7 Aralık 2018 Cuma

Her Şey Olması Gerektiği Gibi (Hikaye)


Birkaç yüz metrekarelik boş arazinin dört köşesine kare bir alan oluşturacak şekilde yerleştirilmiş uzun direklere son bir kez daha baktı genç adam.  Alanın tam merkezindeydi. Direklerin tepesinde ki çanağa benzer eklentilerin,  bulunduğu konuma uygun açıda yönlendirilmiş olduklarına emin olduktan sonra elindeki telsizden komut verdi.
— Alfa deneyini başlatın.
Telsizden gelen cızırtılı “ anlaşıldı, tamam” sesini duyduktan sonra sessizce beklemeye başladı. O sırada yanına yaklaşmakta olan asistanını konuşana kadar fark edememişti.
— Heyecanlı olmalısın.
— Evet, oldukça.
— Bu çok normal… Eğer çalışırsa dünya da çığır açacak bir buluş olacak.
— Çalışırsa...
— Karamsar görünüyorsun.
— Bilemiyorum. Bir şeyler ters gidecek gibi geliyor.
— Hey, sakin ol tamam mı? Her şey yolunda gidecek.
— Geçen gece direkler dikilmeye başlandığında oluşan bir kaç saniyelik ışık huzmesi kafamı karıştırıyor.
— O bir doğa olayıydı. Henüz başlamayan bu deneyle ne alakası olabilir?
Gülümsedi.
— Haklısın. Ama ortalık iyi şenlenmişti değil mi?
— Evet. Bir anda geceden gündüze geçiş yapmıştık sanki. Baksana, bizimde yapmaya çalıştığımız olay bu zaten. Belki de bu bir işarettir.
— Öyle olmasını umarım. Başarılı olursak, dünyanın gündüzü yaşayan bir bölgesinden ışık transfer edebilmenin ilk adımını atmış olacağız.
— Edison bile gölgede kalacak.
Telsizden gelen cızırtılı ses konuşmalarını böldü.
— Bütün spotlar çalıştırıldı. Işık maksimum seviyede, tamam…
Genç adam telsizden yeniden komut verdi.
— Cihazı çalıştırın, tamam.
Komutu verdikten sonra geçen bir kaç saniyelik süre saatler geçmiş gibi uzun gelmişti genç adama. Nihayet o cızırtılı ses tekrar geldi.
— Aman Allah’ım.
— Neler oluyor orada?
— Cihaz çalışıyor, tamam. Bir vakum gibi ışığı emiyor, tamam.
— Emin misiniz? Burada hiç bir değişiklik yok, tamam.
— Kesinlikle çalışıyor, tamam. Yalnızca ışığı içine çeken bir kara delik gibi.
— Tekrar ediyorum, burada hiç bir değişiklik yok, tamam. Çalıştığına emin misiniz, tamam?
— Çalışıyor. Burada ki bütün ışığı emdi. Her yer karardı. Hiç bir şey göremiyorum, tamam.
“Buraya gelmediyse, hangi cehenneme gitti bu ışık” diye söylendi. Bir an da beyninde çakan kıvılcımla tekrar komut verdi;
— Deney iptal, tamam… Makineyi kapatın hemen.
— Yapabileceğimden emin değilim, tamam. Görüş alanım tamamen sıfırlandı, tamam.
Verilebilecek en zor kararı verdi.
— Yok et. Patlayıcıların kumandası üzerinde olmalı, tamam.
— Emin misiniz, tamam?
— Hemen havaya uçur şunu anlaşıldı mı, tamam?
Telsizden gelen patlama sesini duyduktan sonra, bir süre olduğu yerde kala kaldı. Bunca çalışmanın bir anda yok edilmesinin şaşkınlığıyla yüzüne bakan asistanına doğru dönerek fısıltıyla konuştu.
— Sanırım neler olduğunu biliyorum.

* * *

Masanın üzerinde duran çay bardağından son bir yudum çekerek ayağa kalktı. Cebinden çıkardığı parayı masanın üzerine bıraktı. Yaklaşmakta olan garsona “üstü kalsın” dediğinde, bahşişin büyüklüğü karşısında parıldayan gözlerini görmezden geldi. Teşekkürlerine karşılık vermeden umarsızca kapıya yöneldi. Kaldırımda, araçların geliş istikametine ters yönde ağır adımlarla yürümeye başladı. Yaklaşık otuz metre ötede ki dönercinin vitrinine gözlerini dikmiş sessizce seyreden kediyi gördü. Ve elini tuttuğu beş yaşlarındaki bir çocuk ile karşıdan gelmekte olan genç anneyi. “Her şey olması gerektiği gibi” dedi. Kolundaki saatine bakarak olduğu yerde bir kaç saniye oyalandı. Süratle gelmekte olan kırmızı otomobili göz ucuyla hayal meyal gördüğünde caddenin karşı tarafına geçmek için yöneldi. Birkaç adım atmıştı ki acı fren sesini duydu. Ve kendisine çarpan aracın etkisiyle takla atıp yere yuvarlanan yaşlı gövdesinde ki şiddetli acıyı.
Kediyi görünce annesinin elinden kurtulan çocuk sevmek maksadıyla üzerine doğru koşmuş, bu ani hareketten ürken kedi kaçmak için caddeye fırlamıştı. Yakalamak için peşinden koşan çocuk, annesinin feryadıyla caddenin ortasında dona kalmış, şoförün son anda direksiyon kırmasıyla kırmızı otomobil çocuğu sıyırıp kendine çarpmıştı. Gözleri kapanmak üzereydi ki az önce ki düşüncesi tekrar geçti aklından. “Her şey olması gerektiği gibi”.
Gözlerini açtığında bir hastane odasındaydı. Yatağının başında meraklı gözlerle kendini izleyen genç bir adamla göz göze geldi. Kendini yokladığında vücudunda herhangi bir hasar olmadığını anladı. Gülümsedi;
— Bana çarpan hızlı şoför sen olmalısın.
Genç adam mahcup bir ses tonuyla cevap verdi
— Evet efendim.
— İhtiyar kemiklerim senin araba kadar sağlam çıktı demek.
Genç adam hafiften rahatlamış olarak karşılık verdi;
— Bacaklarınıza sarmış olduğunuz elastik kumaşın koruyucu etkisini saymazsak haklısınız.
Yaklaşmakta olan hemşirenin bakışlarında ki meraklı ifadeyi fark etti.
— Oh, evet. Kim derdi ki romatizmalarım bir gün işe yarayacak.
— Adım Arif Demir, dedi genç adam. Arabamla size çarpmış olduğum için çok üzgünüm.
— Endişe etme evlat. Hem gördüğüm kadarıyla bana bir zarar verememişsin.
— Haklısınız. İkimizde çok şanslıydık.
— Şanslıydık evet. Bu arada benim adım da Nihat Yalçın.
— Sebepleri hoş olmasa da tanıştığımıza memnun oldum efendim.

Tetkikler tamamlandıktan sonra Nihat Yalçın şikâyetçi olmadı. Beraberce hastaneden ayrılırken Arif’in onu evine bırakma teklifini kabul etti. Aracın önünde ki ufak tefek hasarı görünce; “araban benden fazla hırpalanmış” dedi. Az sonra kırmızı arabanın içindeydiler.
Yola koyulduktan sonra uzun bir müddet konuşmadılar. Bir süre sonra Nihat Yalçın sordu;
— Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?
— Hangi konuda efendim?
— Telafisi imkânsız bir iş görüşmesini kaçırdın.
Arif oldukça şaşkındı;
— Fakat siz bunu nereden biliyorsunuz?
— Bundan daha fazlasını da biliyorum evlat. Ve sanırım yardımcı olabilirim.
— Nasıl, diyebildi Arif.
Cebinden çıkardığı bir kartı uzattı Nihat Yalçın.
— Oldukça uzun bir gündü. Yarın saat ikide bu kartta ki adrese gel. Sorularını orada cevaplayacağım.
Görkemli bir evin önünü işaret ederek konuşmasına devam etti.
— Beni burada indir. Unutma yarın muhakkak bekliyorum.
Duran araçtan inerken Arif’e göz kırptı.
— Yoksa şikâyetçi olmamak konusunda ki fikrimi değiştirebilirim.

Ertesi gün ihtiyarın söylediği saatte, karttaki adresteydi Arif. Şehrin çıkışında, fabrika olması muhtemel, eski ama sağlam görünüşlü bir binaydı burası. Kapıda ki güvenlikçilere ismini söyleyince bekletmeden içeri aldılar. İlk izlenimi doğruydu. Çok sayıda insanın çalıştığı bir fabrikadaydı. Bahçedeki araçlar çalışanların servisleri olmalıydı. Yolu üzerindeki gördükleri, aydınlanma ürünleri imal ettiklerini anlamasına yetmişti. Bir kaç dakika sonra Nihat Yalçın’ın bürosunda karşılıklı kahve içiyorlardı. Sözü Nihat Yalçın açtı.

— Çalışmaya ne zaman başlıyorsun?
— Anlamadım.
— Burada diyorum, ne zaman işbaşı yapacaksın?
Arif’in yüzünde şaşkınlık ve gülümsemeyle karışık bir ifade belirdi.
— İlginç bir insansınız Nihat Bey. Dün arabamla size çarptım. Az kalsın yaralanmanıza ya da daha kötüsüne neden olacaktım. Siz bana iş teklifinde bulunuyorsunuz.
Kahvesinden bir yudum çektikten sonra devam etti.
— Gerçi tarzınız iş teklifinden ziyade emri vakiye daha yakın duruyor.
— Kusura bakma evlat. İnsanın çok iyi tanıdığı birine, bir yabancı gibi yaklaşması oldukça zor oluyor.
— Çok iyi tanıdığı derken? Pardon siz iyi misiniz? Dün ki kaza bir şok geçirmenize sebep olmamıştır umarım.
— Kaza... Ah... Evet.
Arif’in gözlerinin derinliklerine baktı;
— O kaza doğaçlama da olsa, tamamen beraber planladığımız bir senaryoydu. Bu arada tavsiye ettiğin silikon katkılı kumaşı bacaklarıma sarmam iyi oldu. Yoksa şu an karşında kırık bir bacakla oturuyor olabilirdim.
— Beni biriyle karıştırıyor olmalısınız. Daha önce tanışmış olsaydık, mutlaka hatırlardım.
— Hayır evlat. Beş sene birlikte çalıştığım bir insanı karıştırmama imkân yok.
Arif ayağa fırladı;
— Çıldırmış olmalısınız. Sizi düne kadar tanımıyordum. Oysa siz, kaza anında bir iş görüşmesine gittiğimi biliyordunuz. Bugün de saçma sapan sözler söylüyorsunuz. Ya bir oyun peşindesiniz, ya da yeniden muayeneden geçmenizde yarar var. Her iki durumda da ben gidiyorum.
Arif’in kapıya yönelmesi üzerine sert bir ifade ile “otur” diye seslendi Nihat Yalçın. Arif başını çevirip gözlerinin içine baktığında ifadesini yumuşattı.
— Lütfen otur.
Kısa bir tereddüt anından sonra oturmaya karar verdi Arif. Önünde ki diafonun butonuna basarak, sekreter kıza kimseyi içeri almaması direktifini verdi Nihat Yalçın. Kısa süren bir sessizlikten sonra konuşmaya başladı;
— Her şeyi anlatacağım. Yalnız, şimdiden sonra ki tüm söylediklerimi ön yargısız olarak dinlemeni istiyorum senden. Ne kadar saçma gelirse gelsin. Anlaştık mı?
— Neden dinlemek isteyeyim ki?
— Az kalsın ölümüne neden olacağın çılgın ihtiyara ödeyeceğin kefaret desek.
İsteksizde olsa kabul etti Arif;
— Peki, öyle olsun.
“Güzel” dedikten sonra bir süre daha sessiz kaldı Nihat Yalçın. Söyleyeceklerini kafasında toparlamaya çalışıyor gibiydi.
— Sana bir soru sormak istiyorum.
— Dinliyorum.
— Zamanda yolculuk yapabilseydin, hangi zamana gitmek isterdin?
Tekrar saçmalamaya başladığını düşünerek bir süre cevap vermedi Arif. Fakat ihtiyarın yüzündeki ciddi ifadeyi görünce cevaplamaya karar verdi;
— Bilemiyorum. Sonuçları benim için kötü olmuş bir olayı düzeltebileceğim bir zamana sanırım.
— Trafik kazası geçirip kötürüm kalmak, düzeltmek isteyeceğin bir olay olurdu o zaman. Haksız mıyım?
— Sanırım haklısınız.
İhtiyarın kısa süreli sessizliklerinin, ona duyduklarını hazmetmesi için tanıdığı zaman olduğunu hissetti.
— İşte evlat, dün bana çarpmamış olsaydın, yola fırlayan ufaklıktan sıyırdıktan üç yüz metre sonra çok büyük bir kaza geçirerek kötürüm kalacaktın.
— Kendini benim önüme atarak bunu engellediğini ve bunu da zamanda yolculuk yaparak bildiğini söylemeye çalışıyorsun, öyle mi? Hiçte inandırıcı bir hikâye değil.
— Saçma da gelse dinleyeceğin konusunda anlaşmıştık.
— Evet, maalesef. Peki, böyle bir yolculuk yapmanı sağlayacak bir aracın, ne bileyim içine gireceğin bir makinen olması lazım değil mi? En azından filmlerde böyle oluyor. Daha da önemlisi, sen gelecekten geldiysen, şimdiki zamanda yaşaması gereken sen nerede?
— İkinci bir ben yok evlat. Bu yolculuk, gelecekteki bilincimin bu zamana ışınlanmasından ibaret… Tek beden, daha fazla anı… Ve henüz böyle bir makine yok. Sen yapana kadar da olmayacak.
— İnsanların bilinçlerini geçmişe gönderebilen bir makine icat edeceğimi mi söylüyorsun?
— Evet.
— Peki, ne zaman olacakmış bu?
— Bu zamana geri gelmeden bir kaç saat önce otuz ikinci yaş gününü kutlamıştık.
— Beş yıl sonra yani?
— Zamanda bir takım olayları değiştirmiş olduk. Bu sebeple kesin tarih vermek zor.
— Eğer böyle bir makine yaptıysam, neden deneyen ben değilim de sensin? Geçmişe kendi bilincimi yollayarak da pekâlâ şu kötürüm kalacağımı söylediğin kazayı engelliyebilirdim. Hatta dün direksiyon başına hiç oturmazdım.
— Elbette patron ben olduğum için. Şaka tabi ki… Aslında ilk planımız böyleydi. Ama olabilecek bir aksaklığı düzeltebilecek tek kişi sen olduğun için bundan vazgeçtik.
— Neden sen?
— Bu olayı bilen üç kişiden, günleri sayılı olan tek ben olduğum için.
Açıklama bekler gibi Nihat Yalçın’ın gözlerine baktı Arif.
— Evet. Sen makineyi tamamladığında ben kanserle boğuşuyordum evlat.
— Anlıyorum Üç kişi dedin.
— Evet.
— Üçüncü kişi kim?
— Senin asistanın. Bir fizikçi. Konuşmamız bittiğinde tanışacaksın.
— Onun bütün bunlardan haberi var mı?
— Kısmen evet.
— O zaman kazadan çok daha önceki bir zamana yolculuk etmiş olmalısın.
— Akıllısın evlat.
— Söylesene, geri geleli ne kadar zaman oldu?
— Yaklaşık bir ay.
— Neden beni daha önce uyarmadın o zaman?
— Bana asla inanmayacaktın.
— Şimdi inanacağımı sana düşündüren ne?
— Birincisi, yıldönümü.
Arif’in yüzündeki şaşkınlık ifadesi iyice belirginleşti.
— Yıldönümü?
— Hadi evlat! Dün babanın ölüm yıldönümüydü.
Yüzü, söyleyeceklerini söylemek istemiyormuş gibi bir ifadeye büründü.
— Neydi istediğin, peynirli cips mi? Gece yarısı açık bakkal aramasaydı onu bıçaklayan sarhoşla hiç karşılaşmayacaktı değil mi?
— Sen...
— Üzgünüm evlat. Ama inkâr etsen de hep kendini suçladın. Ve on bir yaşından beri o günü geri alabilmeyi diliyorsun.
— Bunları bilemezsin.
— Ama biliyorum. Çünkü sen anlattın.
— Hayır. Bütün bunları kimden öğrendiğini bilmiyorum ama… Annemden… Onunla konuşmuş olmalısın.
Nihat Yalçın masasının çekmecesinden bir dosya çıkarıp Arif’e uzattı.
— Bu da ikincisi… Sence bunu da mı annenden öğrendim?
Dosyanın kapağını açtığında kısa süreli bir şok geçirdi Arif. Kelimelerin kendisi için tükendiğini hissetti. Hep gerçekleştirmeyi düşündüğü, rüyalarında bile bitmiş halini göremediği bir ışık transferi projesinin, kara kalemle çizilmiş kaba bir tasviri duruyordu dosyada. Onun bu şaşkınlığı Nihat yalçın’ın gülümsemesine neden oldu.
— Üzgünüm. Resim çizmek konusunda pekte yetenekli olduğum söylenemez.
— Fakat bu nasıl olabilir?
— Dün, yöneticileriyle görüşmeyi kaçırdığın işe, sırf bu projeni gerçekleştirebilmek için girmek istiyordun. Çalışmaların için gerekli tüm kaynakları sağlayabilecek kadar güçlüydüler. Dershanede saat ücretiyle ders vererek bu işin altından kalkamazdın. Ama olmadı. O görüşmeye hiç gidemedin. Kaza geçirdin ve sakatlandın. Aylar sonra tekerlekli sandalyeyle işyerime geldin. Onlar kadar büyük bir firma olmasak da hedeflerin için basamak olabileceğimizi biliyordun. Önce sırf haline acıdığım için seni işe aldım. Ve sen kısa zamanda yeteneklerini ispatladın. Dostluğumu kazandın. Projeni bana açtığında sana inandım ve destekledim. Şimdi de senin bana inanmanı bekliyorum.
— Varsayalım anlattıklarına inandım. Hala ışık transferi projesiyle, bilincin zamanda yolculuğu arasında bağlantı kurabilmiş değilim.
— Arada bir bağlantı var mı bende bilmiyorum evlat. Ama insan yola her çıktığında, planladığı istikamete varacağının bir garantisi yok. Bazen hayal bile edemediğimiz yerlerde bulabiliriz kendimizi.
— Peki diyelim ki, projem farklı kulvarlara kaydı ve ben kötürüm kalmaktan kurtulmak için bahsettiğin makineyi icat ettim. İsteğim gerçekleştiğine ve şu an da öyle bir sakatlığım olmadığına göre eski projeme geri dönüş yapabilirim.
— Unutma ki, isteklerinin yalnızca birini gerçekleştirebildin. Baban konusunda hala aynı yerdesin. Hem istemez misin yaşlandıktan sonra kafanda ki tüm birikimlerinle birlikte istediğin yaşa geri dönebilmeyi? Hayatı tüm olasılıklarıyla yaşayabilmeyi… Sonuçlarını bildiğin yatırımlarla istediğin kadar zengin olabilirsin. Farklı ülkelerde yaşayabilirsin. Ölmeden önce yapılması gereken on, yüz ya da bin şey diye bir kısıtlaman olmayacak. Tekrar tekrar geri dönüp istisnasız hepsini yaşayabilirsin.
— Ve sende kansere yenik düşme riskinden böylece kurtulabilirsin değil mi?
— Evet, ama ben en azından bu deneyimi bir kere yaşadım. Önümdeki beş yılı çok daha farklı yaşayabilirim artık. Erken teşhisle belki kanseri bile yenebilirim. Yenemesem de her günümü dolu dolu yaşayacağım kesin.
— Bilemiyorum. Kafam çok karıştı. Sanırım düşünmek için süreye ihtiyacım var.
— Tabi ki evlat… Dilediğin kadar düşünebilirsin. Yalnız gitmeden önce Edip Beyle birlikte senin için hazırlatmış olduğum laboratuarı gezmeni rica ediyorum senden. Daha önce, pardon bir kaç ay sonra benden isteyeceğin tüm malzemeleri hazırlattım.
— Edip Bey?
Nihat Yalçın diafondan sekreter kıza Edip Beyi içeri göndermesini istedikten sonra cevap verdi.
— Asistanın evlat.
— Anlıyorum. Kararımı daha sonra size bildiririm.
— Görüşmek üzere evlat… Doğru kararı vereceğini biliyorum.

* * *

Beş yıl sonra...

Oturduğu yerde bilgisayar ekranına kilitlenmiş gibi bakan Arif yanına yaklaşan Edip’i fark etmemişti.
— Bu kadar dikkatli baktığına göre oldukça heyecanlı bir film olmalı.
Başını sesin geldiği yöne çevirdi.
— Sen miydin Edip?  Bir simülasyon hazırlamıştım, ona bakıyordum. Bir problem var da.
“Nedir” der gibi baktı Edip.
— Zaman problemini çözemiyorum. Tüm verileri yükledim. Olası bütün hata paylarını hesapladım. Ama tarih girdiğim zaman, sistem benim girdiğim tarihi değil kendi belirlediği tarihi uygulamaya koyuyor. Sebebini bir türlü anlayamadım.
— Belki de öyle olması gerekiyordur.
— Hayır. İlk seferinde Nihat Beyi beş yıl geriye gönderebildiysek, bu problemi çözmüş olmalıyız. Oysa simülasyona göre sadece otuz üç yıllık periyotlarla gönderme yapılabiliniyor.
— Vay canına! Otuz üç yıl demek.
— Aklına gelen bir şey mi var?
— Hayır, sadece bundan iyisi olamaz diye düşündüm.
— Hangi açıdan?
— Otuz üç yaş insanın olgunluk yaşıdır. Doğumdan itibaren bu yaşa gelene kadar geçirdiği evrelerle gelişimini tamamlar insan. Sonrası tekerrürlerle gelen yaşlılıktan ibaret…
— Yani?
— Yani, sıfırdan yeni bir hayat yaşamak için ideal bir süre.
— Bunun sorunumuza pek yardımı olacağını sanmıyorum.
— Haklısın. Belki de senin makinenin tanıdığı en kısa zaman birimi otuz üç yıldır. Kim bilir? Otuz üç yıl. Ay ve güneş takvimi arasındaki fark kadar.
— Ne dedin sen?
— Anlamadım. Yanlış bir şey mi söyledim.
— Hayır, hayır. En son söylediğin cümleyi tekrarlar mısın?
— Ay ve güneş takvimi arasındaki fark kadar.
— Tabi ya. Ay takvimi, on bir gün kısa olduğu için güneş takvimini otuz üç yılda bir yakalayabiliyor. Sistem tarih belirlemede bu süreyi kullanıyor olmalı.
— Her neyse. Bak ne diyeceğim. Saatlerdir çalışıyorsun. Artık ara vermelisin. Bina da bizden başka kimse kalmadı.
— Şu simülasyonun tamamlanmasını beklemem lazım.
— Boş ver şimdi onu. Hadi yukarı çıkalım. Ofiste ki dolapta buz gibi kola var. Bu sıcakta iyi gider.
— Sanırım haklısın.
Asansörle yukarı çıkıp ofisisin kapısına geldiklerinde Edip;
— Sen içeri girip ışıkları yak. Bende iki bardak bulayım.
— Tamam.
Işıkları yaktığında, toplu ‘iyi ki doğdun’ nidasıyla irkildi Arif. Patronu Nihat Yalçın’ın önlerinde durduğu bir gurup firma çalışanı ve eş dost ellerindeki pasta ve hediye paketleriyle ona bakıp gülüyorlardı.
— Vay canına, dedi. Sürpriz parti demek…

Az sonra Nihat Yalçın ve Arif ayaküstü sohbet ediyorlardı.
— Çalışmalar nasıl gidiyor Arif?
— Neredeyse sona yaklaştım gibi. Bilincin ışınlanacağı zamanı belirleme konusunda problemlerim var. Onu da çözdüğüm zaman makine hazır olacak.
— Anlıyorum.
— Üzgünüm Nihat Bey. Bugün doğum günüm olduğuna göre, bir önceki sefere nazaran biraz gecikme yaşayacağımız anlaşılıyor. Ve bu gecikmeye benim bir kaç ay süren kararsızlığım neden oldu. Neyse ki bu kez kanser illetiyle boğuşmuyorsunuz.
Nihat Yalçın, Arif’in sırtını sıvazladı;
— Erken teşhis mucizelere sebep olabiliyor evlat. Ayrıca, üzülmene de gerek yok. Üç beş gün önce veya sonra çokta önemli değil. Neticede varmak istediğimiz sonuca doğru adım adım ilerliyoruz.
— Haklısınız.
Edip yanlarına yaklaştı;
— Sohbeti bölmüyorum umarım?
— Hayır. Sende bize katıl, dedi Nihat Yalçın. Hatta neden bana yaptıklarınızı göstermiyorsunuz?
— Şimdi mi, dedi Arif?
— Neden olmasın? Ben patron değil miyim? Çalışanlarımı istediğim zaman denetlemek hakkım.
Üçü de aynı anda gülümsedi.
— Pekâlâ, dedi Arif.
— Siz ikiniz önden gidin. Ben davetlileri yolladıktan sonra size katılırım, dedi Nihat Yalçın.

Asansörle laboratuarın olduğu kata inerlerken Arif, Edip’e takıldı.
— Demek buz gibi kolan vardı dolapta.
— Başka türlü seni yerinden kaldıramayacağımı biliyordum.
— Ben bile doğum günümü unutmuştum. Kim hatırladı?
— Tabi ki Nihat Bey…
— Gerçekten ilginç ve sürprizlerle dolu bir insan… Hayatı hep bizden bir adım önde yaşıyor.
— Normal değil mi? Adamın bilincini beş yıl geriye gönderdin. Olabilecek olayların çoğunu önceden biliyor zaten.
— Haklısın da, yerine oturmayan parçalar var sanki.
— Ne gibi?
— Ne bileyim. Beş yıla değil bir ömre sığdırılamayacak kadar bilgi birikimi var hissine kapılıyorum bazen. Geçen, iş bağlantısı yapmaya gelen Japon iş adamlarıyla Japonca konuştuğunu duydum.
— Ne var bunda?
— Hayatının hangi safhasında ve neden bu kadar zor bir dili öğrenmiş olabilir ki?
— Adam altmış altı yaşında. Ve biz bunun uzun bir bölümünde neler yaşadığını bilmiyoruz. Bir kaç dil öğrenmiş ve daha pek çok eğitim almış olabilir.
— Evet, çok güzel piyano çalmak ve mükemmel şiirler yazmak gibi.
— Demek şiir kitabını okudun.
— Evet.
— Hadi ama... Aklından geçenleri anlıyorum. Fakat o kitabı sekiz sene önce bastırtmış. Bilinci geçmişe ışınlanmadan üç sene önce yani… Tamamen kendi emeği olmalı.
— Haklısın, kuruntu yapıyorum.

Az sonra Nihat Yalçın yanlarındaydı.
— Hadi bakalım. Neler yaptığınızı gösterin bana.
Yerden tavana kadar yükselen sekizgen bir kabini işaret etti Arif. Kabin tamamen camdan yapılmıştı. Üzerinde pek çok düğme olan, yere sabit bir koltuk duruyordu ortasında. Tavanın sekiz köşesinde de koltuğa oturan birinin başını hedefleyecek açıda konumlandırılmış uzantılar bulunuyordu. Uzantılar hedefini ortadan ikiye bölecek ışın silahı izlenimini uyandırıyordu ilk bakışta. Tavanın merkezinde yüz hariç, başı tamamen kaplayacak bir kask göze çarpıyordu. Ve yine çevresinde antene benzer sekiz uzantı. Çalıştırıldığında kullanıcının başına yerleştirilecek olmalıydı. Kabinde göze çarpan başka bir cihaz görünmüyordu. Zaten bu haliyle ikinci bir kişinin dahi içeri giremeyeceği kadar küçüktü.
— Yakından bakmak istiyorum, dedi Nihat Yalçın.
— Tabi Efendim, dedi Arif. Yalnız hiç bir düğmeye dokunmayın. İstenmedik bir kargo paketi durumuna düşmenizi istemeyiz.
— Elbette evlat.
Kabine doğru yaklaşırlarken Nihat Yalçın sordu.
— Pek sağlam görünmüyor. Olabilecek bir kazanın bütün binayı havaya uçurmayacağına emin misin?
— Merak etmeyin Efendim. Cam, içinde bir el bombası patlasa bile direnecek kadar dayanıklı. Ayrıca, işlem başlatıldığında tavandan inecek titanyum panellerin güvenliğini bir tek içeride patlatılacak nükleer bir bomba aşabilir.
— Güzel.
— Gerçi bu kadar güvenlik önlemine bence gerek yoktu. Ama tedbiri elden bırakmamız konusunda ki isteğiniz üzerine bu önlemleri aldık.
Cevap vermeden bölmeye doğru ilerledi Nihat Yalçın. Arif elini bölme üzerindeki bir panele yapıştırdığında kenarlardan biri yukarı doğru kalkarak kapı açıldı.
— Meraklı birinin içeri girip kurcalamasını istemedim de.
Nihat Yalçın kabine girip koltuğa oturdu. Arif;
— Bakın o sağ işaret parmağınızın yakınındaki yeşil düğmeye, diyecek oldu ki Nihat Yalçın düğmeye bastı ve kapı tekrar kapandı.
— ..sakın dokunmayın diyecektim.
Bir kaç metre ötedeki masasının yanına gitti Arif. Bir butona basarak konuşmaya başladı.
— Camlar tamamen ses geçirmez olduğu için ancak bu şekilde konuşabiliriz Efendim. Düğmeye basmamanız konusunda sizi uyaracaktım ama geç kaldım. Artık kontrol tamamen size geçti. Kapıyı açmak için aynı düğmeye tekrar basar mısınız?
Nihat Yalçın bir tepki göstermedi. Duymuyormuş gibiydi. Bir köşede sessizce olanları izleyen Edip’le göz göze geldi Arif. Son cümlesini tekrarladı.
— Nihat Bey, kapıyı açmak için aynı düğmeye tekrar basar mısınız lütfen?
— Üzgünüm evlat. Bunu yapmayacağım, dedikten sonra koltuktaki başka bir düğmeye bastı Nihat Yalçın.
Tavandaki kask ağır ağır aşağı doğru inerek başına yerleşti. Ne yaptığını biliyor gibi sırayla değişik düğmelere basıyordu. Kabini masmavi bir ışık kapladığında titanyum paneller aşağı doğru inmeye başladı. Hiç bir yararı olmayacağını bildiği halde eline geçirdiği bir sandalyeyi kabine doğru fırlattı Arif. Çıkarttığı sesten başka en ufak bir etkisi olmadı bu girişimin. Tekrar masasına dönüp ekranını açtı. Artık yalnızca daha önce içeriye yerleştirdiği bir kamerayla görebiliyordu Nihat Yalçın’ı. Tekrar konuştu;
— Ne yapmaya çalışıyorsunuz Nihat Bey? Sistem henüz tamamlanmadı. Kendinize zarar vereceksiniz.
— Her şey olması gerektiği gibi, dedi Nihat Yalçın.
— Hayır değil. Bu haliyle çalışsa bile otuz üç yıl geçmişe döneceksiniz.
— Hadi evlat. Bunu bilmediğimi mi sanıyorsun. Bu benim dördüncü yolculuğum.
Bir süre duraksadı Arif;
— Bana yalan söylediniz.
— Üzgünüm buna mecburdum.
Bölmedeki ışık maviden yeşile doğru dönerken, Arif konuşmaya devam etti;
— Sen adi bir yalancısın. Bana başka hangi konularda yalan söyledin?
— Gerçekten bilmek istiyor musun?
— Evet, bilmek istiyorum.
— Bir daha ki tanışmamızda bunların hiç biri henüz yaşanmamış olacağına göre benim için bir mahsuru yok. İşlemin tamamlanmasına daha on iki dakika var. Bu süre içinde istediğin soruyu sorabilirsin.
— Nasıl başladı?
— Sanırım ilk seferi soruyorsun. Pekâlâ. O kahrolası arabayla bana ilk çarpan kişi sen değil babandı.
— Nasıl olur? Babam yıllar önce öldürüldü.
— İlk seferden bahsediyoruz evlat. Baban için üzgünüm. Ama canım gerçekten çok yanmıştı.
— Sen bir katilsin.
— Teorik olarak evet… Ama buna alkollü araç kullanmanın bedeli de diyebilirsin. Her neyse, anlatmamı istiyor musun?
Sinirlerine hâkim olmaya çalıştı Arif;
— Tamam, dinliyorum.
— Kazadan sonra bacaklarım bir daha hiç tutmadı. Kimsem yoktu ve baban vicdan azabıyla bakımı mı üstlendi. Sen o zamanlar şu asla görüşmeye gidemediğini sandığın şirkette önemli bir bilim adamıydın.
— Sende bu şekilde teşekkür ettin.
— Sonuçta o hale gelmemin sebebi oydu. Ben sadece sebebi ortadan kaldırdım.
— Peki, istediğini almışken neden devam ettin. Neden tekrar tekrar beni buna zorladın.
— Anlamıyor musun evlat? Bu uyuşturucu gibi… Bir kere tadını aldığın zaman bir daha asla bırakamazsın.
— Bana bir daha evlat deme.
— Sen bilirsin. Neyse. Sen o zamanlar, aydınlık bir ortamdan topladığı ışık enerjisini karanlık bir ortama aktaracak bir ucuz bir enerji kaynağı üzerinde çalışıyordun. Ama icadın istediğin gibi çalışmadı. Işığı senin istediğin yere değil tersine yani geçmişe gönderdi. Olayı çözdüğünde bunu insan bilinci için de yapabileceğini fark ettin. Makineyi yaptığında sana bir denek lazımdı. İşe yararsa babanın vicdan azabını yok edecek, yaramazsa da kimsenin arayıp sormayacağı bir denek. Ve bana bundan bahsettiğinde kaybedecek bir şeyim olmadığı için kabul ettim.
— Gönüllü olduğun bir durum için beni mi suçluyorsun?
— Asla. Ben seni hiç bir zaman suçlamadım. Hatta sana şükran bile borçluyum.
— Çok güzel belli ediyorsun.
— Üzgünüm. Ama seni hep kolladım. Her geri dönüşte farklı bir hayat sürerken, olayların merkezinde hep sen vardın. Doğumundan itibaren, farkında olmasan da gözetimim altındaydın. Geleceğe ait bilgilerimle kendime lüks bir hayat kurarken seni de ihmal etmedim.
— Çok lüks şartlar altında büyüdüğüm söylenemez.
— Ortalamayı tutturmak zorundaydım. Yoksa farklı alanlara kayıp, bu makineyi asla icat edemeyebilirdin.
— Beni kullanabilmek için kolladın.
— Belki öyle. Ama babanın ölmeden bir kaç gün önce imzaladığını sandığınız hayat sigortasının, senin ve annenin rahat yaşamanızı sağladığı gerçeğini inkâr edemezsin.
— Neden daha önce değil de son beş yılda çıktın karşıma?
— Söylediğim gibi, hayatına çok fazla müdahale edersem farklı bir insan olarak yetişmene sebep olabilir ve bu makineyi icat etmeni engelliyebilirdim. O sebeple sürecin başladığı tarihte karşına çıkmayı tercih ettim.
— Peki, bu kez neler yapmayı planlıyorsun?
— Kim bilir? Belki doğru partiden aday olarak belediye başkanı, ya da bir vekil olabilirim. Geleceği görüşüm başbakanlığa kadar çıkarır beni belki de.
Bölmede ki ışık, yeşilden mora doğru dönerken Nihat Yalçın bölmenin içinde ki kameraya el salladı.
— Son otuz saniye. Biliyor musun önceki seferlerde bunların hiç birini sana anlatmadım. Her şeyi anlatabilmek gerçekten rahatlatıcı olabiliyormuş. Gittikçe yufka yürekli oluyorum sanırım. Yirmi yedi yıl sonra tekrar görüşürüz.
Arif, önündeki bilgisayarın klavyesine uzanıp seri bir şekilde bir şeyler yazarken cevap verdi;
— Bu kez de anlatmamalıydın.
— Yapabileceğin hiç bir şey yok evlat. Bütün kontrol bende…
Arif son tuşa dokunduktan sonra tekrar konuştu.
— Bana bir daha evlat deme, demiştim.
Bölmenin içindeki uzantılardan çıkan ışınlar kaskın üzerindeki antenlerle buluştuğunda, başından beri sessizce olayı izleyen Edip konuştu.
— O haklı. Artık yapabileceğin hiç bir şey yok.
— Gideceği zaman sürecini iki katına çıkarmak dışında…
— Nasıl?
— Zaman problemini çözemediğim için, ayarlama panelini henüz bölmeye monte etmemiştim.
— Bu ne işe yarayacak?
— Çocuklar beş yaşından önceki yaşamlarının pek çoğunu asla hatırlamazlar.
— Ya baban!
— Onun için üzgünüm. Ama her şey olması gerektiği gibi kalmalı.


* * *

Dipsiz bir kuyuya düşüyormuş hissini aştığında kendini karanlık ve dar bir ortamda buldu Nihat Yalçın. Bir sıvının içinde hareketleri kısıtlı bir şekilde hapsolmuştu. Nasıl nefes alabildiğine şaşırdı önce. Nerede olduğunu anladığında bütün gücüyle debelenmeye başladı. “Hayır, bunu yapamazsın” çığlıklarını kendinden başka kimse duymuyordu.
Yere serili bir döşekte oturmakta olan karnı burnunda genç kadın konuştu.
— Kızımız tekmelemeye başladı yine.
Yanına yaklaşan genç adam, kadının karnını sıvazladı.
— Oğlumuz diyecektin sanırım?

* * *

Her biri tabuttan az büyük yatay duran üç kabinden birinin şeffaf kapağı doksan derecelik açı oluşturarak iki yana açıldı. Doğrularak içinden çıkan kişi bir kaç metre geride duran siyah takım elbiseli adamla göz göze geldi.
— Geleceğinizi bilmiyordum.
— Başkan çalışmaların ilerlemesi konusunda bilgi almamı istedi.
— Şimdi yanlarından geliyorum. Yılları gün kadar kısa yaşamalarının oluşturduğu sıkıntıyı şimdilik aştım. Yeni senaryo onları uzun bir süre oyalar.
— Deneklerle değil, sanal gerçeklik makinesiyle daha fazla ilgilenmeniz gerektiği kanısındayım.
— Elimden geleni yapıyorum. Ayrıca ikisini birbirinden ayrı düşünemezsin. Ve onların bir insan olduğu gerçeğini...
— Vücutlarının büyük bir bölümü parçalara ayrılmış iki bombalama eylemi sanığı onlar.
— Biri belki. Ama öbürünün o olayda bir parmağı olduğunu sanmıyorum.
— Buna sen karar verecek değilsin. Her neyse. Başkan makineyi bir an önce tamamlamanı istiyor.
— Yıllarca sürecek eğitimi bir kaç günde vererek, üstün bir ordu oluşturmanız için mi?
— Ne için kullanılacağı sizin yetki alanınıza girmiyor. Siz sadece makineyi tamamen kullanılır hale getirin.
— Bir kaç gün içinde hazır olacak.
Siyah takım elbiseli adam kapıya doğru ilerlerken son cümlelerini söyledi.
— Öyle olsa iyi olur. Söylediklerimi anladığınızı kabul ediyorum Edip Bey.

Faruk Yılmazer


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder