İlkokul yıllarında oldukça neşeli
geçerdi, deyim canlandırma oyunları. İki ahşap direk arasına gerilmiş file ve
iç tarafa yerleştirilmiş bir futbol topuyla oluşturulan dekorun önünde
canlandırmıştı; “bir sıfır yenik başlamak” deyimini. Yüzündeki şaşkın ifadeye
kahkahalarla gülen arkadaşlarına o da katılmış, uzun bir süre gülüşmüşlerdi
çocuk masumluğuyla.
Gerçeğini bizzat yaşamak hiçte komik
gelmiyordu şu an Yunus Bulut’a. İş hayatında sınıf atlayabilmesine vesile
olabilecek bir iş görüşmesine, bir sıfır yenik başlamıştı. Üstelik hücum
oyuncusu aynı zamanda hakemdi ve istediği kadar düdük çalarak kendi lehine
penaltı kararı verebilecekti. “Tutamadın şu koca çeneni” diye geçirdi aklından.
“Hayallerini, umutlarını kendi ellerinle… Hayır, kendi dilinle yıktın geçtin.”
Birkaç hafta içinde açılışı
yapılacak olan devasa alış veriş merkezine yönetici alınacaktı. Yüzlerce kişinin
talip olduğu bu iş için, araya hatırlı kişiler koyarak mekân sahibinden randevu
koparabilmişti. Sonrası kendi yeteneklerine kalıyordu ki, o konuda zaten hiçbir
şüphesi yoktu.
Herhangi bir aksilik yaşamamak için,
alış veriş merkezinin bulunduğu caddeye bir saat erken gelmişti. Cadde boyunca
aşağı yukarı turlayarak randevu saatinin gelmesini bekliyordu. Mesaj geldiğini
haber veren sinyali duyduğunda, cep telefonunu eline aldı. Yürüyüşüne devam
ederken, göz ucuyla gelen mesajı okuyordu. Karşı yönden gelen bir şahsın omuzu
kendine çarptığında telefon elinden yere düştü. Eğilerek telefonunu yerden
alırken “kör müsün be adam?” diye bağırdı bir yandan. Şahsın özür diliyor
oluşuna aldırış etmedi. “İnsan, bir önüne bakar.”
Oysa cep telefonuyla meşgul olmasa,
basit bir hamleyle sıyrılabilirdi bu çarpışmadan. Yani kendiside en az karşı
taraf kadar suçluydu. Ama o kendini haklı görmüş, sesini yükselterek baskın
olan taraf olmayı yeğlemişti.
Çeyrek saat önce fırça attığı şahıs,
görüşmek için geldiği Mehmet Ali Yaman’dan başkası değildi. Ve Yunus, onun karşısında kızarmış bir yüzle oturuyordu
şimdi. Tek umudu, konumu böylesine yüksek bir şahsın ufak tefek olayları iş
ortamına yansıtmayacak olacağına dair inancıydı.
“Referanslarınız oldukça güzel Yunus
Bey. Ama çok daha iyilerine sahip onlarca kişi sırada beklerken, neden sizi
tercih etmeliyim söyler misiniz?”
“Bu sorunuzu dikkat, gayret ve
tecrübe diye cevaplayabilirim sanırım.”
“Gayret ve tecrübe bu işin olmazsa
olmazı zaten… Peki diğer adaylardan daha dikkatli olduğunuza beni nasıl ikna
etmeyi düşünüyorsunuz?”
Vereceği cevabı aklında tartarken,
Mehmet Ali Yaman konuşmaya devam etti;
“Hiç gerçek bir kör gördünüz mü
Yunus Bey?”
İşte ilk penaltı, diye aklından
geçirdi Yunus. Çarpışma konusunu açacak ve sonra onu kapı dışarı edecekti büyük
ihtimalle. Cevap vermeden kalkıp gitmeyi düşündü. Sonra bunun çok büyük
saygısızlık olacağını düşünerek vazgeçti.
“Özür dilerim” demeye niyetlendi ki, Mehmet Ali Yaman’ın havaya kalkan
eliyle cümlesi yarım kaldı. Onun ayağa kalkarak, ofisin pencerelerini açışını
şaşkınlıkla izledi.
“Müzik sesini duyabiliyor musunuz
Yunus Bey?”
“Evet. Akortsuz bir çalgı aleti ve
eğitim görmemiş bir ses.”
“Haklısınız. Ama yine de insanın
içine işliyor değil mi?”
Bulunduğu ortamda, en son dikkatini
vereceği konuydu bu. Aklından geçenleri okuyabilmek için dikkatlice süzdü
Mehmet Ali Yaman’ı. Daha önceki hiçbirine benzemeyen bu iş görüşmesinde, ne tür
bir sınavdan geçtiğini ve nasıl bir cevap vermesi gerektiğini düşündü Yunus.
“Öyle.” Diyebildi.
Kariyer yapma imkânı olmasa da
aslında şu anda çalıştığı bir işi, ortalamanın üzerinde bir maaşı vardı
Yunus’un. Sevgi dolu bir eş, biri kız diğeri erkek iki sağlıklı evlat, başını
sokacak kendine ait bir ev… Ortalamanın tam ortasında bir ömür tüketiyordu ve
alta düşmemek için her zaman daha üste saldırmak gerektiğine inanıyordu.
“Gelin, sesin sahibi şu arkadaşı
ziyarete gidelim”, dediğinde Mehmet Ali Yaman’ın peşine düştü. “Yine de kibar
adammış” diye geçirdi bu kez aklından. “En azından rencide etmeden yol veriyor
bana.”
“İş için görüşeceğimizi sanıyordum.”
“Bu işe gerçekten ihtiyacınız var mı
Yunus Bey?”
“Hedeflerime varmak açısından ‘evet’
diyebilirim.”
“O zaman, işin size ihtiyacı var mı?
Birde onu görelim.”
Umarsızca takip etti Mehmet Ali
Yaman’ı. Garip bir insandı. Ama artık işi alıp alamayacağını değil, bu garip
adamın ne yapmaya çalıştığını daha fazla merak ediyordu.
“İşi size verirsem, merkezi verimli
kılmak için ne gibi projeleriniz var Yunus Bey?”
İşte en başından beri beklediği soru
buydu.
“Efendim, istatistiklere göre…”
Patron adayının yüzündeki ifadeyi
görünce, cümlesini tamamlayamadı.
“İstatistikler bize ortalamayı verir
Yunus Bey. Doğruyu değil.”
“Anlayamadım.”
“Mesela, ortalama yaşam süresi
altmış beş olan bir toplumda, doğum esnasında vefat eden bir bebeğe bu durumu
izah edebilir miydiniz Yunus Bey?”
“Haklısınız ama…”
“Yahut kişi başına düşen milli
gelir, işsiz güçsüz bir insanı ne kadar ilgilendirir?”
Hiç düşünmediği konulardı bunlar.
Cevap veremedi. Zaten alış veriş merkezinin dışına çıkmışlardı bile. Caddedeki
diğer binalardan birkaç metre daha içeride kaldığı için, merkezin önünde büyük
bir boş alan bulunuyordu. Çalgıcılar, sırt görevi gören sağ köşedeki binaya
yaslamışlardı sırtlarını. Mehmet Ali Yaman o tarafa yöneldiğinde Yunus’ta
peşinden gitti.
“Kolay gelsin ağalar.”
“Eyvallah beyim”, dedi tekerlekli
sandalyede oturan, çalmayı bırakarak. İki bacağının da dizden aşağısı kesik
olmasına rağmen, güler yüzü bu durumu umursamadığını ifade etmeye yetiyordu.
“Allah razı olsun beyim.” Dedi
diğeri, şarkı söylemeye ara vererek. Dikkatlice baktığında onun da görme özürlü
olduğunu anlayarak şok oldu Yunus.
Olanlara anlam veremedi. Koskoca
işadamı, sırf bir sinir anında sarf ettiği sözü yedirtmek için mi sürüklemişti
onu buraya kadar?
“Sizden de Allah razı olsun.
Kulaklarımızın pasını sildiniz. Nasılsınız bu arada? İşiniz bereketli oluyor
mu?”
“Hamdolsun.” Dedi görme özürlü olan.
“Karnımız doyuyor. Kimseye muhtaç değiliz. Kör topal ilerliyoruz işte. Daha ne
olsun?”
“Haklısınız. Benim ufak bir işim
var. Dönene kadar arkadaşıma yarenlik eder misiniz?”
“Elbette.”
Neler oluyordu acaba? Mehmet Ali
Yaman’ın ne yapmaya çalıştığını hala anlayamıyordu Yunus. Sesini çıkarmadan,
şaşkınlıkla, geri dönüp dönmeyeceğini bilmeden uzaklaşmasını izledi. Ne yapması
gerektiğine karar veremedi önce. Sonra “bir süre beklerim, geri gelmezse çekip
giderim” diye geçirdi aklından.
“Ne iş yapıyorsun beyim” dedi görme
engelli olan?
“Bir mağazada yöneticiyim.”
“Çok güzel. Arkadaşınız Mehmet Ali
Bey çok özel bir insan. Hem burada çalgı çalmamıza izin verir, hem de her
geçişinde selamını esirgemez.”
Selam vermek bir yana, varlıklarını
bile fark edememişti oysa Yunus.
“Aslına bakarsanız, o arkadaşım
değil. Sadece bir iş görüşmesi için bir araya geldik. Ve o iş, olacak gibi
görünmüyor.”
“Allah’tan ümit kesilmez. Kısmetin
seni, senin onu aradığından daha çok arar.”
“Kim bilir? Belki de…”
“Bakın
serçeler ötüşüyor. Onları görebiliyor musunuz? Karşı köşedeki dut ağacının
üzerinde olmalılar.”
“Evet ama…”
“Haklısınız ben görmüyorum. Ama bu,
ara sıra yere dökülen meyvelerinin sesini duymadığım anlamına gelmiyor.”
“Anlıyorum.”
“Ağacın tam karşısında bir çiçekçi
olmalı. Güllerin kokusu buraya kadar geliyor.”
“Yakındaki parktan geliyor olamaz mı
o kokular?”
“Dalında olan gülle, dalından
ayrılanın kokusu aynı olmaz. Ayrılığın hüznü kokularını farklı kılar.”
“Doğrudur.”
“Çiçekçi, birkaç camgüzeli saksısını
ağacın çevresine sıralamış olmalı.”
“Onu da nereden anladınız? Tabi ya…
Arkadaşınız söylemiş olmalı.”
Tekerlekli sandalyedeki şahıs,
başını olumsuz mana da salladı.
“Rızkını arayan bir kedi,
serçelerden biri belki nasibi olur diye tetikte bekliyor. Ara sıra ağaca
tırmanmak için hamle yaptığında saksıları yerinden oynatıyor. Böylece hem
kedinin, hem de saksıların varlığını anlayabiliyorum.
“Fakat ben sözü nereye getirmek
istediğinizi anlayamıyorum.”
“Kedi dahi, kısmetini gönderecek
olandan emin. Sadece bekliyor, zamanının gelişini. Biz insanların aceleciliği
biraz isyana kaçmıyor mu sizce?”
Bir süre sessiz kaldı Yunus. Kendi
hesaplamalarına göre ortalamanın her yönüyle altında kalan bir şahıs, resmen
hayat dersi veriyordu ona. “Belki de”, diyerek kapatmak istedi konuyu.
“Az ileride çorap satan çocuk var
ya…”
“Evet…”
“Henüz siftah yapmadı sanırım.”
“Nereden biliyorsunuz?”
“Bağırışlarının sıklığı azaldı. Sesi
de bir süredir çatallanmaya başladı zaten. Açlıktan tansiyonu düşmüş olmalı.
Eğer siftah etmiş olsaydı, en azından ayakta kalmasına yetecek kadar bir şeyler
atıştırırdı. Ama rızkının eninde sonunda geleceğini biliyor. Sadece zamanının
gelmesini bekliyor.”
Gerçektende bir süre sonra olduğu
yere çömeldi çocuk. Daha fazla ayakta kalmaya takati kalmamış olmalıydı.
“Fesuphanallah” diye mırıldandı
Yunus. İki gözü de görmeyen bir adam, çevresinde gelişen bütün detayları, gören
bir çift gözden çok daha iyi okuyordu.
“Bir yarım ekmeği doğrultabildik
mi?” Diye sordu tekerlekli sandalyedeki arkadaşına.
“Henüz değil.”
“Zavallı çocuk” diye mırıldandı
O anda içinden kopan parçanın ne
olduğunu ilk anda anlayamadı Yunus. Göğsünde kanat çırpan bir kuş, kafesini
parçalayarak dışarı çıkmak istiyordu sanki… Olduğu yerde üç yüz altmış
derecelik ağır bir dönüş yaptı. Başını iki elinin arasına aldı;
“Aman Allah’ım. Ben ne…”
Çalgıcıların şaşkın bakışları
altında tek kelime etmeden yürüyerek oradan uzaklaştı. On beş dakika sonra geri
döndüğünde sağ kolunun altında bir saksı, sol elinde büyükçe bir poşet
taşıyordu. İşini bitirip dönmüş olan Mehmet Ali Yaman’ın sorgulayan bakışları
altında saksıyı yere bıraktı. Poşeti açarak içinden çıkardığı yarım dönerleri
çalgıcılara ikram etti. Bir tane de Mehmet Ali Yaman’a uzattı;
“Sizinde acıkmış olabileceğinizi
düşündüm.”
“Teşekkür ederim Yunus Bey.
Gerçektende acıkmıştım.”
Eliyle bir dakika işareti
yaptıktan sonra, önce çorap satan çocuğun yanına gitti. Poşetten çıkardığı bir
yarım döneri de çocuğa uzattı. Son bir işi kalmıştı. Dut ağacının yanına
giderek etrafa bakındı. Tas niyetine kullanabileceği bir kutu bulduğunda,
poşetteki son malzeme olan süt şişesini çıkardı. İçini sütle doldurduktan sonra
geriye döndü.
Bir ona, birde “peki bu ne için”
der gibi yerdeki saksıya bakan Mehmet Ali Yaman’a gülümsedi;
“Solmuş gördüm biraz. Can çekişen
arkadaşlarının yanında daha fazla hüzünlenmesine gönlüm razı olmadı. Bizim evin
pencere önüne daha çok yakışır, dedim.”
Mehmet Ali Yaman ekmeğinden
ısırdığı parçayı çiğneyip yuttuktan sonra;
“Soruma hala cevap vermediğinizin
farkında mısınız Yunus Bey?”
“Özür dilerim. Hangi soruydu o?”
“Hiç gerçek bir kör gördünüz mü?”
Başını olumlu manada salladıktan
sonra acı acı gülümsedi Yunus;
“Aynaya her yüzümü döndüğümde
birine bakıyormuşum. Ama ancak görebildim.”
“Tebrik ederim Yunus Bey. Bakmayı
değil, görmeyi başaran ilk aday oldunuz. Bu da; talep ettiğiniz işin, en az
sizin ona ihtiyacınız olduğu kadar size ihtiyacı olduğunu ispatlıyor.
Çalıştığınız yerle ilişkinizi kestiğinizde işbaşı yapabilirsiniz.”
Eşantiyon, kolonyalı mendille
elini yüzünü sildikten sonra gülümsedi;
“Bu arada, size omuz attığım için
beni affedersiniz umarım.”
Bir sonraki hafta, işbaşı yapmak
için alış veriş merkezine geldiğinde yine aynı yerde olduklarını gördü çalgıcı
ekibinin. Görüş açısını genişleten bu güzel insanlara karşı borçlu hissediyordu
kendini. Geç kalmamak için, cebinden çıkardığı yüklüce bahşişi önlerindeki tasa
bıraktı. “Çıkışta sıkı bir sohbet ederiz” niyetini kuşanarak hızlı adımlarla
yoluna devam etti. Tekerlekli sandalyede olan çalmasına devam ederken;
“Eyvallah beyim” dedi.
Söylediği türkü sonlandığında, görme
özürlü olan;
“Tanıdık biri miydi?”
“Yunus Beydi.”
Aldığı cevap, Yunus olabilme
sırrının bir nevi ikrarı gibiydi;
“Bizim Yunus mu?”
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder