6 Aralık 2018 Perşembe

Bu Köprü Bedava (Deneme)


Hani vardır ya öyle insan; beğendiği ayakkabıyı anlatmaya, tabanındaki kauçuğun üretim aşamasından başlar. Sıkıcıdır.
Ben öyle değilim meselâ… Bana “ayakkabıyı anlat” deseler, karda bırakmış olduğu izlerden girerim konuya.
Demem o ki; işte tam bu nokta, köprüden önceki son çıkış.
Devam mı? Peki, siz bilirsiniz. Rahmet okumak kadar, okutmanında sevabının bol olduğu inancıyla devam o zaman.
Ve hazır, köprü demişken…
Anlık da olsa; kendini gösterdiyse yağmur, arınmaya muhtaç bedeninin arzuladığı, çise kıvamında…
Su damlasının gönüllü kırgınlığı, tayf tadında kuşağı resmediyorsa gökyüzüne…
Birde açık camdan süzülen boğaz esintisi, temas ettiyse yüzüne en işveli haliyle…
Yakalanmıştır ilham arsızı bünyen, şehrin edebi doğumlar aşılayan polenlerine.
Olgunluğa ulaşana kadar; tadın burulur, sözün savrulur, için kavrulur. Emsallerini hayal eder, sıklığını sayarsın sancıların, hissel darbeler eşliğinde.
Şiir olur şehir, ortasından nehir geçerse. Ya koca bir deniz geçiyorsa, iki yakayı iki kıtaya salan? Belki de budur, sevdalarının bile farklı oluşunun sebebi hikmeti. Sonsuzluğudur sevdasını büyük kılan, en çokta onsuzluğudur. İnce hastalığını, ince ruhlara aşılamak birazda sorumsuzluğudur.
Can kenarı boyun eğmelerine çare olmasa da; yaslanılacak omuz olur, bir otobüs dolusu yalnızlığa cam kenarı. Teker teker yanmaya başlayan ışıklar gibi habercisidir akşam olduğunun, sürü halinde uçan kuşlar. Belli ki kıtaların söz yüzüğü köprüdesindir, iki yakaya da yakın, iki kıtaya da hâkim. Ve şehir şiirse, köprü kafiye…
Köprü…
Takma dişleri sağlam dişlere tutturan protezden bahsetmiyoruz tabi ki. Yahut güreşçinin tuş olmadan önceki son çabasından… Geminin komuta yeri hiç değil, malum… İki yakayı birbirine bağlayan yapı, en yakın somut tanımı.
Aralarında engel olan iki uzağı, yakın eden doğru parçasıdır köprü. İlhamımızın sebebi boğaz köprüsü, misalin nirvanası…
Çalışmadığı için tamire götürdüğüm bilgisayarımı inceledikten sonra “kuzey köprüsünde sorun var beyefendi” demişti, görevli. Kuzey köprüsünün sağlıklı olması için soğutucular ile iyi korunması gerekiyormuş. Çünkü bilgi transferinde aşırı derecede ısınma olabileceği için soğutmak önemliymiş. Biz hikâyeciler, kurmak istediğimiz bağı bir olay örgüsüne düğümlediğimizden olsa gerek ana kartı erken yakıp, Şenol Tombaş’ın “Hikâyeciler Erken Ölür” isimli yazısında anlattığı gibi darül bekaya erken göç ediyoruz herhalde. (Malum, soğutucu etkenler pek verimli değil.) Anlaşılan o ki, köprü her yerde önemli.
Bunca dağınıklıktan sonra toparlamak gerekirse, köprü; bağın şekil bulmuş hali, ulaşımın olmazsa olmazıdır. Verimli olmasının yolunun çiğnenmekten geçmesi, belli ki alınyazısıdır. Kâinatta karanlık madde, adalar arasında deniz, İstanbul’da Boğaziçi (15 Temmuz Şehitler Köprüsü), telgrafın telleri, internet sinyalleri vs.
Ya gönül köprüsü?
İzahı, mizahın cazibesinde yitirmeden yapmamız gerekirse; dünle bugün, bugün ile yarın, en önemlisi bugün ile bugün arasında kurulan bağın diğer adıdır gönül köprüsü. Herkes tarafından kabul edilmiş bir değerden yapılmışsa örgüsü, gücü de o denli yüksektir. Ve Hak, Hz. Âdem’den beri kutsal kitaplar gönderiyorken halka; beşeri mühendisliğinin de, edebin yatağında olduğu bellidir.
Edebiyatçının köprüsü, sözlü geleneğimizde sazın tellerinde, hafızaların mahreminde hayat bulmuş… Sonra, beyaz sahifeler üzerine dizilmiş edebi değeri olan kelimelerle dokunmuş…  Ve harf harf dökülmüştür kalıba her bir tuğla.
Ah bu korna sesleri… (Köprüyü anlatmak için, maden ocağına inecek değildik elbette.)
Ve sen hala kıtaların söz yüzüğü köprüdesindir. Nerden geldiği belirsiz tozları silkelerken beyaz gömleğinden, açılımında memnuniyetindesindir.
Beyaz…
Nihayetinde en sevdiklerindir;
Beyaz gömlek, beyaz çorap, beyaz ayakkabı… Hatta dondurmanın bile beyazı.
Eski evlerin bir torba kireçle ucuz yollu ağartılmış dış duvarlarına, kömür parçasıyla resim yapan çocuklar yakın arkadaşın olmayı başaramamıştır hiçbir zaman. Beyaz saflığın sembolüdür ve sıradan çocuksu bir oyunu çocukluğunda reddediyor oluşunu; bu saflığa sürülen lekeyi kabullenemeyen bir mizaçta yaratılmış olmana yormuşsundur. Ta ki beyazın; yansıtma özelliği olan yedi rengin, kıvamında harmanından oluştuğunu öğrendiğin güne kadar. Aslında böyle eşsiz bir karışımın, amaçsız karalamalarla ziyan edilmemesi gereğinin farkında doğmuşsundur. Farkındalık, sadece bir zaman sorunsalı…
Beyaz, mükemmelliğin resmidir senin için bir nevi. Köprü ayaklarının arsası…
Belki bu yüzdendir; çizgili ve kareli defterlerin ardından tanıştığın o saf, tertemiz harita metot defterine duyduğun derin saygı. Görenin “kesinlikle doktor olmalısın” yorumunu eklediği yazının, biranda güzelleşmesi.
Biz gönül köprümüzü edebiyat arazisi üzerine inşa edenlerdeniz.
Destanlar, o köprüden geçerek ulaşmış günümüze…
Köprüsünden geçenden otuz akçe, geçmeyenden döve döve kırk akçe alan Deli Dumrul değil belki ama Dedem Korkut’un yolu da oradan geçmiş belli.
Aşk hikâyeleri, Mesnevi, Yunus’un şiirleri, Nasreddin Hoca’nın nükteleri…
Bugün bir Şenol Tombaş’ı, gelecek zamandaki okurlarına taşıyacak olanda köprüdür. Yeni nesil köprüsü… Medeniyetini, kültürünü bilen ve buna yeni anlam yükleyebilen erdemli insanlara ulaşma ülküsü… Ve dahi Filiz Çırpıcı’yı, Mehmet Ballı’yı, İbrahim Özgün’ü…
Zor olanı; bugünü, bugüne taşımaktır. Onunda yolu bol şeritli bir emek, diğer adıyla dergi… Bireysel çalışmalar, ıssız adadan okyanusa salınmış pusulalı bir şişe… Dergideyse; tüm adalara hatta anakaralara ulaşabilmektir, emek verenlerin derdi.
Neden inmeye başladı herkes? Pardon, son durağa gelmişiz.
Kundağı kucağına aldığında, çektiğin sancılara değdiğini görürsün. Köprüden önceki son çıkışı kaçırdığından beri gönül köprüleri inşa eder, sırat egzersizi yapar ve nihayetinde o yolda ölürsün.
Anlayacağınız; köprüler yaptırdım gelip geçmeye… Hızlı geçiş sistemi yok ama bayramda bizim köprüler bedava.
Son çıkışı kaçırmamalıydınız vesselam… Bu kula her gün bayram…

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder