8 Aralık 2018 Cumartesi

Yunus Olmak (Hikaye)


            İlkokul yıllarında oldukça neşeli geçerdi, deyim canlandırma oyunları. İki ahşap direk arasına gerilmiş file ve iç tarafa yerleştirilmiş bir futbol topuyla oluşturulan dekorun önünde canlandırmıştı; “bir sıfır yenik başlamak” deyimini. Yüzündeki şaşkın ifadeye kahkahalarla gülen arkadaşlarına o da katılmış, uzun bir süre gülüşmüşlerdi çocuk masumluğuyla.
            Gerçeğini bizzat yaşamak hiçte komik gelmiyordu şu an Yunus Bulut’a. İş hayatında sınıf atlayabilmesine vesile olabilecek bir iş görüşmesine, bir sıfır yenik başlamıştı. Üstelik hücum oyuncusu aynı zamanda hakemdi ve istediği kadar düdük çalarak kendi lehine penaltı kararı verebilecekti. “Tutamadın şu koca çeneni” diye geçirdi aklından. “Hayallerini, umutlarını kendi ellerinle… Hayır, kendi dilinle yıktın geçtin.”
            Birkaç hafta içinde açılışı yapılacak olan devasa alış veriş merkezine yönetici alınacaktı. Yüzlerce kişinin talip olduğu bu iş için, araya hatırlı kişiler koyarak mekân sahibinden randevu koparabilmişti. Sonrası kendi yeteneklerine kalıyordu ki, o konuda zaten hiçbir şüphesi yoktu.
            Herhangi bir aksilik yaşamamak için, alış veriş merkezinin bulunduğu caddeye bir saat erken gelmişti. Cadde boyunca aşağı yukarı turlayarak randevu saatinin gelmesini bekliyordu. Mesaj geldiğini haber veren sinyali duyduğunda, cep telefonunu eline aldı. Yürüyüşüne devam ederken, göz ucuyla gelen mesajı okuyordu. Karşı yönden gelen bir şahsın omuzu kendine çarptığında telefon elinden yere düştü. Eğilerek telefonunu yerden alırken “kör müsün be adam?” diye bağırdı bir yandan. Şahsın özür diliyor oluşuna aldırış etmedi. “İnsan, bir önüne bakar.”
            Oysa cep telefonuyla meşgul olmasa, basit bir hamleyle sıyrılabilirdi bu çarpışmadan. Yani kendiside en az karşı taraf kadar suçluydu. Ama o kendini haklı görmüş, sesini yükselterek baskın olan taraf olmayı yeğlemişti.
            Çeyrek saat önce fırça attığı şahıs, görüşmek için geldiği Mehmet Ali Yaman’dan başkası değildi. Ve Yunus,  onun karşısında kızarmış bir yüzle oturuyordu şimdi. Tek umudu, konumu böylesine yüksek bir şahsın ufak tefek olayları iş ortamına yansıtmayacak olacağına dair inancıydı.
            “Referanslarınız oldukça güzel Yunus Bey. Ama çok daha iyilerine sahip onlarca kişi sırada beklerken, neden sizi tercih etmeliyim söyler misiniz?”
            “Bu sorunuzu dikkat, gayret ve tecrübe diye cevaplayabilirim sanırım.”
            “Gayret ve tecrübe bu işin olmazsa olmazı zaten… Peki diğer adaylardan daha dikkatli olduğunuza beni nasıl ikna etmeyi düşünüyorsunuz?”
            Vereceği cevabı aklında tartarken, Mehmet Ali Yaman konuşmaya devam etti;
            “Hiç gerçek bir kör gördünüz mü Yunus Bey?”
            İşte ilk penaltı, diye aklından geçirdi Yunus. Çarpışma konusunu açacak ve sonra onu kapı dışarı edecekti büyük ihtimalle. Cevap vermeden kalkıp gitmeyi düşündü. Sonra bunun çok büyük saygısızlık olacağını düşünerek vazgeçti.  “Özür dilerim” demeye niyetlendi ki, Mehmet Ali Yaman’ın havaya kalkan eliyle cümlesi yarım kaldı. Onun ayağa kalkarak, ofisin pencerelerini açışını şaşkınlıkla izledi.
            “Müzik sesini duyabiliyor musunuz Yunus Bey?”
            “Evet. Akortsuz bir çalgı aleti ve eğitim görmemiş bir ses.”
            “Haklısınız. Ama yine de insanın içine işliyor değil mi?”
            Bulunduğu ortamda, en son dikkatini vereceği konuydu bu. Aklından geçenleri okuyabilmek için dikkatlice süzdü Mehmet Ali Yaman’ı. Daha önceki hiçbirine benzemeyen bu iş görüşmesinde, ne tür bir sınavdan geçtiğini ve nasıl bir cevap vermesi gerektiğini düşündü Yunus.
            “Öyle.” Diyebildi.
            Kariyer yapma imkânı olmasa da aslında şu anda çalıştığı bir işi, ortalamanın üzerinde bir maaşı vardı Yunus’un. Sevgi dolu bir eş, biri kız diğeri erkek iki sağlıklı evlat, başını sokacak kendine ait bir ev… Ortalamanın tam ortasında bir ömür tüketiyordu ve alta düşmemek için her zaman daha üste saldırmak gerektiğine inanıyordu.
            “Gelin, sesin sahibi şu arkadaşı ziyarete gidelim”, dediğinde Mehmet Ali Yaman’ın peşine düştü. “Yine de kibar adammış” diye geçirdi bu kez aklından. “En azından rencide etmeden yol veriyor bana.”
            “İş için görüşeceğimizi sanıyordum.”
            “Bu işe gerçekten ihtiyacınız var mı Yunus Bey?”
            “Hedeflerime varmak açısından ‘evet’ diyebilirim.”
            “O zaman, işin size ihtiyacı var mı? Birde onu görelim.”
            Umarsızca takip etti Mehmet Ali Yaman’ı. Garip bir insandı. Ama artık işi alıp alamayacağını değil, bu garip adamın ne yapmaya çalıştığını daha fazla merak ediyordu.
            “İşi size verirsem, merkezi verimli kılmak için ne gibi projeleriniz var Yunus Bey?”
            İşte en başından beri beklediği soru buydu.
            “Efendim, istatistiklere göre…”
            Patron adayının yüzündeki ifadeyi görünce, cümlesini tamamlayamadı.
            “İstatistikler bize ortalamayı verir Yunus Bey. Doğruyu değil.”
            “Anlayamadım.”
            “Mesela, ortalama yaşam süresi altmış beş olan bir toplumda, doğum esnasında vefat eden bir bebeğe bu durumu izah edebilir miydiniz Yunus Bey?”
            “Haklısınız ama…”
            “Yahut kişi başına düşen milli gelir, işsiz güçsüz bir insanı ne kadar ilgilendirir?”
            Hiç düşünmediği konulardı bunlar. Cevap veremedi. Zaten alış veriş merkezinin dışına çıkmışlardı bile. Caddedeki diğer binalardan birkaç metre daha içeride kaldığı için, merkezin önünde büyük bir boş alan bulunuyordu. Çalgıcılar, sırt görevi gören sağ köşedeki binaya yaslamışlardı sırtlarını. Mehmet Ali Yaman o tarafa yöneldiğinde Yunus’ta peşinden gitti.
            “Kolay gelsin ağalar.”
            “Eyvallah beyim”, dedi tekerlekli sandalyede oturan, çalmayı bırakarak. İki bacağının da dizden aşağısı kesik olmasına rağmen, güler yüzü bu durumu umursamadığını ifade etmeye yetiyordu.
            “Allah razı olsun beyim.” Dedi diğeri, şarkı söylemeye ara vererek. Dikkatlice baktığında onun da görme özürlü olduğunu anlayarak şok oldu Yunus.
Olanlara anlam veremedi. Koskoca işadamı, sırf bir sinir anında sarf ettiği sözü yedirtmek için mi sürüklemişti onu buraya kadar?
            “Sizden de Allah razı olsun. Kulaklarımızın pasını sildiniz. Nasılsınız bu arada? İşiniz bereketli oluyor mu?”
            “Hamdolsun.” Dedi görme özürlü olan. “Karnımız doyuyor. Kimseye muhtaç değiliz. Kör topal ilerliyoruz işte. Daha ne olsun?”
            “Haklısınız. Benim ufak bir işim var. Dönene kadar arkadaşıma yarenlik eder misiniz?”
            “Elbette.”
            Neler oluyordu acaba? Mehmet Ali Yaman’ın ne yapmaya çalıştığını hala anlayamıyordu Yunus. Sesini çıkarmadan, şaşkınlıkla, geri dönüp dönmeyeceğini bilmeden uzaklaşmasını izledi. Ne yapması gerektiğine karar veremedi önce. Sonra “bir süre beklerim, geri gelmezse çekip giderim” diye geçirdi aklından.
            “Ne iş yapıyorsun beyim” dedi görme engelli olan?
            “Bir mağazada yöneticiyim.”
            “Çok güzel. Arkadaşınız Mehmet Ali Bey çok özel bir insan. Hem burada çalgı çalmamıza izin verir, hem de her geçişinde selamını esirgemez.”
            Selam vermek bir yana, varlıklarını bile fark edememişti oysa Yunus.
            “Aslına bakarsanız, o arkadaşım değil. Sadece bir iş görüşmesi için bir araya geldik. Ve o iş, olacak gibi görünmüyor.”
            “Allah’tan ümit kesilmez. Kısmetin seni, senin onu aradığından daha çok arar.”
            “Kim bilir? Belki de…”
            “Bakın serçeler ötüşüyor. Onları görebiliyor musunuz? Karşı köşedeki dut ağacının üzerinde olmalılar.”
            “Evet ama…”
            “Haklısınız ben görmüyorum. Ama bu, ara sıra yere dökülen meyvelerinin sesini duymadığım anlamına gelmiyor.”
            “Anlıyorum.”
            “Ağacın tam karşısında bir çiçekçi olmalı. Güllerin kokusu buraya kadar geliyor.”
            “Yakındaki parktan geliyor olamaz mı o kokular?”
            “Dalında olan gülle, dalından ayrılanın kokusu aynı olmaz. Ayrılığın hüznü kokularını farklı kılar.”
            “Doğrudur.”
            “Çiçekçi, birkaç camgüzeli saksısını ağacın çevresine sıralamış olmalı.”
            “Onu da nereden anladınız? Tabi ya… Arkadaşınız söylemiş olmalı.”
            Tekerlekli sandalyedeki şahıs, başını olumsuz mana da salladı.
            “Rızkını arayan bir kedi, serçelerden biri belki nasibi olur diye tetikte bekliyor. Ara sıra ağaca tırmanmak için hamle yaptığında saksıları yerinden oynatıyor. Böylece hem kedinin, hem de saksıların varlığını anlayabiliyorum.
            “Fakat ben sözü nereye getirmek istediğinizi anlayamıyorum.”
            “Kedi dahi, kısmetini gönderecek olandan emin. Sadece bekliyor, zamanının gelişini. Biz insanların aceleciliği biraz isyana kaçmıyor mu sizce?”
            Bir süre sessiz kaldı Yunus. Kendi hesaplamalarına göre ortalamanın her yönüyle altında kalan bir şahıs, resmen hayat dersi veriyordu ona. “Belki de”, diyerek kapatmak istedi konuyu.
            “Az ileride çorap satan çocuk var ya…”
            “Evet…”
            “Henüz siftah yapmadı sanırım.”
            “Nereden biliyorsunuz?”
            “Bağırışlarının sıklığı azaldı. Sesi de bir süredir çatallanmaya başladı zaten. Açlıktan tansiyonu düşmüş olmalı. Eğer siftah etmiş olsaydı, en azından ayakta kalmasına yetecek kadar bir şeyler atıştırırdı. Ama rızkının eninde sonunda geleceğini biliyor. Sadece zamanının gelmesini bekliyor.”
            Gerçektende bir süre sonra olduğu yere çömeldi çocuk. Daha fazla ayakta kalmaya takati kalmamış olmalıydı.
            “Fesuphanallah” diye mırıldandı Yunus. İki gözü de görmeyen bir adam, çevresinde gelişen bütün detayları, gören bir çift gözden çok daha iyi okuyordu.
            “Bir yarım ekmeği doğrultabildik mi?” Diye sordu tekerlekli sandalyedeki arkadaşına.
            “Henüz değil.”
            “Zavallı çocuk” diye mırıldandı
O anda içinden kopan parçanın ne olduğunu ilk anda anlayamadı Yunus. Göğsünde kanat çırpan bir kuş, kafesini parçalayarak dışarı çıkmak istiyordu sanki… Olduğu yerde üç yüz altmış derecelik ağır bir dönüş yaptı. Başını iki elinin arasına aldı;
“Aman Allah’ım. Ben ne…”
Çalgıcıların şaşkın bakışları altında tek kelime etmeden yürüyerek oradan uzaklaştı. On beş dakika sonra geri döndüğünde sağ kolunun altında bir saksı, sol elinde büyükçe bir poşet taşıyordu. İşini bitirip dönmüş olan Mehmet Ali Yaman’ın sorgulayan bakışları altında saksıyı yere bıraktı. Poşeti açarak içinden çıkardığı yarım dönerleri çalgıcılara ikram etti. Bir tane de Mehmet Ali Yaman’a uzattı;
“Sizinde acıkmış olabileceğinizi düşündüm.”
“Teşekkür ederim Yunus Bey. Gerçektende acıkmıştım.”
Eliyle bir dakika işareti yaptıktan sonra, önce çorap satan çocuğun yanına gitti. Poşetten çıkardığı bir yarım döneri de çocuğa uzattı. Son bir işi kalmıştı. Dut ağacının yanına giderek etrafa bakındı. Tas niyetine kullanabileceği bir kutu bulduğunda, poşetteki son malzeme olan süt şişesini çıkardı. İçini sütle doldurduktan sonra geriye döndü.
Bir ona, birde “peki bu ne için” der gibi yerdeki saksıya bakan Mehmet Ali Yaman’a gülümsedi;
“Solmuş gördüm biraz. Can çekişen arkadaşlarının yanında daha fazla hüzünlenmesine gönlüm razı olmadı. Bizim evin pencere önüne daha çok yakışır, dedim.”
Mehmet Ali Yaman ekmeğinden ısırdığı parçayı çiğneyip yuttuktan sonra;
“Soruma hala cevap vermediğinizin farkında mısınız Yunus Bey?”
“Özür dilerim. Hangi soruydu o?”
“Hiç gerçek bir kör gördünüz mü?”
Başını olumlu manada salladıktan sonra acı acı gülümsedi Yunus;
“Aynaya her yüzümü döndüğümde birine bakıyormuşum. Ama ancak görebildim.”
“Tebrik ederim Yunus Bey. Bakmayı değil, görmeyi başaran ilk aday oldunuz. Bu da; talep ettiğiniz işin, en az sizin ona ihtiyacınız olduğu kadar size ihtiyacı olduğunu ispatlıyor. Çalıştığınız yerle ilişkinizi kestiğinizde işbaşı yapabilirsiniz.”
Eşantiyon, kolonyalı mendille elini yüzünü sildikten sonra gülümsedi;
“Bu arada, size omuz attığım için beni affedersiniz umarım.”
            Bir sonraki hafta, işbaşı yapmak için alış veriş merkezine geldiğinde yine aynı yerde olduklarını gördü çalgıcı ekibinin. Görüş açısını genişleten bu güzel insanlara karşı borçlu hissediyordu kendini. Geç kalmamak için, cebinden çıkardığı yüklüce bahşişi önlerindeki tasa bıraktı. “Çıkışta sıkı bir sohbet ederiz” niyetini kuşanarak hızlı adımlarla yoluna devam etti. Tekerlekli sandalyede olan çalmasına devam ederken;
            “Eyvallah beyim” dedi.
            Söylediği türkü sonlandığında, görme özürlü olan;
            “Tanıdık biri miydi?”
            “Yunus Beydi.”
            Aldığı cevap, Yunus olabilme sırrının bir nevi ikrarı gibiydi;
            “Bizim Yunus mu?”

            Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder