Kısası makbul olsa da
hasta ziyaretinin, konuşulacak mevzuların bolluğundan olsa gerek
reddedememiştim ikram teklifini.
- Kahvenizi nasıl
alırdınız?
- Sade olsun, mümkünse…
- Bana da az şekerli
bir kahve yap…
* * *
Tahsil hayatımın
fetrete uğradığı, üniversite hayallerimi bir sonraki seneye ertelediğim zaman
diliminde tanımıştım onu. Yani sekiz sene önce. Maddi kaygılarla sığındığım
taşeronun verdiği, köşe başlarındaki silinen sokak isimlerini yağlıboyayla
canlandırma görevinde… İkamet ettiğim mahallede çalışacak olmam güzelliğinin
yanı sıra, farklı insanlarla tanışmak gibi bir artısı daha olmuştu bu geçici sanatkârlığın.
Üç basamaklı seyyar
merdivenin tepesinde bir elimde boya, diğerinde fırça… Arkamdan sessizce
yanaşmış ve aniden “ne yazıyorsun sen?” diye bağırarak irkilmeme sebep olmuştu.
Harabat ehli, güleç yüzlü, sevimli bir ihtiyar… Hor gördüğümden değildi,
muzipçe bir cevap vermek isteyişim. Sıcaklığı içimi ısıttığındandı belki…
- Görmüyor musun bey
amca, köşe yazısı yazıyorum?
- Ne köşesi?
- Bak bu köşe yaz
köşesi, karşısı kış köşesi.
Birkaç saniye
ortalıktan kaybolduktan sonra; elinde, topallayarak zorlukla taşıdığı dolu bir
damacanayla belirivermiş, şişeyi sokak girişinin ortasına kadar götürdükten
sonra, yanında dikilmişti. Gayrı ihtiyari sormuştum bende;
- Peki, sen ne
yapıyorsun?
Attığım pası, taca
çıkarmamıştı;
- Tekerlemeyi,
tekerliyorum.
Ve sucunun elinden
kurtardıktan sonra başlamıştı, o defineye malik viraneyle muhabbetimiz. İsmi
Rasim’di. Deli Rasim diyorlardı ona. Anlayamadığı insanlara halkın en çok
taktığı lakaplardandı… “Kırık… Mecnun… Meczup… Deli…” Yaşını sorduğumda; “Haddi
aşalı birkaç gün oldu” cevabından anlamıştım altmış üç yaşında olduğunu.
Lekeli teni sebebiyle,
bir lakabı da abraştı. Yine bazılarına göre, tövbekâr bir ayyaştı. Mahallenin
yaramaz veletlerinin elinden kurtardığı beyaz sokak köpeğine koyduğu isimde,
Karabaş’tı. Bu alakasız ismi neden koyduğunu sorduğumda verdiği cevaba gülüp
geçmiştim.
- Olur ya, bizimde
destanımız yazılır bir gün belki. Uyağı tamam kılmak lazım…
Yağlı boyayla duvarındaki
ismi canlandırdığım sokakta, daireden bozma köşe başı bakkal dükkânının
arkasında kalan tek odada sürdürüyordu yaşam mücadelesini ve dahi dünya
‘kir-a’sını. Kimdi? Kimsesi var mıydı, bilmiyordum? Sakat olan sol ayağının hikâyesini
sorduğumda hüzünlenmiş, “boş ver” diyerek kapatmıştı konuyu.
Benim eksikliğimden
olsa gerek; farklı konulara yaptığı enteresan yorumlar, delilikle velilik
arasındaki o ince çizginin tam olarak neresinde durduğunu sorgulamama neden
oluyordu bazen. Üstelik gözlerimin önüne farklı ufuk pencereleri açmasına
rağmen...
Bir ithalat firmasında
sürekli bir işe başladığım sonraki zaman diliminde görüşmelerimiz azalmış olsa
da, en azından hafta sonları yanına uğrayarak halini hatırını sormayı ihmal
etmemeye çalışıyordum. Çin’e bir iş seyahati için gitmem gerektiğinde
helalleşmek için yanına uğradım. Ömrümde ilk defa uçağa binecektim ve bu bende
tarifsiz bir tedirginliğe sebep oluyordu. Anlattığımda;
- Kaç saat sürüyor ki
bu yolculuk?
- Gidiş on saat, dönüş
on iki saat.
- Neden? Dönüşte yorgun
mu düşüyor uçak?
- Yok. Bende merak
ederek soruşturdum. Dünyanın dönüşüyle ilgili dediler. Giderken dünya bize
doğru döndüğü için daha çabuk gidiyormuşuz.
Arada öksürükle
kesilen, uzun süreli bir kahkaha krizine girdi. Nihayetinde;
- Eğer öyleyse pilota
söyleyin boşuna benzin harcamasın.
- Nasıl?
- Biraz daha yükseğe
çıkarak rölanti de takılsın. Nasıl olsa Çin, kendi kendine gelir zaten.
Düzgün bir araştırma
yaptığımda bu zaman farkının dünyanın dönüşüyle alakasının olmadığını, ters rüzgâr
akımları sebebiyle oluştuğunu öğrenmiştim. Biliyor muydu, bilmiyorum. Ama
gerginliğimi sardığı makaradan, neşeli bir ruh hali dokuduğu muhakkaktı.
Olaylara, herkesin
baktığından farklı bir açıdan bakabilmesi onun eşsiz bir yeteneğiydi.
Farklılığı, hak etmediği bir sıfat almasına sebep olsa da durumundan şikâyet
ettiğini hiç görmemiştim. Bir akşam namazı çıkışı, yatsıya kadar eğlenmeye
karar kıldığımız çay ocağında badem bıyıklı müşterinin açtırdığı televizyon
kanalına takıldı gözleri. Siren sesleri eşliğinde havadan yapılmış bir çekimin
görüntüleri bir bebeğin gülüşüyle son buluyordu. Bir reklam filmiydi. “Sukutun
çığlığı.”
Ocakçıya;
- Çaylar iptal, diye
bağırdıktan sonra, kolumdan tutarak çekiştirmişti. Kalk gidelim buradan.
Hiç bu kadar gergin ve
sinirli olduğunu görmemiştim. İtiraz etmeden peşine takıldım.
- Sukutun çığlığıymış.
Peh… Sukut edenlerin gerçek çığlığını bilmiyorlar. Ama görecekler, öğrenecekler.
- Vallahi bir şey
anlamadım Rasim dayı. Neye sinirlendin?
Önce yüzüme sinirli bir
bakış atmış, asabiyetini belirginleştiren yüz hatları gevşedikten sonra konuşmuştu;
- Bir bebek ne kadar
zamanda doğar?
- Bunu herkes bilir.
Dokuz ay on günde…
- Say o zaman bugünden
sonra dokuz ay on gün. O zaman anlarsın.
Beslendikleri, belki de
hep içinde oldukları gizli yapılanmanın öğretisi gereği olsa gerek çeşitli
simgelerin içine gizledikleri hain emellerini tam da ima ettikleri zamanda
uygulamaya koymuştu ihanet çetesi.
On beş Temmuz akşamı
uzun uzun çalan zil sesini hayra yorduktan sonra doğrulmuştum, uzandığım
kanepeden. Yorucu geçen iş gününün ağırlığını uykuya yüklemek için erken bir
vakit olsa da, sızıp kalmıştım işte televizyonun karşısında. Eşimin ekrana
kilitlenmiş bakışlarını ve kapı zilini dahi duymayan şok halini gördüğümde sıra
dışı bir durum olduğunu anlamıştım.
- Neler oluyor?
- Galiba darbe oluyor
hayatım. Cevabı, anlamını bulamadan bir süre beynimin içinde yankılanmış, tekrar
çalmaya başlayan kapı zili eşliğinde “fesubhanallah” diyerek doğrulmuş,
diafonon düğmesine basarak;
- Kim o, diye
sormuştum?
Cevaben gelen cızırtılı
ses kafamı toparlayabilmeme vesile olsa da, sesin sahibine dair tahminim
hayretimi tavan yaptırmıştı.
- Çok şükür. Makarnacıların
arasına karıştın sandım biran. Hadi gelmiyor musun?
Sesin sahibi Rasim
dayıdan başkası değildi. Âdeti olmadığı üzere bu saatte ayakta ve dışarıdaydı.
Abdest alarak aşağı indiğimde; bu yetmişlik delikanlının içine sığmayan içinin,
patlamaya hazır bir volkan kıvamında olduğunu görmüştüm. Sürüyerek götürdüğü
sol ayağı engel teşkil etmese, hızına yetişemeyecektim belki de. Yaşıtları gibi nemli değildi gözleri,
namluydu. Ve her göz kırpışında tetik düşürüyordu sanki hem geçmiş zamana hem
bugüne.
Ana caddeye çıktıktan
sonra, vatanına sahip çıkan insan selinin arasında kopmuştuk birbirimizden.
Uzun bir süre haber alamamıştım ondan. Olaylar sırasında yaralandığını ve
tedavisinin ardından onu alarak kendi evine götüren rahmetli eşinin kardeşinin
yanında olduğunu öğrendiğim bugüne kadar. Hatta bunlardan daha fazlasıydı
öğrendiklerim…
* * *
On iki Eylül ihtilalı
öncesinde tarafı olmadığı bir çatışmanın ortasında kalarak oğlunu kaybetmişti
Rasim dayı. Yine aynı çatışmanın, istenmeyen hediyesiydi sakat kalan sol ayağı.
Sonrasında rayına girmeyen hayatı eşini de kaybetmesiyle tamamen tarumar
olmuştu. Herkesten, her şeyden uzaklaştığı yalnız bir hayat inşa etmişti
kendine.
Kısa aralıklarla
değişen ruh hali, uyumsuzluğu, aldığı lakabı davet eden tavırları hep aynı
zaman diliminin eseriydi. Düşünce deryasında attığı kulaçlar gerçeği yakalamasında
etken olduğu gibi, gerçeklikten
uzaklaşmasına da neden oluyordu yani. Emin olduğu tek gerçek, geniş zamana
yayılmış bir çatışmayı bir günde ancak başlatanın bitirebileceği gerçeğiydi. Düne
kadar farklı düşüneni düşman belleyerek yok etmeyi talep edenler, bir günde mi
vazgeçmişlerdi bu sevdadan? Yoksa zemin hazırlayanların, emellerine ulaştıktan
sonra zehirlerini pompalamaktan vazgeçmeleri mi on üç Eylülü süt liman hale
getirmişti? Kalan ömründe, tekrarlanabilecek böyle bir girişime hayatı pahasına
set olmaya yıllardır hazırdı. O sebeple on beş Temmuz akşamı sokağa ilk
çıkanlardan olmuştu. Gücü eline geçirmek isteyenlerin yalanlarına kanmamıştı
zaten bu güne kadar. İradesini de asla teslim etmeyecek, evladının kanını yerde
koymayacaktı.
- Anlat bakalım Rasim
dayı. Bir anda nereye kayboldun, neler yaşadın o akşam?
Gülümsedikten sonra;
- Sukutun çığlığı,
deyiverdi.
Birbirimizden
uzaklaştıktan sonra köprüye gitmek için yola çıkan arabalardan birine atlamış,
otuz altı yıl sonra bir mermi daha yemişti tankların önünde dimdik durduğunda. Çevredeki
diğer insanlar tarafından hastaneye kaldırılmıştı, karşı çıkmasına rağmen.
Uzun uzun neler
yaşadığını anlatmak gibi bir niyeti olmadığı belli olsa da, benim soru
sormaktan vazgeçmeye niyetim yoktu. Kayınçosunun torunu Afitap yanımıza
geldiğinde susması, kendinden bahsetmeyi sevmeyişi sebebiyle sığındığı bahaneydi
aslında. Kısası makbul olsa da hasta ziyaretinin, konuşulacak mevzuların
bolluğundan olsa gerek reddedememiştim ikram teklifini.
- Kahvenizi nasıl
alırdınız?
- Sade olsun, mümkünse…
- Bana da az şekerli
bir kahve yap, dedikten sonra yüzüme baktı.
- Akşam beraber nöbete gideriz, değil mi?
- Nasıl olur Rasim Enişte,
diye söze girdi Afitap? Bu halinle nöbete gitmek sana mı kaldı?
Kaşları çatıldı.
Çatallanan sesiyle;
- Sade içemiyorum
Afitap.
Genç kızın yanımızdan
uzaklaşmasıyla ben müdahale etmek istedim.
- Haksız sayılmaz. Bacağından
vuruldun. Bu halinle birde nöbette yorulman uygun olmaz.
- Boş ver, dedi.
Beceriksizler, beni zaten sakat olan bacağımdan vurdular. Kaybettiğim bir şey
yok yani.
Meşhur kahkahasını
attıktan sonra devam etti;
- Hem artık Deli Rasimlikten,
gazi Rasimliğe terfi ettim. Hiç bensiz olur mu?
- Olmaz tabi, dedikten sonra
ben gülümsedim bu kez. Peki ya bu enişte olayı nedir? Akrabaların olduğunu
bilmiyordum.
- Benim değil, rahmetli
eşimin akrabaları… Fazla karıştırma çorba olur. Ben gibi deli Rasim’lerle
harmanlanınca teneşir operasyonuna dönüştü zaten şaşkın tekeye…
Gözlerinin içine
baktım;
- Zaten biliyordun. Ama
bunu aylar önce anlayabilmiş olmana ne demeli bilemiyorum, dedim.
- Benim nasıl anladığım
önemli değil, dedi. Ama mahallenin
delisinin dahi görebildiklerini, velisinin göremeyeceğini sanan hainlere ve peşlerine
takılan şaşkınlara asıl ne demeli?
Gizemlerle dolu bir
insandı Rasim dayı. Kim bilir, başka bir gün başka bir hikâyede çözecektim
belki de sırlarını. Kısmet…
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder