Nereye ve nasıl gideceğinin bir
önemi yoktu. Uzaklaşmak istiyordu, sadece uzaklaşmak. Beyni komut vermese de
belki kas hafızası, belki de bilinçaltının yönlendirmesiyle sanayi sitesinin
önündeki otobüs durağına taşımıştı ayakları farkında olmadan bedenini. Takılmış
plak gibi kendini tekrarlayan cümleler, akıl koridorundaki bir sesten ziyade
baş ağrıtan bir uğultuya dönüşmüştü artık. Resmi ve soğuk…
“Bildiğiniz gibi firmamız yeni
ortaklarla, yeni bir yapılanmaya gidiyor. Birlikte çalışmaya devam edeceğimiz
arkadaşlar arasında isminiz geçmiyor. Hizmetleriniz için teşekkür ederiz.”
Birilerinin unutkanlığı mı,
ihmalkârlığı mıydı başına gelenler? Belki de umursamazlığı… İlk şoku
atlattığında ne yapması gerektiğine karar veremedi. “Ne yapacağını bilmiyorsan,
ne yapamayacağını da bilmiyor değilsin ya” diye mırıldandı. Artık orada
duramazdı.
Az sonra rastgele binilmiş
erguvan renkli otobüsün arka koltuğunda biraz kızgın, biraz şaşkın yol alıyordu
nereye gittiğini bilmeden. Çoğunlukla boş olan koltuklara hayretle baktı. Yol
arkadaşlarına…
Evladı hayırsız çıktığı için, bu
yaşta çalışmak zorunda olduğundan bahseden ihtiyar amca yoktu… Patronunun değer bilmezliğinden yakınan çaycı
abla… Ellerindeki boş tepsilerin olduğu poşetlerle, kocalarından önce eve
varmaya çalışan, günden dönen teyzeler… Dahası, hep şikâyet ettiği paydos saati
sıkışıklığından eser yoktu. Midesinden başlayıp yukarıya doğru tırmanan
burkulmanın, bu alışkanlıkların arayışı olduğuna kendini ikna etmek istese de,
başaramadı. Hafta arası, mesai saatleri içinde bir toplu ulaşım aracına
binmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki… Ve o uzun zaman diliminin emek olarak
harcandığı firma tarafından bir anda kapının önüne konulmak, hayatın hiçte
komik olmayan şakası olmalıydı.
Seyrelen saçları ve gergin yüz
hatları daha yaşlı olduğu izlenimini verse de, henüz otuz üç yaşındaydı Salih
Çelik. Bir zamanlar Zonguldak’a, il olduktan sonra Karabük’e bağlanan
Safranbolu’dan, babası İstanbul’a göç ettiğinde henüz doğmamıştı. Yani hayata
gözlerini, yedi tepeli bu şehirde açmış ve askerlik haricinde yine bu şehirde
harcamıştı sayısını bilmediği nefeslerini.
Ailenin tek çocuğuydu. Ahşap
ustası olan babası altı sene önce vefat ettiğinde, bin bir emekle kurduğu bir
mobilya atölyesi ve bir satış mağazası miras bırakmıştı. Ticari konularda
babası gibi keskin zekâlı olmadığı için sonraki iki sene içinde iflasa
sürüklenmiş, varlıklarını elinden çıkarmak zorunda kalmıştı. Artık iyice
ihtiyarlayan annesiyle birlikte oturdukları ev ellerinde kalan tek mülktü.
Yüksek tahsilliydi. Buna rağmen
bir devlet kadrosuna yerleşmek içim girişimde bulunmamış, babasının işini devam
ettireceği düşüncesinin verdiği güvenle gelecek için planlar yapmamıştı.
Aslında bir planı vardı. Nişanlısı Aysel’le hayatını birleştirmek, çocuklarını
büyütmek, filmlerde izlediğine benzer bir saadet rüzgârında ömür tüketmek…
Maalesef, kapanan dükkânların ardından iade edilen nişan yüzüğüyle o kapı da
bir daha açılmamak üzere kapanmıştı. Ve o gün anlamıştı, hayatın romantik
filmlerdeki gibi bir mutlu sona mecbur olmadığını. Arkadaş sandığı insanlarda
zamanla uzaklaşınca yanından; unutulmuşluğun, umursanmazlığın, terk
edilmişliğin acısı çökmüştü yüreğine.
Neyse ki, iyi derecede bildiği
iki yabancı dil sayesinde otomotiv parçaları ithal eden bir firmada satın
almacı olarak iş bulabilmişti. Gecesini gündüzüne katarak çalıştığı bu işin
ömrü de dört sene sonra artık nihayetlenmişti malum. Yine unutulacak, yine
umursanmayacak, yine terk edilecekti kim bilir kimler tarafından.
Bindiği otobüs Karaköy’de
durduğunda, inerek köprüye yöneldi. İçinde bulunduğu ruh haline şifa olurdu
belki deniz kokusu. Ve korkusuna rağmen, iğneye yakalanmadan yemi kapıp kaçan
balıklar gibi; denize karışıp giderdi belki hislerinin tortusu.
Bir balıkçının suya salladığı
misinanın ucundaki kurşuna zimmetliyordu ki hüzünlerini, bir rüzgâr
düşüncelerini başka kuytulara sürükledi. Rüzgârın ve hareketlenmenin etkisiyle
başındaki bere yere düştüğünde tanıdı ihtiyar balıkçıyı. Rahmetli babasının
emaneti, emektarı Fazıl Usta… Onunda kendisini tanıyabileceği endişesiyle
başını öne eğdi ve adımlarını hızlandırarak uzaklaştı yanından.
Yüzüne bakamazdı, mahcuptu.
Babasının vefatından sonra ağır bir hastalık geçiren Fazıl Ustayla
ilgilenememiş, bir kez olsun ziyaretine giderek durumunu, ihtiyaçlarını
öğrenmeye çalışmamıştı. “Onca mücadelenin arasında aklımdan çıkıverdi işte”
diye düşündü. Hafıza-i beşer nisyan ile maluldü. Unutkanlık hastalığıyla
yaratılmış akıl bu durumdan sorumlu tutulamazdı.
Aklı “olur” verse de, vicdanı
bulmak istediği huzurla ıslanamadı bir türlü, müsekkin etkisi aradığı
düşünceler sağanağında. Emanete sahip çıkmamanın vebaline kefaret olur muydu
ki, nisyan maluliyeti? İşlerinin ters gitmeye başladığı tarih ile Fazıl Ustanın
hastalandığı tarihin çakışıyor oluşu bazı ipuçları veriyor olsa da üzerinde
durmak istemedi. Dert yükünden sıyrılmaya çalışıyorken, üzerine bir kat daha
eklemek akıllıca değildi.
Az sonra Eminönü Meydanına
varmıştı. Bu sefer beyniyle ayakları arasında rabıta kurulmuş, bilinçli
adımlarla yönelmişti çiçek pazarına. Hafta sonları bazen gelir, tezgâhlardaki
rengârenk çiçeklerden satın alır, kafeslerdeki hayvanları seyrederdi rahatlamak
adına.
Birkaç tur atmasına rağmen
aradığı tadı bulamadı bir türlü. Siyah beyaz çekilmiş filmden bir kare gibi,
rengini gizliyordu sanki çiçekler. Bedelini ödediği bir güvercinin azadıyla
biraz ferahladı. Gökyüzünde kaybolup gidene dek izledi kanat çırpışlarını.
Sonra iskeleye yanaşmakta olan vapura takıldı gözleri. Sanki acıyan bir nazar
ile süzüyordu tüm benliğini. “Bana acıyacağına, kendine acı” diye geçirdi
aklından. “Okyanusa açılacak donanıma sahipken, iki yaka arasında sıkışıp
kalmışsın.”
Acıma dolu nazarın bir kat daha
arttığını seyreyledi hayretle… Sanki hal diliyle; “Benim rotam, dümenimi
çeviren ve yakıtımı koyan ellerle sınırlandırılmış durumda. Ya sana ne demeli
ki rızkı vereni, kendin gibi nisyan maluliyetinden muzdarip sanıyorsun?”
Elleriyle yüzünü kapatıp “aman Allah’ım” diye mırıldandıktan sonra bir süre
öylece kaldı. Kendine geldiğinde kolundaki saatine baktı. İkindi ezanının
okunmasına henüz on beş dakika vardı. Yeni Camii önündeki çeşmelerin birinden
abdest aldıktan sonra camiye girdi. Sessizce oturduğu köşede, verilmekte olan
vaazı dinlemeye başladı.
- Onlar dinlerini oyun ve eğlence
edinmişler ve dünya hayatı da kendilerini aldatmıştı. İşte onlar bu
günlerine kavuşacaklarını nasıl unuttular ve ayetlerimizi nasıl inkâr edip
durdularsa, biz de onları bugün öyle unuturuz.” (Araf:51)
Tevafukun hayretiyle ürperirken
dinlemeye devam etti.
- Ayette geçen “nisyan” fiili,
her ne kadar Türkçe meallerin çoğuna “unutmak” anlamıyla girdiyse de; fiilin
“umursamamak” ve “terk etmek” gibi fazla bilinmeyen anlamları da mevcut. Yani
ayeti “bugün onları öyle umursamayız” yahut “bugün onları öyle terk
ederiz” diye tercüme edersek, anlatılan ifadeyi daha doğru anlarız.
Salih’in tutamadığı gözyaşları,
artık çok daha fazlasını, daha doğru anladığı içindi. Babasının emanetini
unutmamış, birtakım bahanelerin ardına saklanarak umursamamış hatta terk
etmişti. Unutmak mazeret olarak kabul edilebilirdi belki. Ama umursamamanın bir
bahanesi olamazdı. Hatası, yıllardır tekrar tekrar yüzüne vurulduğu,
yaşattığını kendiside pek çok kez yaşadığı halde bir türlü farkına varamamıştı.
Kıldığı namazın ardından gözyaşları içinde defalarca çaldı tövbe kapısını. “Kabul
olur mu” endişesinin ağırlığıyla çıkışa yöneldiğinde bir el omzundan tuttu.
Başını çevirdiğinde Fazıl Ustayla göz göze geldi.
- Neredesin be evladım? Kaç
gündür sana ulaşmaya çalışıyorum.
Yutkundu. Cevap veremedi.
- Müteahhit Yüksel, beni aradı
geçen gün. O da sana ulaşamamış bir türlü. Yeni yaptığı sitenin ahşap işlerini
bizim yapmamızı istiyor. Gerçi sen atölyeyi kapatmışsın ama bu iş için atölyeye
ihtiyacımız yok zaten.
Tekrar boşalan gözyaşlarının,
kabul olmuş bir duanın huzuru olduğunu biranda izah edemezdi Fazıl Ustaya. O
da, geçmiş günleri hatırladığına yorarak sormamıştı zaten. Beraber dışarı çıkıp
yürümeye başladıklarında, iskeleden ayrılırken gördü vapuru bu kez. Bacasına
konmuş güvercinle birlikte uzaklaşırken, ona bakıp gülümsüyorlardı sanki.
Faruk Yılmazer
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder