11 Aralık 2018 Salı

Tablo (Hikaye)


Kısa cümlenin, nasılından emin olmadığı tekrarında siparişinin geldiğini fark edebildi ancak.
- Afiyet olsun.
Daldığı derinlikten, nefesi tükenmeden yüzeye çıkabilsin diye, garson mu yinelemişti sözünü? Yoksa sıyrılmaya çalıştığı düşüncelerin, geride bıraktığı boşlukta mı yankılanmıştı cümle? Bilmiyordu…
Üzerinde durmadı. Garsona ettiği teşekkürün ardından şeker attıysa da çayına, karıştırmaya gitmedi eli. Belli ki, sandığı kadar boşaltamamıştı beynini. Can mengenesine direnç bulurum umuduyla, pastanenin süslü duvarlarında gezdirdi bakışlarını. Fakat umduğundan farklıydı, bulduğu. Yine soğuk, yine sırlı…
Masasının yaslandığı duvara asılı yağlıboya tabloya takılmıştı gözleri. Baş hizasının az üzerinde… Ve sanki “nihayet görebildin” sitemi vardı duruşunda.
Resmin, alt kenarından başlayan berrak mavinin, kendini bir başka derinliğe çekeceği düşüncesi, ürkmesine sebep oldu en başta. Yine de tablodan ayıramadı gözlerini. Berrak mavi bir deniz, sarının pek çok tonunu bünyesinde barındıran bir orman, kızıl güneşi omuzlarına yüklenmiş buz mavisi bir gökyüzü…
Ve ağaçlardan uzaklaşan yapraklar… Ne yaşandığını bilmese de aralarında, dallarına olan küskünlüğü olduğunu tahmin edebiliyordu, rüzgârı bahane kıldıran ayrılığa.
Ne ruhunu içine çeken bu manzarayı sıradan diye nitelendirmek mümkündü, ne de bu kafayla, kaldırmak sırrı aradan…  Dilini bilmese de, önemli olduğunu hissediyordu, söylemek istediklerinin.
An gelir, şehirden ayrılan ilk otobüse atlamak ister ya hani insan… Herkesten, her şeyden uzaklaşmak… İşte tam o haldeydi. Nispeten yerine getirmişti aslında bu düşüncesini. Tek farkla. Bindiği otobüs belediye otobüsüydü ve şehirden değil, semtten uzaklaşabilmişti sadece, sabahın şu ilk demlerinde. Kim bilir? Gün, geceye yenildiğinde, sevdiği kadınla nikâhı kıyılacak olmasa belki…
Canının sıkkınlığı tekrar tavan yaptı. İnatlaşmayıp, ram olsaydı geceye gün gibi, göz kapaklarındaki gereksiz yükü taşımak zorunda kalmayacaktı en azından.
Bir sorun yoktu aslında ortada. Yorulmuştu sadece, kız tarafının, gelenek adı altında dayattığı istekleri yerine getirmeye çalışmaktan. Farklı kültürler arasında gerçekleşen evliliklerin,  zorlu olacağı konusunda uyarılmıştı işin başında. Ama bu kadarını da beklemiyordu doğrusu. İşin aslı, şu bir haftalık koşuşturması değildi üstelik canını sıkan. Daha yolun başında işine bu denli karışanların, ilerleyen zamanlarda evlilikleri üzerinde nasıl bir etkiye sahip olacağı düşüncesi sıkıyordu canını. Gereksiz istekleriyle, durgun suyu dalgalandıranların…
“Ben, eşim ve olması muhtemel çocuklarım… Bizim, mutlu aile tablomuz bu olmalı” diye mırıldandı.
- Sınır çizgilerini görebildin mi?
Yeniden nefeslenme imkânı sunan sesin sahibi, garson değildi bu sefer. Masanın, karşı tarafındaki sandalyeye çöken bir piri faniydi. Kıyafetindeki özensizlik dikkatini çektiyse de, takılmadı.
- Anlayamadım.
- Sonbahar tablosuna baktığını gördüm.
- Sonbahar…
- Evet. Baksana! Ressam, özellikle kaçınmış fırçasını o renge bandırmaktan, mevsimi aşikâr etmek için. Ama yinede; ormanın, deniz ve gökyüzüyle kesiştiği noktalarda, kendiliğinden oluşan yeşil çizgilere engel olamamış. Maviyle, sarının harmanı, yeşili doğurur malum. Ve her karışım, yeni bir rengi.
- Yani…
- Yani, hayatta böyledir. Planlanmamış kesişmeler farklı renkler, farklı tatlar katar hayata.
Başını kaldırıp bir kere daha baktı tabloya. Yakalamıştı işte…
İnceydi.
Vurgunu olduğu gözlerin, ela bebeklerini çevreleyen hat gibi…
Nispeten gevşedi.
Duyunca hazır olduran komutu, geçersiz kılan “rahat” gibi…
- Anlıyorum.
- Ya ormandaki dalgalanmayı fark edebildin mi?
Farklı bir gözle yeniden inceledi tabloyu. Gerçektende, deniz gibi dalgalandığını gördü ormanın.
- Peki, bununla ne anlatmak istemiş?
- Ne anlatmak istediğini bilmem. Fakat tuvalini, bir tekne yahut kayığa kurmuş ressam belli ki… Sudan karaya bakınca, suyu sabit, ormanı dalgalı görmüş. Yine hayat gibi…
- Nasıl?
- İnsanda böyledir yaşarken. Durduğu yerin sabit, baktığı yerin oynak olduğu hatasına düşer çoğu zaman.
Maviye, mavi bulaştıran ufku defalarca seyrederken tutmamıştı deniz, hayat sahilinde, belki de rüya. Ve imkân dâhilinde olduğunu asla bilmeyecekti; üstadın tabiriyle, bir bardak su gibi çalkanmasaydı dünya.
Aradığı cevapların, resmi yorumlayan ihtiyar adamın sözlerine serpiştirilmiş olmasına hayret etti. “Farklılıklar, zenginliktir” diye mırıldandı. “Görebilmek için, bakış açını değiştirmen gerekir bazen…”
“Fakat nereden anladı ki” cümlesi, bir tam tur attı beyninin içinde? Cevabını duymak istediği daha pek çok soru olduğunu düşündü. Birini sormaya niyetlendiğinde, ihtiyarın ayağa kalktığını gördü. “Gitmese iyiydi” diye mırıldandı. İhtiyarın son cümlesi, son düşüncesinin cevabıydı bir nevi… Ve yine o söyleyene kadar, farkında bile değildi, yaptığı hareketin.
- Parmağa takılmış yüzüğü çevirmek, sadece abdest alırken sünnettir yeğen. Sair zamanlarda sıkıntı...
- Özür dilerim efendim, dedi, kapıdan çıkan ihtiyarın arkasından bakan, garson… Semtin delisi. İnsanlara yanaşır, anlaşılmaz laflar eder. Rahatsız etmedi umarım.
Önce şaşırdı. Sonra;
- Hayır, dedi. Etmedi.
Uzun zamandır ayrı düştüğü tebessüm, kaplarken çehresini, çoktan soğuyan çayından bir yudum aldı. Anlayacağını anlamıştı. Ve kendinden başka kimsenin duymadığı o cümle döküldü dudaklarından;
“ Delisi böyleyse…”

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder