13 Aralık 2018 Perşembe

O'nun İçin Farketti (Hikaye)


Hep o huysuz ihtiyar yüzünden olmuştu. Ya da bizim taktığımız ismiyle Gölge Hayalet…
En sevdiğim çizgi film başlamak üzereydi ama ben seyredemeyecektim. Annem, azarlamakla kalmayıp babam gelene kadar odamdan dışarı çıkmamı yasaklamıştı. Televizyon oturma odasında olduğu için bu gün oynayacak bölümünü kaçıracaktım.
Çizgi filmin kahramanı benim gibi on yaşındaydı. Saati sayesinde farklı karakterlere dönüşerek kötü uzaylılarla savaşıyor, her seferinde dünyayı büyük bir felaketten kurtarıyordu.
Yaz tatilinde olduğumuzdan sabah kahvaltısının ardından hemen sokağa fırlıyor, Veli ve Sedat’la birlikte neredeyse bütün günü çoğunlukla bu kahramanın değişik karakterleri olduğumuzu hayal ederek geçiriyor, sözde kötülerle savaşıyorduk. İkisi de hem sokak hem sınıf arkadaşımdı. Biz kendimize okuduğumuz bir kitapta ki gibi üç silahşorlar adını takmıştık. Ama mahalleli, top oynarken Sedat’ın çektiği şut mahalle bakkalının camını kırdığından beri bize üçlü çete diyordu. Üç silahşorlarınkine benzer bir slogan bulmuştuk kendimize. “Hepimiz, hepimiz içindik”.
Bu gün ki oyunumuzda kendimize düşman olarak Gölge Hayalet’in kedisini seçmiştik. Onun vahşi yardımcısıydı ve biz ona haddini bildirmeliydik. Sanırım bu büyük bir hataydı. Kedinin kuyruğuna bağladığımız tenekeleri görünce bizi uzunca bir süre kovalamış, üstelik annelerimize şikâyet etmişti.
Yalnız yaşayan yaşlı bir adamdı. Çok fazla dışarıya çıkmaz ve pek konuşmazdı. Hayalet gibi arada bir görünüp ortadan kaybolması ona Gölge Hayalet ismini takmamıza sebep olmuştu. Çocuklar arasında o ve eviyle ilgili bir sürü korku hikâyesi anlatılırdı. Sokaktaki müteahhit girmemiş tek ev onundu. Tek katlı, önünde bir bahçe onunda önünde kömürlük olarak yapılmış bir baraka. Daha önce Örümcek Adam’cılık oynarken barakanın üzerine tırmanıp kiremitlerinin kırılmasına sebep olduğumuzda bile bu kadar sinirlendiğini görmemiştim.
Birazdan babam gelince annem ona kesin her şeyi anlatırdı. Acaba uyusam babamdan azar işitmekten kurtulabilir miydim? Bu akşam kurtulsam bile yarın pazardı. Ve babamın bunu bir gecede unutacağını sanmıyordum. En iyisi bekleyip gelecek cezayı en ucuza indirmeye çalışmaktı.
Ben böyle düşüncelere dalmışken kapı zilinin çaldığını duydum. Gelen babam olmalıydı. Bu ara işleri yoğunmuş, patronları hemen her gün mesaiye bırakıyordu onları. Çoğu akşam geldiğini görmeden uyuya kalıyordum. Sabahları uyandığımdaysa çoktan işe gitmiş oluyordu. Bugün cumartesi olduğundan diğer günlere nazaran erken gelmiş olmalıydı. Odamın kapısına iyice yanaşarak konuşmalarını duymaya çalıştım. Anladığım tek şey annemin babama yemek hazırlamış olduğuydu. Bu da çok az vaktim kaldığını gösteriyordu.
Tıpkı tahmin ettiğim gibi birkaç dakika sonra annem kapıya geldi ve babamın beni çağırdığını söyledi. Dolabımda ki aynaya bakarak yüzüme üzgün olduğumu hissettirecek bir ifade yapıştırdıktan sonra yanına gittim. Hala yemek masasındaydı ama yemeğini bitirmiş kahve içiyordu. Beni görünce karşısındaki koltuğa oturmamı işaret etti.
- Annen anlatman gereken bir şeyler olduğunu söyledi Ali, dedi.
Başımı önüme eğdim.
- Özür dilerim babacım.
- Bu sefer özür dilemen gereken kişinin yalnızca ben olmadığımı düşünüyorum.
Cevap vermedim.
- Yarın Ahmet Amcaya gidecek ve bugün yaptıkların için özür dileyeceksin.
- Ama baba! Herkes Gölge Hayalet’in çocukları kaçırıp bahçesine gömdüğünü söylüyor.
- Eğer öyle olsaydı, şu an burada olmaz o bahçede gömülü olurdun öyle değil mi? Ayrıca, insanlara böyle isimler takmanız hiç hoş değil. Hele ki deden yaşında bir insana...
- Veli, kaç kere görmüş baba. Geceleri evden hep bir şişe suyla çıkıyormuş. Kim bilir hangi zavallıların kanını içtikten sonra o suyla yüzünü temizleyip geri dönüyormuş.
Kısa bir kahkaha attıktan sonra babam ciddileşti.
- Hayal gücünüzün zenginliğine sözüm yok. Ama hakkınızdaki şikâyetler oldukça fazlalaştı. Eğer tek bir şikâyet daha duyarsam yaz tatilini odanda geçirmek zorunda kalacaksın. Bu da arkadaşlarını okullar açılana dek göremeyeceğin anlamına geliyor. Şimdi odana git ve uyu.
Ucuz atlatmış sayılırdım. Odama çekildiğimde Gölge Hayalet’in gerçekte ne kadar kötü biri olduğunu ispatlamam gerektiğine karar verdim. Bunu yapmak için önce ceza alma riskinden kurtulmalıydım. Yani durgun geçirilecek birkaç gün.
Yaklaşan ayak seslerini duyduğumda yatağıma uzanıp, gözlerimi kapadım. Gelenin babam olduğunu biliyordum.
- Uyudun mu?
Gözlerimi açtım.
- Hayır baba.
İçinde kitap olduğunu düşündüğüm elindeki paketi bana uzattı.
- Bunu bugün sana almıştım. Bir günlük. Eğer her gün yaptıklarını buna yazarsan, daha sonra gözden geçirip doğruluklarını ve yanlışlıklarını değerlendirebilirsin. Ayrıca ileri ki zamanlarda unuttuğun hatıraları hatırlamana da yardımcı olur.
Gözlerimin içine baktı.
- Unutma seni seviyorum. Ama bu yaramazlıklarına göz yumacağım anlamına gelmiyor.
Yanağıma bir öpücük kondurdu ve odadan çıktı.

* * *

Elli yıl önce...

Kışlıkların kaldırıldığı sandıktan aldığı parkayı, ağıldaki koyunlardan birinin sırtına geçirmiş kollarını da karnının altından bağlamıştı. Hayvancağız uzunca bir süre debelenmesine rağmen kurtulamamıştı üzerinde ki yabancıladığı cisimden. Sonunda vazgeçip diğer koyunların arasına katılmak için koştu. Fakat o yanlarına gitmeye çalıştıkça başka köşeye kaçıyorlardı. Kovalamaca devam ederken katıla katıla gülüyordu çocuk. O sıra at sırtında bir adamın evlerine doğru geldiğini fark etti. Kapıya yaklaştığında atını dizginledi adam. İnmeden seslendi;
- Yatcı… Hey yatcı…
Eski Türk efsanelerinde, yağmur yağdırdığına inanılan bazı taşlardan bahsedilir. Yada taşı adı verilen bu taşlarla yağmur yağdırdığını söyleyenlere de yatcı denirdi.
Az sonra babası kapıdaydı.
- Ne var? Ne istiyorsun?
- Muhtarın selamı var. “Şu inadını kırsın da, alsın taşları gelsin artık. Susuzluktan ekinler harap oldu”, dedi.
- Aleykümselâm. Muhtara de ki; kararım kesindir. Taşları da gömdüm zaten. Bundan böyle kapıma adam göndermesin.
Adam asabileşti.
- Bu evi ve hayvanları kimin sayesinde edindiğini unutuyorsun.
- Eviniz, barkınız sizin olsun. Karşılığında ağır bir bedel ödedim zaten. Bir evlat verdim toprağa, birini daha mı vereyim?
- Öyle olsun, dedi adam sinirle. Atını geldiği istikamete çevirip dörtnala uzaklaştı.
Az sonra anasının kapı önüne çıktığını gördü çocuk. Kadın eşine sordu;
- Gitti mi?
- Şimdilik gitti, ama bunlar bizi rahat bırakmaz. İstanbul’a göç etmemiz lazım.
- İstanbul’a mı, dedi kadın? Ne yaparız biz o koskoca şehirde. Kimseyi tanımayız. Hem nasıl geçiniriz?
Evin çevresine ekili meyve fidanlarına göz attı adam. Çoğu kurumaya yüz tutmuştu ve bunların kendi ektikleri olduğuna adı gibi emindi. Cevap verdi;
- Bir sürü değişik kültürden gelme insanı, bir arada yaşatan şehir bize de kucak açar elbet.
Oğluna seslendi;
- Ahmet. Ağabeyin pazara gitmişti. Git bul onu. Elini tez tutsun.
Pazara doğru seğirtirken, babasının; dedesinden kalma Yada taşlarını kullanmak istememesinin nedenini düşünüyordu çocuk. Oysa ne zaman kullansa birkaç saat sonra yağmur yağmaya başladığını söylüyorlardı. Hatta son seferinde kendiside şahit olmuştu. Birkaç ay önce babası tarlaların yakınında bir tas suyun içinde iki taşı birbirine sürtmüş, daha evlerine dönmeden yağmur başlayınca muhtar küçük bir kese uzatmıştı babasına. Yolda sorduğunda “yağacağı varmış ki yağdı, yoksa taşlardan medet ummak cahillikten başka bir şey değil” demişti. Hakikaten inanmıyor muydu yoksa onun bu yola meyletmemesi için mi böyle konuşmuştu, anlamamıştı. Eve döndüklerinde acı bir haber bekliyordu onları. Küçük kardeşi ağaçtan düşmüş, boynu kırılarak düştüğü yerde can vermişti. Yıkılmışlardı. “Lanetlendik” demişti anası. “Tövbe et bey, Allah seni affetsin. Birkaç fidan dik, düzenine müdahale edip gücendirdiğin toprak düzenimizi daha da bozmasın...

* * *

05 TEMMUZ

Sevgili günlük;

Daha önce hiç günlüğüm olmadığı için sana ne yazacağımı tam olarak bilemiyorum. Bu gün geç saatlerde yaptığımız kahvaltıdan sonra babamla birlikte Gölge Hayalet’lere gittik. Zili çaldığımızda kapıyı başka biri açtı. Sonradan, mahallemizdeki caminin imamı Hayrettin Hoca olduğunu öğrendim. Sık sık ziyarete gelirmiş. İçeri girdiğimizde Gölge Hayalet’in, bahçenin bir köşesine konmuş tahta masada çay içtiğini gördüm. Çok bakımsız bir bahçeydi burası. Kuru bir ağaç ve kendiliğinden yetişmiş otlardan başka göze çarpan bir şey yoktu. Ama ayakkabıma bulaşan çamurlar yeni sulanmış olduğunu gösteriyordu. Babamı buyur ettiklerinde bana işaret etti. Dün yaptıklarımız için üzgün olduğumu söyleyip istemeden de olsa özür diledim. Hiç konuşmadan barakanın iç kapısının önüne sinmiş kediyi işaret etti bana. Sanırım ondan özür dilemem gerektiğini söylemeye çalışmıştı. Yanına giderken hızla kaçtı, bende o uyuz kediden özür dilemekten kurtuldum. Beş dakika sonra istersem dışarı çıkabileceğimi söylediler. Babam bir süre daha kalacakmış. Çıkarken Hayrettin Hoca’nın “bu yaptığının intihardan farkı yok” dediğini işittim. Ne anlama geldiğini bilmiyordum ama Gölge Hayalet’in gerçek yüzünü onlara göstermeliydim. Çıkışta Veli ve Sedat’ı bularak bununla ilgili planlar yaptık. Onlar da ailelerinden sıkı birer azar işitmişlerdi.

06 TEMMUZ

Sevgili günlük;

Dün bütün günü uslu çocuklar olarak geçirdiğimiz için babam, arkadaşım Veli’ler de kalmama izin verdi. Sedat’ta istemişti ama izin alamadığı için gelememişti. Veli’lerin evi Gölge Hayalet’in evinin tam karşısında üçüncü kattaydı. Odasının penceresinden bahçenin bir kısmını ve kapısının önünü rahatça seyredebiliyorduk. Bütün gece uyumayacak onun evden çıkışını bekleyecektik. Vakit geçirmek için bir sürü oyun oynayıp yaptığımız yaramazlıklardan bahsederken kahkahalarla gülüyorduk. Bunlara rağmen uykuya yenik düşmüştüm ki Veli’nin dürtmesiyle uyandım. Pencerenin iki ucuna geçip perdeleri bakabileceğimiz kadar araladık. Veli’nin söyledikleri doğruydu. Elinde bir pet şişe suyla sokağa çıkıp köşe tabir ettiğimiz sağ yöne doğru yürümeye başladı. Onu takip etme fikrime Veli, korktuğu için katılmadı. Bende gecenin bu saatinde dışarı çıktığım anlaşılırsa bütün yazı odamda geçirmek zorunda kalacağım için cesaret edemedim. Dönüşünü beklerken bir saat kadar geçmişti ki sabah ezanı okundu. Yarım saat daha geçtikten sonra geldiğini gördük. Hava aydınlamaya başladığından şişenin elinde değil, yaz kış üzerinden çıkarmadığı yeleğinin cebine sıkıştırılmış olduğunu fark ettik. Demek ki içi boştu artık. Yapacak bir şey kalmadığı için yatmaya karar verdik. Veli’nin annesi bizi uyandırdığında neredeyse öğlen olmuştu.

07 TEMMUZ

Sevgili günlük;

Dün gece gördüklerimizi Sedat’a anlattığımızda bizimle beraber olamadığı için çok üzüldü. Sonrasında bir plan yaptık. Hafta sonuna kadar Gölge Hayalet’i sadece gündüzleri gözlem altında tutacaktık. Plan kusursuz işlemeliydi. Bunun içinde uslu çocuklar olacak dikkatleri üzerimize çekmeyecektik.

11 TEMMUZ

Sevgili günlük;

Bir kaç gündür sana hiçbir şey yazmadım. Yazmaya değer hiçbir şey olmadı çünkü. Veli ve Sedat’la birlikte sakin bir hafta geçirdik. Evdekilerden başka komşuların da bize sanki daha sıcak davrandıklarını hissettim. Gölge Hayalet’le ilgili önemli bir gelişme olmadı. Birkaç kere Hayrettin Hoca’nın ziyaretine geldiğini gördük o kadar. Bugün büyük gün… Saatlerimizi kurduk. Bu gece yarısı herkes uyurken dışarı çıkıp Sedat’ın babasının minibüsünde saklanacak Gölge Hayalet evden çıktıktan sonra onu takip edeceğiz. Sedat arabanın yedek anahtarını almış bile. Üçümüzde eve sessizce geri dönebilmek için evlerimizin anahtarlarını yanımıza alacağız.

* * *

Etrafını saran yüksek binaların arasında yaşam mücadelesi veren iki katlı müstakil evin kapısı gıcırdayarak açıldı. Görünüşünden altmışlı yaşlarda olduğu tahmin edilebilecek bir adam çıktı kapıdan. Yüzünü gökyüzüne çevirip dolunaya dikti gözlerini. Güneşin doğmasına daha yaklaşık bir saat vardı.
Evin önündeki birkaç metrekarelik bahçede, kendiliğinden yetişen otlardan başka göze çarpan tek şey asla meyve vermeyeceği belli bir elma ağacıydı. Bahçenin önünde, sokakla arasını bölen bir baraka mevcuttu. Üstündeki kırık kiremitlerin su sızdırmasını engellemek için konulmuş naylon örtü, sabitleyen taşların bir kısmından kurtulmuş içeri doğru salınmıştı.
Sağ tarafındaki bina ile bahçe arasında kalan bir metre enindeki alana çakıl dökülerek, evle sokak arasında yol haline getirilmişti.
Bahçeye hiç girmeden bu yolda ilerledi adam. Sokak kapısının az gerisindeki çeşmenin çevresine sıralanmış pet şişelerden birini alarak içine su doldurdu. Sonra da elinde şişeyle sokak kapısından dışarı çıktı.
Hızlı sayılabilecek adımlarla saat itibariyle bomboş olan sokakta ilerlemeye başladı. İki cadde ve birkaç sokak geçti. On dakika sonra istediği yere varmış olmalıydı ki durdu. Sağında ki toprak yüksekliğe tırmanmaya başladı. Burası E6 karayolu ile ilçenin arasını bölen, işçilerin yol üzerinden servise binebilmek için kullandıkları bir alandı. Tırmandıktan sonra kısa bir metro tünelinin üzerinden geçilerek yola iniliyordu. Karayolu metro yoluyla paralel ilerliyordu.
Henüz çok erken olduğu için kimse yoktu ortalıkta. Tırmanırken metro yolu ile aralarını bölen tel engelin aralıklarından yola baktı adam. Tek tük araçlar geçtiğini gördü. Tepeye ulaştığında durakladı. Bir an geri dönmeyi düşündü, sonra vazgeçti. Olduğu yerde beklemeye başladı.
Gitmeye çalıştığı bölgede bir karaltı vardı. Gözleri karanlığa alıştığı için bunun bir sokak köpeği olmadığını hemen anladı. Bir insandı ve üstelik yanında kimse olmamasına rağmen sanki biriyle sohbet ediyormuş gibi konuşuyordu. Kulak verdi;
- Bu derece direnecek ne buluyorsun anlamıyorum, dedi karaltı? Tamam, güzel yanları da çok ama... Diye devam etti.
Dikkatli bakınca, karaltının kendisinin de oraya geliş sebebiyle konuştuğunu anladı. Tünelin beton tavanında oluşan çatlakta hayat bulmuş iki karış boyunda bir fidandan başkası değildi bu. Birkaç metrelik beton bloğun üzerinde köklerini nereye uzattığı belirsiz yaşamaya çalışıyordu. Tam uç nokta da olduğundan geçerken üzerine basılma riski olmaması tek artısı olmuştu.
- Ben senin kadar azimli olabileceğimi sanmıyorum, diye devam etti karaltı. Bak senin için aşağıdan biraz toprak aldım, belki faydası olur, diyerek avuçlarında ki toprağı fidanın dibine dökerek elleriyle düzelti.
- Sanırım suya da ihtiyacı olmalı, diyerek yaklaştı ihtiyar adam.
Fidanın başındakinin yirmili yaşlarda bir genç olduğunu görmüştü. Elindeki pet şişenin kapağını açıp çömelerek fidanın dibine dökmeye başladı.
- Birde bana deli derler.
Kendisini şaşkınlıkla inceleyen gencin bakışlarına aldırmadan devam etti.
- Bir fidanla konuştuğuna göre sende benden akıllı sayılmazsın.
Genci gülümsetti bu sözler.
- Bu bir defne fidanı, dedi ihtiyar adam. Onunla ne tür bir bağın olduğunu merak ettim doğrusu.
- Ben sadece biraz vakit geçirmeye çalışıyordum.
- Vakit geçirmek için ilginç bir yer seçmişsin.
Az sonra ortak dostları beton fidanının çevresinde sohbetleri derinleşmeye başlamıştı. İsminin Cemal olduğunu söyledi genç. İstanbul’a on beş gün önce Bolu’dan geldiğini, hemşerilerinin yardımıyla geceleri de olsa çalışabileceği bir iş bulduğunu, ek iş olarak iki gün önce Bayrampaşa’nın bulundukları mahallesinde gazete dağıtım işi ayarladığını, o sebeple servisten burada inerek gazeteleri alma saatinin gelmesini beklediğini bir çırpıda anlattı. Dün fidanı fark ettiğini, yaşama hırsına hayran kaldığını da ekledikten sonra; “Ya senin hikâyen” dedi. “Anlatmayacak mısın”? “Belki başka bir zaman”, dedi ihtiyar adam. Artık gitme vaktinin geldiğini belirterek ayağa kalktı. Cemal birkaç dakika daha kalmak istediğini söyleyince, belki tekrar görüşürüz diyerek ayrıldılar.

* * *

Kırk yıl önce...

Soğuktan morarmaya başlayan ellerini birbirine kavuşturdu Ahmet. Ağzına yaklaştırıp nefesiyle ısıttıktan sonra tekrar üşümemesi için pantolonunun ceplerine soktu. Beklediği kişi gecikmiş hava kararmaya başlamıştı. “Dışarı çıkmak için bahane mi bulamadı acaba”, diye düşündü? Ama gelmesi için kendisi haber göndermişti. Şu karşıdan gelen o olabilir miydi? Ta kendisiydi. Yanına küçük kız kardeşini de almış geliyordu. İçinin titrediğini hissetti. Ne zaman yüzünü görse karın boşluğuna tarifsiz bir ağrı saplanıyordu.
O zamanlar Kışla Arkası denilen Bayrampaşa’ya, Makedonya’dan göç etmiş bir ailenin kızıydı Aysel. Ahmet ve ailesi İstanbul’a göç ettikten sonra birkaç kere semt değiştirmiş, son taşındıkları bu mahallede komşu olmuşlardı. Daha ilk gördüğü gün, kızın gözlerinin derinliğinde boğulacak gibi olduğunu hissetmişti. Ağzından çıkan “aman Allah’ım, İstanbul kadar güzel” sözünü annesinin işittiğini fark edince utancından uzunca bir süre yüzüne bakamamıştı. Sonraları muhabbetleri ilerlemiş, evlilik hayalleri kurmaya başlamıştı Ahmet. Orada doğmuşçasına ısınıp her halini sevdiği bu güzel şehirde başına gelen en güzel şeydi o.
İşte geliyordu. Kız kardeşi adımlarını yavaşlatmış, geride kalmaya başlamıştı. Yüzündeki ifade biraz tuhaftı sanki. Her zamanki neşesinden eser yoktu.
- Hoş geldin, dedi Ahmet.
Kız bomboş gözlerle baktı yüzüne. Sonra bakışlarını dolunaya sabitledi.
- Sana önemli bir şey söylemeye geldim.
Sesinin tonunda ki vurgu canını acıtmıştı. Soran gözlerle baktı.
- Beni yarın istemeye geliyorlar.
- Nasıl, diyebildi sadece?
- Lütfen, dedi kız. Anlamanı istiyorum. Düzenli bir işin yok. Yakın zamanda askere gideceksin. Beklememi isteme benden. Üstelik bizimkilerin taşlarla yağmur yağdırdığını söyleyip insanları dolandıran birinin oğluna kız vereceklerini hiç sanmıyorum.
Bundan bahsettiği güne lanet okudu Ahmet.
- Babam asla kimseyi dolandırmadı. O gerçek bir yatcı. Ve sana daha önce de söylediğim gibi uğursuzluk getirdiği için bu işi artık yapmıyor. Ampul fabrikasında çalıştığını sende biliyorsun.
- Evet, dedi kız dudak bükerek. Ampul fabrikasında işçi…
Arkasını dönüp uzaklaşırken son sözünü söyledi.
- Allah’a ısmarladık.
Vücudunu ateş basmış, içine işleyen ayazı bile hissetmiyordu artık. Gözden kaybolana kadar gidişlerini izledi. O an dertleşebileceği birinin olmasını o kadar isterdi ki. Abisi yavuklusu uğruna, babasıyla restleşip köyde kalmayı seçmeseydi, eskiden olduğu gibi onunla dertleşebilirdi belki.
Aklından türlü düşünceler geçerken koşmaya başladı. Birkaç dakika sonra eve varmıştı. Eve bitişik odunluğun kapısını bir tekmede kırdı. İçeriden küçük ama ağırca bir çuvalı omuzlayarak dışarı çıktığında annesiyle göz göze geldi.
- Vazgeç oğul, dedi anası, sebebini bilmese de ne yapacağını anlamış gibiydi. Babandan da mı ders almazsın? Toprakla su kıvamında karışırsa âdem olur. Kıvamına karışırsan çamur olur.
- Karışma ana, deyip ok gibi fırladı.
- Etme oğul. Ödeyeceğin bedel, pişmanlıkların koynunda bir ömür tükettirir sana, diye feryat eden anasını duymazdan geldi.
Uzunca bir süre koştu. İstediği yere geldiğinde nefes nefese kalmıştı. Ufak bir derenin kenarındaydı şimdi. Sırtındaki çuvalı yere atıp, dibinden tutarak kaldırdı. Kuş yumurtası büyüklüğünde bir sürü taş döküldü içinden. Sabit bir iş bulana kadar sütçülük yaparak geçimlerini temin etmeye çalışan babasına yardım ederken, geçtikleri her mahalleden bulup cebine doldurduğu taşlardı bunlar. “Hadi bakalım göster marifetini İstanbul” diye mırıldandı. “Madem bir taşına bir ülke feda, o zaman her taşın ‘Yada taşı’ hükmünde olmalı”.
Yerden iki taş alıyor, bir süre birbirine sürttükten sonra dereye atıyordu. Hepsi bitene kadar yaptığı işe hırsla devam etti. Elindeki son taşları atarken “seni de, seni benden çalan bu şehri de sevmiyorum artık. İkinizde bana ihanet ettiniz” diye bağırıyordu.
Derenin başında hıçkırıklara boğularak ağladı, ne kadar süre geçtiğini bilmeden. Sarhoşlar gibi sallanarak yürümeye başladığında gök gürlemelerini duydu. Ardından feci bir sağanak başladı. “Sizin kirinizi ancak bu yağmur temizler”, diye söylendi. Kulaklarını sağır edercesine gümleyen sesi ve ortalığı gündüz gibi aydınlatan ışığı gördüğünde kendine geldi. Yıldırım düşmüştü. Hem de evinin olduğu bölgeye. Mahalleye doğru koşarken, içinden bildiği bütün duaları okumaya başlamıştı. Sokağa girdiğinde “kızım” diye feryat eden sesi duydu.   İnsanlar toplanmışlardı. “Aman Allah’ım”, dedi. Tanıyordu bu sesi. Aysel’in annesiyle göz göze geldi. Hıçkırıklarla bölündüğü için güçlükle tamamlayabildiği sözleri duyunca tamamen yıkıldı.
- Seni bekliyordu, dedi zavallı kadın. Sana söylemesi için zorladığım sözlerden sonra çok ağladı. Benimle tartışıp yağmura aldırmadan dışarı fırladı. Seni bekliyordu...

* * *

12 TEMMUZ

Sevgili günlük;

Dün gece gördüklerimden sonra Ahmet Amcaya Gölge Hayalet demekten vazgeçtim. O çok değişik bir insan ama asla kötü biri değil...
Planımız gereği gece yarısı, evden çıkıp Sedat’ların minibüsüne saklandık. Ahmet Amca yine aynı saatlerde elinde su dolu pet şişeyle evden çıktı. Gizlenerek takip ettik. Durduğu yeri biliyordum. Burası babamın sabahları işe gitmek için kullandığı yoldu. Toprak bir yükseltiyi tırmandıktan sonra metronun geçtiği ufak bir tünelin üzerinden geçerek karayoluna iniliyordu. İnsanlar oradan geçerek minibüse biniyor ve işlerine gidiyorlardı. Çok tehlikeli olabileceği için o taraflara gitmemiz kesinkes yasaklanmıştı. Gecenin bu saatinde ne işi olabilirdi ki burada?
Ahmet Amca yukarı çıkıp gözden kaybolduktan sonra bende peşinden çıktım. Veli birkaç metre gerimde durarak beni takip edecek Sedat’ta erketeye yatarak tehlikeli bir durumda ailelerimize haber vermeye koşacaktı. İçimizde en hızlı koşan oydu. Tünelin üzerini görebilecek kadar çıkıp köşeye sindiğimde Ahmet Amcanın aşağıya inmeye davranmadığını aksine inişi olmayan diğer tarafa yöneldiğini gördüm. Orada bulunan başka biriyle bir süre sohbet etti. Gözlerim karanlığa alıştığı halde onları az görebiliyor fakat net olarak duyuyordum.
Her gün daha güneş doğmadan elinde bir şişe suyla evden çıkmasının gerçek sebebini öğrendikten sonra tüm yaptıklarımızdan çok utanmıştım. İlk defa içimde ona karşı bir sempati duydum. İnanılmaz şekilde beton bir zeminde hayata tutunmuş bir fidanı yaşatmaya çalışmak kötü bir insanın yapacağı iş olamazdı. Artık geri döneceğini anladığımda hızla aşağı indim. Yolun kenarına park etmiş bir kamyonetin arkasına saklandık. Az sonra o da indi. Yine gizlenerek takip ettiğimizde mahalledeki camiye yöneldiğini gördük. Zaten sabah ezanı da okunmaya başlamıştı. Koşarak evlerimize geri dönerek sessizce içeri girdik. Şanslıymışız ki hiç birimizin ailesi uyanıp yokluğumuzu fark etmemiş. Gündüz ki buluşmamızda çocuklara gördüklerimi kısmen anlattım. Tabi ki suladığı fidanın beton zeminde yetiştiğini söylemedim. Ona deli gözüyle bakmalarını istemiyordum. Oy birliğiyle artık onunla uğraşmamaya karar verdik.

13 TEMMUZ

Sevgili günlük;

Bugün, Sedat’la Veli, apartmanların zillerine basıp saklanma oyununu oynamayı canım istemediğini söylediğim için küsüp beni yalnız bıraktılar. Kendileri bilir. Bende eve dönüp kitaplarımdan birini okumaya karar verdim.

14 TEMMUZ

Sevgili günlük;

Sedat’la Veli hala bana küs. Canım çok sıkılmasına rağmen sırf onlar istiyor diye her oyunu oynayacak değilim.

15 TEMMUZ

Sevgili günlük;

Bugün canımın sıkıntısını pencereden bakarak geçirmeye çalışırken, Ahmet Amcanın kedisinin bizim kapının önünde olduğunu gördüm. Annemden izin alarak buzdolabından iki parça salam alıp dışarı çıktım. Kedi önce benden kaçtı ama salamların cazibesine dayanamamış olmalı ki sonra yanıma sokuldu. O salamları iştahla yerken bende onu sevmeye başladım. O sırada bir elin omzuma dokunduğunu hissettim. Başımı çevirip baktığımda Hayrettin Hoca olduğunu gördüm. Gülümsedi.   “Demek artık kuyruğuna teneke bağlamak yerine beslemeyi tercih ediyorsun” dedi. Utanmıştım başımı önüme eğdim. “Bak ne diyeceğim?   Ahmet Amca rahatsızmış. Ben onu ziyarete gidiyorum, istersen sende gelebilirsin” dedi. “Peki “ diyerek onu takip ettim. Evine gittiğimizde o gerçekten çok halsiz görünüyordu. Yatağına uzanmayı Hayrettin Hoca’nın zoruyla kabul etti. Benim kedisini beslediğimi duyunca neşelendi. “Beraber yaşamak zorunda olduğumuz bu dünya da tüm canlıların yaşama hakkına saygı göstermeliyiz”, dedi. Bir beton çatlağında hayat bulmuş fidana su taşıyan, bahçesinde biten otları bile koparmaya kıyamayıp sulayan Ahmet Amcanın sözlerinde ki samimiyet kuşku götürmezdi. “Ama aynı saygıyı kendi hayatına göstermiyorsun” dedi Hayrettin Hoca. “Biran önce bir doktora gidip tedavi olmalısın” diye devam etti. “Ne fark edecek ki?” dedi Ahmet Amca. ”Ben yaşayacağım kadar yaşadım zaten”. “Ama o fidan için fark edecek, onu kim sulayacak” dedim. Kendi ağzımla yakalanmıştım. Mecburen geçen gece onu takip ettiğimizi itiraf etmek zorunda kaldım. Yaptığımızın yanlışlığı konusunda söz birliği ettiler. Ya ailelerimiz uyanıp yokluğumuzu fark etselerdi.   Duyacakları korkunun büyüklüğünü hiç düşünmemiştik. Haklıydılar. Yine de fidanı düşünmem Ahmet Amcayı duygulandırmaya yetmişti. “Sadece bir görünürüm o kadar” diyerek doktora gitmeyi kabul etti. Bir daha böyle bir işe kalkışmama sözü karşılığında, aileme söylememeyi kabul ettiler.

18 TEMMUZ

Sevgili günlük;

Bugün öğlene yakın uyandım. Annem acele etmemi Hayrettin Hoca’nın öğlen namazına beni camide görmek istediğini söyledi. Ben uyurken zile basıp söylemiş. Ezan okunmaya başlamıştı. Hemen abdest alıp camiye koştum. Yanımdakileri taklit ederek öğlen namazını kıldım. Bitiminde Hayrettin Hoca yanıma geldi. “Hadi bakalım, şu meşhur fidanın yerini bana da göster” dedi. Yüzüne bakışımdaki ifadeyi görünce “merak etme, ben annenden izin aldım” dedi. Daha önce kendisinin koymuş olduğunu anladığım ayakkabılıkta duran boş pet şişeyi aldı. Şadırvanda su doldurduktan sonra yola çıktık. Gideceğimiz yere varana kadar ikimizde hiç konuşmadık. Fidanın olduğu yere önde ben arkada o çıktık. Beraberce yanına gittik. “Rabbimin bir mucizesi” dedi görür görmez. Betonun üzerinde oluşan bir çatlağa doluşan toprak, fidanın yeşerip orada hayata sımsıkı tutunmasını sağlamıştı. Hayrettin Hoca dibine suyu dökerken “o nasıl” diye sorabildim. “Pek, iyi değil” dedi. “Dün anjiyoya soktular. İki damarı tıkalı çıktı. Açmaya çalıştılar olmadı. Acilen ameliyat olup stent takılması lazım. Hala hastanede ama ameliyata razı olmuyor.”
Suyu boşaltmayı bitirdikten sonra devam etti. “O, hiç kimsesi olmayan bir insan Ali” dedi. Çok çalışmış, çok kazanmış ama yalnız. Anne babasını yıllar önce o askerdeyken çıkan kolera salgınında kaybetmiş. Bildiğim kadarıyla da hiç evlenmemiş. Ne olduğunu bilmediğim bir sır yüzünden de hayata küs” dedi. “Ama başkalarının hatta şu fidanın bile hayatına çok değer veriyor” dedim. “Evet, değer veriyor. Yardımcı oluyor ama anladığım kadarıyla hiçbir şeyin fark etmediğine inanıyor, yine tıpkı bu fidan gibi” dedi. “Nasıl yani” dediğimde devam etti. “Evlat, ne kadar sularsak sulayalım bu fidan kurumak zorunda. Bak şimdiden hafif hafif sararmaya başlamış. Köklerini uzatabileceği bir toprak yok. Bu beton bloğun içinde günleri sayılı… Hâlbuki aşağıdaki toprak alanda yeşermiş olsaydı belki yüzlerce yıl yaşayacaktı. Tıpkı orada görmüş olduğun ağaçlar gibi. İşte o da kendi kaderinin bu fidanın ki gibi olduğuna inanıyor yani hayatın beton yüzeyinde yer aldığına.”
“O zaman niye bunca vakit sulayıp yaşamasını sağladı ki” dedim? “İçinde taşımış olduğu sevgi ve şefkat hisleri sebep olmuş olmalı. Bir gün daha fazla yaşadığını görmekten ya da bir günü daha mutlu yaşadığını görmekten kendiside mutlu oluyordu sanırım” diye tamamladı sözlerini. Bir süre sonra beraberce geldiğimiz yoldan mahalleye geri döndük.
Daha birkaç gün öncesine kadar çok kötü biri olduğuna inandığım ve ispatlamaya çalıştığım Ahmet Amcaya şimdi saygıyla karışık bir sevgi duyuyor, iç dünyasını öğrendikten sonra ağladığımı yalnız sana itiraf ediyorum günlüğüm. Onun için yapabileceğim bir şeyler olmalı. “Ama ne?”
Tabi ya! Ona yardımcı olabilmek için önce onu üzen sırrın ne olduğunu bilmem gerekiyordu. Babamla konuştuğumda, oturduğu evi yirmi yıl önce satın alıp taşınmış olduğunu, o zamandan beri yalnız olduğunu öğrendim. Ama ilçenin eski yerleşenlerinden olduğunu duymuş. Herhalde daha önce farklı bir mahallesinde oturuyordu. Daha öncesini onun anlatmadığı kimsenin bilemeyeceğini söyledi. Konuşmayı pek sevmediğine göre kimseye anlatmamış olması muhtemeldi. Ama ben anlatmış olabileceği bir kişiyi biliyordum. Sıkı bir azar işitip ceza alma riski olmasına rağmen takip olayını babama anlattım. “Bunun için alacağın cezayı sonra düşünürüz” derken gözlerinde gördüğüm parıltı, kızgınlıktan başka bir şeydi sanki. Aklımdan geçenleri babamla paylaştıktan sonra yarın günlerden pazar olmasına rağmen erkenden yattım. Sabah çok erken kalkacaktık çünkü.

19 TEMMUZ

Sevgili günlük;

Bu sabah güneş doğmadan bir saat önce, yanımıza bir şişe su alıp babamla birlikte evden çıktık. Benim Beton çiçeği adını verdiğim defne fidanının olduğu yere gittik beraber. “Hayret” dedi babam. “Her sabah buradan geçtiğim halde, hiç fark etmemiştim. O nasıl fark etti acaba bu fidanı?”
İsminin Cemal olduğunu hatırladığım genç fidanın yanındaydı yine. Babam selam vererek yaklaşıp fidanı sulamaya başlayınca sohbet ortamı kurulmuş oldu. Az sonra muhabbet başlayınca en kısa şekilde durumu özetledi babam. “Nedenini bilmiyorum ama oğlum; Ahmet Amcanın hayata neden küs olduğunu sana söylemiş olabileceğine inanıyor” dedi. Cemal Ağabey, önce bana sonra birkaç dakika hiç konuşmadan boş yola dikti gözlerini. Sonra konuşmaya başladı;
- Bazı şehirlerinde ruhu olduğuna inanır mısınız, dedi?
Babam cevap vermeden gözlerinin içine baktı. Cemal Ağabey devam etti;
- Bakın, ben büyük şehir çocuğu değilim. Köyde büyüdüm. Birkaç gün öncesine kadar İstanbul’a hiç gelmemiştim. Ama geldikten sonra, hele ki Ahmet Amca ile burada tanıştıktan sonra fark ettim ki bu şehrin bir ruhu var. Tıpkı bir insan gibi seviniyor, üzülüyor, koruyor, kızıyor, küsüyor.
Bir süre sustuktan sonra devam etti;
- Deli olduğumu düşünüyorsunuz sanırım.
Babam müdahale etti.
- Hayır, hayır. Lütfen devam et.
- Öncelikle bilmenizi istiyorum ki, Ahmet Amca bana kendiyle ilgili hiçbir şey anlatmadı. Ama bazı şeyleri anlamak için illa ki kelimelerle ifade edilmesi gerekmez. Hislerin tercümanlığı yeterlidir bazen.
- Evet.
- Yani demem o ki... Onun hayata küs olduğunu sanmıyorum. O sadece...
- Evet, lütfen devam et.
- O sadece İstanbul’un kendisine küs olduğuna inanıyor. Hatta inanmıyor, biliyor. Tıpkı iki sevgiliden birinin diğerine küsmesi ve onu bir başına bırakması gibi bir durum…
Eliyle fidanı okşarcasına sevdikten sonra;
- Aynen bu fidan gibi olduğuna inanıyor.
Bu benzetmeyi Hayrettin Hoca’dan sonra bu seferde Cemal Ağabeyden duymuş oldum.
- İstanbul’da kendi türlerinin arasında yaşayabileceği pek çok alan varken, burada bu zor alanda yalnızlığa mahkûm edilmiş olması yani dışlanmışlığı bariz belli değil mi?
- Anlıyorum, dedi babam.
- Hayır, anladığınızı sanmıyorum. Yaşam mücadelesinin yükünü omuzlarınızda taşıyorken, şehrin fısıltılarını dinlemeye vakit bulmuş olduğunuzu sanmıyorum, dedikten sonra bana döndü. Ama sen anlayabilirsin.
- Ben mi, diyebildim?
- Evet, dedi. Sen, ona bir şey olursa bu fidanı kimin sulayacağını soran çocuk değil misin?
Başımı sallayarak tasdik ettim.
- Nedenini bilmiyorum, ama onunla ettiğimiz birkaç günlük sohbet genellikle bu fidan ve biraz da senin üzerine oldu. Onu etkilemişsin.
Hayrettin Hoca’yla ziyaretine gittiğimizde fidan için “Onu kim sulayacak?” dediğimde yüzünde beliren ifade geldi gözlerimin önüne. Cemal Ağabey devam etti;
- Şu ortamda toplanmış olmamızın adı tesadüf olamaz ufaklık. Henüz körelmediği için kulaklarım bazı fısıltıları algılayabiliyor. İstanbul onu affetti, buna eminim. Yoksa hiç birimiz şu anda burada olmazdık. Sana düşen ona bunu inandırmak.
- Nasıl?
- Bilmiyorum. Onu da sen bulacaksın.
Az sonra babamla birlikte oradan ayrıldık. Eve döndüğümüzde gün ışımıştı artık. Babama “Galiba yapmamız gerekeni biliyorum.” dedim. Bunu sonra konuşuruz, önce biraz uyumalısın diyerek beni odama gönderdi. Uyumak istemesem de göz kapaklarımın ağırlaşmaya başladığını hissediyordum. Az sonra dalmışım.
Beni kahvaltıya çağıran annemin sesi ile uyandım. Masaya oturduktan sonra babam “Evet, seni dinliyorum.” dedi. Aklımdan geçenleri anlattım. Bir süre düşündükten sonra “Pekâlâ” dedi babam. Kahvaltıdan sonra hemen çıkmak istiyordum ki “dur bakalım “ dedi. “Önce hazırlık yapmalıyız.” Annemden alet çantasını istedi. İçinden çıkardığı birkaç aleti bir poşete doldurdu. Yanımıza ufak bir bidonda su alarak dışarı çıktık. Hemen gideceğimizi sanıyordum ki babam nalbura uğradı. Az sonra elinde orta büyüklükte bir poşetle yanıma geldi. “Şimdi hazırız küçük bey, gidelim.” dedi.
Birkaç dakika sonra fidanın yanına varmıştık. Babamın yanına aldığı aletlerin ne işe yarayacağını şimdi anlamıştım. O aletler yardımıyla betonda kırıklar oluşturarak fidanı zarar vermeden yerinden söktü. Nalburdan aldığı poşeti açarak içinden bir saksı çıkarttı. Aşağı inerek saksıyı toprakla doldurdu. Fidanı dikkatlice içine yerleştirdi. Ben gitmeye hazırlanıyordum ki “daha işimiz bitmedi” dedi. Yine aynı poşetten çıkarttığı kum ve çimentoyu malayla birbirine karıştırdı. Bidondaki suyu kullanarak harç yaptıktan sonra kırmış olduğu yerleri sıvayarak eski haline getirdi. “Yapmış olduğumuz hiçbir iş, daha önce harcanmış bir emeğe zarar vermemeli” dedi. Bu kadar ince düşünebilen bir babanın oğlu olmaktan onur duymuştum. İşimiz bittikten sonra eve dönerek kıyafetlerimizi değiştirdik. Vakit öğlen olmuştu neredeyse. Saksıyı da yanımıza alarak beraber camiye gittik. Saksıyı ayakkabılığa bırakarak namazı kıldık. Sonra babam Hayrettin Hoca’nın yanına giderek fikrimi anlattı. Gözlerinin parlamasından onun da hoşuna gitmiş olduğunu anladım. Bir taksiye binerek hep beraber Ahmet Amcanın yattığı hastanenin yolunu tuttuk.
Hastaneye vardığımızda ziyaret saatiydi. Ama çocuk olduğum için beni içeri almadılar. Hayrettin Hoca “siz burada bekleyin” diyerek içeri girdi. Az sonra üçüncü kat koridor penceresinden seslendiğini duydum. Ahmet Amca da yanındaydı. Saksıyı iki elimle havaya kaldırarak bağırdım.
- Ahmet Amca! Ahmet Amca! Baaak! O’nun için fark etti.

* * *

13 yıl sonra...

Sevgili günlük;

Bugün günlük tutmaya başlamamın tam on üçüncü senesi. Ve sen yazmaya devam ettiğim on üçüncü günlüksün. Değişen o kadar çok şey var ki.
Tıp fakültesini bitirmiş olarak bugün İstanbul’a ailemin yanına döndüm. Annemle babamın mutluluğu görülmeye değerdi.
Babam, hala aynı yerde işçi olarak çalışıyor ama emekliliğine bir sene kaldı. Annemle birlikte memleket turu yapmanın hayalini kuruyorlar.
Veli; liseyi zar zor bitirdi, bir fabrika da güvenlik görevlisi olarak çalışıyor.
Sedat; babasının mesleği olan servis şoförlüğüne yöneldi.
Hayrettin Hoca; çoktan emekli oldu. Caminin gönüllü müezzinliğini yapıyor.
Cemal Ağabey; mahalle parkımızın içindeki büfeyi işletiyor. Ve dört gözle üçüncü çocuğunun doğumunu bekliyor. Son görüştüğümüzde kulağıma “biliyor musun, bu şehir beni çok sevdi” diye fısıldamıştı.
Ve okumam için gerekli bursu veren kişiyi ziyarete gittim bugün. Beni görünce çok duygulandı. Ellerini öptüm. Hala aynı evde oturuyordu ama önündeki barakayı yıktırıp bahçeyi çocukların oynamasına açmıştı. Bir eliyle defne ağacını işaret etti.
- Biliyor musun, dedi? Bu şehir tam kırk yıl, ektiğim hiçbir tohumun yeşermesine, diktiğim hiçbir fidanın büyümesine izin vermedi. Bahçede kendiliğinden büyüyen arsız otları bile umudumu ayakta tuttukları yalnızlığımı paylaştıkları için suluyordum. Ameliyattan sonra, hastaneden çıkar çıkmaz fidanı buraya ellerimle diktim. Bak, artık kocaman bir ağaç oldu sayende, dedi.
- Hayır, Ahmet Amca, dedim. Senin o kocaman yüreğin ve umudunu yitirmediğin İstanbul sayesinde.
Tarihin daha yazılmaya başlanmadığı zamanlardan beri üzerinde yüzlerce kültürden insana ait, binlerce anlatılmamış öykü barındıran bu muhteşem şehir; beton zeminde büyümesine izin verdiği fidanla saygınlığını, çoğu kimsenin fark bile etmediği olaya saygı gösteren ihtiyar bir adamı affederek büyüklüğünü bir kez daha ispatlamış oldu.
Yanından ayrılmadan önce “bir şey sorabilir miyim”, dedim. Başıyla onayladı.
- Neden beni seçti İstanbul? Yani Neden Sedat veya Veli’yi değil de beni?
Gülümsedi.
- Kimin fikriydi?
- Maalesef benim.
- O zaman buna zamanında müdahale diyebiliriz, sanırım.
Anlayamadığımın farkındaydı. Devam etti;
- Kedilerin kuyruğuna teneke bağlayan yaramazdan, kendine dost bir doktor çıkma şansı varsa neden olmasın?

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder