Kısa cümlenin, nasılından emin olmadığı
tekrarında siparişinin geldiğini fark edebildi ancak.
- Afiyet olsun.
Daldığı derinlikten, nefesi tükenmeden
yüzeye çıkabilsin diye, garson mu yinelemişti sözünü? Yoksa sıyrılmaya
çalıştığı düşüncelerin, geride bıraktığı boşlukta mı yankılanmıştı cümle?
Bilmiyordu…
Üzerinde durmadı. Garsona ettiği
teşekkürün ardından şeker attıysa da çayına, karıştırmaya gitmedi eli. Belli
ki, sandığı kadar boşaltamamıştı beynini. Can mengenesine direnç bulurum
umuduyla, pastanenin süslü duvarlarında gezdirdi bakışlarını. Fakat umduğundan
farklıydı, bulduğu. Yine soğuk, yine sırlı…
Masasının yaslandığı duvara asılı
yağlıboya tabloya takılmıştı gözleri. Baş hizasının az üzerinde… Ve sanki
“nihayet görebildin” sitemi vardı duruşunda.
Resmin, alt kenarından başlayan berrak
mavinin, kendini bir başka derinliğe çekeceği düşüncesi, ürkmesine sebep oldu
en başta. Yine de tablodan ayıramadı gözlerini. Berrak mavi bir deniz, sarının pek
çok tonunu bünyesinde barındıran bir orman, kızıl güneşi omuzlarına yüklenmiş
buz mavisi bir gökyüzü…
Ve ağaçlardan uzaklaşan
yapraklar… Ne
yaşandığını bilmese de aralarında, dallarına olan küskünlüğü olduğunu tahmin
edebiliyordu, rüzgârı bahane kıldıran ayrılığa.
Ne ruhunu içine çeken
bu manzarayı sıradan diye nitelendirmek mümkündü, ne de bu kafayla, kaldırmak
sırrı aradan… Dilini bilmese de, önemli
olduğunu hissediyordu, söylemek istediklerinin.
An gelir, şehirden ayrılan ilk otobüse
atlamak ister ya hani insan… Herkesten, her şeyden uzaklaşmak… İşte tam o
haldeydi. Nispeten yerine getirmişti aslında bu düşüncesini. Tek farkla.
Bindiği otobüs belediye otobüsüydü ve şehirden değil, semtten uzaklaşabilmişti
sadece, sabahın şu ilk demlerinde. Kim bilir? Gün, geceye yenildiğinde, sevdiği
kadınla nikâhı kıyılacak olmasa belki…
Canının sıkkınlığı tekrar tavan yaptı.
İnatlaşmayıp, ram olsaydı geceye gün gibi, göz kapaklarındaki gereksiz yükü
taşımak zorunda kalmayacaktı en azından.
Bir sorun yoktu aslında ortada.
Yorulmuştu sadece, kız tarafının, gelenek adı altında dayattığı istekleri
yerine getirmeye çalışmaktan. Farklı kültürler arasında gerçekleşen
evliliklerin, zorlu olacağı konusunda
uyarılmıştı işin başında. Ama bu kadarını da beklemiyordu doğrusu. İşin aslı,
şu bir haftalık koşuşturması değildi üstelik canını sıkan. Daha yolun başında
işine bu denli karışanların, ilerleyen zamanlarda evlilikleri üzerinde nasıl
bir etkiye sahip olacağı düşüncesi sıkıyordu canını. Gereksiz istekleriyle,
durgun suyu dalgalandıranların…
“Ben, eşim ve olması muhtemel
çocuklarım… Bizim, mutlu aile tablomuz bu olmalı” diye mırıldandı.
- Sınır çizgilerini görebildin mi?
Yeniden nefeslenme imkânı sunan sesin
sahibi, garson değildi bu sefer. Masanın, karşı tarafındaki sandalyeye çöken
bir piri faniydi. Kıyafetindeki özensizlik dikkatini çektiyse de, takılmadı.
- Anlayamadım.
- Sonbahar tablosuna baktığını gördüm.
- Sonbahar…
- Evet. Baksana! Ressam, özellikle
kaçınmış fırçasını o renge bandırmaktan, mevsimi aşikâr etmek için. Ama yinede;
ormanın, deniz ve gökyüzüyle kesiştiği noktalarda, kendiliğinden oluşan yeşil
çizgilere engel olamamış. Maviyle, sarının harmanı, yeşili doğurur malum. Ve
her karışım, yeni bir rengi.
- Yani…
- Yani, hayatta böyledir. Planlanmamış
kesişmeler farklı renkler, farklı tatlar katar hayata.
Başını kaldırıp bir
kere daha baktı tabloya. Yakalamıştı
işte…
İnceydi.
Vurgunu
olduğu gözlerin, ela bebeklerini çevreleyen hat gibi…
Nispeten
gevşedi.
Duyunca
hazır olduran komutu, geçersiz kılan “rahat” gibi…
- Anlıyorum.
- Ya ormandaki dalgalanmayı fark
edebildin mi?
Farklı bir gözle yeniden inceledi
tabloyu. Gerçektende, deniz gibi dalgalandığını gördü ormanın.
- Peki, bununla ne anlatmak istemiş?
- Ne anlatmak istediğini bilmem. Fakat
tuvalini, bir tekne yahut kayığa kurmuş ressam belli ki… Sudan karaya bakınca,
suyu sabit, ormanı dalgalı görmüş. Yine hayat gibi…
- Nasıl?
- İnsanda böyledir yaşarken. Durduğu yerin
sabit, baktığı yerin oynak olduğu hatasına düşer çoğu zaman.
Maviye,
mavi bulaştıran ufku defalarca seyrederken tutmamıştı deniz, hayat sahilinde,
belki de rüya. Ve imkân dâhilinde olduğunu asla bilmeyecekti; üstadın
tabiriyle, bir bardak su gibi çalkanmasaydı dünya.
Aradığı cevapların,
resmi yorumlayan ihtiyar adamın sözlerine serpiştirilmiş olmasına hayret etti. “Farklılıklar,
zenginliktir” diye mırıldandı. “Görebilmek için, bakış açını değiştirmen
gerekir bazen…”
“Fakat nereden anladı
ki” cümlesi, bir tam tur attı beyninin içinde? Cevabını duymak istediği daha
pek çok soru olduğunu düşündü. Birini sormaya niyetlendiğinde, ihtiyarın ayağa
kalktığını gördü. “Gitmese iyiydi” diye mırıldandı. İhtiyarın son cümlesi, son
düşüncesinin cevabıydı bir nevi… Ve yine o söyleyene kadar, farkında bile
değildi, yaptığı hareketin.
- Parmağa takılmış yüzüğü çevirmek,
sadece abdest alırken sünnettir yeğen. Sair zamanlarda sıkıntı...
- Özür dilerim efendim, dedi, kapıdan
çıkan ihtiyarın arkasından bakan, garson… Semtin delisi. İnsanlara yanaşır,
anlaşılmaz laflar eder. Rahatsız etmedi umarım.
Önce şaşırdı. Sonra;
- Hayır, dedi. Etmedi.
Uzun zamandır ayrı düştüğü tebessüm,
kaplarken çehresini, çoktan soğuyan çayından bir yudum aldı. Anlayacağını
anlamıştı. Ve kendinden başka kimsenin duymadığı o cümle döküldü dudaklarından;
“ Delisi böyleyse…”
Faruk
Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder