Hep o huysuz ihtiyar yüzünden
olmuştu. Ya da bizim taktığımız ismiyle Gölge Hayalet…
En sevdiğim çizgi film başlamak
üzereydi ama ben seyredemeyecektim. Annem, azarlamakla kalmayıp babam gelene
kadar odamdan dışarı çıkmamı yasaklamıştı. Televizyon oturma odasında olduğu
için bu gün oynayacak bölümünü kaçıracaktım.
Çizgi filmin kahramanı benim gibi
on yaşındaydı. Saati sayesinde farklı karakterlere dönüşerek kötü uzaylılarla
savaşıyor, her seferinde dünyayı büyük bir felaketten kurtarıyordu.
Yaz tatilinde olduğumuzdan sabah
kahvaltısının ardından hemen sokağa fırlıyor, Veli ve Sedat’la birlikte
neredeyse bütün günü çoğunlukla bu kahramanın değişik karakterleri olduğumuzu
hayal ederek geçiriyor, sözde kötülerle savaşıyorduk. İkisi de hem sokak hem
sınıf arkadaşımdı. Biz kendimize okuduğumuz bir kitapta ki gibi üç silahşorlar
adını takmıştık. Ama mahalleli, top oynarken Sedat’ın çektiği şut mahalle
bakkalının camını kırdığından beri bize üçlü çete diyordu. Üç silahşorlarınkine
benzer bir slogan bulmuştuk kendimize. “Hepimiz, hepimiz içindik”.
Bu gün ki oyunumuzda kendimize
düşman olarak Gölge Hayalet’in kedisini seçmiştik. Onun vahşi yardımcısıydı ve
biz ona haddini bildirmeliydik. Sanırım bu büyük bir hataydı. Kedinin kuyruğuna
bağladığımız tenekeleri görünce bizi uzunca bir süre kovalamış, üstelik
annelerimize şikâyet etmişti.
Yalnız yaşayan yaşlı bir adamdı.
Çok fazla dışarıya çıkmaz ve pek konuşmazdı. Hayalet gibi arada bir görünüp
ortadan kaybolması ona Gölge Hayalet ismini takmamıza sebep olmuştu. Çocuklar
arasında o ve eviyle ilgili bir sürü korku hikâyesi anlatılırdı. Sokaktaki
müteahhit girmemiş tek ev onundu. Tek katlı, önünde bir bahçe onunda önünde
kömürlük olarak yapılmış bir baraka. Daha önce Örümcek Adam’cılık oynarken
barakanın üzerine tırmanıp kiremitlerinin kırılmasına sebep olduğumuzda bile bu
kadar sinirlendiğini görmemiştim.
Birazdan babam gelince annem ona
kesin her şeyi anlatırdı. Acaba uyusam babamdan azar işitmekten kurtulabilir
miydim? Bu akşam kurtulsam bile yarın pazardı. Ve babamın bunu bir gecede
unutacağını sanmıyordum. En iyisi bekleyip gelecek cezayı en ucuza indirmeye
çalışmaktı.
Ben böyle düşüncelere dalmışken
kapı zilinin çaldığını duydum. Gelen babam olmalıydı. Bu ara işleri yoğunmuş,
patronları hemen her gün mesaiye bırakıyordu onları. Çoğu akşam geldiğini
görmeden uyuya kalıyordum. Sabahları uyandığımdaysa çoktan işe gitmiş oluyordu.
Bugün cumartesi olduğundan diğer günlere nazaran erken gelmiş olmalıydı. Odamın
kapısına iyice yanaşarak konuşmalarını duymaya çalıştım. Anladığım tek şey
annemin babama yemek hazırlamış olduğuydu. Bu da çok az vaktim kaldığını
gösteriyordu.
Tıpkı tahmin ettiğim gibi birkaç
dakika sonra annem kapıya geldi ve babamın beni çağırdığını söyledi. Dolabımda
ki aynaya bakarak yüzüme üzgün olduğumu hissettirecek bir ifade yapıştırdıktan
sonra yanına gittim. Hala yemek masasındaydı ama yemeğini bitirmiş kahve
içiyordu. Beni görünce karşısındaki koltuğa oturmamı işaret etti.
- Annen anlatman gereken bir
şeyler olduğunu söyledi Ali, dedi.
Başımı önüme eğdim.
- Özür dilerim babacım.
- Bu sefer özür dilemen gereken
kişinin yalnızca ben olmadığımı düşünüyorum.
Cevap vermedim.
- Yarın Ahmet Amcaya gidecek ve
bugün yaptıkların için özür dileyeceksin.
- Ama baba! Herkes Gölge
Hayalet’in çocukları kaçırıp bahçesine gömdüğünü söylüyor.
- Eğer öyle olsaydı, şu an burada
olmaz o bahçede gömülü olurdun öyle değil mi? Ayrıca, insanlara böyle isimler
takmanız hiç hoş değil. Hele ki deden yaşında bir insana...
- Veli, kaç kere görmüş baba.
Geceleri evden hep bir şişe suyla çıkıyormuş. Kim bilir hangi zavallıların
kanını içtikten sonra o suyla yüzünü temizleyip geri dönüyormuş.
Kısa bir kahkaha attıktan sonra
babam ciddileşti.
- Hayal gücünüzün zenginliğine
sözüm yok. Ama hakkınızdaki şikâyetler oldukça fazlalaştı. Eğer tek bir şikâyet
daha duyarsam yaz tatilini odanda geçirmek zorunda kalacaksın. Bu da
arkadaşlarını okullar açılana dek göremeyeceğin anlamına geliyor. Şimdi odana
git ve uyu.
Ucuz atlatmış sayılırdım. Odama
çekildiğimde Gölge Hayalet’in gerçekte ne kadar kötü biri olduğunu ispatlamam
gerektiğine karar verdim. Bunu yapmak için önce ceza alma riskinden
kurtulmalıydım. Yani durgun geçirilecek birkaç gün.
Yaklaşan ayak seslerini
duyduğumda yatağıma uzanıp, gözlerimi kapadım. Gelenin babam olduğunu
biliyordum.
- Uyudun mu?
Gözlerimi açtım.
- Hayır baba.
İçinde kitap olduğunu düşündüğüm
elindeki paketi bana uzattı.
- Bunu bugün sana almıştım. Bir
günlük. Eğer her gün yaptıklarını buna yazarsan, daha sonra gözden geçirip
doğruluklarını ve yanlışlıklarını değerlendirebilirsin. Ayrıca ileri ki
zamanlarda unuttuğun hatıraları hatırlamana da yardımcı olur.
Gözlerimin içine baktı.
- Unutma seni seviyorum. Ama bu
yaramazlıklarına göz yumacağım anlamına gelmiyor.
Yanağıma bir öpücük kondurdu ve
odadan çıktı.
* * *
Elli yıl önce...
Kışlıkların kaldırıldığı sandıktan
aldığı parkayı, ağıldaki koyunlardan birinin sırtına geçirmiş kollarını da
karnının altından bağlamıştı. Hayvancağız uzunca bir süre debelenmesine rağmen
kurtulamamıştı üzerinde ki yabancıladığı cisimden. Sonunda vazgeçip diğer
koyunların arasına katılmak için koştu. Fakat o yanlarına gitmeye çalıştıkça
başka köşeye kaçıyorlardı. Kovalamaca devam ederken katıla katıla gülüyordu
çocuk. O sıra at sırtında bir adamın evlerine doğru geldiğini fark etti. Kapıya
yaklaştığında atını dizginledi adam. İnmeden seslendi;
- Yatcı… Hey yatcı…
Eski Türk efsanelerinde, yağmur
yağdırdığına inanılan bazı taşlardan bahsedilir. Yada taşı adı verilen bu
taşlarla yağmur yağdırdığını söyleyenlere de yatcı denirdi.
Az sonra babası kapıdaydı.
- Ne var? Ne istiyorsun?
- Muhtarın selamı var. “Şu
inadını kırsın da, alsın taşları gelsin artık. Susuzluktan ekinler harap oldu”,
dedi.
- Aleykümselâm. Muhtara de ki;
kararım kesindir. Taşları da gömdüm zaten. Bundan böyle kapıma adam
göndermesin.
Adam asabileşti.
- Bu evi ve hayvanları kimin
sayesinde edindiğini unutuyorsun.
- Eviniz, barkınız sizin olsun.
Karşılığında ağır bir bedel ödedim zaten. Bir evlat verdim toprağa, birini daha
mı vereyim?
- Öyle olsun, dedi adam sinirle.
Atını geldiği istikamete çevirip dörtnala uzaklaştı.
Az sonra anasının kapı önüne
çıktığını gördü çocuk. Kadın eşine sordu;
- Gitti mi?
- Şimdilik gitti, ama bunlar bizi
rahat bırakmaz. İstanbul’a göç etmemiz lazım.
- İstanbul’a mı, dedi kadın? Ne
yaparız biz o koskoca şehirde. Kimseyi tanımayız. Hem nasıl geçiniriz?
Evin çevresine ekili meyve
fidanlarına göz attı adam. Çoğu kurumaya yüz tutmuştu ve bunların kendi
ektikleri olduğuna adı gibi emindi. Cevap verdi;
- Bir sürü değişik kültürden
gelme insanı, bir arada yaşatan şehir bize de kucak açar elbet.
Oğluna seslendi;
- Ahmet. Ağabeyin pazara
gitmişti. Git bul onu. Elini tez tutsun.
Pazara doğru seğirtirken,
babasının; dedesinden kalma Yada taşlarını kullanmak istememesinin nedenini
düşünüyordu çocuk. Oysa ne zaman kullansa birkaç saat sonra yağmur yağmaya
başladığını söylüyorlardı. Hatta son seferinde kendiside şahit olmuştu. Birkaç
ay önce babası tarlaların yakınında bir tas suyun içinde iki taşı birbirine
sürtmüş, daha evlerine dönmeden yağmur başlayınca muhtar küçük bir kese
uzatmıştı babasına. Yolda sorduğunda “yağacağı varmış ki yağdı, yoksa taşlardan
medet ummak cahillikten başka bir şey değil” demişti. Hakikaten inanmıyor muydu
yoksa onun bu yola meyletmemesi için mi böyle konuşmuştu, anlamamıştı. Eve
döndüklerinde acı bir haber bekliyordu onları. Küçük kardeşi ağaçtan düşmüş,
boynu kırılarak düştüğü yerde can vermişti. Yıkılmışlardı. “Lanetlendik”
demişti anası. “Tövbe et bey, Allah seni affetsin. Birkaç fidan dik, düzenine
müdahale edip gücendirdiğin toprak düzenimizi daha da bozmasın...
* * *
05 TEMMUZ
Sevgili günlük;
Daha önce hiç günlüğüm olmadığı
için sana ne yazacağımı tam olarak bilemiyorum. Bu gün geç saatlerde yaptığımız kahvaltıdan sonra babamla birlikte
Gölge Hayalet’lere gittik. Zili çaldığımızda kapıyı başka biri açtı. Sonradan,
mahallemizdeki caminin imamı Hayrettin Hoca olduğunu öğrendim. Sık sık ziyarete
gelirmiş. İçeri girdiğimizde Gölge Hayalet’in, bahçenin bir köşesine konmuş
tahta masada çay içtiğini gördüm. Çok bakımsız bir bahçeydi burası. Kuru bir
ağaç ve kendiliğinden yetişmiş otlardan başka göze çarpan bir şey yoktu. Ama
ayakkabıma bulaşan çamurlar yeni sulanmış olduğunu gösteriyordu. Babamı buyur
ettiklerinde bana işaret etti. Dün yaptıklarımız için üzgün olduğumu söyleyip
istemeden de olsa özür diledim. Hiç konuşmadan barakanın iç kapısının önüne
sinmiş kediyi işaret etti bana. Sanırım ondan özür dilemem gerektiğini
söylemeye çalışmıştı. Yanına giderken hızla kaçtı, bende o uyuz kediden özür
dilemekten kurtuldum. Beş dakika sonra istersem dışarı çıkabileceğimi
söylediler. Babam bir süre daha kalacakmış. Çıkarken Hayrettin Hoca’nın “bu
yaptığının intihardan farkı yok” dediğini işittim. Ne anlama geldiğini
bilmiyordum ama Gölge Hayalet’in gerçek yüzünü onlara göstermeliydim. Çıkışta
Veli ve Sedat’ı bularak bununla ilgili planlar yaptık. Onlar da ailelerinden
sıkı birer azar işitmişlerdi.
06 TEMMUZ
Sevgili günlük;
Dün bütün günü uslu çocuklar
olarak geçirdiğimiz için babam, arkadaşım Veli’ler de kalmama izin verdi. Sedat’ta
istemişti ama izin alamadığı için gelememişti. Veli’lerin evi Gölge Hayalet’in
evinin tam karşısında üçüncü kattaydı. Odasının penceresinden bahçenin bir
kısmını ve kapısının önünü rahatça seyredebiliyorduk. Bütün gece uyumayacak
onun evden çıkışını bekleyecektik. Vakit geçirmek için bir sürü oyun oynayıp
yaptığımız yaramazlıklardan bahsederken kahkahalarla gülüyorduk. Bunlara rağmen
uykuya yenik düşmüştüm ki Veli’nin dürtmesiyle uyandım. Pencerenin iki ucuna
geçip perdeleri bakabileceğimiz kadar araladık. Veli’nin söyledikleri doğruydu.
Elinde bir pet şişe suyla sokağa çıkıp köşe tabir ettiğimiz sağ yöne doğru
yürümeye başladı. Onu takip etme fikrime Veli, korktuğu için katılmadı. Bende
gecenin bu saatinde dışarı çıktığım anlaşılırsa bütün yazı odamda geçirmek
zorunda kalacağım için cesaret edemedim. Dönüşünü beklerken bir saat kadar
geçmişti ki sabah ezanı okundu. Yarım saat daha geçtikten sonra geldiğini
gördük. Hava aydınlamaya başladığından şişenin elinde değil, yaz kış üzerinden
çıkarmadığı yeleğinin cebine sıkıştırılmış olduğunu fark ettik. Demek ki içi
boştu artık. Yapacak bir şey kalmadığı için yatmaya karar verdik. Veli’nin
annesi bizi uyandırdığında neredeyse öğlen olmuştu.
07 TEMMUZ
Sevgili günlük;
Dün gece gördüklerimizi Sedat’a
anlattığımızda bizimle beraber olamadığı için çok üzüldü. Sonrasında bir plan
yaptık. Hafta sonuna kadar Gölge Hayalet’i sadece gündüzleri gözlem altında
tutacaktık. Plan kusursuz işlemeliydi. Bunun içinde uslu çocuklar olacak
dikkatleri üzerimize çekmeyecektik.
11 TEMMUZ
Sevgili günlük;
Bir kaç gündür sana hiçbir şey
yazmadım. Yazmaya değer hiçbir şey olmadı çünkü. Veli ve Sedat’la birlikte
sakin bir hafta geçirdik. Evdekilerden başka komşuların da bize sanki daha
sıcak davrandıklarını hissettim. Gölge Hayalet’le ilgili önemli bir gelişme
olmadı. Birkaç kere Hayrettin Hoca’nın ziyaretine geldiğini gördük o kadar.
Bugün büyük gün… Saatlerimizi kurduk. Bu gece yarısı herkes uyurken dışarı
çıkıp Sedat’ın babasının minibüsünde saklanacak Gölge Hayalet evden çıktıktan
sonra onu takip edeceğiz. Sedat arabanın yedek anahtarını almış bile. Üçümüzde
eve sessizce geri dönebilmek için evlerimizin anahtarlarını yanımıza alacağız.
* * *
Etrafını saran yüksek binaların
arasında yaşam mücadelesi veren iki katlı müstakil evin kapısı gıcırdayarak
açıldı. Görünüşünden altmışlı yaşlarda olduğu tahmin edilebilecek bir adam
çıktı kapıdan. Yüzünü gökyüzüne çevirip dolunaya dikti gözlerini. Güneşin
doğmasına daha yaklaşık bir saat vardı.
Evin önündeki birkaç metrekarelik
bahçede, kendiliğinden yetişen otlardan başka göze çarpan tek şey asla meyve
vermeyeceği belli bir elma ağacıydı. Bahçenin önünde, sokakla arasını bölen bir
baraka mevcuttu. Üstündeki kırık kiremitlerin su sızdırmasını engellemek için
konulmuş naylon örtü, sabitleyen taşların bir kısmından kurtulmuş içeri doğru
salınmıştı.
Sağ tarafındaki bina ile bahçe
arasında kalan bir metre enindeki alana çakıl dökülerek, evle sokak arasında
yol haline getirilmişti.
Bahçeye hiç girmeden bu yolda
ilerledi adam. Sokak kapısının az gerisindeki çeşmenin çevresine sıralanmış pet
şişelerden birini alarak içine su doldurdu. Sonra da elinde şişeyle sokak
kapısından dışarı çıktı.
Hızlı sayılabilecek adımlarla
saat itibariyle bomboş olan sokakta ilerlemeye başladı. İki cadde ve birkaç
sokak geçti. On dakika sonra istediği yere varmış olmalıydı ki durdu. Sağında
ki toprak yüksekliğe tırmanmaya başladı. Burası E6 karayolu ile ilçenin arasını
bölen, işçilerin yol üzerinden servise binebilmek için kullandıkları bir
alandı. Tırmandıktan sonra kısa bir metro tünelinin üzerinden geçilerek yola
iniliyordu. Karayolu metro yoluyla paralel ilerliyordu.
Henüz çok erken olduğu için kimse
yoktu ortalıkta. Tırmanırken metro yolu ile aralarını bölen tel engelin
aralıklarından yola baktı adam. Tek tük araçlar geçtiğini gördü. Tepeye
ulaştığında durakladı. Bir an geri dönmeyi düşündü, sonra vazgeçti. Olduğu
yerde beklemeye başladı.
Gitmeye çalıştığı bölgede bir
karaltı vardı. Gözleri karanlığa alıştığı için bunun bir sokak köpeği
olmadığını hemen anladı. Bir insandı ve üstelik yanında kimse olmamasına rağmen
sanki biriyle sohbet ediyormuş gibi konuşuyordu. Kulak verdi;
- Bu derece direnecek ne
buluyorsun anlamıyorum, dedi karaltı? Tamam, güzel yanları da çok ama... Diye
devam etti.
Dikkatli bakınca, karaltının
kendisinin de oraya geliş sebebiyle konuştuğunu anladı. Tünelin beton tavanında
oluşan çatlakta hayat bulmuş iki karış boyunda bir fidandan başkası değildi bu.
Birkaç metrelik beton bloğun üzerinde köklerini nereye uzattığı belirsiz
yaşamaya çalışıyordu. Tam uç nokta da olduğundan geçerken üzerine basılma riski
olmaması tek artısı olmuştu.
- Ben senin kadar azimli
olabileceğimi sanmıyorum, diye devam etti karaltı. Bak senin için aşağıdan
biraz toprak aldım, belki faydası olur, diyerek avuçlarında ki toprağı fidanın
dibine dökerek elleriyle düzelti.
- Sanırım suya da ihtiyacı
olmalı, diyerek yaklaştı ihtiyar adam.
Fidanın başındakinin yirmili
yaşlarda bir genç olduğunu görmüştü. Elindeki pet şişenin kapağını açıp
çömelerek fidanın dibine dökmeye başladı.
- Birde bana deli derler.
Kendisini şaşkınlıkla inceleyen
gencin bakışlarına aldırmadan devam etti.
- Bir fidanla konuştuğuna göre
sende benden akıllı sayılmazsın.
Genci gülümsetti bu sözler.
- Bu bir defne fidanı, dedi
ihtiyar adam. Onunla ne tür bir bağın olduğunu merak ettim doğrusu.
- Ben sadece biraz vakit geçirmeye
çalışıyordum.
- Vakit geçirmek için ilginç bir
yer seçmişsin.
Az sonra ortak dostları beton
fidanının çevresinde sohbetleri derinleşmeye başlamıştı. İsminin Cemal olduğunu
söyledi genç. İstanbul’a on beş gün önce Bolu’dan geldiğini, hemşerilerinin
yardımıyla geceleri de olsa çalışabileceği bir iş bulduğunu, ek iş olarak iki
gün önce Bayrampaşa’nın bulundukları mahallesinde gazete dağıtım işi
ayarladığını, o sebeple servisten burada inerek gazeteleri alma saatinin
gelmesini beklediğini bir çırpıda anlattı. Dün fidanı fark ettiğini, yaşama
hırsına hayran kaldığını da ekledikten sonra; “Ya senin hikâyen” dedi.
“Anlatmayacak mısın”? “Belki başka bir zaman”, dedi ihtiyar adam. Artık gitme
vaktinin geldiğini belirterek ayağa kalktı. Cemal birkaç dakika daha kalmak
istediğini söyleyince, belki tekrar görüşürüz diyerek ayrıldılar.
* * *
Kırk yıl önce...
Soğuktan morarmaya başlayan
ellerini birbirine kavuşturdu Ahmet. Ağzına yaklaştırıp nefesiyle ısıttıktan
sonra tekrar üşümemesi için pantolonunun ceplerine soktu. Beklediği kişi
gecikmiş hava kararmaya başlamıştı. “Dışarı çıkmak için bahane mi bulamadı
acaba”, diye düşündü? Ama gelmesi için kendisi haber göndermişti. Şu karşıdan
gelen o olabilir miydi? Ta kendisiydi. Yanına küçük kız kardeşini de almış
geliyordu. İçinin titrediğini hissetti. Ne zaman yüzünü görse karın boşluğuna
tarifsiz bir ağrı saplanıyordu.
O zamanlar Kışla Arkası denilen
Bayrampaşa’ya, Makedonya’dan göç etmiş bir ailenin kızıydı Aysel. Ahmet ve
ailesi İstanbul’a göç ettikten sonra birkaç kere semt değiştirmiş, son
taşındıkları bu mahallede komşu olmuşlardı. Daha ilk gördüğü gün, kızın
gözlerinin derinliğinde boğulacak gibi olduğunu hissetmişti. Ağzından çıkan
“aman Allah’ım, İstanbul kadar güzel” sözünü annesinin işittiğini fark edince
utancından uzunca bir süre yüzüne bakamamıştı. Sonraları muhabbetleri
ilerlemiş, evlilik hayalleri kurmaya başlamıştı Ahmet. Orada doğmuşçasına
ısınıp her halini sevdiği bu güzel şehirde başına gelen en güzel şeydi o.
İşte geliyordu. Kız kardeşi
adımlarını yavaşlatmış, geride kalmaya başlamıştı. Yüzündeki ifade biraz
tuhaftı sanki. Her zamanki neşesinden eser yoktu.
- Hoş geldin, dedi Ahmet.
Kız bomboş gözlerle baktı yüzüne.
Sonra bakışlarını dolunaya sabitledi.
- Sana önemli bir şey söylemeye
geldim.
Sesinin tonunda ki vurgu canını
acıtmıştı. Soran gözlerle baktı.
- Beni yarın istemeye geliyorlar.
- Nasıl, diyebildi sadece?
- Lütfen, dedi kız. Anlamanı
istiyorum. Düzenli bir işin yok. Yakın zamanda askere gideceksin. Beklememi
isteme benden. Üstelik bizimkilerin taşlarla yağmur yağdırdığını söyleyip
insanları dolandıran birinin oğluna kız vereceklerini hiç sanmıyorum.
Bundan bahsettiği güne lanet
okudu Ahmet.
- Babam asla kimseyi dolandırmadı.
O gerçek bir yatcı. Ve sana daha önce de söylediğim gibi uğursuzluk getirdiği
için bu işi artık yapmıyor. Ampul fabrikasında çalıştığını sende biliyorsun.
- Evet, dedi kız dudak bükerek.
Ampul fabrikasında işçi…
Arkasını dönüp uzaklaşırken son
sözünü söyledi.
- Allah’a ısmarladık.
Vücudunu ateş basmış, içine
işleyen ayazı bile hissetmiyordu artık. Gözden kaybolana kadar gidişlerini
izledi. O an dertleşebileceği birinin olmasını o kadar isterdi ki. Abisi
yavuklusu uğruna, babasıyla restleşip köyde kalmayı seçmeseydi, eskiden olduğu
gibi onunla dertleşebilirdi belki.
Aklından türlü düşünceler
geçerken koşmaya başladı. Birkaç dakika sonra eve varmıştı. Eve bitişik
odunluğun kapısını bir tekmede kırdı. İçeriden küçük ama ağırca bir çuvalı
omuzlayarak dışarı çıktığında annesiyle göz göze geldi.
- Vazgeç oğul, dedi anası,
sebebini bilmese de ne yapacağını anlamış gibiydi. Babandan da mı ders
almazsın? Toprakla su kıvamında karışırsa âdem olur. Kıvamına karışırsan çamur
olur.
- Karışma ana, deyip ok gibi
fırladı.
- Etme oğul. Ödeyeceğin bedel,
pişmanlıkların koynunda bir ömür tükettirir sana, diye feryat eden anasını
duymazdan geldi.
Uzunca bir süre koştu. İstediği
yere geldiğinde nefes nefese kalmıştı. Ufak bir derenin kenarındaydı şimdi.
Sırtındaki çuvalı yere atıp, dibinden tutarak kaldırdı. Kuş yumurtası
büyüklüğünde bir sürü taş döküldü içinden. Sabit bir iş bulana kadar sütçülük
yaparak geçimlerini temin etmeye çalışan babasına yardım ederken, geçtikleri
her mahalleden bulup cebine doldurduğu taşlardı bunlar. “Hadi bakalım göster
marifetini İstanbul” diye mırıldandı. “Madem bir taşına bir ülke feda, o zaman
her taşın ‘Yada taşı’ hükmünde olmalı”.
Yerden iki taş alıyor, bir süre
birbirine sürttükten sonra dereye atıyordu. Hepsi bitene kadar yaptığı işe
hırsla devam etti. Elindeki son taşları atarken “seni de, seni benden çalan bu
şehri de sevmiyorum artık. İkinizde bana ihanet ettiniz” diye bağırıyordu.
Derenin başında hıçkırıklara
boğularak ağladı, ne kadar süre geçtiğini bilmeden. Sarhoşlar gibi sallanarak
yürümeye başladığında gök gürlemelerini duydu. Ardından feci bir sağanak
başladı. “Sizin kirinizi ancak bu yağmur temizler”, diye söylendi. Kulaklarını
sağır edercesine gümleyen sesi ve ortalığı gündüz gibi aydınlatan ışığı
gördüğünde kendine geldi. Yıldırım düşmüştü. Hem de evinin olduğu bölgeye.
Mahalleye doğru koşarken, içinden bildiği bütün duaları okumaya başlamıştı.
Sokağa girdiğinde “kızım” diye feryat eden sesi duydu. İnsanlar toplanmışlardı. “Aman Allah’ım”,
dedi. Tanıyordu bu sesi. Aysel’in annesiyle göz göze geldi. Hıçkırıklarla
bölündüğü için güçlükle tamamlayabildiği sözleri duyunca tamamen yıkıldı.
- Seni bekliyordu, dedi zavallı
kadın. Sana söylemesi için zorladığım sözlerden sonra çok ağladı. Benimle
tartışıp yağmura aldırmadan dışarı fırladı. Seni bekliyordu...
* * *
12 TEMMUZ
Sevgili günlük;
Dün gece gördüklerimden sonra
Ahmet Amcaya Gölge Hayalet demekten vazgeçtim. O çok değişik bir insan ama asla
kötü biri değil...
Planımız gereği gece yarısı,
evden çıkıp Sedat’ların minibüsüne saklandık. Ahmet Amca yine aynı saatlerde
elinde su dolu pet şişeyle evden çıktı. Gizlenerek takip ettik. Durduğu yeri
biliyordum. Burası babamın sabahları işe gitmek için kullandığı yoldu. Toprak
bir yükseltiyi tırmandıktan sonra metronun geçtiği ufak bir tünelin üzerinden
geçerek karayoluna iniliyordu. İnsanlar oradan geçerek minibüse biniyor ve
işlerine gidiyorlardı. Çok tehlikeli olabileceği için o taraflara gitmemiz
kesinkes yasaklanmıştı. Gecenin bu saatinde ne işi olabilirdi ki burada?
Ahmet Amca yukarı çıkıp gözden
kaybolduktan sonra bende peşinden çıktım. Veli birkaç metre gerimde durarak
beni takip edecek Sedat’ta erketeye yatarak tehlikeli bir durumda ailelerimize
haber vermeye koşacaktı. İçimizde en hızlı koşan oydu. Tünelin üzerini
görebilecek kadar çıkıp köşeye sindiğimde Ahmet Amcanın aşağıya inmeye
davranmadığını aksine inişi olmayan diğer tarafa yöneldiğini gördüm. Orada
bulunan başka biriyle bir süre sohbet etti. Gözlerim karanlığa alıştığı halde
onları az görebiliyor fakat net olarak duyuyordum.
Her gün daha güneş doğmadan
elinde bir şişe suyla evden çıkmasının gerçek sebebini öğrendikten sonra tüm
yaptıklarımızdan çok utanmıştım. İlk defa içimde ona karşı bir sempati duydum.
İnanılmaz şekilde beton bir zeminde hayata tutunmuş bir fidanı yaşatmaya
çalışmak kötü bir insanın yapacağı iş olamazdı. Artık geri döneceğini
anladığımda hızla aşağı indim. Yolun kenarına park etmiş bir kamyonetin
arkasına saklandık. Az sonra o da indi. Yine gizlenerek takip ettiğimizde
mahalledeki camiye yöneldiğini gördük. Zaten sabah ezanı da okunmaya
başlamıştı. Koşarak evlerimize geri dönerek sessizce içeri girdik. Şanslıymışız
ki hiç birimizin ailesi uyanıp yokluğumuzu fark etmemiş. Gündüz ki buluşmamızda
çocuklara gördüklerimi kısmen anlattım. Tabi ki suladığı fidanın beton zeminde
yetiştiğini söylemedim. Ona deli gözüyle bakmalarını istemiyordum. Oy
birliğiyle artık onunla uğraşmamaya karar verdik.
13 TEMMUZ
Sevgili günlük;
Bugün, Sedat’la Veli,
apartmanların zillerine basıp saklanma oyununu oynamayı canım istemediğini söylediğim
için küsüp beni yalnız bıraktılar. Kendileri bilir. Bende eve dönüp
kitaplarımdan birini okumaya karar verdim.
14 TEMMUZ
Sevgili günlük;
Sedat’la Veli hala bana küs.
Canım çok sıkılmasına rağmen sırf onlar istiyor diye her oyunu oynayacak
değilim.
15 TEMMUZ
Sevgili günlük;
Bugün canımın sıkıntısını
pencereden bakarak geçirmeye çalışırken, Ahmet Amcanın kedisinin bizim kapının
önünde olduğunu gördüm. Annemden izin alarak buzdolabından iki parça salam alıp
dışarı çıktım. Kedi önce benden kaçtı ama salamların cazibesine dayanamamış
olmalı ki sonra yanıma sokuldu. O salamları iştahla yerken bende onu sevmeye
başladım. O sırada bir elin omzuma dokunduğunu hissettim. Başımı çevirip
baktığımda Hayrettin Hoca olduğunu gördüm. Gülümsedi. “Demek artık kuyruğuna teneke bağlamak yerine
beslemeyi tercih ediyorsun” dedi. Utanmıştım başımı önüme eğdim. “Bak ne
diyeceğim? Ahmet Amca rahatsızmış. Ben
onu ziyarete gidiyorum, istersen sende gelebilirsin” dedi. “Peki “ diyerek onu
takip ettim. Evine gittiğimizde o gerçekten çok halsiz görünüyordu. Yatağına
uzanmayı Hayrettin Hoca’nın zoruyla kabul etti. Benim kedisini beslediğimi
duyunca neşelendi. “Beraber yaşamak zorunda olduğumuz bu dünya da tüm
canlıların yaşama hakkına saygı göstermeliyiz”, dedi. Bir beton çatlağında
hayat bulmuş fidana su taşıyan, bahçesinde biten otları bile koparmaya
kıyamayıp sulayan Ahmet Amcanın sözlerinde ki samimiyet kuşku götürmezdi. “Ama
aynı saygıyı kendi hayatına göstermiyorsun” dedi Hayrettin Hoca. “Biran önce
bir doktora gidip tedavi olmalısın” diye devam etti. “Ne fark edecek ki?” dedi
Ahmet Amca. ”Ben yaşayacağım kadar yaşadım zaten”. “Ama o fidan için fark
edecek, onu kim sulayacak” dedim. Kendi ağzımla yakalanmıştım. Mecburen geçen
gece onu takip ettiğimizi itiraf etmek zorunda kaldım. Yaptığımızın yanlışlığı
konusunda söz birliği ettiler. Ya ailelerimiz uyanıp yokluğumuzu fark
etselerdi. Duyacakları korkunun
büyüklüğünü hiç düşünmemiştik. Haklıydılar. Yine de fidanı düşünmem Ahmet Amcayı
duygulandırmaya yetmişti. “Sadece bir görünürüm o kadar” diyerek doktora
gitmeyi kabul etti. Bir daha böyle bir işe kalkışmama sözü karşılığında, aileme
söylememeyi kabul ettiler.
18 TEMMUZ
Sevgili günlük;
Bugün öğlene yakın uyandım. Annem
acele etmemi Hayrettin Hoca’nın öğlen namazına beni camide görmek istediğini
söyledi. Ben uyurken zile basıp söylemiş. Ezan okunmaya başlamıştı. Hemen
abdest alıp camiye koştum. Yanımdakileri taklit ederek öğlen namazını kıldım.
Bitiminde Hayrettin Hoca yanıma geldi. “Hadi bakalım, şu meşhur fidanın yerini
bana da göster” dedi. Yüzüne bakışımdaki ifadeyi görünce “merak etme, ben
annenden izin aldım” dedi. Daha önce kendisinin koymuş olduğunu anladığım
ayakkabılıkta duran boş pet şişeyi aldı. Şadırvanda su doldurduktan sonra yola
çıktık. Gideceğimiz yere varana kadar ikimizde hiç konuşmadık. Fidanın olduğu
yere önde ben arkada o çıktık. Beraberce yanına gittik. “Rabbimin bir mucizesi”
dedi görür görmez. Betonun üzerinde oluşan bir çatlağa doluşan toprak, fidanın
yeşerip orada hayata sımsıkı tutunmasını sağlamıştı. Hayrettin Hoca dibine suyu
dökerken “o nasıl” diye sorabildim. “Pek, iyi değil” dedi. “Dün anjiyoya
soktular. İki damarı tıkalı çıktı. Açmaya çalıştılar olmadı. Acilen ameliyat
olup stent takılması lazım. Hala hastanede ama ameliyata razı olmuyor.”
Suyu boşaltmayı bitirdikten sonra
devam etti. “O, hiç kimsesi olmayan bir insan Ali” dedi. Çok çalışmış, çok
kazanmış ama yalnız. Anne babasını yıllar önce o askerdeyken çıkan kolera
salgınında kaybetmiş. Bildiğim kadarıyla da hiç evlenmemiş. Ne olduğunu
bilmediğim bir sır yüzünden de hayata küs” dedi. “Ama başkalarının hatta şu
fidanın bile hayatına çok değer veriyor” dedim. “Evet, değer veriyor. Yardımcı
oluyor ama anladığım kadarıyla hiçbir şeyin fark etmediğine inanıyor, yine
tıpkı bu fidan gibi” dedi. “Nasıl yani” dediğimde devam etti. “Evlat, ne kadar
sularsak sulayalım bu fidan kurumak zorunda. Bak şimdiden hafif hafif sararmaya
başlamış. Köklerini uzatabileceği bir toprak yok. Bu beton bloğun içinde günleri
sayılı… Hâlbuki aşağıdaki toprak alanda yeşermiş olsaydı belki yüzlerce yıl
yaşayacaktı. Tıpkı orada görmüş olduğun ağaçlar gibi. İşte o da kendi kaderinin
bu fidanın ki gibi olduğuna inanıyor yani hayatın beton yüzeyinde yer aldığına.”
“O zaman niye bunca vakit sulayıp
yaşamasını sağladı ki” dedim? “İçinde taşımış olduğu sevgi ve şefkat hisleri
sebep olmuş olmalı. Bir gün daha fazla yaşadığını görmekten ya da bir günü daha
mutlu yaşadığını görmekten kendiside mutlu oluyordu sanırım” diye tamamladı
sözlerini. Bir süre sonra beraberce geldiğimiz yoldan mahalleye geri döndük.
Daha birkaç gün öncesine kadar
çok kötü biri olduğuna inandığım ve ispatlamaya çalıştığım Ahmet Amcaya şimdi
saygıyla karışık bir sevgi duyuyor, iç dünyasını öğrendikten sonra ağladığımı
yalnız sana itiraf ediyorum günlüğüm. Onun için yapabileceğim bir şeyler
olmalı. “Ama ne?”
Tabi ya! Ona yardımcı olabilmek
için önce onu üzen sırrın ne olduğunu bilmem gerekiyordu. Babamla konuştuğumda,
oturduğu evi yirmi yıl önce satın alıp taşınmış olduğunu, o zamandan beri
yalnız olduğunu öğrendim. Ama ilçenin eski yerleşenlerinden olduğunu duymuş.
Herhalde daha önce farklı bir mahallesinde oturuyordu. Daha öncesini onun
anlatmadığı kimsenin bilemeyeceğini söyledi. Konuşmayı pek sevmediğine göre
kimseye anlatmamış olması muhtemeldi. Ama ben anlatmış olabileceği bir kişiyi
biliyordum. Sıkı bir azar işitip ceza alma riski olmasına rağmen takip olayını
babama anlattım. “Bunun için alacağın cezayı sonra düşünürüz” derken gözlerinde
gördüğüm parıltı, kızgınlıktan başka bir şeydi sanki. Aklımdan geçenleri
babamla paylaştıktan sonra yarın günlerden pazar olmasına rağmen erkenden
yattım. Sabah çok erken kalkacaktık çünkü.
19 TEMMUZ
Sevgili günlük;
Bu sabah güneş doğmadan bir saat
önce, yanımıza bir şişe su alıp babamla birlikte evden çıktık. Benim Beton
çiçeği adını verdiğim defne fidanının olduğu yere gittik beraber. “Hayret” dedi
babam. “Her sabah buradan geçtiğim halde, hiç fark etmemiştim. O nasıl fark
etti acaba bu fidanı?”
İsminin Cemal olduğunu
hatırladığım genç fidanın yanındaydı yine. Babam selam vererek yaklaşıp fidanı
sulamaya başlayınca sohbet ortamı kurulmuş oldu. Az sonra muhabbet başlayınca
en kısa şekilde durumu özetledi babam. “Nedenini bilmiyorum ama oğlum; Ahmet Amcanın
hayata neden küs olduğunu sana söylemiş olabileceğine inanıyor” dedi. Cemal Ağabey,
önce bana sonra birkaç dakika hiç konuşmadan boş yola dikti gözlerini. Sonra
konuşmaya başladı;
- Bazı şehirlerinde ruhu olduğuna
inanır mısınız, dedi?
Babam cevap vermeden gözlerinin
içine baktı. Cemal Ağabey devam etti;
- Bakın, ben büyük şehir çocuğu
değilim. Köyde büyüdüm. Birkaç gün öncesine kadar İstanbul’a hiç gelmemiştim.
Ama geldikten sonra, hele ki Ahmet Amca ile burada tanıştıktan sonra fark ettim
ki bu şehrin bir ruhu var. Tıpkı bir insan gibi seviniyor, üzülüyor, koruyor,
kızıyor, küsüyor.
Bir süre sustuktan sonra devam
etti;
- Deli olduğumu düşünüyorsunuz
sanırım.
Babam müdahale etti.
- Hayır, hayır. Lütfen devam et.
- Öncelikle bilmenizi istiyorum
ki, Ahmet Amca bana kendiyle ilgili hiçbir şey anlatmadı. Ama bazı şeyleri
anlamak için illa ki kelimelerle ifade edilmesi gerekmez. Hislerin tercümanlığı
yeterlidir bazen.
- Evet.
- Yani demem o ki... Onun hayata
küs olduğunu sanmıyorum. O sadece...
- Evet, lütfen devam et.
- O sadece İstanbul’un kendisine
küs olduğuna inanıyor. Hatta inanmıyor, biliyor. Tıpkı iki sevgiliden birinin
diğerine küsmesi ve onu bir başına bırakması gibi bir durum…
Eliyle fidanı okşarcasına
sevdikten sonra;
- Aynen bu fidan gibi olduğuna
inanıyor.
Bu benzetmeyi Hayrettin Hoca’dan
sonra bu seferde Cemal Ağabeyden duymuş oldum.
- İstanbul’da kendi türlerinin
arasında yaşayabileceği pek çok alan varken, burada bu zor alanda yalnızlığa mahkûm
edilmiş olması yani dışlanmışlığı bariz belli değil mi?
- Anlıyorum, dedi babam.
- Hayır, anladığınızı sanmıyorum.
Yaşam mücadelesinin yükünü omuzlarınızda taşıyorken, şehrin fısıltılarını
dinlemeye vakit bulmuş olduğunuzu sanmıyorum, dedikten sonra bana döndü. Ama
sen anlayabilirsin.
- Ben mi, diyebildim?
- Evet, dedi. Sen, ona bir şey
olursa bu fidanı kimin sulayacağını soran çocuk değil misin?
Başımı sallayarak tasdik ettim.
- Nedenini bilmiyorum, ama onunla
ettiğimiz birkaç günlük sohbet genellikle bu fidan ve biraz da senin üzerine
oldu. Onu etkilemişsin.
Hayrettin Hoca’yla ziyaretine
gittiğimizde fidan için “Onu kim sulayacak?” dediğimde yüzünde beliren ifade
geldi gözlerimin önüne. Cemal Ağabey devam etti;
- Şu ortamda toplanmış olmamızın
adı tesadüf olamaz ufaklık. Henüz körelmediği için kulaklarım bazı fısıltıları
algılayabiliyor. İstanbul onu affetti, buna eminim. Yoksa hiç birimiz şu anda
burada olmazdık. Sana düşen ona bunu inandırmak.
- Nasıl?
- Bilmiyorum. Onu da sen
bulacaksın.
Az sonra babamla birlikte oradan
ayrıldık. Eve döndüğümüzde gün ışımıştı artık. Babama “Galiba yapmamız gerekeni
biliyorum.” dedim. Bunu sonra konuşuruz, önce biraz uyumalısın diyerek beni
odama gönderdi. Uyumak istemesem de göz kapaklarımın ağırlaşmaya başladığını
hissediyordum. Az sonra dalmışım.
Beni kahvaltıya çağıran annemin
sesi ile uyandım. Masaya oturduktan sonra babam “Evet, seni dinliyorum.” dedi.
Aklımdan geçenleri anlattım. Bir süre düşündükten sonra “Pekâlâ” dedi babam.
Kahvaltıdan sonra hemen çıkmak istiyordum ki “dur bakalım “ dedi. “Önce
hazırlık yapmalıyız.” Annemden alet çantasını istedi. İçinden çıkardığı birkaç
aleti bir poşete doldurdu. Yanımıza ufak bir bidonda su alarak dışarı çıktık.
Hemen gideceğimizi sanıyordum ki babam nalbura uğradı. Az sonra elinde orta
büyüklükte bir poşetle yanıma geldi. “Şimdi hazırız küçük bey, gidelim.” dedi.
Birkaç dakika sonra fidanın
yanına varmıştık. Babamın yanına aldığı aletlerin ne işe yarayacağını şimdi anlamıştım.
O aletler yardımıyla betonda kırıklar oluşturarak fidanı zarar vermeden
yerinden söktü. Nalburdan aldığı poşeti açarak içinden bir saksı çıkarttı.
Aşağı inerek saksıyı toprakla doldurdu. Fidanı dikkatlice içine yerleştirdi.
Ben gitmeye hazırlanıyordum ki “daha işimiz bitmedi” dedi. Yine aynı poşetten
çıkarttığı kum ve çimentoyu malayla birbirine karıştırdı. Bidondaki suyu
kullanarak harç yaptıktan sonra kırmış olduğu yerleri sıvayarak eski haline
getirdi. “Yapmış olduğumuz hiçbir iş, daha önce harcanmış bir emeğe zarar
vermemeli” dedi. Bu kadar ince düşünebilen bir babanın oğlu olmaktan onur
duymuştum. İşimiz bittikten sonra eve dönerek kıyafetlerimizi değiştirdik.
Vakit öğlen olmuştu neredeyse. Saksıyı da yanımıza alarak beraber camiye
gittik. Saksıyı ayakkabılığa bırakarak namazı kıldık. Sonra babam Hayrettin
Hoca’nın yanına giderek fikrimi anlattı. Gözlerinin parlamasından onun da
hoşuna gitmiş olduğunu anladım. Bir taksiye binerek hep beraber Ahmet Amcanın
yattığı hastanenin yolunu tuttuk.
Hastaneye vardığımızda ziyaret
saatiydi. Ama çocuk olduğum için beni içeri almadılar. Hayrettin Hoca “siz
burada bekleyin” diyerek içeri girdi. Az sonra üçüncü kat koridor penceresinden
seslendiğini duydum. Ahmet Amca da yanındaydı. Saksıyı iki elimle havaya
kaldırarak bağırdım.
- Ahmet Amca! Ahmet Amca! Baaak!
O’nun için fark etti.
* * *
13 yıl sonra...
Sevgili günlük;
Bugün günlük tutmaya başlamamın
tam on üçüncü senesi. Ve sen yazmaya devam ettiğim on üçüncü günlüksün. Değişen
o kadar çok şey var ki.
Tıp fakültesini bitirmiş olarak
bugün İstanbul’a ailemin yanına döndüm. Annemle babamın mutluluğu görülmeye
değerdi.
Babam, hala aynı yerde işçi
olarak çalışıyor ama emekliliğine bir sene kaldı. Annemle birlikte memleket
turu yapmanın hayalini kuruyorlar.
Veli; liseyi zar zor bitirdi, bir
fabrika da güvenlik görevlisi olarak çalışıyor.
Sedat; babasının mesleği olan
servis şoförlüğüne yöneldi.
Hayrettin Hoca; çoktan emekli
oldu. Caminin gönüllü müezzinliğini yapıyor.
Cemal Ağabey; mahalle parkımızın
içindeki büfeyi işletiyor. Ve dört gözle üçüncü çocuğunun doğumunu bekliyor.
Son görüştüğümüzde kulağıma “biliyor musun, bu şehir beni çok sevdi” diye
fısıldamıştı.
Ve okumam için gerekli bursu veren
kişiyi ziyarete gittim bugün. Beni görünce çok duygulandı. Ellerini öptüm. Hala
aynı evde oturuyordu ama önündeki barakayı yıktırıp bahçeyi çocukların
oynamasına açmıştı. Bir eliyle defne ağacını işaret etti.
- Biliyor musun, dedi? Bu şehir
tam kırk yıl, ektiğim hiçbir tohumun yeşermesine, diktiğim hiçbir fidanın
büyümesine izin vermedi. Bahçede kendiliğinden büyüyen arsız otları bile
umudumu ayakta tuttukları yalnızlığımı paylaştıkları için suluyordum.
Ameliyattan sonra, hastaneden çıkar çıkmaz fidanı buraya ellerimle diktim. Bak,
artık kocaman bir ağaç oldu sayende, dedi.
- Hayır, Ahmet Amca, dedim. Senin
o kocaman yüreğin ve umudunu yitirmediğin İstanbul sayesinde.
Tarihin daha yazılmaya
başlanmadığı zamanlardan beri üzerinde yüzlerce kültürden insana ait, binlerce
anlatılmamış öykü barındıran bu muhteşem şehir; beton zeminde büyümesine izin
verdiği fidanla saygınlığını, çoğu kimsenin fark bile etmediği olaya saygı
gösteren ihtiyar bir adamı affederek büyüklüğünü bir kez daha ispatlamış oldu.
Yanından ayrılmadan önce “bir şey
sorabilir miyim”, dedim. Başıyla onayladı.
- Neden beni seçti İstanbul? Yani
Neden Sedat veya Veli’yi değil de beni?
Gülümsedi.
- Kimin fikriydi?
- Maalesef benim.
- O zaman buna zamanında müdahale
diyebiliriz, sanırım.
Anlayamadığımın farkındaydı.
Devam etti;
- Kedilerin kuyruğuna teneke
bağlayan yaramazdan, kendine dost bir doktor çıkma şansı varsa neden olmasın?
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder