11 Aralık 2018 Salı

Nefesbank (Hikaye)


            Vedalaşırdı insanlar, yola revan olmadan önce…
            Neticede;
            Gidip de dönememek, dönüp de bulamamak yazılı olabilirdi kaderde…
            Kedi gibi, dokuz canlı değildi ki insan, yedekte can tutsun. Önlem mahiyetinde…
            Belki de kedilerdeydi işin sırrı…
            Can değilse de, nefes bırakabilmenin, yedekte…

            * * *

 

            Ofisten aldığı tabureyi, otomatik kepengin ineceği yerin az berisine, kumandanın bulunduğu sağ köşeye yerleştirdi Çorali. İçine, karanfil çöpleri doldurduğu şekerleme kutusundan bir çöp çıkartarak ağzına attı. Çoktan bıraktığı sigaraya alternatif olarak uyguladığı bu eyleminin neticesinde, gergin olan yüz hatları gevşedi. İhtiyar bedenini, getirmiş olduğu taburenin üzerine bırakma konusunda yaşadığı kısa tereddüde sebep;  tabureyi almak için ofise giderken aklında olan kitabı, almayı unutarak dönmesiydi.
            Tekrar geri dönmeye üşendi. Tabureye oturmasının ardından, “gelişi uzun sürerse, o zaman bakarız” diye mırıldandı. Yaş itibarıyla çelimsizleşen bacaklarından birini, diğerinin üzerine atmasının ardından, İstanbul Türküsü’nden iki mısra düştü diline:
           
“Urumelihisarı’na oturmuşum;
            Oturmuşta bir türkü tutturmuşum.”

            Bir anlığına keyiflendi. Kısa bir kahkaha attı önce… Sonra duruldu;        
- Oturduğum yer Rumelihisarı değil ama… Türkü tutturmaktan da aciz değilim ya, diye söylendi.
“Kara tren gecikir, belki hiç gelmez” türküsünün meşhur kara trenini, Karaduman’a çevirerek okudu.

Karaduman…
Davetsiz misafir…
Eve gidişini geciktiren engel…
Gelişiyle, işyeri nüfusuna önce bir; sonra, üç daha ekleyen can…
Koskoca sitede, doğum yapmak için Çorali’nin çalıştığı işyerinde karar kılan sevimli kedicik…
Kolundaki saate göz attı Çorali;
- Hayret, dedi. Kapanış saatini hiç kaçırmazdı hâlbuki. Başına bir şey mi geldi acaba?
Zorlukla yutkunmasının ardından;
- İnşallah iyidir. Yavrular daha çok küçük.

İki hafta önce işyerinin kapısını açtıklarında karşılaşmışlardı Karaduman’la. O hafta sonu, mekân kapanmadan önce kimseye fark ettirmeden içeri girmiş ve boş bir kolinin içinde gerçekleştirmiş olmalıydı doğumunu. Ne yapmaları gerektiğini düşünmüşler, sonunda yavrular gelişip serpilene kadar kalmalarına karar vermişlerdi davetsiz misafirlerin. Kimsenin gönlü razı olmamıştı; onları, sokağın çaresizliğine atmaya. Sonrasında, sahiplendirme yoluna gideceklerdi büyük ihtimalle. Tüylerinin, koyu bir dumanı andırıyor oluşu sebebiyle “Karaduman” adını takmışlardı anne kediye. Üç yavru için isim düşünmemişlerdi henüz.
Karaduman, sabahları işyerinin kapısı açılır açılmaz dışarıya çıkıyor; akşam kapanma saati geldiğinde de kendiliğinden geri dönüyordu. Ara seferleri de, yine içgüdüsüyle belirliyor olmalıydı. Hatta ilk haftasında; haftanın son çalışma günü olan Cumartesi, saat üçe beş dakika kala dönmüştü, saat üçte kapanacak olan işyerine. Kurulu saati varmış ve doğumdan önce uzun bir süre gözlem yapmış gibi. Yaradan, o günün, diğerlerinden farklı olduğunu bildirmiş olmalıydı bizim asla anlayamayacağımız bir yolla…
İkinci hafta sonu, ne olduysa gecikmişti işte. Çorali ve çalışma arkadaşları, hafta sonu yetecek kadar yem ve su bırakmak için yuva bellediği köşeye gittiklerinde, yavruların yalnız olduğunu fark etmişlerdi. Kapıyı kapatarak gitmeleri halinde, iki günü yalnız geçirmek zorunda kalacak olan yavruları, ölüme terk etmiş olacaklardı muhtemelen.
“Siz gidin” demişti Çorali, arkadaşlarına. “Ben beklerim Karaduman’ın dönüşünü. Poker oynayan köpekler, tablosunun önünde iki çay içmesem de olur bugün.” Hafta sonları birkaç dostu görebilmek için uğradığı çay ocağındaki; yıpranmasına rağmen, işletmecinin bir türlü indirmeye yanaşmadığı tablodan bahsediyordu. Oysa önem verirdi bu buluşmalara, kaçırmak istemezdi.
Saatine tekrar göz attığında üçü on dakika geçtiğini gördü Çorali. Siteden, oturduğu semte giden otobüsün kalkma vaktiydi. Bu da eve, en az bir saat rötarlı gideceğinin ispatıydı, asgari. Kalbini yokladığında, bir hüzün duymadığını hayretle fark etti. Ziyan olmuş saydığı ömrünün kırk yılının ardından gelen yirmi küsur yılı, zaman konusunda duyarlı yaşamıştı oysa. Ziyan edilmiş zamanın, yele verilmiş paradan daha değerli olduğunun bilincindeydi. Malayani işlerle uğraşmaz, dost meclislerinde dahi, ilim olurdu sohbetlerinin mevzuu. Artı bir değerle değerlenmek adına. Sayılı nefesini biriktirebileceği bir banka yoktu ki insanın, nefes ziyanının önüne set çeksin. Durduğu yerde değerlensin.
Emekliydi Çorali. Altmışından sonra saymayı bırakmış olsa da, birkaç yıl daha eklenmişti yaşının üzerine. Eşi iki yıl evvel vefat ettiğinde; evlatları, kendi düzenlerini kurmuşlardı bile. Çalışmaya mecbur değilse de, boş durmak onun için ölümle eş değerdi. Bir talebe vardı, okuması için maddi destek verdiği. Ve sırf onun için ekliyordu dualarına “Ya Rab! İlim talepkarı olan şu gencin okulu bitmeden, gücümü de, canımı da alma” diye.
Az sonra, oturduğu yerin önündeki rampadan, salına salına geldiğini gördü Karaduman’ın. Aralarındaki mesafe bir adıma düşünce durmuş, gözlerini gözlerine dikmiş, lisanı hal ile “sebepsiz değildi geç kalışım” der gibi bakıyordu sanki Çorali’ye.
Kızmalı mıydı? Şu masum bakışa nasıl kızılabilirdi ki?
- Gel kızım içeriye, dedi Çorali, gülümseyerek. Yavruların seni bekliyor.
Aynı anda, rampanın üst tarafından birinin kendisine seslendiğini duydu;
- Hey Çorali! Duydun mu?
Sitenin güvenlikçilerinden Osman’dı sesin sahibi.
- Neyi duydum mu?
- Telsizle anons geçtiler. Şu senin devamlı bindiğin hattın otobüsü site çıkışında bir kamyonla kafa kafaya çarpışmış. Yaralılar varmış, can kaybı dahi olabileceği söyleniyor…

Bir anlığına sessiz kaldı Çorali. Sonra ellerini duaya açtı;
- Sen, ne büyüksün Allah’ım. Hak etmediğimiz halde bire on, bire yüz, bire yedi yüz verirsin.
Gözlerinden yaşlar boşalırken devam etti duasına;
- On dakikalık bir yatırıma, kaç nefes ekledin kim bilir? Hamdı senalar olsun.

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder