7 Aralık 2018 Cuma

Deli Rasim (Hikaye)


Kısası makbul olsa da hasta ziyaretinin, konuşulacak mevzuların bolluğundan olsa gerek reddedememiştim ikram teklifini.
- Kahvenizi nasıl alırdınız?
- Sade olsun, mümkünse…
- Bana da az şekerli bir kahve yap…

* * *

Tahsil hayatımın fetrete uğradığı, üniversite hayallerimi bir sonraki seneye ertelediğim zaman diliminde tanımıştım onu. Yani sekiz sene önce. Maddi kaygılarla sığındığım taşeronun verdiği, köşe başlarındaki silinen sokak isimlerini yağlıboyayla canlandırma görevinde… İkamet ettiğim mahallede çalışacak olmam güzelliğinin yanı sıra, farklı insanlarla tanışmak gibi bir artısı daha olmuştu bu geçici sanatkârlığın.
Üç basamaklı seyyar merdivenin tepesinde bir elimde boya, diğerinde fırça… Arkamdan sessizce yanaşmış ve aniden “ne yazıyorsun sen?” diye bağırarak irkilmeme sebep olmuştu. Harabat ehli, güleç yüzlü, sevimli bir ihtiyar… Hor gördüğümden değildi, muzipçe bir cevap vermek isteyişim. Sıcaklığı içimi ısıttığındandı belki…
- Görmüyor musun bey amca, köşe yazısı yazıyorum?
- Ne köşesi?
- Bak bu köşe yaz köşesi, karşısı kış köşesi.
Birkaç saniye ortalıktan kaybolduktan sonra; elinde, topallayarak zorlukla taşıdığı dolu bir damacanayla belirivermiş, şişeyi sokak girişinin ortasına kadar götürdükten sonra, yanında dikilmişti. Gayrı ihtiyari sormuştum bende;
- Peki, sen ne yapıyorsun?
Attığım pası, taca çıkarmamıştı;
- Tekerlemeyi, tekerliyorum.
Ve sucunun elinden kurtardıktan sonra başlamıştı, o defineye malik viraneyle muhabbetimiz. İsmi Rasim’di. Deli Rasim diyorlardı ona. Anlayamadığı insanlara halkın en çok taktığı lakaplardandı… “Kırık… Mecnun… Meczup… Deli…” Yaşını sorduğumda; “Haddi aşalı birkaç gün oldu” cevabından anlamıştım altmış üç yaşında olduğunu.
Lekeli teni sebebiyle, bir lakabı da abraştı. Yine bazılarına göre, tövbekâr bir ayyaştı. Mahallenin yaramaz veletlerinin elinden kurtardığı beyaz sokak köpeğine koyduğu isimde, Karabaş’tı. Bu alakasız ismi neden koyduğunu sorduğumda verdiği cevaba gülüp geçmiştim.
- Olur ya, bizimde destanımız yazılır bir gün belki. Uyağı tamam kılmak lazım…
Yağlı boyayla duvarındaki ismi canlandırdığım sokakta, daireden bozma köşe başı bakkal dükkânının arkasında kalan tek odada sürdürüyordu yaşam mücadelesini ve dahi dünya ‘kir-a’sını. Kimdi? Kimsesi var mıydı, bilmiyordum? Sakat olan sol ayağının hikâyesini sorduğumda hüzünlenmiş, “boş ver” diyerek kapatmıştı konuyu.
Benim eksikliğimden olsa gerek; farklı konulara yaptığı enteresan yorumlar, delilikle velilik arasındaki o ince çizginin tam olarak neresinde durduğunu sorgulamama neden oluyordu bazen. Üstelik gözlerimin önüne farklı ufuk pencereleri açmasına rağmen...
Bir ithalat firmasında sürekli bir işe başladığım sonraki zaman diliminde görüşmelerimiz azalmış olsa da, en azından hafta sonları yanına uğrayarak halini hatırını sormayı ihmal etmemeye çalışıyordum. Çin’e bir iş seyahati için gitmem gerektiğinde helalleşmek için yanına uğradım. Ömrümde ilk defa uçağa binecektim ve bu bende tarifsiz bir tedirginliğe sebep oluyordu. Anlattığımda;
- Kaç saat sürüyor ki bu yolculuk?
- Gidiş on saat, dönüş on iki saat.
- Neden? Dönüşte yorgun mu düşüyor uçak?
- Yok. Bende merak ederek soruşturdum. Dünyanın dönüşüyle ilgili dediler. Giderken dünya bize doğru döndüğü için daha çabuk gidiyormuşuz.
Arada öksürükle kesilen, uzun süreli bir kahkaha krizine girdi. Nihayetinde;
- Eğer öyleyse pilota söyleyin boşuna benzin harcamasın.
- Nasıl?
- Biraz daha yükseğe çıkarak rölanti de takılsın. Nasıl olsa Çin, kendi kendine gelir zaten.
Düzgün bir araştırma yaptığımda bu zaman farkının dünyanın dönüşüyle alakasının olmadığını, ters rüzgâr akımları sebebiyle oluştuğunu öğrenmiştim. Biliyor muydu, bilmiyorum. Ama gerginliğimi sardığı makaradan, neşeli bir ruh hali dokuduğu muhakkaktı.
Olaylara, herkesin baktığından farklı bir açıdan bakabilmesi onun eşsiz bir yeteneğiydi. Farklılığı, hak etmediği bir sıfat almasına sebep olsa da durumundan şikâyet ettiğini hiç görmemiştim. Bir akşam namazı çıkışı, yatsıya kadar eğlenmeye karar kıldığımız çay ocağında badem bıyıklı müşterinin açtırdığı televizyon kanalına takıldı gözleri. Siren sesleri eşliğinde havadan yapılmış bir çekimin görüntüleri bir bebeğin gülüşüyle son buluyordu. Bir reklam filmiydi. “Sukutun çığlığı.”
Ocakçıya;
- Çaylar iptal, diye bağırdıktan sonra, kolumdan tutarak çekiştirmişti. Kalk gidelim buradan.
Hiç bu kadar gergin ve sinirli olduğunu görmemiştim. İtiraz etmeden peşine takıldım.
- Sukutun çığlığıymış. Peh… Sukut edenlerin gerçek çığlığını bilmiyorlar. Ama görecekler, öğrenecekler.
- Vallahi bir şey anlamadım Rasim dayı. Neye sinirlendin?
Önce yüzüme sinirli bir bakış atmış, asabiyetini belirginleştiren yüz hatları gevşedikten sonra konuşmuştu;
- Bir bebek ne kadar zamanda doğar?
- Bunu herkes bilir. Dokuz ay on günde…
- Say o zaman bugünden sonra dokuz ay on gün. O zaman anlarsın.
Beslendikleri, belki de hep içinde oldukları gizli yapılanmanın öğretisi gereği olsa gerek çeşitli simgelerin içine gizledikleri hain emellerini tam da ima ettikleri zamanda uygulamaya koymuştu ihanet çetesi.
On beş Temmuz akşamı uzun uzun çalan zil sesini hayra yorduktan sonra doğrulmuştum, uzandığım kanepeden. Yorucu geçen iş gününün ağırlığını uykuya yüklemek için erken bir vakit olsa da, sızıp kalmıştım işte televizyonun karşısında. Eşimin ekrana kilitlenmiş bakışlarını ve kapı zilini dahi duymayan şok halini gördüğümde sıra dışı bir durum olduğunu anlamıştım.
- Neler oluyor?
- Galiba darbe oluyor hayatım. Cevabı, anlamını bulamadan bir süre beynimin içinde yankılanmış, tekrar çalmaya başlayan kapı zili eşliğinde “fesubhanallah” diyerek doğrulmuş, diafonon düğmesine basarak;
- Kim o, diye sormuştum?
Cevaben gelen cızırtılı ses kafamı toparlayabilmeme vesile olsa da, sesin sahibine dair tahminim hayretimi tavan yaptırmıştı.
- Çok şükür. Makarnacıların arasına karıştın sandım biran. Hadi gelmiyor musun?
Sesin sahibi Rasim dayıdan başkası değildi. Âdeti olmadığı üzere bu saatte ayakta ve dışarıdaydı. Abdest alarak aşağı indiğimde; bu yetmişlik delikanlının içine sığmayan içinin, patlamaya hazır bir volkan kıvamında olduğunu görmüştüm. Sürüyerek götürdüğü sol ayağı engel teşkil etmese, hızına yetişemeyecektim belki de.  Yaşıtları gibi nemli değildi gözleri, namluydu. Ve her göz kırpışında tetik düşürüyordu sanki hem geçmiş zamana hem bugüne.
Ana caddeye çıktıktan sonra, vatanına sahip çıkan insan selinin arasında kopmuştuk birbirimizden. Uzun bir süre haber alamamıştım ondan. Olaylar sırasında yaralandığını ve tedavisinin ardından onu alarak kendi evine götüren rahmetli eşinin kardeşinin yanında olduğunu öğrendiğim bugüne kadar. Hatta bunlardan daha fazlasıydı öğrendiklerim…

* * *

On iki Eylül ihtilalı öncesinde tarafı olmadığı bir çatışmanın ortasında kalarak oğlunu kaybetmişti Rasim dayı. Yine aynı çatışmanın, istenmeyen hediyesiydi sakat kalan sol ayağı. Sonrasında rayına girmeyen hayatı eşini de kaybetmesiyle tamamen tarumar olmuştu. Herkesten, her şeyden uzaklaştığı yalnız bir hayat inşa etmişti kendine.
Kısa aralıklarla değişen ruh hali, uyumsuzluğu, aldığı lakabı davet eden tavırları hep aynı zaman diliminin eseriydi. Düşünce deryasında attığı kulaçlar gerçeği yakalamasında etken olduğu gibi,  gerçeklikten uzaklaşmasına da neden oluyordu yani. Emin olduğu tek gerçek, geniş zamana yayılmış bir çatışmayı bir günde ancak başlatanın bitirebileceği gerçeğiydi. Düne kadar farklı düşüneni düşman belleyerek yok etmeyi talep edenler, bir günde mi vazgeçmişlerdi bu sevdadan? Yoksa zemin hazırlayanların, emellerine ulaştıktan sonra zehirlerini pompalamaktan vazgeçmeleri mi on üç Eylülü süt liman hale getirmişti? Kalan ömründe, tekrarlanabilecek böyle bir girişime hayatı pahasına set olmaya yıllardır hazırdı. O sebeple on beş Temmuz akşamı sokağa ilk çıkanlardan olmuştu. Gücü eline geçirmek isteyenlerin yalanlarına kanmamıştı zaten bu güne kadar. İradesini de asla teslim etmeyecek, evladının kanını yerde koymayacaktı.
- Anlat bakalım Rasim dayı. Bir anda nereye kayboldun, neler yaşadın o akşam?
Gülümsedikten sonra;
- Sukutun çığlığı, deyiverdi.
Birbirimizden uzaklaştıktan sonra köprüye gitmek için yola çıkan arabalardan birine atlamış, otuz altı yıl sonra bir mermi daha yemişti tankların önünde dimdik durduğunda. Çevredeki diğer insanlar tarafından hastaneye kaldırılmıştı, karşı çıkmasına rağmen.
Uzun uzun neler yaşadığını anlatmak gibi bir niyeti olmadığı belli olsa da, benim soru sormaktan vazgeçmeye niyetim yoktu. Kayınçosunun torunu Afitap yanımıza geldiğinde susması, kendinden bahsetmeyi sevmeyişi sebebiyle sığındığı bahaneydi aslında. Kısası makbul olsa da hasta ziyaretinin, konuşulacak mevzuların bolluğundan olsa gerek reddedememiştim ikram teklifini.
- Kahvenizi nasıl alırdınız?
- Sade olsun, mümkünse…
- Bana da az şekerli bir kahve yap, dedikten sonra yüzüme baktı.
-  Akşam beraber nöbete gideriz, değil mi?
- Nasıl olur Rasim Enişte, diye söze girdi Afitap? Bu halinle nöbete gitmek sana mı kaldı?
Kaşları çatıldı. Çatallanan sesiyle;
- Sade içemiyorum Afitap.
Genç kızın yanımızdan uzaklaşmasıyla ben müdahale etmek istedim.
- Haksız sayılmaz. Bacağından vuruldun. Bu halinle birde nöbette yorulman uygun olmaz.
- Boş ver, dedi. Beceriksizler, beni zaten sakat olan bacağımdan vurdular. Kaybettiğim bir şey yok yani.
Meşhur kahkahasını attıktan sonra devam etti;
- Hem artık Deli Rasimlikten, gazi Rasimliğe terfi ettim. Hiç bensiz olur mu?
- Olmaz tabi, dedikten sonra ben gülümsedim bu kez. Peki ya bu enişte olayı nedir? Akrabaların olduğunu bilmiyordum.
- Benim değil, rahmetli eşimin akrabaları… Fazla karıştırma çorba olur. Ben gibi deli Rasim’lerle harmanlanınca teneşir operasyonuna dönüştü zaten şaşkın tekeye…
Gözlerinin içine baktım;
- Zaten biliyordun. Ama bunu aylar önce anlayabilmiş olmana ne demeli bilemiyorum, dedim.
- Benim nasıl anladığım önemli değil, dedi.  Ama mahallenin delisinin dahi görebildiklerini, velisinin göremeyeceğini sanan hainlere ve peşlerine takılan şaşkınlara asıl ne demeli?
Gizemlerle dolu bir insandı Rasim dayı. Kim bilir, başka bir gün başka bir hikâyede çözecektim belki de sırlarını. Kısmet…

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder