Vedalaşırdı
insanlar, yola revan olmadan önce…
Neticede;
Gidip
de dönememek, dönüp de bulamamak yazılı olabilirdi kaderde…
Kedi
gibi, dokuz canlı değildi ki insan, yedekte can tutsun. Önlem mahiyetinde…
Belki
de kedilerdeydi işin sırrı…
Can
değilse de, nefes bırakabilmenin, yedekte…
* * *
Ofisten
aldığı tabureyi, otomatik kepengin ineceği yerin az berisine, kumandanın
bulunduğu sağ köşeye yerleştirdi Çorali. İçine, karanfil çöpleri doldurduğu
şekerleme kutusundan bir çöp çıkartarak ağzına attı. Çoktan bıraktığı sigaraya
alternatif olarak uyguladığı bu eyleminin neticesinde, gergin olan yüz hatları
gevşedi. İhtiyar bedenini, getirmiş olduğu taburenin üzerine bırakma konusunda yaşadığı
kısa tereddüde sebep; tabureyi almak
için ofise giderken aklında olan kitabı, almayı unutarak dönmesiydi.
Tekrar
geri dönmeye üşendi. Tabureye oturmasının ardından, “gelişi uzun sürerse, o
zaman bakarız” diye mırıldandı. Yaş itibarıyla çelimsizleşen bacaklarından
birini, diğerinin üzerine atmasının ardından, İstanbul Türküsü’nden iki mısra
düştü diline:
“Urumelihisarı’na
oturmuşum;
Oturmuşta
bir türkü tutturmuşum.”
Bir
anlığına keyiflendi. Kısa bir kahkaha attı önce… Sonra duruldu;
- Oturduğum yer
Rumelihisarı değil ama… Türkü tutturmaktan da aciz değilim ya, diye söylendi.
“Kara tren gecikir,
belki hiç gelmez” türküsünün meşhur kara trenini, Karaduman’a çevirerek okudu.
Karaduman…
Davetsiz misafir…
Eve gidişini geciktiren
engel…
Gelişiyle, işyeri
nüfusuna önce bir; sonra, üç daha ekleyen can…
Koskoca sitede, doğum
yapmak için Çorali’nin çalıştığı işyerinde karar kılan sevimli kedicik…
Kolundaki saate göz
attı Çorali;
- Hayret, dedi. Kapanış
saatini hiç kaçırmazdı hâlbuki. Başına bir şey mi geldi acaba?
Zorlukla yutkunmasının
ardından;
- İnşallah iyidir.
Yavrular daha çok küçük.
İki hafta önce
işyerinin kapısını açtıklarında karşılaşmışlardı Karaduman’la. O hafta sonu,
mekân kapanmadan önce kimseye fark ettirmeden içeri girmiş ve boş bir kolinin
içinde gerçekleştirmiş olmalıydı doğumunu. Ne yapmaları gerektiğini
düşünmüşler, sonunda yavrular gelişip serpilene kadar kalmalarına karar
vermişlerdi davetsiz misafirlerin. Kimsenin gönlü razı olmamıştı; onları,
sokağın çaresizliğine atmaya. Sonrasında, sahiplendirme yoluna gideceklerdi büyük
ihtimalle. Tüylerinin, koyu bir dumanı andırıyor oluşu sebebiyle “Karaduman”
adını takmışlardı anne kediye. Üç yavru için isim düşünmemişlerdi henüz.
Karaduman, sabahları
işyerinin kapısı açılır açılmaz dışarıya çıkıyor; akşam kapanma saati
geldiğinde de kendiliğinden geri dönüyordu. Ara seferleri de, yine içgüdüsüyle
belirliyor olmalıydı. Hatta ilk haftasında; haftanın son çalışma günü olan
Cumartesi, saat üçe beş dakika kala dönmüştü, saat üçte kapanacak olan
işyerine. Kurulu saati varmış ve doğumdan önce uzun bir süre gözlem yapmış
gibi. Yaradan, o günün, diğerlerinden farklı olduğunu bildirmiş olmalıydı bizim
asla anlayamayacağımız bir yolla…
İkinci hafta sonu, ne
olduysa gecikmişti işte. Çorali ve çalışma arkadaşları, hafta sonu yetecek
kadar yem ve su bırakmak için yuva bellediği köşeye gittiklerinde, yavruların
yalnız olduğunu fark etmişlerdi. Kapıyı kapatarak gitmeleri halinde, iki günü
yalnız geçirmek zorunda kalacak olan yavruları, ölüme terk etmiş olacaklardı
muhtemelen.
“Siz gidin” demişti
Çorali, arkadaşlarına. “Ben beklerim Karaduman’ın dönüşünü. Poker oynayan
köpekler, tablosunun önünde iki çay içmesem de olur bugün.” Hafta sonları
birkaç dostu görebilmek için uğradığı çay ocağındaki; yıpranmasına rağmen, işletmecinin
bir türlü indirmeye yanaşmadığı tablodan bahsediyordu. Oysa önem verirdi bu
buluşmalara, kaçırmak istemezdi.
Saatine tekrar göz
attığında üçü on dakika geçtiğini gördü Çorali. Siteden, oturduğu semte giden
otobüsün kalkma vaktiydi. Bu da eve, en az bir saat rötarlı gideceğinin
ispatıydı, asgari. Kalbini yokladığında, bir hüzün duymadığını hayretle fark
etti. Ziyan olmuş saydığı ömrünün kırk yılının ardından gelen yirmi küsur yılı,
zaman konusunda duyarlı yaşamıştı oysa. Ziyan edilmiş zamanın, yele verilmiş
paradan daha değerli olduğunun bilincindeydi. Malayani işlerle uğraşmaz, dost
meclislerinde dahi, ilim olurdu sohbetlerinin mevzuu. Artı bir değerle
değerlenmek adına. Sayılı nefesini biriktirebileceği bir banka yoktu ki
insanın, nefes ziyanının önüne set çeksin. Durduğu yerde değerlensin.
Emekliydi Çorali.
Altmışından sonra saymayı bırakmış olsa da, birkaç yıl daha eklenmişti yaşının
üzerine. Eşi iki yıl evvel vefat ettiğinde; evlatları, kendi düzenlerini
kurmuşlardı bile. Çalışmaya mecbur değilse de, boş durmak onun için ölümle eş
değerdi. Bir talebe vardı, okuması için maddi destek verdiği. Ve sırf onun için
ekliyordu dualarına “Ya Rab! İlim talepkarı olan şu gencin okulu bitmeden,
gücümü de, canımı da alma” diye.
Az sonra, oturduğu
yerin önündeki rampadan, salına salına geldiğini gördü Karaduman’ın.
Aralarındaki mesafe bir adıma düşünce durmuş, gözlerini gözlerine dikmiş,
lisanı hal ile “sebepsiz değildi geç kalışım” der gibi bakıyordu sanki Çorali’ye.
Kızmalı mıydı? Şu masum
bakışa nasıl kızılabilirdi ki?
- Gel kızım içeriye,
dedi Çorali, gülümseyerek. Yavruların seni bekliyor.
Aynı anda, rampanın üst
tarafından birinin kendisine seslendiğini duydu;
- Hey Çorali! Duydun
mu?
Sitenin
güvenlikçilerinden Osman’dı sesin sahibi.
- Neyi duydum mu?
- Telsizle anons
geçtiler. Şu senin devamlı bindiğin hattın otobüsü site çıkışında bir kamyonla
kafa kafaya çarpışmış. Yaralılar varmış, can kaybı dahi olabileceği söyleniyor…
Bir anlığına sessiz
kaldı Çorali. Sonra ellerini duaya açtı;
- Sen, ne büyüksün Allah’ım.
Hak etmediğimiz halde bire on, bire yüz, bire yedi yüz verirsin.
Gözlerinden yaşlar
boşalırken devam etti duasına;
- On dakikalık bir
yatırıma, kaç nefes ekledin kim bilir? Hamdı senalar olsun.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder