11 Aralık 2018 Salı

Seyyar Alıcı (Hikaye)


Hafif aksayan sol ayağını sürüye sürüye ilerlerken bir yandan da söyleniyordu. “Zamanı mı şimdi arıza çıkarmanın?” Yıllar önce inşaatlarda çalışırken kaza sonucu kırılan ayağı zaman zaman böyle tutukluk yapıyordu işte. Yürümeye devam etti. Bakışlarında ki öfke uzaktan bakan birinin dahi rahatça fark edebileceği derecede barizdi.    Ocak yönündeki kapıdan selam vererek çay bahçesine girdi.
— Merhaba Hakkı.
Bardak yıkamakla meşgul olan kişi başını çevirip yüzüne baktıktan sonra gülümsedi.
— Merhaba Hüseyin Ağa. Hoş geldin diyeceğim ama yüzüne vurmayan hoşluk gönlünde de olmasa gerek. Öfken boyunu aşmış gibi durur.
— Senden sır saklamak ne mümkün.
— Sırrı suret haykırırken dile ne hacet. Geç hele şu koca ağacın dibindeki masaya otur, gölgesinde soluklan. Ben birazdan geliyorum.
Bir sandalye çekip gösterilen masaya ilişti Hüseyin Ağa. Sol eliyle kasketini çıkarıp, sağ eliyle terleyen başını sıvazladı. Az sonra Hakkı elinde iki bardak çayla gelerek yanındaki sandalyeye oturdu. Severdi Hüseyin Ağa ile iki kelam etmeyi.
— Hadi anlat bakalım.
— Ne anlatayım?
Hüseyin Ağa’nın anlatmaya nereden başlayacağını kestiremediğini anlamıştı Hakkı, onu yıllardır tanıyor olmanın tecrübesiyle.
— İstasyona girdiğini gördüm. Hayrola yolculuk mu var?
— Var ya, dedi. Zaten çatık olan kaşlarını daha da çatarak… İstanbul’a gideceğim. Tren on bir buçukta gelecekmiş. Saat ona geliyor. Daha bir buçuk saatten fazla var. Eve dönmektense burada beklemeyi tercih ettim. Zaten ayak da hainlik edip duruyor.
Hakkı’nın işlettiği çay bahçesiyle tren istasyonunun arası elli metre var yok arasıydı. Yerleşimin yürüyerek beş dakika olduğu kasabaya gelip gidenlerin uğrak yeri olmuştu bahçe, yıllardır. Hakkı da bir nevi dert babası…
— Neden gideceksin İstanbul’a?
Derin bir “of” çekti Hüseyin Ağa. Yutkundu;
— Ömer’i biliyorsun.
— Senin küçük oğlan değil mi? Üniversitede okuyan.
— Evet o.
— Başına bir iş mi gelmiş yoksa?
— Başına taş düşsün onun.
— Hoppala! İnsan evladına beddua okur mu?
— Okur, okur. İstanbul’a gideyim canına okuyacağım daha.
— Hele sen şu meseleyi başından anlat bakalım.
— Anne tarafından kuzenim Duran’ı tanırsın.
— Tanımaz mıyım Duran Ağa’yı?
— İşte onun oğlu Taner ile bizim Ömer aynı fakülteyi kazanınca bizde beraberce bir ev tuttuk onlara yurtlarda sefil olmasınlar rahat etsinler diye.
— Bu kadarını biliyorum.
— Gece Taner babasını aramış. Ömer’in bir kavgaya karıştığını, karakolda olduklarını, avukat olan dayısına ulaşamadığını söylemiş. Bulundukları karakolun ismini verip dayısına ulaşarak onlara yönlendirmesini istemiş.
— Benim tanıdığım Ömer, öyle kavgaya falan karışacak bir çocuk değildi ama...
— Karışmış işte. Biz okumaları için her türlü fedakârlığı yapalım, beyefendi orada serserilik etsin.
Anlattıkça yeniden hırslanmış, sağ elini yumruk yapıp masaya sertçe vurmuştu.
— Şeytan diyor, reddet evlatlıktan.
— Dur hele bir sakinleş bakalım. Öfkeyle başlanılan işten kime hayır gelmiş. Bu sinirle her şeyden önce kendine zarar vereceksin.
Boğazında biriken tükürükle beraber öfkesini de yutmaya çalıştı Hüseyin Ağa. Başını çevirip diğer masalarda oturanları süzmeye başladı. Kısa bir suskunluktan sonra gözleriyle bir masayı işaret ederek konuştu.
— Hakkı, şu karşı köşede ki genç bizim kooperatif başkanının oğlu Musa değil mi? Hani şu veteriner olan.
— Evet o.
— Yanında ki hanım kız da geçen yıl evlendiği eşi olmalı. Fakat sanki dargın gibi hiç konuşmadan oturuyorlar.
— Sanırım biraz öyle. Söylenenlere göre Musa hayırsız çıkmış. Severek evlenmelerine karşın eşiyle ve eviyle ilgilenmiyormuş. Kadıncağız bir sene katlandıktan sonra, sonunda isyan etmiş.
— Vah, vah! Yazık olmuş.
— İstanbul da bir evlilik danışmanına gidiyorlarmış. Problemlerini çözemezlerse boşanmaya kadar varacak iş.
— Çözerler umarım. Peki, yanlarından ayrılıp bu tarafa doğru gelen ihtiyar kim? Seyyar satıcı falan mı? Az önce biz konuşurken çantasından çerçeve yahut tablo tarzı bir şey çıkartıp Musa’ya uzattı ve bir şeyler söyledi sanki.
— O mu? Demiryollarından emekli yalnız bir adam… Eşi vefat ettiğinden beri Anadolu’yu geziyormuş. Kasabaya dün sabah geldi. Birkaç gün kalacakmış. Biraz sohbet imkânı bulduk. İsmini sordum. Bana ‘Gezgin’ diyebilirsin dedi. Seyyar satıcıdan ziyade, seyyar alıcı diyebiliriz ona.
— Nasıl yani?
— Karşılığında neşe vererek hüzünleri topladığını söylüyor. Pek anlamadım ama böylece kaçırdığı trenleri yakalıyormuş. Hakikaten de kiminle bir süre sohbet ettiyse neşeyle kalktı yanından. Hele çantası, sihirbaz şapkası sanki…
— Ne demek istiyorsun?
— Anlarsın.
Sözlerini tamamladıklarında Gezgin yanlarına varmıştı. Selam vererek oturmak için müsaadelerini istedi. Buyur edilince yanlarına oturdu. Tebessüm eden yüzündeki derin kırışıklar adeta bilgelik haykırıyordu. “Huzur, göz şeklini almışta yüzüne yerleşmiş sanki” diye düşündü bir an Hüseyin Ağa. Çantasını omzundan indirerek masanın üzerine bıraktı. Fermuarını aralayarak içine bakmaya başladı. Az sonra aradığını bulmuş edasıyla gözleri parladı. İçinden içi boş bir kılıç kını çıkartarak Hüseyin Ağa’ya uzattı.
— Öylesine sinirliydiniz ki yanınızdan geçerken beni fark etmediniz. Ama ben sohbetinizin bir kısmına istemeden kulak misafiri oldum. Kabul ederseniz bunu size vermek istiyorum. İhtiyacınız kalmadığına inandığınızda bana geri verebilir yahut ihtiyacı olduğuna inandığınız birine verebilirsiniz.
— Kılıçsız bir kın, dedi Hüseyin Ağa anlamsızlığına şaşırarak.
— Evet. Kılıcı, düşüncesizce çıktığı için, kınına geri dönememiş olmalı.
Bu söz üzerine, yüzündeki sinirli ifade düşünceli ifadeyle yer değiştirmeye başlamıştı Hüseyin Ağa’nın. O sırada Hakkı ayağa kalkarak masalarına yaklaşmakta olan bir kişiyi buyur etti. Kasabanın genç ilkokul öğretmeniydi gelen.
— Hoş gelmişsin öğretmen bey. Buyur geç şöyle.
Yüzlerde ki ifadelerden rahatsız etmediğine kanaat getirdikten sonra bir sandalye çekip yanlarına oturdu öğretmen. ”Ben size çay getireyim” diyerek ocağa koştu Hakkı. Elinde çaylarla geri döndüğünde masada ki hatır sorma faslı bitmişti.
— Okullar kapandı tabi, İstanbul’a gidiyorsunuz değil mi öğretmen bey?
— Evet Hakkı.
— Tabi. Dinlenmek ailenizi görmek sizinde hakkınız. İyice dinlenin ki, seneye hazır olun kasabanın yaramazlarıyla uğraşmaya.
— Bu kez geri dönmemeyi düşünüyorum Hakkı.
Masadakilerin şaşkın bakışlarının üzerinde toplandığını hissederek devam etti.
—Başaramadığımı düşünüyorum. Üç senedir bu kasaba da görev yapıyorum. Hala derslere tam katılımı sağlayamadım. Hala okumayı sökememiş çocuklar var. Sanırım şevkim kırıldı.
Hüseyin Ağa’nın ve Hakkı’nın tüm karşı çıkmalarına rağmen kararından dönme belirtisi göstermemişti. Gezgin’le göz göze geldiğinde onun çantasından çıkardığı bir demliği kendine uzattığını gördü. Hüseyin Ağa’ya söylediklerinin aynısını tekrarladı Gezgin.
— Kabul ederseniz bunu size vermek istiyorum. İhtiyacınız kalmadığına inandığınızda bana geri verebilir yahut ihtiyacı olduğuna inandığınız birine verebilirsiniz.
— Çaydanlıksız bir demlik! Dedi öğretmen gayri ihtiyari.
— Evet, dedi Gezgin. Çabucak demlenmek istediğinden çaydanlığını terk etti uzun zaman önce.
Az önce Hüseyin Ağa’da beliren düşünceli ifade öğretmene geçmişti bu defa. Bahçenin bulundukları bölüme çapraz diğer ucundan gelenleri görünce düşünceleri dağıldı. “Zavallı çocuk” cümlesi döküldü dudaklarından. Açıklama beklenircesine yüzüne bakıldığını hissettiğinde konuşmaya devam etti.
— Öğrencilerimden biri. Babasını tanırsınız, tüpçü Cevat. Önceki gün jandarma gözaltına almış.
— Neden, dedi Hakkı?
— Bir önceki gün, aralarının açık olduğu komşusunu “yaralı buldum” diyerek sağlık ocağına götürmüş. Oradan da hastaneye kaldırmışlar. Adam başından darbe almış ve şuuru kapalıymış. İfadesi alınamayınca şüpheli olarak Cevat’ı gözaltına almışlar. Eşi perişan halde... Çocuğa zarar verirler korkusuyla babasını çağırmış. Adam huysuz ihtiyarın teki... Cevat’la konuşmuyorlarmış zaten. Çocuğu birkaç kasaba ötedeki kendi evine götürecekmiş. Çocuk hem babasının durumu hem de aksi dedesinin yanında kalacağından çok üzgün.
Bir kez daha çantasına el attı gezgin. Ufak bir menekşe saksısı çıkararak o tarafa yöneldi.
— Ne istiyorsun, diye sertçe sordu ihtiyar?
— Geçmiş olsun, dedi Gezgin. Çocuğun babasının başına gelenleri duydum. Belki teselli edebilirim diye düşündüm.
— Teselli etmek sana mı kaldı? Hem sen kimsin?
— Bir garip gezgin, dedi ihtiyarın terslemelerine aldırmadan.
Çocuğun yanına çömeldi. Küçücük elinden tutarak, menekşe saksısını avucuna koydu.
— Bu sihirli bir saksı… Umutlarını buna eker, inançla sularsan zamanla yeşerdiğini göreceksin.
İhtiyar tekrar çıkıştı;
— Boş umut verme çocuğa. Çek git başımızdan.
Gülümsedi gezgin ihtiyarın sözlerine aldırmadan. Tekrar kalktığı masaya geri döndü.
—Hakkı kardeş. Vakit daraldı. Yolcular yola çıkmadan birer çayını daha içebiliriz herhalde.
— Emrin olur. Diyerek ocağa sekti Hakkı. Biri kendine olmak üzere dört bardak çayla geri döndü hemen. Hüseyin Ağa’nın, Musa ve eşinin olduğu masaya baktığını görünce o tarafa döndü.
— Bunlar barıştı galiba Hakkı. Baksana gülümseyerek sohbet ediyorlar.
Kısa bir süre sonra genç çift yerlerinden kalkarak yanlarına yaklaştı. Musa selam verdikten sonra Gezgin’e döndü. İçinde kara kalemle çizilmiş güzel bir kadın resmi olan tabloyu ona uzattı. Eşinin esmer yüzüne sevgiyle baktıktan sonra;
— Çok teşekkür ederim. En güzel kara kalem tablosunun yanı başımda olduğunu hatırlamamı sağladınız. Artık buna ihtiyacım kalmadığına göre size iade etmem gerek.
Gülümseyerek tabloyu çantasına geri koydu Gezgin. Musa devam etti;
— Vakit yaklaştı, biz artık istasyona geçiyoruz. Güzel bir tatil bizi bekliyor çünkü.
Masadakiler uzaklaşmalarını seyrediyorlardı ki ‘öğretmenim’ diyen bir sesle aksi yöne döndüler. Bisikletli bir çocuk bahçenin dışında durmuş, bisikletini park etmeye çalışıyordu. Koşarak yanlarına geldi. Öğretmen hemen tanıdı geleni. Sınıfının en haylaz ve ailesi yüzünden olduğunu tahmin ettiği en devamsız öğrencisi İsmail’di bu.
— Size teşekkür etmek istedim, öğretmenim.
Soran gözlerle baktı yüzüne.
— Asker ağamdan gelen mektubu okudum bugün babama. Çok sevindi, bana da bu bisikleti aldı. Size de teşekkür etmemi istedi.
Şaşırmıştı öğretmen. Çocuk gittikten sonra masanın üzerindeki çaydanlığa bakakaldı bir süre. Gezgin’e döndü;
— Şimdi anlıyorum. Benim çaydanlığım zaman. O kaynarken usul usul demlenmeliyim ki kıvam bulayım.
Gülümseyen Gezgin’e demliği geri uzattı.
— Alırken ne işe yarayacağını bilmiyordum ama artık iade etmem gerektiğini çok iyi biliyorum. Çok teşekkür ederim size.
Müsaade isteyerek kalktı. İstasyona doğru ilerlerken durup başını çevirdi.
— Okullar açılınca görüşürüz Hakkı.

Gelişmeleri şaşkınlıkla izleyen Hüseyin Ağa “baba” diye haykıran çocuk sesiyle irkildi. Yüzlerini sesin geldiği yöne çevirdiklerinde tüpçü Cevat’ın eşiyle birlikte bahçeye girmiş olduğunu gördüler. Ufaklık koşarak babasının kucağına atladı. Az sonra öğrendiler ki, kendine gelen komşusu bir kaza sonucu düştüğünü Cevat’ın onu bularak hayatını kurtardığını söylemiş. Böylece serbest kalmış.
— Yani şimdi dedemlere gitmiyor muyum babacım, dedi ufaklık?
— Hayır, evlat, beraber gidiyoruz. Artık bazı şeyleri düzeltmenin tam zamanı… Öyle değil mi baba?
İhtiyar cevap vermese de yüzündeki gergin ifadenin gevşemeye başladığı fark ediliyordu. Cevat’ın eğilerek elini öpmesine karşı koymaya çalışsa da fazla direnmedi.
— Hadi bakalım, istasyona gidelim artık dedi Cevat.
— Siz gide durun, ben birazdan geliyorum, dedi ihtiyar.
Ufaklık yanından geçerken Gezgin’in yüzüne bakarak iki gözünü birden yumup açtı. Elindeki saksıyı sımsıkı tutmuş, sanki ”bu bizim küçük sırrımız” der gibiydi.
Ağır hareketlerle kasketini başına geçirdi Hüseyin Ağa, kalkma vakti gelmişti.
— Eşyaların herkesi mutlu etti, dedi. Bir tek bizim kında icraat yok.
— Sence onları mutlu eden eşyalar mıydı, dedi Gezgin? Yoksa soyut açmazlarına somut anahtar mı arıyorlardı? Anahtarın içlerin de olduğunu bilmeden.
— Her neyse. Tren gelmek üzere... Bende ağır ağır istasyona geçeyim.
“Hüseyin Ağa, Hüseyin Ağa diye seslendiğini duydular birinin.
— Buyur Duran Ağa, dedi geleni görünce. Soluk soluğa kalmışsın. Kötü bir haber mi var yine?
— Treni kaçırmamak için acele ettim, ondan yoruldum biraz. Haberler senin için iyi. Kayınçoyla görüştüm telefonda.
— Evet!
— Kavgaya karışan senin Ömer değil, bizim Taner’miş. Akşam telefon hakkını kullanırken korkudan yalan söylemiş. Senin gitmene gerek yok yani. Birinin canına okuması gereken varsa o da benim.
Bir elindeki kına bir de Gezgin’e baktı Hüseyin Ağa. Yüzündeki destekler ifadeyi görünce kını Duran Ağa’ya uzattı.
— Kılıç kınından çıktı mı, dökecek kan bulur. Hemen öfkelenmemek lazım… Hele bir gidip öğrenelim, ne olmuş.
— Sen yine de gelecek misin İstanbul’a?
— Elbette geleceğim. Hem aslan oğlumu da göresim gelmişti zaten.
Gezgin ve Hakkı gülümseyerek seyrediyorlardı gidişlerini. Hüseyin Ağa’nın ayağında ki tutukluktan eser kalmamıştı. Bir el dokundu o sırada Gezgin’in omzuna.
— Bu huysuz ihtiyar içinde bir eşya var mı, o sihirli çantada?
Çantasına el attı Gezgin. Bu sorunun geleceğini önceden biliyor gibi hazırlıklıydı. Oyuncak bir tren çıkardı çantadan. Yaklaşan trenin sireni eşliğinde söyledi sözünü.
— Mutluluk trenleri gözümüzün önünden devamlı geçer giderde fark edemez kaçırırız çoğu zaman. Senin için belki de son şans olan bu treni de kaçırmazsın umarım.
— Neden tren ve neden tren yolcuları diye sordu Hakkı, uzaklaşan ihtiyarın ardından?
— Benim hayatım trenlerde geçti, dedi Gezgin? Hayatın kendisi de bir tren yolculuğu değil mi zaten. Bekleme salonundan son durağa dek. Tek farkı ulaşılacak istasyonun bilinmemesi. Her iki yolculukta da sona varana kadar karşılaşılabilecek pek çok olay mevcut. Önemli olan; sahip olduklarımızın kıymetini bilmek, öfkenin esiri olmamak, sabırlı olmak ve inancımızı asla yitirmemek... Bunu insanlara gösterebilmek için, hayatın bu minik kopyasını seçmemden daha doğal ne olabilir?

Masalardaki boş bardakları topladı Hakkı, alelacele. “İki çay daha doldururum beraber içeriz” diye düşünüyordu. İnsanlara yardımcı olarak mutlu olmalarını sağladıkça, kendi de mutlu olan Gezgin’e soracağı pek çok soru vardı daha. İki gündür bekleme salonu vazifesi gören bahçede ki hüznü, bitpazarından toplanmış maddi hiçbir değeri olmayan eşyalarla neşeye çevirmişti.
Geri döndüğünde, artık orada olmadığını gördü.
— Öyle ya, dedi. Daha yakalanacak pek çok tren olmalı.

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder