Birkaç yüz metrekarelik boş arazinin
dört köşesine kare bir alan oluşturacak şekilde yerleştirilmiş uzun direklere
son bir kez daha baktı genç adam. Alanın
tam merkezindeydi. Direklerin tepesinde ki çanağa benzer eklentilerin, bulunduğu konuma uygun açıda yönlendirilmiş
olduklarına emin olduktan sonra elindeki telsizden komut verdi.
— Alfa deneyini başlatın.
Telsizden gelen cızırtılı “ anlaşıldı,
tamam” sesini duyduktan sonra sessizce beklemeye başladı. O sırada yanına
yaklaşmakta olan asistanını konuşana kadar fark edememişti.
— Heyecanlı olmalısın.
— Evet, oldukça.
— Bu çok normal… Eğer çalışırsa dünya da
çığır açacak bir buluş olacak.
— Çalışırsa...
— Karamsar görünüyorsun.
— Bilemiyorum. Bir şeyler ters gidecek
gibi geliyor.
— Hey, sakin ol tamam mı? Her şey
yolunda gidecek.
— Geçen gece direkler dikilmeye
başlandığında oluşan bir kaç saniyelik ışık huzmesi kafamı karıştırıyor.
— O bir doğa olayıydı. Henüz başlamayan bu
deneyle ne alakası olabilir?
Gülümsedi.
— Haklısın. Ama ortalık iyi şenlenmişti
değil mi?
— Evet. Bir anda geceden gündüze geçiş
yapmıştık sanki. Baksana, bizimde yapmaya çalıştığımız olay bu zaten. Belki de
bu bir işarettir.
— Öyle olmasını umarım. Başarılı
olursak, dünyanın gündüzü yaşayan bir bölgesinden ışık transfer edebilmenin ilk
adımını atmış olacağız.
— Edison bile gölgede kalacak.
Telsizden gelen cızırtılı ses
konuşmalarını böldü.
— Bütün spotlar çalıştırıldı. Işık
maksimum seviyede, tamam…
Genç adam telsizden yeniden komut verdi.
— Cihazı çalıştırın, tamam.
Komutu verdikten sonra geçen bir kaç
saniyelik süre saatler geçmiş gibi uzun gelmişti genç adama. Nihayet o cızırtılı
ses tekrar geldi.
— Aman Allah’ım.
— Neler oluyor orada?
— Cihaz çalışıyor, tamam. Bir vakum gibi
ışığı emiyor, tamam.
— Emin misiniz? Burada hiç bir
değişiklik yok, tamam.
— Kesinlikle çalışıyor, tamam. Yalnızca
ışığı içine çeken bir kara delik gibi.
— Tekrar ediyorum, burada hiç bir
değişiklik yok, tamam. Çalıştığına emin misiniz, tamam?
— Çalışıyor. Burada ki bütün ışığı emdi.
Her yer karardı. Hiç bir şey göremiyorum, tamam.
“Buraya gelmediyse, hangi cehenneme
gitti bu ışık” diye söylendi. Bir an da beyninde çakan kıvılcımla tekrar komut
verdi;
— Deney iptal, tamam… Makineyi kapatın
hemen.
— Yapabileceğimden emin değilim, tamam.
Görüş alanım tamamen sıfırlandı, tamam.
Verilebilecek en zor kararı verdi.
— Yok et. Patlayıcıların kumandası
üzerinde olmalı, tamam.
— Emin misiniz, tamam?
— Hemen havaya uçur şunu anlaşıldı mı,
tamam?
Telsizden gelen patlama sesini duyduktan
sonra, bir süre olduğu yerde kala kaldı. Bunca çalışmanın bir anda yok
edilmesinin şaşkınlığıyla yüzüne bakan asistanına doğru dönerek fısıltıyla
konuştu.
— Sanırım neler olduğunu biliyorum.
* *
*
Masanın
üzerinde duran çay bardağından son bir yudum çekerek ayağa kalktı. Cebinden
çıkardığı parayı masanın üzerine bıraktı. Yaklaşmakta olan garsona “üstü
kalsın” dediğinde, bahşişin büyüklüğü karşısında parıldayan gözlerini görmezden
geldi. Teşekkürlerine karşılık vermeden umarsızca kapıya yöneldi. Kaldırımda, araçların
geliş istikametine ters yönde ağır adımlarla yürümeye başladı. Yaklaşık otuz
metre ötede ki dönercinin vitrinine gözlerini dikmiş sessizce seyreden kediyi
gördü. Ve elini tuttuğu beş yaşlarındaki bir çocuk ile karşıdan gelmekte olan genç
anneyi. “Her şey olması gerektiği gibi” dedi. Kolundaki saatine bakarak olduğu
yerde bir kaç saniye oyalandı. Süratle gelmekte olan kırmızı otomobili göz
ucuyla hayal meyal gördüğünde caddenin karşı tarafına geçmek için yöneldi.
Birkaç adım atmıştı ki acı fren sesini duydu. Ve kendisine çarpan aracın
etkisiyle takla atıp yere yuvarlanan yaşlı gövdesinde ki şiddetli acıyı.
Kediyi
görünce annesinin elinden kurtulan çocuk sevmek maksadıyla üzerine doğru
koşmuş, bu ani hareketten ürken kedi kaçmak için caddeye fırlamıştı. Yakalamak
için peşinden koşan çocuk, annesinin feryadıyla caddenin ortasında dona kalmış,
şoförün son anda direksiyon kırmasıyla kırmızı otomobil çocuğu sıyırıp kendine
çarpmıştı. Gözleri kapanmak üzereydi ki az önce ki düşüncesi tekrar geçti
aklından. “Her şey olması gerektiği gibi”.
Gözlerini açtığında bir hastane
odasındaydı. Yatağının başında meraklı gözlerle kendini izleyen genç bir adamla
göz göze geldi. Kendini yokladığında vücudunda herhangi bir hasar olmadığını
anladı. Gülümsedi;
— Bana çarpan hızlı şoför sen olmalısın.
Genç adam mahcup bir ses tonuyla cevap
verdi
— Evet efendim.
— İhtiyar kemiklerim senin araba kadar
sağlam çıktı demek.
Genç adam hafiften rahatlamış olarak
karşılık verdi;
— Bacaklarınıza sarmış olduğunuz elastik
kumaşın koruyucu etkisini saymazsak haklısınız.
Yaklaşmakta olan hemşirenin bakışlarında
ki meraklı ifadeyi fark etti.
— Oh, evet. Kim derdi ki romatizmalarım
bir gün işe yarayacak.
— Adım Arif Demir, dedi genç adam.
Arabamla size çarpmış olduğum için çok üzgünüm.
— Endişe etme evlat. Hem gördüğüm
kadarıyla bana bir zarar verememişsin.
— Haklısınız. İkimizde çok şanslıydık.
— Şanslıydık evet. Bu arada benim adım da
Nihat Yalçın.
— Sebepleri hoş olmasa da tanıştığımıza
memnun oldum efendim.
Tetkikler tamamlandıktan sonra Nihat
Yalçın şikâyetçi olmadı. Beraberce hastaneden ayrılırken Arif’in onu evine
bırakma teklifini kabul etti. Aracın önünde ki ufak tefek hasarı görünce;
“araban benden fazla hırpalanmış” dedi. Az sonra kırmızı arabanın içindeydiler.
Yola koyulduktan sonra uzun bir müddet
konuşmadılar. Bir süre sonra Nihat Yalçın sordu;
— Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?
— Hangi konuda efendim?
— Telafisi imkânsız bir iş görüşmesini
kaçırdın.
Arif oldukça şaşkındı;
— Fakat siz bunu nereden biliyorsunuz?
— Bundan daha fazlasını da biliyorum
evlat. Ve sanırım yardımcı olabilirim.
— Nasıl, diyebildi Arif.
Cebinden çıkardığı bir kartı uzattı
Nihat Yalçın.
— Oldukça uzun bir gündü. Yarın saat ikide
bu kartta ki adrese gel. Sorularını orada cevaplayacağım.
Görkemli bir evin önünü işaret ederek
konuşmasına devam etti.
— Beni burada indir. Unutma yarın
muhakkak bekliyorum.
Duran araçtan inerken Arif’e göz kırptı.
— Yoksa şikâyetçi olmamak konusunda ki
fikrimi değiştirebilirim.
Ertesi gün ihtiyarın söylediği saatte,
karttaki adresteydi Arif. Şehrin çıkışında, fabrika olması muhtemel, eski ama sağlam
görünüşlü bir binaydı burası. Kapıda ki güvenlikçilere ismini söyleyince bekletmeden
içeri aldılar. İlk izlenimi doğruydu. Çok sayıda insanın çalıştığı bir
fabrikadaydı. Bahçedeki araçlar çalışanların servisleri olmalıydı. Yolu
üzerindeki gördükleri, aydınlanma ürünleri imal ettiklerini anlamasına
yetmişti. Bir kaç dakika sonra Nihat Yalçın’ın bürosunda karşılıklı kahve
içiyorlardı. Sözü Nihat Yalçın açtı.
— Çalışmaya ne zaman başlıyorsun?
— Anlamadım.
— Burada diyorum, ne zaman işbaşı
yapacaksın?
Arif’in yüzünde şaşkınlık ve
gülümsemeyle karışık bir ifade belirdi.
— İlginç bir insansınız Nihat Bey. Dün
arabamla size çarptım. Az kalsın yaralanmanıza ya da daha kötüsüne neden
olacaktım. Siz bana iş teklifinde bulunuyorsunuz.
Kahvesinden bir yudum çektikten sonra
devam etti.
— Gerçi tarzınız iş teklifinden ziyade
emri vakiye daha yakın duruyor.
— Kusura bakma evlat. İnsanın çok iyi
tanıdığı birine, bir yabancı gibi yaklaşması oldukça zor oluyor.
— Çok iyi tanıdığı derken? Pardon siz
iyi misiniz? Dün ki kaza bir şok geçirmenize sebep olmamıştır umarım.
— Kaza... Ah... Evet.
Arif’in gözlerinin derinliklerine baktı;
— O kaza doğaçlama da olsa, tamamen
beraber planladığımız bir senaryoydu. Bu arada tavsiye ettiğin silikon katkılı
kumaşı bacaklarıma sarmam iyi oldu. Yoksa şu an karşında kırık bir bacakla
oturuyor olabilirdim.
— Beni biriyle karıştırıyor olmalısınız.
Daha önce tanışmış olsaydık, mutlaka hatırlardım.
— Hayır evlat. Beş sene birlikte
çalıştığım bir insanı karıştırmama imkân yok.
Arif ayağa fırladı;
— Çıldırmış olmalısınız. Sizi düne kadar
tanımıyordum. Oysa siz, kaza anında bir iş görüşmesine gittiğimi biliyordunuz.
Bugün de saçma sapan sözler söylüyorsunuz. Ya bir oyun peşindesiniz, ya da
yeniden muayeneden geçmenizde yarar var. Her iki durumda da ben gidiyorum.
Arif’in kapıya yönelmesi üzerine sert
bir ifade ile “otur” diye seslendi Nihat Yalçın. Arif başını çevirip gözlerinin
içine baktığında ifadesini yumuşattı.
— Lütfen otur.
Kısa bir tereddüt anından sonra oturmaya
karar verdi Arif. Önünde ki diafonun butonuna basarak, sekreter kıza kimseyi
içeri almaması direktifini verdi Nihat Yalçın. Kısa süren bir sessizlikten
sonra konuşmaya başladı;
— Her şeyi anlatacağım. Yalnız, şimdiden
sonra ki tüm söylediklerimi ön yargısız olarak dinlemeni istiyorum senden. Ne
kadar saçma gelirse gelsin. Anlaştık mı?
— Neden dinlemek isteyeyim ki?
— Az kalsın ölümüne neden olacağın
çılgın ihtiyara ödeyeceğin kefaret desek.
İsteksizde olsa kabul etti Arif;
— Peki, öyle olsun.
“Güzel” dedikten sonra bir süre daha
sessiz kaldı Nihat Yalçın. Söyleyeceklerini kafasında toparlamaya çalışıyor
gibiydi.
— Sana bir soru sormak istiyorum.
— Dinliyorum.
— Zamanda yolculuk yapabilseydin, hangi
zamana gitmek isterdin?
Tekrar saçmalamaya başladığını düşünerek
bir süre cevap vermedi Arif. Fakat ihtiyarın yüzündeki ciddi ifadeyi görünce
cevaplamaya karar verdi;
— Bilemiyorum. Sonuçları benim için kötü
olmuş bir olayı düzeltebileceğim bir zamana sanırım.
— Trafik kazası geçirip kötürüm kalmak,
düzeltmek isteyeceğin bir olay olurdu o zaman. Haksız mıyım?
— Sanırım haklısınız.
İhtiyarın kısa süreli sessizliklerinin,
ona duyduklarını hazmetmesi için tanıdığı zaman olduğunu hissetti.
— İşte evlat, dün bana çarpmamış
olsaydın, yola fırlayan ufaklıktan sıyırdıktan üç yüz metre sonra çok büyük bir
kaza geçirerek kötürüm kalacaktın.
— Kendini benim önüme atarak bunu
engellediğini ve bunu da zamanda yolculuk yaparak bildiğini söylemeye
çalışıyorsun, öyle mi? Hiçte inandırıcı bir hikâye değil.
— Saçma da gelse dinleyeceğin konusunda
anlaşmıştık.
— Evet, maalesef. Peki, böyle bir
yolculuk yapmanı sağlayacak bir aracın, ne bileyim içine gireceğin bir makinen
olması lazım değil mi? En azından filmlerde böyle oluyor. Daha da önemlisi, sen
gelecekten geldiysen, şimdiki zamanda yaşaması gereken sen nerede?
— İkinci bir ben yok evlat. Bu yolculuk,
gelecekteki bilincimin bu zamana ışınlanmasından ibaret… Tek beden, daha fazla
anı… Ve henüz böyle bir makine yok. Sen yapana kadar da olmayacak.
— İnsanların bilinçlerini geçmişe
gönderebilen bir makine icat edeceğimi mi söylüyorsun?
— Evet.
— Peki, ne zaman olacakmış bu?
— Bu zamana geri gelmeden bir kaç saat
önce otuz ikinci yaş gününü kutlamıştık.
— Beş yıl sonra yani?
— Zamanda bir takım olayları değiştirmiş
olduk. Bu sebeple kesin tarih vermek zor.
— Eğer böyle bir makine yaptıysam, neden
deneyen ben değilim de sensin? Geçmişe kendi bilincimi yollayarak da pekâlâ şu
kötürüm kalacağımı söylediğin kazayı engelliyebilirdim. Hatta dün direksiyon
başına hiç oturmazdım.
— Elbette patron ben olduğum için. Şaka
tabi ki… Aslında ilk planımız böyleydi. Ama olabilecek bir aksaklığı
düzeltebilecek tek kişi sen olduğun için bundan vazgeçtik.
— Neden sen?
— Bu olayı bilen üç kişiden, günleri
sayılı olan tek ben olduğum için.
Açıklama bekler gibi Nihat Yalçın’ın
gözlerine baktı Arif.
— Evet. Sen makineyi tamamladığında ben
kanserle boğuşuyordum evlat.
— Anlıyorum Üç kişi dedin.
— Evet.
— Üçüncü kişi kim?
— Senin asistanın. Bir fizikçi. Konuşmamız
bittiğinde tanışacaksın.
— Onun bütün bunlardan haberi var mı?
— Kısmen evet.
— O zaman kazadan çok daha önceki bir
zamana yolculuk etmiş olmalısın.
— Akıllısın evlat.
— Söylesene, geri geleli ne kadar zaman
oldu?
— Yaklaşık bir ay.
— Neden beni daha önce uyarmadın o
zaman?
— Bana asla inanmayacaktın.
— Şimdi inanacağımı sana düşündüren ne?
— Birincisi, yıldönümü.
Arif’in yüzündeki şaşkınlık ifadesi
iyice belirginleşti.
— Yıldönümü?
— Hadi evlat! Dün babanın ölüm yıldönümüydü.
Yüzü, söyleyeceklerini söylemek
istemiyormuş gibi bir ifadeye büründü.
— Neydi istediğin, peynirli cips mi?
Gece yarısı açık bakkal aramasaydı onu bıçaklayan sarhoşla hiç
karşılaşmayacaktı değil mi?
— Sen...
— Üzgünüm evlat. Ama inkâr etsen de hep
kendini suçladın. Ve on bir yaşından beri o günü geri alabilmeyi diliyorsun.
— Bunları bilemezsin.
— Ama biliyorum. Çünkü sen anlattın.
— Hayır. Bütün bunları kimden
öğrendiğini bilmiyorum ama… Annemden… Onunla konuşmuş olmalısın.
Nihat Yalçın masasının çekmecesinden bir
dosya çıkarıp Arif’e uzattı.
— Bu da ikincisi… Sence bunu da mı
annenden öğrendim?
Dosyanın kapağını açtığında kısa süreli
bir şok geçirdi Arif. Kelimelerin kendisi için tükendiğini hissetti. Hep
gerçekleştirmeyi düşündüğü, rüyalarında bile bitmiş halini göremediği bir ışık
transferi projesinin, kara kalemle çizilmiş kaba bir tasviri duruyordu dosyada.
Onun bu şaşkınlığı Nihat yalçın’ın gülümsemesine neden oldu.
— Üzgünüm. Resim çizmek konusunda pekte
yetenekli olduğum söylenemez.
— Fakat bu nasıl olabilir?
— Dün, yöneticileriyle görüşmeyi
kaçırdığın işe, sırf bu projeni gerçekleştirebilmek için girmek istiyordun. Çalışmaların
için gerekli tüm kaynakları sağlayabilecek kadar güçlüydüler. Dershanede saat
ücretiyle ders vererek bu işin altından kalkamazdın. Ama olmadı. O görüşmeye
hiç gidemedin. Kaza geçirdin ve sakatlandın. Aylar sonra tekerlekli sandalyeyle
işyerime geldin. Onlar kadar büyük bir firma olmasak da hedeflerin için basamak
olabileceğimizi biliyordun. Önce sırf haline acıdığım için seni işe aldım. Ve
sen kısa zamanda yeteneklerini ispatladın. Dostluğumu kazandın. Projeni bana
açtığında sana inandım ve destekledim. Şimdi de senin bana inanmanı bekliyorum.
— Varsayalım anlattıklarına inandım. Hala
ışık transferi projesiyle, bilincin zamanda yolculuğu arasında bağlantı kurabilmiş
değilim.
— Arada bir bağlantı var mı bende
bilmiyorum evlat. Ama insan yola her çıktığında, planladığı istikamete
varacağının bir garantisi yok. Bazen hayal bile edemediğimiz yerlerde
bulabiliriz kendimizi.
— Peki diyelim ki, projem farklı kulvarlara
kaydı ve ben kötürüm kalmaktan kurtulmak için bahsettiğin makineyi icat ettim.
İsteğim gerçekleştiğine ve şu an da öyle bir sakatlığım olmadığına göre eski
projeme geri dönüş yapabilirim.
— Unutma ki, isteklerinin yalnızca
birini gerçekleştirebildin. Baban konusunda hala aynı yerdesin. Hem istemez
misin yaşlandıktan sonra kafanda ki tüm birikimlerinle birlikte istediğin yaşa
geri dönebilmeyi? Hayatı tüm olasılıklarıyla yaşayabilmeyi… Sonuçlarını
bildiğin yatırımlarla istediğin kadar zengin olabilirsin. Farklı ülkelerde
yaşayabilirsin. Ölmeden önce yapılması gereken on, yüz ya da bin şey diye bir
kısıtlaman olmayacak. Tekrar tekrar geri dönüp istisnasız hepsini
yaşayabilirsin.
— Ve sende kansere yenik düşme riskinden
böylece kurtulabilirsin değil mi?
— Evet, ama ben en azından bu deneyimi
bir kere yaşadım. Önümdeki beş yılı çok daha farklı yaşayabilirim artık. Erken
teşhisle belki kanseri bile yenebilirim. Yenemesem de her günümü dolu dolu
yaşayacağım kesin.
— Bilemiyorum. Kafam çok karıştı.
Sanırım düşünmek için süreye ihtiyacım var.
— Tabi ki evlat… Dilediğin kadar
düşünebilirsin. Yalnız gitmeden önce Edip Beyle birlikte senin için hazırlatmış
olduğum laboratuarı gezmeni rica ediyorum senden. Daha önce, pardon bir kaç ay
sonra benden isteyeceğin tüm malzemeleri hazırlattım.
— Edip Bey?
Nihat Yalçın diafondan sekreter kıza
Edip Beyi içeri göndermesini istedikten sonra cevap verdi.
— Asistanın evlat.
— Anlıyorum. Kararımı daha sonra size
bildiririm.
— Görüşmek üzere evlat… Doğru kararı
vereceğini biliyorum.
* * *
Beş yıl sonra...
Oturduğu yerde bilgisayar ekranına kilitlenmiş
gibi bakan Arif yanına yaklaşan Edip’i fark etmemişti.
— Bu kadar dikkatli baktığına göre
oldukça heyecanlı bir film olmalı.
Başını sesin geldiği yöne çevirdi.
— Sen miydin Edip? Bir simülasyon hazırlamıştım, ona bakıyordum.
Bir problem var da.
“Nedir” der gibi baktı Edip.
— Zaman problemini çözemiyorum. Tüm
verileri yükledim. Olası bütün hata paylarını hesapladım. Ama tarih girdiğim
zaman, sistem benim girdiğim tarihi değil kendi belirlediği tarihi uygulamaya
koyuyor. Sebebini bir türlü anlayamadım.
— Belki de öyle olması gerekiyordur.
— Hayır. İlk seferinde Nihat Beyi beş
yıl geriye gönderebildiysek, bu problemi çözmüş olmalıyız. Oysa simülasyona
göre sadece otuz üç yıllık periyotlarla gönderme yapılabiliniyor.
— Vay canına! Otuz üç yıl demek.
— Aklına gelen bir şey mi var?
— Hayır, sadece bundan iyisi olamaz diye
düşündüm.
— Hangi açıdan?
— Otuz üç yaş insanın olgunluk yaşıdır.
Doğumdan itibaren bu yaşa gelene kadar geçirdiği evrelerle gelişimini tamamlar
insan. Sonrası tekerrürlerle gelen yaşlılıktan ibaret…
— Yani?
— Yani, sıfırdan yeni bir hayat yaşamak
için ideal bir süre.
— Bunun sorunumuza pek yardımı olacağını
sanmıyorum.
— Haklısın. Belki de senin makinenin
tanıdığı en kısa zaman birimi otuz üç yıldır. Kim bilir? Otuz üç yıl. Ay ve güneş
takvimi arasındaki fark kadar.
— Ne dedin sen?
— Anlamadım. Yanlış bir şey mi söyledim.
— Hayır, hayır. En son söylediğin
cümleyi tekrarlar mısın?
— Ay ve güneş takvimi arasındaki fark
kadar.
— Tabi ya. Ay takvimi, on bir gün kısa
olduğu için güneş takvimini otuz üç yılda bir yakalayabiliyor. Sistem tarih
belirlemede bu süreyi kullanıyor olmalı.
— Her neyse. Bak ne diyeceğim.
Saatlerdir çalışıyorsun. Artık ara vermelisin. Bina da bizden başka kimse
kalmadı.
— Şu simülasyonun tamamlanmasını
beklemem lazım.
— Boş ver şimdi onu. Hadi yukarı
çıkalım. Ofiste ki dolapta buz gibi kola var. Bu sıcakta iyi gider.
— Sanırım haklısın.
Asansörle yukarı çıkıp ofisisin kapısına
geldiklerinde Edip;
— Sen içeri girip ışıkları yak. Bende
iki bardak bulayım.
— Tamam.
Işıkları yaktığında, toplu ‘iyi ki
doğdun’ nidasıyla irkildi Arif. Patronu Nihat Yalçın’ın önlerinde durduğu bir
gurup firma çalışanı ve eş dost ellerindeki pasta ve hediye paketleriyle ona
bakıp gülüyorlardı.
— Vay canına, dedi. Sürpriz parti demek…
Az sonra Nihat Yalçın ve Arif ayaküstü
sohbet ediyorlardı.
— Çalışmalar nasıl gidiyor Arif?
— Neredeyse sona yaklaştım gibi.
Bilincin ışınlanacağı zamanı belirleme konusunda problemlerim var. Onu da
çözdüğüm zaman makine hazır olacak.
— Anlıyorum.
— Üzgünüm Nihat Bey. Bugün doğum günüm
olduğuna göre, bir önceki sefere nazaran biraz gecikme yaşayacağımız
anlaşılıyor. Ve bu gecikmeye benim bir kaç ay süren kararsızlığım neden oldu.
Neyse ki bu kez kanser illetiyle boğuşmuyorsunuz.
Nihat Yalçın, Arif’in sırtını sıvazladı;
— Erken teşhis mucizelere sebep
olabiliyor evlat. Ayrıca, üzülmene de gerek yok. Üç beş gün önce veya sonra
çokta önemli değil. Neticede varmak istediğimiz sonuca doğru adım adım ilerliyoruz.
— Haklısınız.
Edip yanlarına yaklaştı;
— Sohbeti bölmüyorum umarım?
— Hayır. Sende bize katıl, dedi Nihat
Yalçın. Hatta neden bana yaptıklarınızı göstermiyorsunuz?
— Şimdi mi, dedi Arif?
— Neden olmasın? Ben patron değil miyim?
Çalışanlarımı istediğim zaman denetlemek hakkım.
Üçü de aynı anda gülümsedi.
— Pekâlâ, dedi Arif.
— Siz ikiniz önden gidin. Ben
davetlileri yolladıktan sonra size katılırım, dedi Nihat Yalçın.
Asansörle laboratuarın olduğu kata
inerlerken Arif, Edip’e takıldı.
— Demek buz gibi kolan vardı dolapta.
— Başka türlü seni yerinden
kaldıramayacağımı biliyordum.
— Ben bile doğum günümü unutmuştum. Kim
hatırladı?
— Tabi ki Nihat Bey…
— Gerçekten ilginç ve sürprizlerle dolu
bir insan… Hayatı hep bizden bir adım önde yaşıyor.
— Normal değil mi? Adamın bilincini beş
yıl geriye gönderdin. Olabilecek olayların çoğunu önceden biliyor zaten.
— Haklısın da, yerine oturmayan parçalar
var sanki.
— Ne gibi?
— Ne bileyim. Beş yıla değil bir ömre
sığdırılamayacak kadar bilgi birikimi var hissine kapılıyorum bazen. Geçen, iş
bağlantısı yapmaya gelen Japon iş adamlarıyla Japonca konuştuğunu duydum.
— Ne var bunda?
— Hayatının hangi safhasında ve neden bu
kadar zor bir dili öğrenmiş olabilir ki?
— Adam altmış altı yaşında. Ve biz bunun
uzun bir bölümünde neler yaşadığını bilmiyoruz. Bir kaç dil öğrenmiş ve daha
pek çok eğitim almış olabilir.
— Evet, çok güzel piyano çalmak ve
mükemmel şiirler yazmak gibi.
— Demek şiir kitabını okudun.
— Evet.
— Hadi ama... Aklından geçenleri
anlıyorum. Fakat o kitabı sekiz sene önce bastırtmış. Bilinci geçmişe
ışınlanmadan üç sene önce yani… Tamamen kendi emeği olmalı.
— Haklısın, kuruntu yapıyorum.
Az sonra Nihat Yalçın yanlarındaydı.
— Hadi bakalım. Neler yaptığınızı
gösterin bana.
Yerden tavana kadar yükselen sekizgen
bir kabini işaret etti Arif. Kabin tamamen camdan yapılmıştı. Üzerinde pek çok
düğme olan, yere sabit bir koltuk duruyordu ortasında. Tavanın sekiz köşesinde
de koltuğa oturan birinin başını hedefleyecek açıda konumlandırılmış uzantılar
bulunuyordu. Uzantılar hedefini ortadan ikiye bölecek ışın silahı izlenimini
uyandırıyordu ilk bakışta. Tavanın merkezinde yüz hariç, başı tamamen kaplayacak
bir kask göze çarpıyordu. Ve yine çevresinde antene benzer sekiz uzantı.
Çalıştırıldığında kullanıcının başına yerleştirilecek olmalıydı. Kabinde göze
çarpan başka bir cihaz görünmüyordu. Zaten bu haliyle ikinci bir kişinin dahi
içeri giremeyeceği kadar küçüktü.
— Yakından bakmak istiyorum, dedi Nihat
Yalçın.
— Tabi Efendim, dedi Arif. Yalnız hiç
bir düğmeye dokunmayın. İstenmedik bir kargo paketi durumuna düşmenizi
istemeyiz.
— Elbette evlat.
Kabine doğru yaklaşırlarken Nihat Yalçın
sordu.
— Pek sağlam görünmüyor. Olabilecek bir
kazanın bütün binayı havaya uçurmayacağına emin misin?
— Merak etmeyin Efendim. Cam, içinde bir
el bombası patlasa bile direnecek kadar dayanıklı. Ayrıca, işlem
başlatıldığında tavandan inecek titanyum panellerin güvenliğini bir tek içeride
patlatılacak nükleer bir bomba aşabilir.
— Güzel.
— Gerçi bu kadar güvenlik önlemine bence
gerek yoktu. Ama tedbiri elden bırakmamız konusunda ki isteğiniz üzerine bu
önlemleri aldık.
Cevap vermeden bölmeye doğru ilerledi Nihat
Yalçın. Arif elini bölme üzerindeki bir panele yapıştırdığında kenarlardan biri
yukarı doğru kalkarak kapı açıldı.
— Meraklı birinin içeri girip
kurcalamasını istemedim de.
Nihat Yalçın kabine girip koltuğa
oturdu. Arif;
— Bakın o sağ işaret parmağınızın
yakınındaki yeşil düğmeye, diyecek oldu ki Nihat Yalçın düğmeye bastı ve kapı
tekrar kapandı.
— ..sakın dokunmayın diyecektim.
Bir kaç metre ötedeki masasının yanına
gitti Arif. Bir butona basarak konuşmaya başladı.
— Camlar tamamen ses geçirmez olduğu
için ancak bu şekilde konuşabiliriz Efendim. Düğmeye basmamanız konusunda sizi
uyaracaktım ama geç kaldım. Artık kontrol tamamen size geçti. Kapıyı açmak için
aynı düğmeye tekrar basar mısınız?
Nihat Yalçın bir tepki göstermedi.
Duymuyormuş gibiydi. Bir köşede sessizce olanları izleyen Edip’le göz göze
geldi Arif. Son cümlesini tekrarladı.
— Nihat Bey, kapıyı açmak için aynı düğmeye
tekrar basar mısınız lütfen?
— Üzgünüm evlat. Bunu yapmayacağım,
dedikten sonra koltuktaki başka bir düğmeye bastı Nihat Yalçın.
Tavandaki kask ağır ağır aşağı doğru
inerek başına yerleşti. Ne yaptığını biliyor gibi sırayla değişik düğmelere
basıyordu. Kabini masmavi bir ışık kapladığında titanyum paneller aşağı doğru
inmeye başladı. Hiç bir yararı olmayacağını bildiği halde eline geçirdiği bir
sandalyeyi kabine doğru fırlattı Arif. Çıkarttığı sesten başka en ufak bir
etkisi olmadı bu girişimin. Tekrar masasına dönüp ekranını açtı. Artık yalnızca
daha önce içeriye yerleştirdiği bir kamerayla görebiliyordu Nihat Yalçın’ı.
Tekrar konuştu;
— Ne yapmaya çalışıyorsunuz Nihat Bey?
Sistem henüz tamamlanmadı. Kendinize zarar vereceksiniz.
— Her şey olması gerektiği gibi, dedi
Nihat Yalçın.
— Hayır değil. Bu haliyle çalışsa bile
otuz üç yıl geçmişe döneceksiniz.
— Hadi evlat. Bunu bilmediğimi mi
sanıyorsun. Bu benim dördüncü yolculuğum.
Bir süre duraksadı Arif;
— Bana yalan söylediniz.
— Üzgünüm buna mecburdum.
Bölmedeki ışık maviden yeşile doğru
dönerken, Arif konuşmaya devam etti;
— Sen adi bir yalancısın. Bana başka
hangi konularda yalan söyledin?
— Gerçekten bilmek istiyor musun?
— Evet, bilmek istiyorum.
— Bir daha ki tanışmamızda bunların hiç
biri henüz yaşanmamış olacağına göre benim için bir mahsuru yok. İşlemin
tamamlanmasına daha on iki dakika var. Bu süre içinde istediğin soruyu
sorabilirsin.
— Nasıl başladı?
— Sanırım ilk seferi soruyorsun. Pekâlâ.
O kahrolası arabayla bana ilk çarpan kişi sen değil babandı.
— Nasıl olur? Babam yıllar önce
öldürüldü.
— İlk seferden bahsediyoruz evlat. Baban
için üzgünüm. Ama canım gerçekten çok yanmıştı.
— Sen bir katilsin.
— Teorik olarak evet… Ama buna alkollü
araç kullanmanın bedeli de diyebilirsin. Her neyse, anlatmamı istiyor musun?
Sinirlerine hâkim olmaya çalıştı Arif;
— Tamam, dinliyorum.
— Kazadan sonra bacaklarım bir daha hiç
tutmadı. Kimsem yoktu ve baban vicdan azabıyla bakımı mı üstlendi. Sen o
zamanlar şu asla görüşmeye gidemediğini sandığın şirkette önemli bir bilim
adamıydın.
— Sende bu şekilde teşekkür ettin.
— Sonuçta o hale gelmemin sebebi oydu.
Ben sadece sebebi ortadan kaldırdım.
— Peki, istediğini almışken neden devam
ettin. Neden tekrar tekrar beni buna zorladın.
— Anlamıyor musun evlat? Bu uyuşturucu
gibi… Bir kere tadını aldığın zaman bir daha asla bırakamazsın.
— Bana bir daha evlat deme.
— Sen bilirsin. Neyse. Sen o zamanlar,
aydınlık bir ortamdan topladığı ışık enerjisini karanlık bir ortama aktaracak bir
ucuz bir enerji kaynağı üzerinde çalışıyordun. Ama icadın istediğin gibi
çalışmadı. Işığı senin istediğin yere değil tersine yani geçmişe gönderdi.
Olayı çözdüğünde bunu insan bilinci için de yapabileceğini fark ettin. Makineyi
yaptığında sana bir denek lazımdı. İşe yararsa babanın vicdan azabını yok
edecek, yaramazsa da kimsenin arayıp sormayacağı bir denek. Ve bana bundan
bahsettiğinde kaybedecek bir şeyim olmadığı için kabul ettim.
— Gönüllü olduğun bir durum için beni mi
suçluyorsun?
— Asla. Ben seni hiç bir zaman
suçlamadım. Hatta sana şükran bile borçluyum.
— Çok güzel belli ediyorsun.
— Üzgünüm. Ama seni hep kolladım. Her
geri dönüşte farklı bir hayat sürerken, olayların merkezinde hep sen vardın.
Doğumundan itibaren, farkında olmasan da gözetimim altındaydın. Geleceğe ait
bilgilerimle kendime lüks bir hayat kurarken seni de ihmal etmedim.
— Çok lüks şartlar altında büyüdüğüm
söylenemez.
— Ortalamayı tutturmak zorundaydım.
Yoksa farklı alanlara kayıp, bu makineyi asla icat edemeyebilirdin.
— Beni kullanabilmek için kolladın.
— Belki öyle. Ama babanın ölmeden bir
kaç gün önce imzaladığını sandığınız hayat sigortasının, senin ve annenin rahat
yaşamanızı sağladığı gerçeğini inkâr edemezsin.
— Neden daha önce değil de son beş yılda
çıktın karşıma?
— Söylediğim gibi, hayatına çok fazla
müdahale edersem farklı bir insan olarak yetişmene sebep olabilir ve bu makineyi
icat etmeni engelliyebilirdim. O sebeple sürecin başladığı tarihte karşına
çıkmayı tercih ettim.
— Peki, bu kez neler yapmayı
planlıyorsun?
— Kim bilir? Belki doğru partiden aday
olarak belediye başkanı, ya da bir vekil olabilirim. Geleceği görüşüm
başbakanlığa kadar çıkarır beni belki de.
Bölmede ki ışık, yeşilden mora doğru
dönerken Nihat Yalçın bölmenin içinde ki kameraya el salladı.
— Son otuz saniye. Biliyor musun önceki
seferlerde bunların hiç birini sana anlatmadım. Her şeyi anlatabilmek gerçekten
rahatlatıcı olabiliyormuş. Gittikçe yufka yürekli oluyorum sanırım. Yirmi yedi
yıl sonra tekrar görüşürüz.
Arif, önündeki bilgisayarın klavyesine
uzanıp seri bir şekilde bir şeyler yazarken cevap verdi;
— Bu kez de anlatmamalıydın.
— Yapabileceğin hiç bir şey yok evlat.
Bütün kontrol bende…
Arif son tuşa dokunduktan sonra tekrar
konuştu.
— Bana bir daha evlat deme, demiştim.
Bölmenin içindeki uzantılardan çıkan
ışınlar kaskın üzerindeki antenlerle buluştuğunda, başından beri sessizce olayı
izleyen Edip konuştu.
— O haklı. Artık yapabileceğin hiç bir
şey yok.
— Gideceği zaman sürecini iki katına
çıkarmak dışında…
— Nasıl?
— Zaman problemini çözemediğim için,
ayarlama panelini henüz bölmeye monte etmemiştim.
— Bu ne işe yarayacak?
— Çocuklar beş yaşından önceki
yaşamlarının pek çoğunu asla hatırlamazlar.
— Ya baban!
— Onun için üzgünüm. Ama her şey olması
gerektiği gibi kalmalı.
* * *
Dipsiz bir kuyuya düşüyormuş hissini
aştığında kendini karanlık ve dar bir ortamda buldu Nihat Yalçın. Bir sıvının
içinde hareketleri kısıtlı bir şekilde hapsolmuştu. Nasıl nefes alabildiğine
şaşırdı önce. Nerede olduğunu anladığında bütün gücüyle debelenmeye başladı. “Hayır,
bunu yapamazsın” çığlıklarını kendinden başka kimse duymuyordu.
Yere serili bir döşekte oturmakta olan karnı
burnunda genç kadın konuştu.
— Kızımız tekmelemeye başladı yine.
Yanına yaklaşan genç adam, kadının
karnını sıvazladı.
— Oğlumuz diyecektin sanırım?
* * *
Her biri tabuttan az büyük yatay duran
üç kabinden birinin şeffaf kapağı doksan derecelik açı oluşturarak iki yana
açıldı. Doğrularak içinden çıkan kişi bir kaç metre geride duran siyah takım
elbiseli adamla göz göze geldi.
— Geleceğinizi bilmiyordum.
— Başkan çalışmaların ilerlemesi
konusunda bilgi almamı istedi.
— Şimdi yanlarından geliyorum. Yılları
gün kadar kısa yaşamalarının oluşturduğu sıkıntıyı şimdilik aştım. Yeni senaryo
onları uzun bir süre oyalar.
— Deneklerle değil, sanal gerçeklik makinesiyle
daha fazla ilgilenmeniz gerektiği kanısındayım.
— Elimden geleni yapıyorum. Ayrıca ikisini
birbirinden ayrı düşünemezsin. Ve onların bir insan olduğu gerçeğini...
— Vücutlarının büyük bir bölümü
parçalara ayrılmış iki bombalama eylemi sanığı onlar.
— Biri belki. Ama öbürünün o olayda bir
parmağı olduğunu sanmıyorum.
— Buna sen karar verecek değilsin. Her
neyse. Başkan makineyi bir an önce tamamlamanı istiyor.
— Yıllarca sürecek eğitimi bir kaç günde
vererek, üstün bir ordu oluşturmanız için mi?
— Ne için kullanılacağı sizin yetki
alanınıza girmiyor. Siz sadece makineyi tamamen kullanılır hale getirin.
— Bir kaç gün içinde hazır olacak.
Siyah takım elbiseli adam kapıya doğru
ilerlerken son cümlelerini söyledi.
— Öyle olsa iyi olur. Söylediklerimi
anladığınızı kabul ediyorum Edip Bey.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder