Hafif aksayan sol ayağını sürüye
sürüye ilerlerken bir yandan da söyleniyordu. “Zamanı mı şimdi arıza
çıkarmanın?” Yıllar önce inşaatlarda çalışırken kaza sonucu kırılan ayağı zaman
zaman böyle tutukluk yapıyordu işte. Yürümeye devam etti. Bakışlarında ki öfke
uzaktan bakan birinin dahi rahatça fark edebileceği derecede barizdi. Ocak yönündeki kapıdan selam vererek çay
bahçesine girdi.
— Merhaba Hakkı.
Bardak yıkamakla meşgul olan kişi
başını çevirip yüzüne baktıktan sonra gülümsedi.
— Merhaba Hüseyin Ağa. Hoş geldin
diyeceğim ama yüzüne vurmayan hoşluk gönlünde de olmasa gerek. Öfken boyunu
aşmış gibi durur.
— Senden sır saklamak ne mümkün.
— Sırrı suret haykırırken dile ne
hacet. Geç hele şu koca ağacın dibindeki masaya otur, gölgesinde soluklan. Ben
birazdan geliyorum.
Bir sandalye çekip gösterilen
masaya ilişti Hüseyin Ağa. Sol eliyle kasketini çıkarıp, sağ eliyle terleyen
başını sıvazladı. Az sonra Hakkı elinde iki bardak çayla gelerek yanındaki
sandalyeye oturdu. Severdi Hüseyin Ağa ile iki kelam etmeyi.
— Hadi anlat bakalım.
— Ne anlatayım?
Hüseyin Ağa’nın anlatmaya nereden
başlayacağını kestiremediğini anlamıştı Hakkı, onu yıllardır tanıyor olmanın
tecrübesiyle.
— İstasyona girdiğini gördüm.
Hayrola yolculuk mu var?
— Var ya, dedi. Zaten çatık olan
kaşlarını daha da çatarak… İstanbul’a gideceğim. Tren on bir buçukta
gelecekmiş. Saat ona geliyor. Daha bir buçuk saatten fazla var. Eve dönmektense
burada beklemeyi tercih ettim. Zaten ayak da hainlik edip duruyor.
Hakkı’nın işlettiği çay
bahçesiyle tren istasyonunun arası elli metre var yok arasıydı. Yerleşimin
yürüyerek beş dakika olduğu kasabaya gelip gidenlerin uğrak yeri olmuştu bahçe,
yıllardır. Hakkı da bir nevi dert babası…
— Neden gideceksin İstanbul’a?
Derin bir “of” çekti Hüseyin Ağa.
Yutkundu;
— Ömer’i biliyorsun.
— Senin küçük oğlan değil mi?
Üniversitede okuyan.
— Evet o.
— Başına bir iş mi gelmiş yoksa?
— Başına taş düşsün onun.
— Hoppala! İnsan evladına beddua
okur mu?
— Okur, okur. İstanbul’a gideyim
canına okuyacağım daha.
— Hele sen şu meseleyi başından
anlat bakalım.
— Anne tarafından kuzenim Duran’ı
tanırsın.
— Tanımaz mıyım Duran Ağa’yı?
— İşte onun oğlu Taner ile bizim
Ömer aynı fakülteyi kazanınca bizde beraberce bir ev tuttuk onlara yurtlarda
sefil olmasınlar rahat etsinler diye.
— Bu kadarını biliyorum.
— Gece Taner babasını aramış.
Ömer’in bir kavgaya karıştığını, karakolda olduklarını, avukat olan dayısına
ulaşamadığını söylemiş. Bulundukları karakolun ismini verip dayısına ulaşarak
onlara yönlendirmesini istemiş.
— Benim tanıdığım Ömer, öyle
kavgaya falan karışacak bir çocuk değildi ama...
— Karışmış işte. Biz okumaları
için her türlü fedakârlığı yapalım, beyefendi orada serserilik etsin.
Anlattıkça yeniden hırslanmış,
sağ elini yumruk yapıp masaya sertçe vurmuştu.
— Şeytan diyor, reddet
evlatlıktan.
— Dur hele bir sakinleş bakalım.
Öfkeyle başlanılan işten kime hayır gelmiş. Bu sinirle her şeyden önce kendine
zarar vereceksin.
Boğazında biriken tükürükle
beraber öfkesini de yutmaya çalıştı Hüseyin Ağa. Başını çevirip diğer masalarda
oturanları süzmeye başladı. Kısa bir suskunluktan sonra gözleriyle bir masayı
işaret ederek konuştu.
— Hakkı, şu karşı köşede ki genç
bizim kooperatif başkanının oğlu Musa değil mi? Hani şu veteriner olan.
— Evet o.
— Yanında ki hanım kız da geçen
yıl evlendiği eşi olmalı. Fakat sanki dargın gibi hiç konuşmadan oturuyorlar.
— Sanırım biraz öyle.
Söylenenlere göre Musa hayırsız çıkmış. Severek evlenmelerine karşın eşiyle ve
eviyle ilgilenmiyormuş. Kadıncağız bir sene katlandıktan sonra, sonunda isyan
etmiş.
— Vah, vah! Yazık olmuş.
— İstanbul da bir evlilik
danışmanına gidiyorlarmış. Problemlerini çözemezlerse boşanmaya kadar varacak
iş.
— Çözerler umarım. Peki,
yanlarından ayrılıp bu tarafa doğru gelen ihtiyar kim? Seyyar satıcı falan mı?
Az önce biz konuşurken çantasından çerçeve yahut tablo tarzı bir şey çıkartıp
Musa’ya uzattı ve bir şeyler söyledi sanki.
— O mu? Demiryollarından emekli
yalnız bir adam… Eşi vefat ettiğinden beri Anadolu’yu geziyormuş. Kasabaya dün
sabah geldi. Birkaç gün kalacakmış. Biraz sohbet imkânı bulduk. İsmini sordum.
Bana ‘Gezgin’ diyebilirsin dedi. Seyyar satıcıdan ziyade, seyyar alıcı
diyebiliriz ona.
— Nasıl yani?
— Karşılığında neşe vererek
hüzünleri topladığını söylüyor. Pek anlamadım ama böylece kaçırdığı trenleri
yakalıyormuş. Hakikaten de kiminle bir süre sohbet ettiyse neşeyle kalktı
yanından. Hele çantası, sihirbaz şapkası sanki…
— Ne demek istiyorsun?
— Anlarsın.
Sözlerini tamamladıklarında
Gezgin yanlarına varmıştı. Selam vererek oturmak için müsaadelerini istedi.
Buyur edilince yanlarına oturdu. Tebessüm eden yüzündeki derin kırışıklar adeta
bilgelik haykırıyordu. “Huzur, göz şeklini almışta yüzüne yerleşmiş sanki” diye
düşündü bir an Hüseyin Ağa. Çantasını omzundan indirerek masanın üzerine
bıraktı. Fermuarını aralayarak içine bakmaya başladı. Az sonra aradığını bulmuş
edasıyla gözleri parladı. İçinden içi boş bir kılıç kını çıkartarak Hüseyin
Ağa’ya uzattı.
— Öylesine sinirliydiniz ki
yanınızdan geçerken beni fark etmediniz. Ama ben sohbetinizin bir kısmına
istemeden kulak misafiri oldum. Kabul ederseniz bunu size vermek istiyorum.
İhtiyacınız kalmadığına inandığınızda bana geri verebilir yahut ihtiyacı
olduğuna inandığınız birine verebilirsiniz.
— Kılıçsız bir kın, dedi Hüseyin
Ağa anlamsızlığına şaşırarak.
— Evet. Kılıcı, düşüncesizce
çıktığı için, kınına geri dönememiş olmalı.
Bu söz üzerine, yüzündeki sinirli
ifade düşünceli ifadeyle yer değiştirmeye başlamıştı Hüseyin Ağa’nın. O sırada
Hakkı ayağa kalkarak masalarına yaklaşmakta olan bir kişiyi buyur etti.
Kasabanın genç ilkokul öğretmeniydi gelen.
— Hoş gelmişsin öğretmen bey.
Buyur geç şöyle.
Yüzlerde ki ifadelerden rahatsız
etmediğine kanaat getirdikten sonra bir sandalye çekip yanlarına oturdu
öğretmen. ”Ben size çay getireyim” diyerek ocağa koştu Hakkı. Elinde çaylarla
geri döndüğünde masada ki hatır sorma faslı bitmişti.
— Okullar kapandı tabi,
İstanbul’a gidiyorsunuz değil mi öğretmen bey?
— Evet Hakkı.
— Tabi. Dinlenmek ailenizi görmek
sizinde hakkınız. İyice dinlenin ki, seneye hazır olun kasabanın yaramazlarıyla
uğraşmaya.
— Bu kez geri dönmemeyi
düşünüyorum Hakkı.
Masadakilerin şaşkın bakışlarının
üzerinde toplandığını hissederek devam etti.
—Başaramadığımı düşünüyorum. Üç
senedir bu kasaba da görev yapıyorum. Hala derslere tam katılımı sağlayamadım.
Hala okumayı sökememiş çocuklar var. Sanırım şevkim kırıldı.
Hüseyin Ağa’nın ve Hakkı’nın tüm
karşı çıkmalarına rağmen kararından dönme belirtisi göstermemişti. Gezgin’le
göz göze geldiğinde onun çantasından çıkardığı bir demliği kendine uzattığını
gördü. Hüseyin Ağa’ya söylediklerinin aynısını tekrarladı Gezgin.
— Kabul ederseniz bunu size
vermek istiyorum. İhtiyacınız kalmadığına inandığınızda bana geri verebilir
yahut ihtiyacı olduğuna inandığınız birine verebilirsiniz.
— Çaydanlıksız bir demlik! Dedi
öğretmen gayri ihtiyari.
— Evet, dedi Gezgin. Çabucak
demlenmek istediğinden çaydanlığını terk etti uzun zaman önce.
Az önce Hüseyin Ağa’da beliren
düşünceli ifade öğretmene geçmişti bu defa. Bahçenin bulundukları bölüme çapraz
diğer ucundan gelenleri görünce düşünceleri dağıldı. “Zavallı çocuk” cümlesi
döküldü dudaklarından. Açıklama beklenircesine yüzüne bakıldığını hissettiğinde
konuşmaya devam etti.
— Öğrencilerimden biri. Babasını
tanırsınız, tüpçü Cevat. Önceki gün jandarma gözaltına almış.
— Neden, dedi Hakkı?
— Bir önceki gün, aralarının açık
olduğu komşusunu “yaralı buldum” diyerek sağlık ocağına götürmüş. Oradan da
hastaneye kaldırmışlar. Adam başından darbe almış ve şuuru kapalıymış. İfadesi
alınamayınca şüpheli olarak Cevat’ı gözaltına almışlar. Eşi perişan halde...
Çocuğa zarar verirler korkusuyla babasını çağırmış. Adam huysuz ihtiyarın teki...
Cevat’la konuşmuyorlarmış zaten. Çocuğu birkaç kasaba ötedeki kendi evine
götürecekmiş. Çocuk hem babasının durumu hem de aksi dedesinin yanında
kalacağından çok üzgün.
Bir kez daha çantasına el attı
gezgin. Ufak bir menekşe saksısı çıkararak o tarafa yöneldi.
— Ne istiyorsun, diye sertçe
sordu ihtiyar?
— Geçmiş olsun, dedi Gezgin.
Çocuğun babasının başına gelenleri duydum. Belki teselli edebilirim diye
düşündüm.
— Teselli etmek sana mı kaldı?
Hem sen kimsin?
— Bir garip gezgin, dedi
ihtiyarın terslemelerine aldırmadan.
Çocuğun yanına çömeldi. Küçücük
elinden tutarak, menekşe saksısını avucuna koydu.
— Bu sihirli bir saksı…
Umutlarını buna eker, inançla sularsan zamanla yeşerdiğini göreceksin.
İhtiyar tekrar çıkıştı;
— Boş umut verme çocuğa. Çek git
başımızdan.
Gülümsedi gezgin ihtiyarın
sözlerine aldırmadan. Tekrar kalktığı masaya geri döndü.
—Hakkı kardeş. Vakit daraldı.
Yolcular yola çıkmadan birer çayını daha içebiliriz herhalde.
— Emrin olur. Diyerek ocağa sekti
Hakkı. Biri kendine olmak üzere dört bardak çayla geri döndü hemen. Hüseyin
Ağa’nın, Musa ve eşinin olduğu masaya baktığını görünce o tarafa döndü.
— Bunlar barıştı galiba Hakkı.
Baksana gülümseyerek sohbet ediyorlar.
Kısa bir süre sonra genç çift
yerlerinden kalkarak yanlarına yaklaştı. Musa selam verdikten sonra Gezgin’e
döndü. İçinde kara kalemle çizilmiş güzel bir kadın resmi olan tabloyu ona
uzattı. Eşinin esmer yüzüne sevgiyle baktıktan sonra;
— Çok teşekkür ederim. En güzel
kara kalem tablosunun yanı başımda olduğunu hatırlamamı sağladınız. Artık buna
ihtiyacım kalmadığına göre size iade etmem gerek.
Gülümseyerek tabloyu çantasına
geri koydu Gezgin. Musa devam etti;
— Vakit yaklaştı, biz artık
istasyona geçiyoruz. Güzel bir tatil bizi bekliyor çünkü.
Masadakiler uzaklaşmalarını
seyrediyorlardı ki ‘öğretmenim’ diyen bir sesle aksi yöne döndüler. Bisikletli
bir çocuk bahçenin dışında durmuş, bisikletini park etmeye çalışıyordu. Koşarak
yanlarına geldi. Öğretmen hemen tanıdı geleni. Sınıfının en haylaz ve ailesi
yüzünden olduğunu tahmin ettiği en devamsız öğrencisi İsmail’di bu.
— Size teşekkür etmek istedim,
öğretmenim.
Soran gözlerle baktı yüzüne.
— Asker ağamdan gelen mektubu
okudum bugün babama. Çok sevindi, bana da bu bisikleti aldı. Size de teşekkür
etmemi istedi.
Şaşırmıştı öğretmen. Çocuk
gittikten sonra masanın üzerindeki çaydanlığa bakakaldı bir süre. Gezgin’e
döndü;
— Şimdi anlıyorum. Benim
çaydanlığım zaman. O kaynarken usul usul demlenmeliyim ki kıvam bulayım.
Gülümseyen Gezgin’e demliği geri
uzattı.
— Alırken ne işe yarayacağını
bilmiyordum ama artık iade etmem gerektiğini çok iyi biliyorum. Çok teşekkür
ederim size.
Müsaade isteyerek kalktı.
İstasyona doğru ilerlerken durup başını çevirdi.
— Okullar açılınca görüşürüz
Hakkı.
Gelişmeleri şaşkınlıkla izleyen
Hüseyin Ağa “baba” diye haykıran çocuk sesiyle irkildi. Yüzlerini sesin geldiği
yöne çevirdiklerinde tüpçü Cevat’ın eşiyle birlikte bahçeye girmiş olduğunu
gördüler. Ufaklık koşarak babasının kucağına atladı. Az sonra öğrendiler ki,
kendine gelen komşusu bir kaza sonucu düştüğünü Cevat’ın onu bularak hayatını
kurtardığını söylemiş. Böylece serbest kalmış.
— Yani şimdi dedemlere gitmiyor
muyum babacım, dedi ufaklık?
— Hayır, evlat, beraber gidiyoruz.
Artık bazı şeyleri düzeltmenin tam zamanı… Öyle değil mi baba?
İhtiyar cevap vermese de
yüzündeki gergin ifadenin gevşemeye başladığı fark ediliyordu. Cevat’ın
eğilerek elini öpmesine karşı koymaya çalışsa da fazla direnmedi.
— Hadi bakalım, istasyona gidelim
artık dedi Cevat.
— Siz gide durun, ben birazdan
geliyorum, dedi ihtiyar.
Ufaklık yanından geçerken
Gezgin’in yüzüne bakarak iki gözünü birden yumup açtı. Elindeki saksıyı sımsıkı
tutmuş, sanki ”bu bizim küçük sırrımız” der gibiydi.
Ağır hareketlerle kasketini
başına geçirdi Hüseyin Ağa, kalkma vakti gelmişti.
— Eşyaların herkesi mutlu etti,
dedi. Bir tek bizim kında icraat yok.
— Sence onları mutlu eden eşyalar
mıydı, dedi Gezgin? Yoksa soyut açmazlarına somut anahtar mı arıyorlardı?
Anahtarın içlerin de olduğunu bilmeden.
— Her neyse. Tren gelmek üzere...
Bende ağır ağır istasyona geçeyim.
“Hüseyin Ağa, Hüseyin Ağa diye
seslendiğini duydular birinin.
— Buyur Duran Ağa, dedi geleni
görünce. Soluk soluğa kalmışsın. Kötü bir haber mi var yine?
— Treni kaçırmamak için acele
ettim, ondan yoruldum biraz. Haberler senin için iyi. Kayınçoyla görüştüm
telefonda.
— Evet!
— Kavgaya karışan senin Ömer
değil, bizim Taner’miş. Akşam telefon hakkını kullanırken korkudan yalan
söylemiş. Senin gitmene gerek yok yani. Birinin canına okuması gereken varsa o
da benim.
Bir elindeki kına bir de Gezgin’e
baktı Hüseyin Ağa. Yüzündeki destekler ifadeyi görünce kını Duran Ağa’ya
uzattı.
— Kılıç kınından çıktı mı,
dökecek kan bulur. Hemen öfkelenmemek lazım… Hele bir gidip öğrenelim, ne
olmuş.
— Sen yine de gelecek misin
İstanbul’a?
— Elbette geleceğim. Hem aslan
oğlumu da göresim gelmişti zaten.
Gezgin ve Hakkı gülümseyerek
seyrediyorlardı gidişlerini. Hüseyin Ağa’nın ayağında ki tutukluktan eser
kalmamıştı. Bir el dokundu o sırada Gezgin’in omzuna.
— Bu huysuz ihtiyar içinde bir
eşya var mı, o sihirli çantada?
Çantasına el attı Gezgin. Bu
sorunun geleceğini önceden biliyor gibi hazırlıklıydı. Oyuncak bir tren çıkardı
çantadan. Yaklaşan trenin sireni eşliğinde söyledi sözünü.
— Mutluluk trenleri gözümüzün
önünden devamlı geçer giderde fark edemez kaçırırız çoğu zaman. Senin için
belki de son şans olan bu treni de kaçırmazsın umarım.
— Neden tren ve neden tren
yolcuları diye sordu Hakkı, uzaklaşan ihtiyarın ardından?
— Benim hayatım trenlerde geçti,
dedi Gezgin? Hayatın kendisi de bir tren yolculuğu değil mi zaten. Bekleme
salonundan son durağa dek. Tek farkı ulaşılacak istasyonun bilinmemesi. Her iki
yolculukta da sona varana kadar karşılaşılabilecek pek çok olay mevcut. Önemli
olan; sahip olduklarımızın kıymetini bilmek, öfkenin esiri olmamak, sabırlı
olmak ve inancımızı asla yitirmemek... Bunu insanlara gösterebilmek için,
hayatın bu minik kopyasını seçmemden daha doğal ne olabilir?
Masalardaki boş bardakları
topladı Hakkı, alelacele. “İki çay daha doldururum beraber içeriz” diye
düşünüyordu. İnsanlara yardımcı olarak mutlu olmalarını sağladıkça, kendi de
mutlu olan Gezgin’e soracağı pek çok soru vardı daha. İki gündür bekleme salonu
vazifesi gören bahçede ki hüznü, bitpazarından toplanmış maddi hiçbir değeri
olmayan eşyalarla neşeye çevirmişti.
Geri döndüğünde, artık orada
olmadığını gördü.
— Öyle ya, dedi. Daha yakalanacak
pek çok tren olmalı.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder