9 Aralık 2018 Pazar

Gaybubet Evi (Hikaye)


            Gerçek teröristlerin; şehirlerde bulunan yüksek binaların en üst katlarında, pahalı takım elbiseleriyle bizleri izlediği gerçeğini, hemen herkes çoklu bir muhabbet ortamında işitmiş ve gerçekliğine inanmıştır. Buna göre dağlarda, karanlık yerlerde saklanan eşkıya güruhu, gerçek teröristlerin tetikçileri, ellerini yakmamak için kullandıkları maşaları olabilir ancak. Fakat zaman içerisinde, maşalarda seviye atlayarak sahiplerine benzeyebilir.
            Kim oldukları, gerçek hedeflerinin ne olduğu gibi sorular çoğu zaman havada asılı kalsa da, yine çoğu kişi bilir ki; yeryüzü zenginliklerinin, enerji kaynaklarının başında oturmak maddi hedeflerinin başında gelir. Diğer yandan, sapkın ideolojilerini dünyaya hâkim kılmak gibi şeytani bir hedefleri daha vardır. Her iki hedeflerinin de önüne çıkabilecek tek engelin, şuurlu Müslümanlar olduğunu bilirler. Yeryüzünde adaletin son temsilcisi olan Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığından beri, Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda akan kanın eksik olmamasının sebebi budur.
            Azınlık olan ama çoğunluğu yöneten bu kesim, daha da belirginleştirmek gerekirse bu aileler bizim ülkemizde de oldukça etkindir. Osmanlı’nın batışında onlar vardır. Siyaset sahnemizde… Bankacılık sektörümüzde… Madenlerimizde… Tarımımızda… Hayvancılığımızda… Planlarını uzun zamana yayarlar ve uygulama aşamasında kendilerine hizmet edecek, satın alınabilecek kişileri tespit etmekte oldukça mahirdirler. Yani ellerini kirletmez, senaryosunu yazdıkları olayları taşeron vasıtasıyla gerçekleştirirler. Ve bu maşaların sonu; yakalansın yahut yakalanmasın dört duvar arasında ömür tüketmektir.

Sağ köşesindeki saat ikonuna göz attıktan sonra, bilgisayarına kapat komutu verdi Halil İbrahim. Ağır adımlarla evin mutfağına doğru yöneldi. Bir süre tezgâhın üzerine göz attı. Gözüne kestirdiği kaçerolayı aldı ve eliyle tartarak iş göreceğine kanaat getirdi. Eğilerek evyenin altındaki dolap görünümlü kapakları açtı. Güvenlik vanasının üzerine sert ve etkili bir darbe indirdikten sonra;
            - Sen gidemiyorsan, bırak onlar sana gelsin.
            Kırılan vanadan sular fışkırarak akmaya başladığında, kapağı kapattı. Sakince yatak odasına gitti. Elbiselerini çıkarttıktan sonra bir eşofman geçirdi altına… Üstüne de bol bir tişört…  Gecenin bir yarısı olması hasebiyle uykuyu arzuluyor olsa da, bedenini uyumak için bırakmamıştı yumuşak yatağının üzerine. Az bir dinlenebilirse kârda sayacaktı kendini. Bu kez kolundaki saate göz attı.
            - Birazdan damlarlar.
            Yanılmamıştı. Yaklaşık beş dakika sonra, kapı zili çalmaya başladı.
            - Bu kadar erken fark ettiklerine göre, bizim gece kuşları ayaktaymış demek ki.
            Hemen açmadı kapıyı. Zilin birkaç kere daha çalmasını bekledi. Nihayet açmak için ayağa kalktığında, yumruklanmaya başlanmıştı kapı…
            - Komşu… Komşu…
            Güvenlik kilidini çözmeden kapıyı araladı. Bir eliyle uykudan yeni kalkmış gibi gözlerini ovalarken;
            - Ne oluyor yahu, gecenin bir yarısı?
            - Muslukları açık unutmuşsun herhalde komşu… Bizim dairenin tavanından tepemize yağmur gibi su geliyor.
Önce kapıyı kapattı. Sonra güvenlik kilidini çözerek tekrar açtı.
- Su mu? Allah… Allah…
Evin içine doğru yöneldiğinde, alt kat komşusu gayrı ihtiyari onu takip etti. Ön sırada bulunan banyo kapısını aralayarak içeriye göz attı.
- Burada açık bir musluk görünmüyor.
Üç adım daha atarak mutfağa yaklaştığında, koridordaki yolluk ayaklarını ıslattı. Telaşlı hareketlerle mutfak kapısını açtı;
- Aman Allah’ım! Burası göle dönmüş.
Sağa sola göz attıktan sonra;
- İyi de, bu su nereden gelmiş?
Takipte olan komşusu öne geçerek evyenin altındaki dolap kapaklarını araladı;
- İşte buradan. Vana patlamış.
- Kusura bakma komşu… Derken, evinin tavanını ve duvarlarını berbat eden sıkıntılı durum için özür dilemiyordu aslında komşusundan. İkinci bir kez daha şiddet amaçlı kullanacağı kaçerolanın, vereceğini tahmin ettiği acı içindi bu özür. Yanılıyor olabileceği ihtimaline karşı, gönlünü avutabilecek bir önlem…
Alt kat komşusu, mutfağında baygın yatarken tekrar daire kapısına yöneldi. Kapıyı açık bıraktı ve gürültülü adımlar atarak alt kata indi. Zile basarken;
- İnşallah yanılmıyorumdur, diye aklından geçirdi.
Kedigözündeki gölgelenmeyi fark ettiğinde, yüzüne endişeli bir ifade takındı. İçeriden gelen tok bir erkek sesi;
- Ne istemiştiniz?
- Benim dairenin mutfak vanası patlamış komşu… Ercan Bey, suyu kesmeye çalışıyor ama benim evde alet çantası yok. Biliyorsunuz, taşınalı daha iki hafta bile olmadı.
“Ercan Bey” Biranda uydurmuştu bu ismi. Konuşmasına devam edebilmek için bir isme ihtiyacı vardı ve bayıltmadan önce adamın ismini öğrenmeyi akıl edememişti. “Zaten gerçekten tahmin ettiğim şahıslarsa, içlerinden birinin kapıma gelip gerçek ismini söyleyecek hali yoktu ya…” Diye düşünerek, o anda aklına gelen ilk ismi söyleyivermişti. İçeriden gelen aynı ses;
- Ana vanayı kapatsaydınız.
Muhatap olduğu şahsın, fazla uyanık olduğunu düşündü. İçerlemiş olduğunu vurgulayan bir ses tonuyla;
- Evet. Bunu düşündük. Ama yönetici, ana vananın bulunduğu kasayı kilitlemiş, yalanını savurdu.
Yaşanan kısa süreli sessizlikte; işi, eline yüzüne bulaştırdığını düşündü Halil İbrahim. Oysa emri gayet açıktı. “Gözle ve bekle.” Acemice bir yalan yüzünden, bunca emek ziyan olmak üzereydi ve böyle bir durumda tüm sorumluluk kendine ait olacaktı.
- Ah! Bir emin olabilseydim, cümlesi baskı yaptı beyninin çeperlerine.
Birinci şahsı tanımıyor olsa da, ikinciden umutluydu. Hep öyle olmamış mıydı? Saklayan, henüz deşifre edilememiş bir yüz olurdu.
- Pekâlâ. Biraz bekle, cümlesiyle nihayetlenen bekleyiş sonunda rahat bir nefes aldı.
Az sonra duyduğu ses, çelik kapının güvenlik zincirinin içeriden açıldığının belirtisiydi. Alet çantasının, zincir takılıyken dışarıya çıkarılabilme ihtimali yoktu zaten. Kapıyı hafif aralayarak alet çantasını dışarı uzattığında, muhatabının yüzünü çeyrek saniyeliğine görebilmişti Halil İbrahim. Sakal ve bıyık bırakarak imaj değiştirmiş olsa da anında tanımıştı avını. Tüm kıvrımlarını belleğine kaydettiği, onlarca yüzden birinin sahibiydi ve sadece bir adımlık mesafe vardı aralarında. Daha fazla beklemenin manası da, gereği de kalmamıştı.
Çantayı almak ister gibi elini uzatırken, ani bir hareketle kapıya omuz attı. Çelik kapının yüzüne çarpmasıyla yere düşen şahsı, etkisiz hale getirmesi fazla uzun sürmedi. Koltuk altına gizlediği tabancasını el çabukluğu ile çekti. Tüm odaları teker teker gezerek, evde başka kimsenin bulunmadığından emin oldu. Caddeye bakan pencerenin panjurlarını kaldırarak camı açtı. Eliyle belirli bir bölgeye, “buraya gelin” anlamı çıkarılacak basit bir işaret çaktıktan sonra gülümsedi;
- Bir gaybubet evi daha deşifre oldu. Yakında, saklanabileceğiniz tek bir delik dahi kalmayacak.
Kaçak durumuna düşen teröristlerin, yakalanmamak için gizlendikleri, bir nevi sığınak vazifesi gören evlerin ortak ismiydi gaybubet evi.
Abartılı, tek kişilik ordu tiplemeleri beyaz perdede gişe yapıyor olsa da; gerçek kahramanların, silahsız bir şekilde tankların önünde duran sıradan insanlar olduklarını 15 Temmuz akşamı tüm dünya öğrenmişti. Bu gece yaşanan operasyonda olduğu gibi sıradanlığı, sıra dışı hamlelere çeviren Halil İbrahim, kimi zaman inisiyatif kullanarak operasyonları hızlandırıyordu.
Terör örgütünün en çok aranılan kaçaklarından birini yakalama başarısı gösteren Halil İbrahim; gecenin sabahında yazılı raporunu bitirmiş, sözlü raporunu sunuyordu amiri Kemal Terzi’ye.
- Demek mutfak vanası kendiliğinden patladı.
- Evet amirim.
- Bir önceki operasyonda da, binada yangın çıkmıştı değil mi?
- Evet amirim.
- Ondan öncekinde de doğalgaz kaçağı olmuştu, hafızam beni yanıltmıyorsa.
- Musibetleri, mıknatıs gibi üzerime çekiyorum sanırım, amirim.
Kemal Terzi’nin gülümseyerek yaptığı yorum, bundan böyle yaşanılacaklara izin çıktığının ifadesiydi adeta;
- O vakit bırakalım, birazda musibetler düşünsün, kimlere bulaştıklarını.

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder