Hani
vardır ya öyle insan; beğendiği ayakkabıyı anlatmaya, tabanındaki kauçuğun
üretim aşamasından başlar. Sıkıcıdır.
Ben
öyle değilim meselâ…
Bana “ayakkabıyı anlat” deseler, karda bırakmış olduğu izlerden girerim konuya.
Demem
o ki; işte tam bu nokta, köprüden önceki son çıkış.
Devam
mı? Peki, siz bilirsiniz. Rahmet okumak kadar, okutmanında sevabının bol olduğu
inancıyla devam o zaman.
Ve
hazır, köprü demişken…
Anlık da olsa; kendini
gösterdiyse yağmur, arınmaya muhtaç bedeninin arzuladığı, çise kıvamında…
Su damlasının gönüllü
kırgınlığı, tayf tadında kuşağı resmediyorsa gökyüzüne…
Birde açık camdan
süzülen boğaz esintisi, temas ettiyse yüzüne en işveli haliyle…
Yakalanmıştır ilham
arsızı bünyen, şehrin edebi doğumlar aşılayan polenlerine.
Olgunluğa ulaşana
kadar; tadın burulur, sözün savrulur, için kavrulur. Emsallerini hayal eder,
sıklığını sayarsın sancıların, hissel darbeler eşliğinde.
Şiir olur şehir,
ortasından nehir geçerse. Ya koca bir deniz geçiyorsa, iki yakayı iki kıtaya
salan? Belki de budur, sevdalarının bile farklı oluşunun sebebi hikmeti.
Sonsuzluğudur sevdasını büyük kılan, en çokta onsuzluğudur. İnce hastalığını,
ince ruhlara aşılamak birazda sorumsuzluğudur.
Can kenarı boyun
eğmelerine çare olmasa da; yaslanılacak omuz olur, bir otobüs dolusu yalnızlığa
cam kenarı. Teker teker yanmaya başlayan ışıklar gibi habercisidir akşam
olduğunun, sürü halinde uçan kuşlar. Belli ki kıtaların söz yüzüğü
köprüdesindir, iki yakaya da yakın, iki kıtaya da hâkim. Ve şehir şiirse, köprü
kafiye…
Köprü…
Takma dişleri sağlam
dişlere tutturan protezden bahsetmiyoruz tabi ki. Yahut güreşçinin tuş olmadan
önceki son çabasından… Geminin komuta yeri hiç değil, malum… İki yakayı
birbirine bağlayan yapı, en yakın somut tanımı.
Aralarında engel olan
iki uzağı, yakın eden doğru parçasıdır köprü. İlhamımızın sebebi boğaz köprüsü,
misalin nirvanası…
Çalışmadığı için tamire
götürdüğüm bilgisayarımı inceledikten sonra “kuzey köprüsünde sorun var beyefendi”
demişti, görevli. Kuzey köprüsünün sağlıklı
olması için soğutucular ile iyi korunması gerekiyormuş. Çünkü bilgi
transferinde aşırı derecede ısınma olabileceği için soğutmak önemliymiş. Biz
hikâyeciler, kurmak istediğimiz bağı bir olay örgüsüne düğümlediğimizden olsa
gerek ana kartı erken yakıp, Şenol Tombaş’ın “Hikâyeciler Erken Ölür” isimli yazısında
anlattığı gibi darül bekaya erken göç ediyoruz herhalde. (Malum, soğutucu
etkenler pek verimli değil.) Anlaşılan o ki, köprü her yerde önemli.
Bunca
dağınıklıktan sonra toparlamak gerekirse, köprü; bağın şekil bulmuş hali, ulaşımın
olmazsa olmazıdır. Verimli olmasının yolunun çiğnenmekten geçmesi, belli ki
alınyazısıdır. Kâinatta karanlık madde, adalar arasında deniz, İstanbul’da
Boğaziçi (15 Temmuz Şehitler Köprüsü), telgrafın telleri, internet sinyalleri
vs.
Ya
gönül köprüsü?
İzahı,
mizahın cazibesinde yitirmeden yapmamız gerekirse; dünle bugün, bugün ile
yarın, en önemlisi bugün ile bugün arasında kurulan bağın diğer adıdır gönül
köprüsü. Herkes tarafından kabul edilmiş bir değerden yapılmışsa örgüsü, gücü
de o denli yüksektir. Ve Hak, Hz. Âdem’den beri kutsal kitaplar gönderiyorken
halka; beşeri mühendisliğinin de, edebin yatağında olduğu bellidir.
Edebiyatçının
köprüsü, sözlü geleneğimizde sazın tellerinde, hafızaların mahreminde hayat
bulmuş… Sonra, beyaz sahifeler üzerine dizilmiş edebi değeri olan kelimelerle dokunmuş…
Ve harf harf dökülmüştür kalıba her bir
tuğla.
Ah bu korna sesleri… (Köprüyü anlatmak için, maden ocağına
inecek değildik elbette.)
Ve sen
hala kıtaların
söz yüzüğü köprüdesindir. Nerden geldiği belirsiz tozları silkelerken beyaz
gömleğinden, açılımında memnuniyetindesindir.
Beyaz…
Nihayetinde en
sevdiklerindir;
Beyaz gömlek, beyaz
çorap, beyaz ayakkabı… Hatta dondurmanın bile beyazı.
Eski evlerin bir torba
kireçle ucuz yollu ağartılmış dış duvarlarına, kömür parçasıyla resim yapan
çocuklar yakın arkadaşın olmayı başaramamıştır hiçbir zaman. Beyaz saflığın
sembolüdür ve sıradan çocuksu bir oyunu çocukluğunda reddediyor oluşunu; bu
saflığa sürülen lekeyi kabullenemeyen bir mizaçta yaratılmış olmana
yormuşsundur. Ta ki beyazın; yansıtma özelliği olan yedi rengin, kıvamında
harmanından oluştuğunu öğrendiğin güne kadar. Aslında böyle eşsiz bir
karışımın, amaçsız karalamalarla ziyan edilmemesi gereğinin farkında
doğmuşsundur. Farkındalık, sadece bir zaman sorunsalı…
Beyaz, mükemmelliğin
resmidir senin için bir nevi. Köprü ayaklarının arsası…
Belki bu yüzdendir;
çizgili ve kareli defterlerin ardından tanıştığın o saf, tertemiz harita metot
defterine duyduğun derin saygı. Görenin “kesinlikle doktor olmalısın” yorumunu
eklediği yazının, biranda güzelleşmesi.
Biz gönül köprümüzü
edebiyat arazisi üzerine inşa edenlerdeniz.
Destanlar, o köprüden
geçerek ulaşmış günümüze…
Köprüsünden geçenden
otuz akçe, geçmeyenden döve döve kırk akçe alan Deli Dumrul değil belki ama
Dedem Korkut’un yolu da oradan geçmiş belli.
Aşk hikâyeleri,
Mesnevi, Yunus’un şiirleri, Nasreddin Hoca’nın nükteleri…
Bugün bir Şenol
Tombaş’ı, gelecek zamandaki okurlarına taşıyacak olanda köprüdür. Yeni nesil
köprüsü… Medeniyetini, kültürünü bilen ve buna yeni anlam yükleyebilen erdemli
insanlara ulaşma ülküsü… Ve dahi Filiz Çırpıcı’yı, Mehmet Ballı’yı, İbrahim
Özgün’ü…
Zor olanı; bugünü,
bugüne taşımaktır. Onunda yolu bol şeritli bir emek, diğer adıyla dergi…
Bireysel çalışmalar, ıssız adadan okyanusa salınmış pusulalı bir şişe…
Dergideyse; tüm adalara hatta anakaralara ulaşabilmektir, emek verenlerin
derdi.
Neden
inmeye başladı herkes? Pardon, son durağa gelmişiz.
Kundağı kucağına
aldığında, çektiğin sancılara değdiğini görürsün. Köprüden önceki son çıkışı
kaçırdığından beri gönül köprüleri inşa eder, sırat egzersizi yapar ve
nihayetinde o yolda ölürsün.
Anlayacağınız; köprüler
yaptırdım gelip geçmeye… Hızlı geçiş sistemi yok ama bayramda bizim köprüler
bedava.
Son çıkışı
kaçırmamalıydınız vesselam… Bu kula her gün bayram…
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder