Gerçek teröristlerin; şehirlerde bulunan yüksek
binaların en üst katlarında, pahalı takım elbiseleriyle bizleri izlediği
gerçeğini, hemen herkes çoklu bir muhabbet ortamında işitmiş ve gerçekliğine
inanmıştır. Buna göre dağlarda, karanlık yerlerde saklanan eşkıya güruhu,
gerçek teröristlerin tetikçileri, ellerini yakmamak için kullandıkları maşaları
olabilir ancak. Fakat zaman içerisinde, maşalarda seviye atlayarak sahiplerine
benzeyebilir.
Kim oldukları, gerçek hedeflerinin
ne olduğu gibi sorular çoğu zaman havada asılı kalsa da, yine çoğu kişi bilir
ki; yeryüzü zenginliklerinin, enerji kaynaklarının başında oturmak maddi
hedeflerinin başında gelir. Diğer yandan, sapkın ideolojilerini dünyaya hâkim
kılmak gibi şeytani bir hedefleri daha vardır. Her iki hedeflerinin de önüne
çıkabilecek tek engelin, şuurlu Müslümanlar olduğunu bilirler. Yeryüzünde
adaletin son temsilcisi olan Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığından beri,
Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda akan kanın eksik olmamasının sebebi budur.
Azınlık olan ama çoğunluğu yöneten
bu kesim, daha da belirginleştirmek gerekirse bu aileler bizim ülkemizde de
oldukça etkindir. Osmanlı’nın batışında onlar vardır. Siyaset sahnemizde…
Bankacılık sektörümüzde… Madenlerimizde… Tarımımızda… Hayvancılığımızda…
Planlarını uzun zamana yayarlar ve uygulama aşamasında kendilerine hizmet
edecek, satın alınabilecek kişileri tespit etmekte oldukça mahirdirler. Yani
ellerini kirletmez, senaryosunu yazdıkları olayları taşeron vasıtasıyla
gerçekleştirirler. Ve bu maşaların sonu; yakalansın yahut yakalanmasın dört
duvar arasında ömür tüketmektir.
Sağ köşesindeki saat ikonuna göz
attıktan sonra, bilgisayarına kapat komutu verdi Halil İbrahim. Ağır adımlarla
evin mutfağına doğru yöneldi. Bir süre tezgâhın üzerine göz attı. Gözüne
kestirdiği kaçerolayı aldı ve eliyle tartarak iş göreceğine kanaat getirdi.
Eğilerek evyenin altındaki dolap görünümlü kapakları açtı. Güvenlik vanasının
üzerine sert ve etkili bir darbe indirdikten sonra;
- Sen gidemiyorsan, bırak onlar sana
gelsin.
Kırılan vanadan sular fışkırarak
akmaya başladığında, kapağı kapattı. Sakince yatak odasına gitti. Elbiselerini
çıkarttıktan sonra bir eşofman geçirdi altına… Üstüne de bol bir tişört… Gecenin bir yarısı olması hasebiyle uykuyu
arzuluyor olsa da, bedenini uyumak için bırakmamıştı yumuşak yatağının üzerine.
Az bir dinlenebilirse kârda sayacaktı kendini. Bu kez kolundaki saate göz attı.
- Birazdan damlarlar.
Yanılmamıştı. Yaklaşık beş dakika
sonra, kapı zili çalmaya başladı.
- Bu kadar erken fark ettiklerine
göre, bizim gece kuşları ayaktaymış demek ki.
Hemen açmadı kapıyı. Zilin birkaç
kere daha çalmasını bekledi. Nihayet açmak için ayağa kalktığında,
yumruklanmaya başlanmıştı kapı…
- Komşu… Komşu…
Güvenlik kilidini çözmeden kapıyı
araladı. Bir eliyle uykudan yeni kalkmış gibi gözlerini ovalarken;
- Ne oluyor yahu, gecenin bir
yarısı?
- Muslukları açık unutmuşsun herhalde
komşu… Bizim dairenin tavanından tepemize yağmur gibi su geliyor.
Önce kapıyı kapattı. Sonra
güvenlik kilidini çözerek tekrar açtı.
- Su mu? Allah… Allah…
Evin içine doğru yöneldiğinde,
alt kat komşusu gayrı ihtiyari onu takip etti. Ön sırada bulunan banyo kapısını
aralayarak içeriye göz attı.
- Burada açık bir musluk
görünmüyor.
Üç adım daha atarak mutfağa
yaklaştığında, koridordaki yolluk ayaklarını ıslattı. Telaşlı hareketlerle
mutfak kapısını açtı;
- Aman Allah’ım! Burası göle
dönmüş.
Sağa sola göz attıktan sonra;
- İyi de, bu su nereden gelmiş?
Takipte olan komşusu öne geçerek
evyenin altındaki dolap kapaklarını araladı;
- İşte buradan. Vana patlamış.
- Kusura bakma komşu… Derken,
evinin tavanını ve duvarlarını berbat eden sıkıntılı durum için özür
dilemiyordu aslında komşusundan. İkinci bir kez daha şiddet amaçlı kullanacağı
kaçerolanın, vereceğini tahmin ettiği acı içindi bu özür. Yanılıyor olabileceği
ihtimaline karşı, gönlünü avutabilecek bir önlem…
Alt kat komşusu, mutfağında
baygın yatarken tekrar daire kapısına yöneldi. Kapıyı açık bıraktı ve gürültülü
adımlar atarak alt kata indi. Zile basarken;
- İnşallah yanılmıyorumdur, diye
aklından geçirdi.
Kedigözündeki gölgelenmeyi fark
ettiğinde, yüzüne endişeli bir ifade takındı. İçeriden gelen tok bir erkek
sesi;
- Ne istemiştiniz?
- Benim dairenin mutfak vanası
patlamış komşu… Ercan Bey, suyu kesmeye çalışıyor ama benim evde alet çantası
yok. Biliyorsunuz, taşınalı daha iki hafta bile olmadı.
“Ercan Bey” Biranda uydurmuştu bu
ismi. Konuşmasına devam edebilmek için bir isme ihtiyacı vardı ve bayıltmadan
önce adamın ismini öğrenmeyi akıl edememişti. “Zaten gerçekten tahmin ettiğim
şahıslarsa, içlerinden birinin kapıma gelip gerçek ismini söyleyecek hali yoktu
ya…” Diye düşünerek, o anda aklına gelen ilk ismi söyleyivermişti. İçeriden
gelen aynı ses;
- Ana vanayı kapatsaydınız.
Muhatap olduğu şahsın, fazla
uyanık olduğunu düşündü. İçerlemiş olduğunu vurgulayan bir ses tonuyla;
- Evet. Bunu düşündük. Ama
yönetici, ana vananın bulunduğu kasayı kilitlemiş, yalanını savurdu.
Yaşanan kısa süreli sessizlikte;
işi, eline yüzüne bulaştırdığını düşündü Halil İbrahim. Oysa emri gayet açıktı.
“Gözle ve bekle.” Acemice bir yalan yüzünden, bunca emek ziyan olmak üzereydi
ve böyle bir durumda tüm sorumluluk kendine ait olacaktı.
- Ah! Bir emin olabilseydim,
cümlesi baskı yaptı beyninin çeperlerine.
Birinci şahsı tanımıyor olsa da,
ikinciden umutluydu. Hep öyle olmamış mıydı? Saklayan, henüz deşifre edilememiş
bir yüz olurdu.
- Pekâlâ. Biraz bekle, cümlesiyle
nihayetlenen bekleyiş sonunda rahat bir nefes aldı.
Az sonra duyduğu ses, çelik
kapının güvenlik zincirinin içeriden açıldığının belirtisiydi. Alet çantasının,
zincir takılıyken dışarıya çıkarılabilme ihtimali yoktu zaten. Kapıyı hafif
aralayarak alet çantasını dışarı uzattığında, muhatabının yüzünü çeyrek
saniyeliğine görebilmişti Halil İbrahim. Sakal ve bıyık bırakarak imaj
değiştirmiş olsa da anında tanımıştı avını. Tüm kıvrımlarını belleğine
kaydettiği, onlarca yüzden birinin sahibiydi ve sadece bir adımlık mesafe vardı
aralarında. Daha fazla beklemenin manası da, gereği de kalmamıştı.
Çantayı almak ister gibi elini
uzatırken, ani bir hareketle kapıya omuz attı. Çelik kapının yüzüne çarpmasıyla
yere düşen şahsı, etkisiz hale getirmesi fazla uzun sürmedi. Koltuk altına
gizlediği tabancasını el çabukluğu ile çekti. Tüm odaları teker teker gezerek,
evde başka kimsenin bulunmadığından emin oldu. Caddeye bakan pencerenin panjurlarını
kaldırarak camı açtı. Eliyle belirli bir bölgeye, “buraya gelin” anlamı
çıkarılacak basit bir işaret çaktıktan sonra gülümsedi;
- Bir gaybubet evi daha deşifre
oldu. Yakında, saklanabileceğiniz tek bir delik dahi kalmayacak.
Kaçak durumuna düşen
teröristlerin, yakalanmamak için gizlendikleri, bir nevi sığınak vazifesi gören
evlerin ortak ismiydi gaybubet evi.
Abartılı, tek kişilik ordu
tiplemeleri beyaz perdede gişe yapıyor olsa da; gerçek kahramanların, silahsız
bir şekilde tankların önünde duran sıradan insanlar olduklarını 15 Temmuz
akşamı tüm dünya öğrenmişti. Bu gece yaşanan operasyonda olduğu gibi
sıradanlığı, sıra dışı hamlelere çeviren Halil İbrahim, kimi zaman inisiyatif
kullanarak operasyonları hızlandırıyordu.
Terör örgütünün en çok aranılan
kaçaklarından birini yakalama başarısı gösteren Halil İbrahim; gecenin
sabahında yazılı raporunu bitirmiş, sözlü raporunu sunuyordu amiri Kemal
Terzi’ye.
- Demek mutfak vanası
kendiliğinden patladı.
- Evet amirim.
- Bir önceki operasyonda da,
binada yangın çıkmıştı değil mi?
- Evet amirim.
- Ondan öncekinde de doğalgaz
kaçağı olmuştu, hafızam beni yanıltmıyorsa.
- Musibetleri, mıknatıs gibi
üzerime çekiyorum sanırım, amirim.
Kemal Terzi’nin gülümseyerek
yaptığı yorum, bundan böyle yaşanılacaklara izin çıktığının ifadesiydi adeta;
- O vakit bırakalım, birazda
musibetler düşünsün, kimlere bulaştıklarını.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder