzü saygıyla süzerken hiç konuşmadı. Sağlık görevlileri
aldıkları işaret üzerine onları yalnız bıraktıktan sonra içinden gelen ellerine
sarılıp öpme isteğini bastırdı.
- Geçmiş olsun efendim. Beni
emretmişsiniz.
“Emir değil, öğüt makamındayız”
şeklinde çıkışmasını boşuna bekledi. Gerçekten çok halsiz olmalıydı. Birden en
kötüsünü geçti aklından. Düşüncesi bile içini ürpertti. Onsuz olmazdı.
Dudaklarının kımıldadığını gördü. Tek kelimesini kaçırmamak için dikkat
kesildi.
- Görürsün ki, sahne benzer olsa da,
roller yer değiştirdi oğul.
Ağır yaralanmasına rağmen sağ
kurtulduğu patlamayı hatırladı. Gözlerini açtığında sargılar içinde yatakta
bulmuştu kendini. Başucunda da onu… İçinin titrediğini hissetti. “Oğul”. İlk
defa o zaman kendisine bu şekilde hitap etmişti. Bu ikinciydi. Biliyordu ki
insanlar onu ne kadar mülayim biri olarak tanısalar da, oldukça sert bir mizaca
sahipti. Karşısında terden sırılsıklam olduğu anlar geçti gözlerinin önünden.
Konuşmaya devam etti;
- Değiştiğimiz rolden sonra artık
hissederiz ki, bu âlem bundan böyle görüşme mekânımız değil.
“Ama” diyecek oldu ki, karşısında ki
kararlı bakışlar susması gerektiğini net bir şekilde ifade etmeye yetti.
Güçlükle kaldırdığı elinin ağır hareketlerini takip ettiğinde duvardaki bir
çerçeveyi işaret ettiğini anladı. Tıpkı bekleme odasındaki gibi hat çalışmalarıyla
süslüydü duvar. Odanın içinde aksi yönlere doğru ufak bir gezinti yaptıktan
sonra çerçeveye yaklaştı.
- Bilirsin ki bilgi lazım olduğunda,
lazım olana kıymetlidir oğul. Diğer zamanlarda yükten öte değil.
Dünyayı sembolize eden, yazılarla
oluşturulmuş minik bir küre ve bu küreyi çepeçevre kuşatan “Kaf” harfini göz
ucuyla inceledi. Yine doğaçlama adımlar atarak yatağın yanına döndü. Bilmesi
gereken her neyse, öğreneceği mekânın bulunduğu yer olmadığını anladı.
- Anlıyorum efendim. Hakkınızı helal
edin.
- Biz o yükten çoktan arındık da
oğul, arınmış bulmaktır muradımız boynuna astıklarımızı.
Davet bildirildiğinde, bunun bir
vedalaşma olacağı aklına gelebilecek son ihtimaldi. Oysa ne umutlarla girmişti
kapıdan içeri. Birkaç dakika sonra dışarıdaydı. İçeri girmelerine izin
verilmediği için evin önünü mesken tutan medya mensupları henüz bölgeden
ayrılmamış olan Turan Beyi soru yağmuruna tutuyorlardı. Medyatik bir kişilik
olmadığı için onunla ilgilenen olmamıştı bile. Hızlı adımlarla uzaklaşırken
kameralara son söylediği sözleri işitti. “...evinde tedavi görmek kendi
tercihi… İş dünyasının eski ve önemli simalarından biri olan ortağım Fevzi
Yaman’ın kısa sürede iyileşerek aramıza katılacağına inanıyorum. Dualarımız
onunla…”
Henüz birkaç yüz metre uzaklaşmıştı
ki, karşıdan gelmekte olan siyah takım elbiseli siyah gözlüklü iki adam
tarafından çevrildi. “Ve altı” diye mırıldandı. Öndeki adam, sert bir kayayı
andıran yüz ifadesini hiç bozmadan konuştu;
- Bay İbrahim Türker.
“Bu zorlama kibarlıklarına
bayılıyorum.” diye geçirdi aklından.
- Evet benim.
- Bizimle gelmeniz gerekiyor.
Yanlarına yanaşan
lüks otoya umarsızca bindi. Kendisiyle konuşan ön koltuğa, diğeri yanına
yerleştiğinde araç hareket etti.
İş dünyasının önemli simalarından
biri olarak tanınan Fevzi Yaman, adı konulmamış istihbarat birimlerinden
birinin en tepesindeki isimdi aslında. Olası iç ve dış tehditleri zamanında
tespit edip gerektiğinde müdahale etmekti birimin görevi.
Saygıdeğer işadamları olarak
tanınmalarını sağlayan şirket, gerçek faaliyetlerini perdeleyen bir paravandı.
Üç buçuk yıl önce, son anda haber aldıkları bir bombalama olayını engellemeye
çalışırken yaralanana kadar İbrahim, başkan yardımcılığı görevine getirileceğine
kesin gözüyle bakılan bir üyesiydi birimin. Turan Şen’le birlikte
gerçekleştirdikleri operasyonlarda defalarca ölümün kıyısından dönmüşlerdi.
Sıkı dostlardı. Ta ki Turan Şen’in aleyhindeki ifadesiyle, görevde ihmali
bulunduğu kanısına varılıp birimden uzaklaştırılana kadar. Fevzi Yaman’ın
müdahalesi dahi onu kurtaramamıştı. İkinci adam Turan Şen’di artık.
Yarım saat kadar sonra, ev ve ofis
karışımı bir mekândaydı. Kendisine eşlik eden adamların şaşkın bakışları
arasında genişçe bir koltuğa kurulmuş, bacak bacak üstüne atmıştı. Kapıdan
içeri giren kişiyi görünce konuşmaya başladı;
- Vay canına! Üç yıldır bizi
karşılaştırmayan kader, aynı gün içinde iki kere bir araya gelmemizi sağladı.
Korumaları işaret ederek devam etti;
- Sizi de mi bu misafirperver
arkadaşlar davet etti Turan Bey?
İstemini söze ihtiyaç duymadan
anlatan bir bakışın ardından korumalar odayı terk etti.
- Görüyorum ki şakacı mizacından bir
eksilme olmamış İbrahim.
Yüzündeki gülümseme bir anlığına
kayboldu. Şimdi buz gibiydi bakışları.
- Kapının önündeki arkadaşlara on
dakikalığına kulaklarını tıkamalarını söylersen, daha şakacı yönlerimi de
gösterebilirim.
Birkaç saniye süren bir
kararsızlıktan sonra;
- Fevzi Yaman’la görüşmeye gelmenin
sebebi neydi?
Tekrar o alaycı surete büründü
İbrahim.
- Bizim oralarda davet, icabet
gerektirir. Bak! Senin bile davetini kırmayıp geldim.
- Hangi konuda görüştünüz?
- Bu bir sorgulamaysa, sana cevap
vermek gibi bir zorunluluğum yok. İpimi çektiğinden beri sivil olduğumu
hatırlatmam gerekir sanırım kinci adam.
Ağzından çıkan sıfatın ilk harfini,
bilinçli olarak yutmuştu. Konuşma tarzı kendini savunma zorunluluğu
hissettirmişti Turan Şen’e.
- Yaşadıkların için beni suçluyor
olman seni haklı yapmaz. İfademde, ne gördüysem onu anlattım. Emre itaatsizlik
ederek, kendi ipini kendin çektin.
Aynı gün içinde ikinci defa, o
patlama anı geçti gözlerinin önünden.
- Onca sivili ölüme terk
edemeyeceğimi biliyordun.
- Bina neredeyse tamamen
boşaltılmıştı zaten. Zamanında terk etmeyerek kimliklerimizi açığa
çıkaracaktın.
Hırsla ayağa kalktı İbrahim. Elini
sıkarak yumruk haline getirmiş, etine gömülen tırnakları avucunun kanamasına sebep
olmuştu. İki eski çalışma arkadaşının bakışları birleşti. Sözün bittiği yerde
gözler kusuyordu artık kinini. Bir süre sonra sakinleşerek yerine oturdu.
Gösterdiği tepki hoşuna gidiyor olmalıydı. Bu zevki daha fazla yaşatmayacaktı
eski dostuna.
- Biraz cesaretli olsaydın, o iki
adamı da kurtarabilirdik.
Kısa süreli bir suskunluk ortamı
oluştuktan sonra İbrahim devam etti;
- Her neyse. Seninle bunları
tartışacak değilim.
- O zaman eski defterleri
karıştırmayı bırak da, sorularıma doğru düzgün cevap ver be adam. Fevzi Yaman
senden ne istiyor? Lazım olduğunda kıymetli olan bilgi ne?
Ne istediğini bilseydi bile asla
söylemezdi. Bilgiyi bir şekilde kendisinden alabileceklerini düşünmüş olmalıydı
ki, açıklamanın ileri bir zamanda geleceğini ima etmişti ihtiyar kurt. Odanın
dinlendiğini de biliyormuş, diye mırıldandı.
- Efendim.
- Bilmiyorum, dedim. Senin
söyleyeceğini umuyordum.
- O resimlerde senin görmeni
istediği, bizim göremediğimiz ne var?
- Neden kendisine sormuyorsun?
- Bu seni ilgilendirmez. Şimdi
soruma cevap ver. Gözden kaçırdığımız ne?
Gezegeni sarmalayan “Kaf” harfi
gözlerinin önüne geldi.
- Nereden bileyim? Kaf dağının
ardındakini bilmek için oraya gitmek gerekir. Gitmek içinde Zümrüdü Anka…
Turan Şen’in büyüyen
gözbebeklerinden önemli bir konuya temas ettiğini hemen anladı. Çalmaya
başlayan telefon konuşmalarını böldü. Turan ahizeyi kaldırdı.
- Evet… Anlıyorum.
Düşünceli bir şekilde ahizeyi yerine
bıraktıktan sonra İbrahim’in yüzüne baktı.
- Sanırım seni çağırmasının gerçek
sebebi asla öğrenemeyeceğiz. Fevzi Yaman az önce vefat etmiş.
* * *
Arabasıyla giriş
yaptığı sokakta boş bir alan aradı gözleri. Elli altmış metre ileride, iki araç
arasında kalan bir boşluğa zorlanarak da olsa park etti. Saatine göz
attığında on sekiz otuz olduğunu gördü. Aracından inerek, geldiği yöne doğru
yürüdü. Dış görünüşünden atölye olduğu belli olan mekânın önüne geldiğinde,
kapıdaki zile bastı.
Teşkilattan ayrıldıktan
sonra büyük bir boşluk yaşamış, sunulan seçenekleri bir gün geri döneceği
inancıyla reddetmişti. Masa başı işler ona göre değildi artık
Bir dizi rastlantı
sonucu, iş bilgisini sermaye olarak ortaya koyan bir kâr ortağıyla fason çanta
diken atölye kurmuştu. Böylece, bir mekânda sabit durmaya mahkûm kalmayacaktı.
Okul yıllarındayken yaz tatillerinde çalıştığı bu sektöre yabancı değildi.
Kapının açılmasını
beklerken bir anlığına her şeyin bulanıklaştığını hissetti. Zaman kavramı,
ayarını yitirmişti sanki. Bir hafta, bir gün, bir saat… Ardında boşluklar
bırakarak ilerliyor gibiydi. Yanlış olanın ne olduğunu çözemedi. Reklam
arasında başka kanala geçerek, geri döndüğünde filmden kopan seyirci gibi
hissediyordu kendini. Kafasını topladı. Zaman çok hızlı akıyor, diye düşündü.
Az sonra, açılan
kapıdan sakalları yeni çıkmaya başlamış bir delikanlı göründü.
- Selamünaleyküm.
"Aleykümselâm
İbrahim Ağabey" dedi genç. Beraber içeri yürüdüler. Büyükçe bir tezgâhın
başında çalışan dört kişi daha vardı içeride. Yazıhanesine girmeden yanlarına
yürüdü.
- Yarına yetişecek mi
çantalar Şeref usta?
Tezgâhta çalışan kır
saçlı ihtiyar gülümsedi.
- Çocuklar sıkı çalıştı
bugün İbrahim Bey oğlum. Bir tek kilitlerin çakılması kaldı. Yarın öğlene
tamamdır Allahın izniyle.
- O zaman müsaade
edelimde, bu akşam erken gitsin gençler evlerine. Yorgunluk atsınlar.
- Tamam, siz öyle
istiyorsanız…
Elindeki malzemeleri
tezgâha bıraktı Şeref usta ."Haydi gençler paydos" dedi.
Gençlerin neşe içinde
hazırlanıp çıkmalarını tebessümle izledi İbrahim. "Hadi bizde çıkalım
Şeref usta" dedi.
- Hemen hazırlanıyorum,
İbrahim Bey oğlum.
Az sonra ikisi de
kapının önündeydiler. Şeref usta asma kilidi takmak üzereyken ihtiyar bir
dilenci yaklaştı yanlarına.
- Allah rızası için bir
sadaka.
Elini cebine attı
İbrahim. Çıkarttığı parayı uzatırken, gözlerini gözlerine diktiğini fark etti
dilencinin. "Allah razı olsun beyim" dedi. "Bir öğüt vereyim ki
helalleşmiş olalım" diye devam etti.
- Ölüm bir son değil
elbet. Hele ölmeden önce ölmesini bilene.
Yüzündeki tebessüm bir
anda kayboldu İbrahim’in. Ortak bir dostları sayesinde tanışıp üç senedir
ortağı olmasına rağmen onu ne kadar az tanıdığını düşündü Şeref usta. Hele şuan
ki yüz ifadesini daha önce hiç görmemişti.
- Öğüt; tek bu cana
mıdır, ihtiyar?
- Öğüt; lazım
olduğunda, lazım olana kıymetlidir beyim.
- Ne tuhaf bir dilenci,
dedi Şeref usta. Hızlı adımlarla uzaklaşan ihtiyarın ardından…
- Öyle, dedi İbrahim.
Kaşları iyice çatılmıştı.
- Sen git Şeref usta.
Kapıyı ben kilitlerim. İçeriden bir şey almam lazım, şimdi aklıma geldi.
- Bekleyeyim
isterseniz.
- Hayır, gerek yok.
Hadi iyi akşamlar.
Ağır adımlarla
ilerleyen Şeref ustayı gözden kaybolana dek izledi. Dükkâna geri dönerek kapıyı
içeriden kilitledi. Kesim tezgâhının üzerinden bir falçata alarak yazıhanesine
girdi. Duvarda asılı duran aynayı çivisinden çıkararak yere indirdi. Elindeki
falçatayla duvarda kesikler oluşturduktan sonra yarım gazete yaprağı
büyüklüğündeki duvar kâğıdını çekerek yerinden çıkardı. Dükkânı ilk tuttuğunda
kamufle ettiği kasa ortaya çıkmıştı. Üç senedir el değmemiş olan kasayı,
şifresini girerek açtı. İçinden çıkardığı tabancayı ceketinin iç cebine
gizledi.
Monoton geçen yılların,
gövdesine eklediği yapışkan rehavet bir anda uçup gitmişti. Çıkarttığı aynayı
tekrar yerine takarken yansımasını bir süre izledi. Gördüklerinden memnun bir
tavırla dışarı çıkarak kapıyı kilitledi. Güneşin gözden kaybolmaya başlamasıyla
çöken akşam serinliğinin, tenine işlemesini istiyormuş gibi kapının önünde
durdu bir süre. Sokağı dikkatle süzdü. Bir haftadır takibi altında olduğu
şahısları bugün hiç görmediğine göre, bir şey bilmediğine kanaat getiren Turan
Şen adamlarını geri çekmiş olmalıydı. Emin olduğu tek konu, kesinlikle sıradan
bir gece olmayacağıydı.
* * *
Aracına binerek yola
çıktıktan yaklaşık yarım saat sonra Piyerloti tepesindeydi. Arabasını
görevlilere teslim ettikten sonra tarihi kahveye girerek bir çay söyledi.
Yüzünü mezarlıkların olduğu yöne dönünce Fevzi Yaman’ın yıllar önce söylediği
bir sözü tekrarladı gayri ihtiyari. “Hayata gözlerimi yumduğumda, bedenim başka
bir mekânda olsa dahi ruhum hep burada olacak.” Ailesinin isteği üzerine naaşı,
Çengelköy mezarlığında toprağa verilmişti. En azından bir iki saat önce
dilencinin söylediği sözleri duyana kadar, öyle olduğuna inanıyordu. Şimdi
zayıfta olsa bir umut vardı içinde.
Gece ışıklarının ayrı
bir güzellik kattığı manzaraya doğru döndüğünde, masasına yanaşan genç bir
bayanın “oturabilir miyim” dediğini duydu. Cevap vermeye hazırlanırken genç
kadın çoktan karşısına oturmuştu bile. Her ne kadar bu durum gururunu okşasa da
eğlenmek için orada değildi.
- Bakın hanımefendi
birini bekliyorum.
Gözlerinin içine
bakarak Yahya Kemal’e ait iki dize okudu genç kadın.
- Birçok gidenin her biri
memnun ki yerinden, birçok seneler geçti dönen yok seferinden.
- Anlayamadım.
- Baktığınız yönden
gelecek kimse yok İbrahim Bey. Gelmek istese bile…
Garip bir şekilde
tanıdık gelen ve ismiyle hitap eden kadını dikkatlice süzdü. Omuzlarına ulaşan
dalgalı siyah saçları ve bir çift mavi boncuğu andıran gözleriyle güzel bir
yüzü vardı.
- Kimsin sen?
- Bir dost.
- Ben dostlarımı kendim
seçerim hanımefendi. Şimdi ya kendinizi tanıtın ya da buradan hemen uzaklaşın.
- Size Fevzi Yaman’dan
selam getirdim desem.
Çevredeki masaları
hızlı bir şekilde süzdü İbrahim. Gözüne çarpan olağanüstü bir durum olmayınca
devam etti.
- Fevzi Yaman vefat
edeli bir hafta oluyor ve anlaşılan o ki, bunu zaten biliyorsun.
- Üzgünüm, geç kalmış
bir selam.
- Sadede gelir misiniz
hanımefendi?
- Bakın! Yardıma
ihtiyacım var. Fevzi Yaman kendisine bir şey olduğu takdirde güvenebileceğim
tek insanın siz olduğunu söylemişti.
- Hangi konuda ve
onunla olan bağlantınız nedir?
Kısa süreli bir
tereddüt hali yaşadıktan sonra cevap verdi genç kadın;
- İsmim Demet. Fevzi
Yaman’ın kızıyım.
Elini ceketinden içeri
sokarak silahını kontrol etti İbrahim.
- Çok mu saf
görünüyorum? Fevzi Yaman’ın kızını yıllardır tanırım. Sen o değilsin.
- Resmi eşinden olan
kardeşimden bahsediyorsunuz.
Küçük bir şok yaşadı
İbrahim. “Olabilir miydi?”
- Bakın inanmakta
zorluk çektiğinizi biliyorum. Ama söylediklerim doğru olmasaydı, sizi buraya
yönlendirecek bilgiyi nereden bilebilirdim?
- Dilenciyi sen
gönderdin.
Başını sallayarak
onayladı.
- Farz edelim ki size
inandım. Neden yardıma ihtiyacınız var? Benden istediğiniz tam olarak nedir?
- Babam uzun bir
süredir Orta Doğu’ya yapılan silah kaçakçılığı üzerinde çalışıyordu. Yönettiği
birkaç operasyon fiyaskoyla sonuçlanınca içeriden yardım aldıklarını düşünmeye
başladı. Anka operasyonu adını verdiği bir iç soruşturma başlattıktan sonra
rahatsızlandı. Öyle sanıyorum ki, yavaş yavaş zehirlediler onu.
İsmi duyunca, Turan
Şen’in büyüyen göz bebekleri canlandı İbrahim’in gözlerinin önünde.
- Emin misin?
- İspat edemem. Ama
öyle olduğuna inanmak için sebeplerim var.
- Bana söyleyebilir
misin, Fevzi Yaman gibi bir isim bu denli önemli bilgileri neden kızıyla
paylaşsın? Üstelik… Yanlış anlama ama…
- Gayrı meşru kızıyla
diyeceksin ama yanılıyorsun. Onun farklı isimlerle, farklı hayatlar kurmuş
olması ne annemin ne de benim suçum.
- Üzgünüm.
- Önemli değil. Biz bu
sorunu uzun zaman önce aşmıştık. Soruna gelince; kendini onun yerine koy.
Kollarının ne kadar derinlere ulaştığı belirsiz bir şebekeyle uğraşırken kime
güvenebilirdin? Başına bir şey geldiği takdirde elindeki bilgilerin yerlerine
ulaştırılması için kime bırakırdın?
- Ulaşılması imkânsız
birine…
- Ya da, varlığı
bilinmeyen birine.
Bir süre sessiz kalarak
düşündü İbrahim.
- Bu durumda elinde
delil ya da deliller olduğunu öngörüyorum.
Başını sallayarak
onayladı genç kadın.
- O halde, neden
elindeki delilleri ulaştırmanı istediği yere göndermiyorsun?
- Ele geçirilmesi
gereken bir belge daha var. Nasıl ulaşılacağını biliyorum. Ama binaya girmem
imkânsız.
Yüzünde şaşkınlık ve
hayret ifadesi oluştu İbrahim’in.
- İçeriye sızarak bir
belge çalmamı istiyorsun yani.
- Evet.
Olumsuz bir ifade
takındı İbrahim.
- Bunun imkânsız
olduğunu bilmelisin.
- Bir yolu var.
- Söyler misin neden
ben?
- Şirket binasını senin
kadar iyi tanıyan güvenebileceğim başka kimse yok. Hem dile getiren ben olsam
da, bunları gerçekte senden isteyenin rahmetli babam olduğunu biliyorsun.
Genç kadının
anlattıkları, ziyarete gittiğinde yaşadığı olaylarla uyumlu olsa da kararsızdı
İbrahim.
- Bilemiyorum, dedi.
- Bakın, bana
ulaşmalarına fazla bir zaman kalmadı. Lütfen… Eski bir dostun hatırı için.
* * *
Gözündeki siyah camlı
gözlükler olmasa, yüzündeki aşırı gergin ifadenin dikkat çekebileceğini
düşündü. Olaylar arasındaki örgüyü sıklıkla yitirse de, üzerinde gitmemesini
fısıldıyordu içinden gelen ses.
Fevzi Yaman’ın son günlerinde
hazırladığı talimatları izleyerek sorunsuz girmişti binaya. Bindiği asansör,
zeminden üst katlara doğru tırmanırken gerekli kombinasyonları tuşlamıştı.
Altıncı katta kısa bir süre duraklayan asansörün aynalı bölümü sürgülü bir kapı
gibi açılmış, diğer tarafa geçtiğinde aynı şekilde kapanmıştı. Büyük bir hızla
aşağıya iniyordu artık. Avucunun içi gibi bildiğini sandığı binadaki bu gizli
asansörden hiç haberi olmamıştı. Rütbesiyle ilgili olmalıydı.
Başarılı olma şansı çok
düşük olsa da, yapması gerekeni yaptığına inanıyordu. Kapı açıldığında yerin
onlarca metre altında kendini bekleyen sürprizle karşılaştı.
- Hoş geldin İbrahim.
Sanırım konuşmamız gerek.
Düşünce basamaklarında
daha fazla iniş çıkış yaşayamadan duyduğu sesle irkildi.
- Merhumeyi nasıl
bilirdiniz?
Seri bir hareketle
gözlükleri katlayıp, gömlek cebine tutturdu.
- Nasıl bilirdik
merhumeyi, hadi cevap ver bakalım, diye geçirdi aklından?
Cemaatin sönük çıkan
“iyi bilirdik” sözünü tekrarladı istemsiz olarak. Topu topu üç kez görüştüğü
birini nasıl tanıyabilirdi ki? Geneli, ihtiyar insanlardan oluşan az sayıdaki
cemaati gözleriyle süzdü. Tanıdıkları için değil, adet haline getirdikleri için
“iyi bilirdik” dediklerinin farkındaydı. Acaba gerçeği bilselerdi…
İmamın sesiyle
düşünceleri bir kez daha bölündü.
- Hatun kişi niyetine…
Allahu ekber.
İki hafta içerisinde
ikinci cenaze namazına katılıyordu. Tonlarca hissi uyandıran üzerindeki
ağırlık, omuz verdiği tabutun ağırlığı değildi sanki. İnsani ve imani
görevlerini yapmış olmanın hafifliğiyle farklı tarafa yönelen iki ihtiyarın
konuşmasını duydu.
- Kimsesi yok muymuş?
- Edirne’de yaşlı bir
halası varmış diyorlar. Defnetmek için oraya götüreceklermiş. Daha birkaç ay
önce atanmış İstanbul’a. Özel bir bankada memurmuş. Dün akşam işten gelirken
araba çarpmış.
- Allah rahmet eylesin.
Yandan giren birinin
yerini almasıyla aracına yöneldi İbrahim. Tabutun yüklenmesiyle harekete geçen
cenaze arabasının peşine takıldı. Silivri’de tenha bir köy yoluna girdikten
sonra duran cenaze aracına sıfır yanaştı. Şoförün yardımıyla kapağını açtıkları
tabuttan doğrulan Demet’e gülümsedi.
- O tabutun içinde
sıkılmış olmalısın.
- Evet, dedi. Ölmeden
gömülebileceği fikri insanın içini ürpertiyor.
“Ölmeden gömülmek.” Bu
kısa cümlenin zihninde oluşturduğu yansımaları, fişini çekerek kapatılan bir
televizyon gibi kapattı İbrahim. Planına yardım eden arkadaşının elini sıkarak
teşekkür etti. Giderken söylediği sözlere gülümsedi;
- Bana borçlandın
unutma.
Arabaya bindiklerinde
Demet’e bir zarf uzattı İbrahim.
- İçinde yeni kimliğin
ve bir miktar para var. Botla Yunanistan’a geçeceksin. Orestiada’yı
Alexandropoli’ye bağlayan yolda
bekleyen bir ekip Atina’ya, oradan da Almanya’ya geçişine yardım edecek.
- Sana nasıl teşekkür
edeceğimi bilmiyorum.
- Seninde dediğin gibi,
ben eski bir dosta vefa borcumu ödüyorum sadece.
İbrahim’in son belgeyi
ele geçirmesiyle beraber yaptıkları planı uygulamaya sokmuşlardı. Demet
yurtdışına kaçırılacak, güvenli bir bölgeye ulaştığında elindeki belgelerin
İbrahim’e ulaşmasını sağlayacaktı. Belgeler gerekli mercilere teslim edilerek
şebeke çökertilecekti. Bir şekilde Demet’in, Fevzi Yaman’ın kızı olduğu ortaya
çıksa dahi öldüğü sanıldığı için kimse peşine düşmeyecekti. Bütün deliller
aleyhine görünen Turan Şen’in köstebek olduğu ortaya çıktığında İbrahim birime
geri dönebilecekti. Arap işi denilen, Meriç’ten Yunanistan’a adam kaçırma işi yapan
bir çeteyle anlaşmışlardı. Az sonra yola koyuldular. Her ne kadar kaçma işlemi
gece gerçekleştirilecek olsa da, adamlarla akşam olmadan buluşmaları
gerekiyordu.
* * *
Şanslarına bulutluydu
gece. Uzaktan gelen köpek havlamaları düşüncelerini bölüyordu İbrahim’in.
Yapılan plan bulunduğu noktaya gelene kadardı. Bundan sonrası tamamen doğaçlama
olarak ilerleyecekti. Demet’i geride bırakarak botu hazırlayan adama yaklaştı.
- Arap kaçıracağımızı
sanıyordum, dedi adam.
Orta Doğu ve Güney
Afrika’dan gelen mültecilere verilen ortak isimdi bu. Son dönemde kontrolün
sıkı tutulmasıyla pek çoğu yakalanmıştı insan kaçakçılarının. Bir ekip
buldukları için oldukça şanslılardı. “Gerçekten şans mıydı acaba?”
- Bu durumda ücretin
iki katını isterim, diye devam etti adam.
Nasıl davranması
gerektiğini kestiremedi bir an İbrahim. Karanlığa iyice alışan gözleriyle
adamın yüzünü inceledikten sonra;
- Anlaştığımızı
sanıyordum.
- İki katı ya da bayan
burada kalır.
Gecenin sessizliğinde
bir vızıldama sesi duyuldu. Kaçakçının yere düştüğünü gördü İbrahim. Arkasını
döndüğünde elindeki susturuculu tabancayı kendisine doğrultan Demet’i gördü.
- Belindeki silahı
yavaşça çıkararak yere bırak, sonrada yanından uzaklaş.
Söylediklerini yerine
getirdikten sonra, silahı yerden alan Demet’e sordu İbrahim;
- Neden?
- Girilmesi imkânsız
bir yerden, olmayan bir belgeyi aldığına göre çoğu cevabı biliyor olmalısın
zaten. Fevzi Yaman’ın babam olmadığını da…
- Anlayamıyorum.
Elindeki silah
yardımıyla İbrahim’i kendinden uzak tutan Demet, vurduğu insan kaçakçısına
yaklaştı. Gözünü hedefinden ayırmadan sol eliyle ceplerini kontrol etti.
Çıkarttığı cüzdana baktıktan sonra İbrahim’e fırlattı.
- Kovulduğun teşkilatta
ne çok arkadaşın varmış.
- Fevzi Yaman’ı sen mi
zehirledin?
- Bu kadar saf olmana
şaşırıyorum, dedikten sonra nehre doğru yürümesini işaret etti. O yürürken
arkasından konuşmaya devam ediyordu.
- Yardımların için teşekkürler.
Anka dosyasının kapanması için bir suçlu gerekiyordu. Şimdi elimizde iki tane
var.
Son cümle üzerine
yüzünü döndüğünde şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Fevzi Yaman ve ensesine
dayanan silahla Turan Şen onlara doğru yaklaşıyorlardı.
- Yaşıyorsun… Nasıl?
Neden?
- Sahte bir cenaze
töreni düzenlemek, elimdeki imkânlarla kıyaslandığında çocuk oyuncağıydı benim
için. Üstelik seninki gibi amatörce değildi.
Demet’e doğru bir bakış
attı.
- Öyle değil mi
hayatım?
Gülümsemekle yetindi
Demet.
- Aslında kimsenin
ölmesi gerekmiyordu. Merkez binaya sızdığında yakalanman yeterli gelecekti. Ama
eski dostun, üç buçuk yıl önce olduğu gibi sana kıyamamış olmalı. Birimden
uzaklaştırılmanın senin menfaatine olduğuna inandırarak, istediğim ifadeyi
verdirene kadar bayağı bir zorlamıştı beni. Her neyse. Şimdi ikiniz birden
ortadan kaybolunca suçlular tespit edilmiş olacak. İncelenecek olan kamera
kayıtları da bu durumu destekleyecek.
Turan Şen’e doğru
“üzgünüm dostum” der gibi baktı İbrahim. İnci gibi bir dostu, kinci adam diye
yaftalamıştı gerçekleri bilmeden. Yavaş yavaş anlamaya başlıyordu. Fevzi Yaman,
karşılığında oldukça yüklü ödemeler alarak, gerçekleştirilecek olan
operasyonları yıllardır silah kaçakçılarına sızdırıyor olmalıydı. Gerçeklere
yaklaşan iki yakın dostu kendi planladığı bir eylemle birbirinden ayırarak hem
durumu anlamalarını engellemiş, hem de bugünler için zemin hazırlamıştı. Zaman
içinde hesap verdiği insanlar durumdan şüphelenmeye başlayınca kendini temize
çıkarmak için Anka adını verdiği bir iç güvenlik operasyonu başlatmış,
sıyrılamayacağını anladığında da kendi cenaze törenini düzenlemişti. Yaşadığını
Turan dahi bilmiyor olmalıydı. Gizli asansörde onu yakaladığında, Demet’in
gerçekte silah tüccarları için çalıştığını kayıtlar göstererek anlatırken Fevzi
Yaman’dan hiç bahsetmemişti. Uzun zamandır takip ediyorlardı. Sahte cenaze
arabası, sahte kimlik ve az önce vurulan sahte insan kaçakçısını Turan Şen
ayarlamıştı. Demet’in yurt dışına çıkmak için her türlü imkânı varken, en
riskli olanı seçmesi mantıklı gelmiyordu. Ne planladığını anlamak için dibine
kadar gitmeleri gerektiğini söylemiş ama sonunda o da tuzağa düşmüştü işte. Yanlış
adamı suçlamıştı şimdiye kadar. Gerçek yüzünü nasıl göremediğine hayret etti.
- Bu pisliğe nasıl
bulaştın?
- İyiyle kötü arasında
olan savaşta, yıllarca iyilerin safında yer aldım. Asla kazanılamayacak olan
mücadelenin tek getirisi bu beyazlayan saçlar oldu. Dışarıdan bakanların çok
zengin bir işadamı olarak gördükleri Fevzi Yaman son günlerini emekli maaşıyla
evinde pinekleyerek geçiremezdi. Anlıyor musun? Bu iş benim emeklilik
ikramiyem. Siz iki çömezin yoluma taş koymanıza müsaade edemem.
Turan Şen ani bir
hareketle dönerek, sözünü tamamlamak üzere olan Fevzi Yaman’ın bileğine
sarıldı. Sessizliği yaran silah sesinin ardından Demet yere yığıldı. Boğuşurken
patlayan silahtan çıkan kurşun başına isabet etmişti. Yaşadığı bir anlık
şaşkınlıkla olayı izleyen İbrahim harekete geçtiğinde ikinci patlama sesiyle
Turan’ın da yere yığıldığını gördü. Hamlesini yapmak üzereyken duyduğu üçüncü
sesle ayağında bir acı hissetti. Yüzüstü yere kapaklandı.
- Benim öğrettiğim
tekniklerle beni alt edebileceğinizi mi sandınız?
Acı içinde kıvranan
İbrahim’in ceketinden tutarak nehre doğru sürüklemeye başladı. İlk geldiğinde
duyduğu havlama sesleri daha yakından geliyordu artık.
- Turan’ın ekibi bizi
bulmak üzeredir. Yakalanacaksın.
- Hiç sanmıyorum. Onlar
bizi bulana kadar ben çoktan ortadan kaybolmuş olurum. Üstelik ben zaten ölü
bir adamım. Ölü adamları kimse aramaz.
Saçlarından tutarak
kafasını suya bastırdı. Direnmeye çalıştı İbrahim. Bir süre nefesini tuttu.
Çıkmaya çalıştıkça omuzlarından daha kuvvetli bastırıyordu. Nefes alamıyordu.
Sonunun geldiğini düşünüyordu ki farklı insanların seslerini duydu.
- Bakın burada biri
var.
Omuzlarından tutan
ellerin bu kez kendini çektiğini hissetti. Konuşmaları duydu.
- Yaşıyor mu?
- Evet yaşıyor. Ama
sanki burada değil gibi. Sanırım şok geçiriyor.
* * *
Gözlerini açtığında
alçıya alınmış bir bacakla hastane odasında buldu kendini. Zihni hala
bulanıktı. Koluna bağlı olan seruma ilaç enjekte eden hemşireye sordu;
- Ne oldu?
- Çok şanslısınız
İbrahim Bey. Saatlerce kaldığınız göçüğün altından, kırık bir bacak ve birkaç
ezikle kurtarıldınız.
Zihni hala dağınık
olduğu için parçaları yerine koyamıyordu. Gözlerini kapattığında hayalinde
beliren “Kaf” harfi bir anda gerçek hikâyeyi hatırlamasına sebep oldu.
Eski dostu Turan Şen’in
hat çalışmalarından oluşan sergisi, Pazar günü bu sanata gönül verenlerle
buluşacaktı. Halletmesi gereken bir takım işler olduğundan Cumartesi
dekorasyonu gerçekleştirecek ekibin başında durup duramayacağını sormuştu
İbrahim’e. “Memnuniyetle” demişti İbrahim. Bir yanlış anlama yüzünden uzun süre
dargın kaldığı eski dostuna bunu borçluydu. Ayrıca; işi yazarlık olan bir
insanın, bu sanatın estetik yansımalarından birini ilk gören olma kısmetini
tepmesi ihtimal dâhilinde olamazdı.
Cumartesi günü, söz
verdiği saatte salondaydı. Ortamda bir gözlemci olarak bulunmasına rağmen;
ekibiyle profesyonel bir çalışma gerçekleştiren Şeref ustaya zaman zaman
müdahale ediyor, eserlerin uyum içerisinde dizilimine yardımcı oluyordu.
İşlerini öngörülen saatten evvel bitiren ekibin erken gitmesine müsaade
etmişti. İşini bitirerek salona gelen Turan, ortaya çıkan manzaraya hayran
kalmıştı.
İki eski dost ayaküzeri
sohbet ederken, salona giren iki kişiye takılmıştı İbrahim’in gözleri. Ellili
yaşların sonlarında olduğu anlaşılan kır saçlı bir adam ve otuzlu yaşlarda genç
bir kadın. “Tanıştırayım” dedi Turan.
- Salonun sahibi Fevzi
Yaman Beyefendi ve eşi Demet Hanım.
İhtiyar adamın kızı
olduğunu sandığı genç kadının, eşi olduğunu öğrenince biraz şaşırmıştı İbrahim.
Gönül kuşuydu bu, kime konacağı belli olmuyordu nihayetinde. Birkaç ahbabı daha
gelip gitmişti Turan’ın, birde ihtiyar bir dilenci. Her ne kadar yerleştirilme
aşamasında çoğunu görmüş olsa da, eserleri tek tek incelemek istiyordu İbrahim.
Ertesi gün gerçekleşecek olan açılışa kadar beklemeye niyeti yoktu.
Bütününe bakıldığında,
semazen görüntüsü oluşturan hat çalışmasını hayranlık dolu gözlerle inceledi.
Hissettiği duygular, düşsel bir yolculuğa çıkmış tadı bıraktı damağında. Hemen
yanında asılı duran diğer çalışmaya yöneldiğinde başının döndüğünü hisseder
gibi oldu. Yine de; dünyayı sembolize eden, yazılarla oluşturulmuş minik bir
küre ve bu küreyi çepeçevre kuşatan “Kaf” harfinden ayıramadı gözlerini.
Üzerine doğru çöken duvarın altında ezilmekten, Turan’ın son anda iterek
uzaklaştırmasıyla kurtulmuştu. Hayatını kurtaran dostu ve yanındaki iki ahbabı
maalesef onun kadar kısmetli değildi. Bina kumdan bir kale gibi çökmeye
başladığında, hayalinden çıkagelen Zümrüdü Anka’nın üzerinde Kaf Dağına
uçuyordu artık.
Aklı; yaşadığı korkuyla
başa çıkabilmesi için başrol oynadığı bir kurgu yazmıştı ona. Karakterler,
deprem anında çevresinde olan insanlardı. Zaman zaman yaşadığı kopukluklar;
gerçeğe geri dönmek isteyen aklıyla, buna karşı çıkan duygularının arasındaki
mücadeleden kaynaklanıyordu. Canlı canlı gömülme diyalogları, gerçeğin hayale
yansımalarıydı. Son anlarda duyduğu, giderek yaklaşan havlama sesleri de arama
ekibinin insanları bulabilmek amacıyla faydalandığı köpeklerin sesiydi. Suyun
içinde nefessiz kaldığı an, göçükte oksijeninin tükendiği an olmalıydı.
Çocukluğundan beri
yaşadığı, yabancısı olmadığı bir durumdu bu. Korkularından kaçabilmek için
hayali bir koruma çemberi oluşturuyordu kendine. Farklı bir ülke, ıssız bir
ada… Bazen kâinatın en uzak köşesindeki bilinmeyen bir gezegen… Yazar olmasına
sebep, bu eşsiz hayal gücüydü belki de.
Yaşanan depremin çokta
şiddetli olmadığını öğrendi İbrahim. Koca şehirde üç bina çökmüştü. İkisi risk
taşıdığı için çoktan boşaltılarak mühürlendiği için can kaybı olmamıştı.
Yaşadıkları facianın sebebi, kullanım alanını genişletmek adına binanın bazı
kolonlarının kestirilmiş olmasıydı. On üç cesetten sonra İbrahim ve Fevzi Yaman
yaralı olarak çıkarılmıştı enkazın arasından. Fevzi Yaman için; sebep olduğu
yıkımla yaşayarak yüzleşmek, cezasının küçük bir bölümüydü belki de.
Kendisininki, değerini bilmediği bir dostu kaybetmek miydi?
Birkaç ay sonra tamamen
iyileşmiş olarak katıldığı fuarda, yeni yayımladığı kitabını imzalıyordu
İbrahim Türker. Kitabını imzalatmak için yaklaşan genç bir okuyucusu sordu;
- Kitaptaki Turan Şen
karakteri çok değişken olmamış mı? Son hikâyeye gelene dek önce ikinci adam
olarak tanıdık onu. Daha sonra kinci adam… En sonunda da inci gibi bir adam…
Aslında tam olarak neciydi bu karakter?
Elemle harmanlanmış bir
tebessüm oluştu İbrahim Türker’in yüzünde;
- İnsanların eklediği sıfatları
kafana takma evlat, dedi. Turan Şen adamdı. Hem de adam gibi adamdı.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder