Sevgili Dostum;
Üç günlük iş gezisi için geldiğim
Bursa’dan iki haftadır niye dönmediğim ve neden telefon açmadığım konusunda
merak içerisinde olduğuna eminim. Beni tanırsın. Kifayet yüklenebilsin diye
kelimeler, dil tarlasını nadasa bırakırım zaman zaman. Ve dost meclisinde
‘Edebi Simya’ adını verdiğimiz tabirle, sözlerin kulaktan girerek en fazla
gümüş değerine yükselmesine rıza göstermez, sessiz sahifelerin beyaz teninde
altına dönüşümünü izlemeyi yeğlerim.
Aslına bakarsan işleri iki günde
neticelendirmiş, üçüncü günü bu muhteşem şehri gezerek tamamlamaya karar
kılmıştım. Ayak bastığım andan itibaren bedenimi çevreleyen güzellikleri,
soluduğum manevi hava ile harmanlayınca; oruçlu bünyenin gün içinde tattığı
hazzın iftar saati ayyuka çıkması gibi tavan yapacak bir anın giriş kapısına
doğru çekildiğimi hissettim. Hal böyle iken, üst limit olan bayramı görmeden
geri dönebilmem artık mümkün değildi. Daha önce pek çok kez okuduğum Tanpınar’a
ait satırlarla, kaldığım otelin lobisinde asılı çerçevede tekrar karşılaşınca bayrama
olan iştiyakım tavan yapmıştı.
“Cetlerimiz inşa etmiyor, ibadet
ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı.
Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer,
mihrap, çini hepsi Yeşil'de dua eder. Muradiye'de düşünür. Yıldırım'da harekete
hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde
bekler.
Bu şehirde muayyen bir çağa ait
olmak keyfiyeti o kadar kuvvetlidir ki insan ‘Bursa’da ikinci bir zaman daha
vardır’ diye düşünebilir. Yaşadığımız, gülüp
eğlendiğimiz, çalıştığımız zamanın yanı başında, ondan çok daha başka, çok daha
derin, takvimle, saatle alakası olmayan; sanatın, ihtirasla, imanla yaşanmış
hayatın ve tarihin bu şehrin havasında ebedi bir mevsim gibi ayarladığı velut
(doğurgan) ve yekpare bir zaman.”
Bursa’ya ayak basmadan birkaç gün
önce, onlarca kez bindiğim körüklü otobüsün paydos saati sıkışıklığında
bulduğum sorusu olmayan cevabı hatırladım bu satırları tekrar okuyunca. Şeyh
müridini çağırınca, mürit sebebini bilmeden yola çıkma arzusuyla yanıp
tutuşurmuş ya, bir cevabı önden gönderip pek çoğunu çözebilmem için beni
kendine davet etti belki de bu şehir. Heba olmuş dünlerimde de cevap oradaydı
hâlbuki. Şimdi olduğu gibi, yakınlaşmak istidadımı yükseltene kadar
anlayamamıştım. Körük üzerinde sabit duran sağ ayağımın aksine otobüsün
dönüşüyle daire çizmeye başlayan sol ayağım, demini alamadığı nice demden sonra
‘dem bu demdir’ sözünü düşürmüştü aklıma. Sol ayağımı da içeri çektiğimde
an’daydım artık. Öne adım attığımda zamandaydım, arkaya adım attığımda başka
bir zamanda. Körüğün üzerinde hareketsiz durdum bir süre. Otobüsün
dönüşlerinden etkilemediğimi gördüm. İçinde değildim sanki. Ama büsbütün
dışında da değildim. Tıpkı; yirmi dört saatin tüm bilgileri belleğinde kayıtlı
olan mekanizmanın, zembereğe bağlı çarklarla, akrep, yelkovan ve saniyeyi
farklı yönlere olmasa bile farklı hızlara yönlendirmesi gibi.
O vakit anladım ki, zaman dediğimiz
olgu bir bütün olan an’dan gelen küçük dilimlerden ibaret. Ve bizler saniyenin
şımarıklığına, yelkovanın biraz daha vakur duruşuna kaptırmışken kendimizi,
an’a en yakın duran akrebin ağır ilerleyişini bile gözden kaçırıyoruz.
Türbeleri, camileri, şadırvanları,
çeşmeleri ve sayılamayacak pek çok harikasıyla Bursa’nın görülen yüzü;
pırlantalarla süslü bir saat kadranı dostum. Uludağ, an’a bağlı göbek direği,
akrep, yelkovan ve saniyenin işaret ettiği harikalar hissettiğimiz zamanın
pırlantaları.
Uludağ’a çıktım ilk gezi günümde.
Yüzey yükseltisi olarak bilinen dağların heybeti, beden gözümüzle
görebildiğimizin çok daha fazlasıdır. Yerin altına, belki de yalnızca
masallarda hayat bulduğunu sandığımız Kaf Dağına yani an’a uzanan, görünenin
10–15 katı büyüklüğünde birde görünmeyen kısmı gizlidir. Dağ kökü adını
verdiğimiz bu kısım yeryüzü dengesini sağlar.
Fakat Uludağ; anne şefkatiyle
kucakladığı Bursa için dengeyi sağlamakla yetinmediğini, aktif bir volkan
olduğu günlerde mayası toprak olan insanoğlunun ihtiyacı olan enerjinin
yeraltından yüzeye çıkması için baca görevi gördüğünü fısıldadı kulaklarıma.
Eteklerinde kurulacak şehrin yaşam enerjisini yağmur misali toprağa, suya
serpiştirdiğini, havasına manevi bir koku yüklediğini, oluşan manevi atmosferin
biyolojik olarak yeşiliyle, sosyolojik olarak ekiniyle günümüze dek ulaştığını
anlattı dilsiz cümleleriyle. Ve anlatılabilecek pek çok hikâye olduğunu
söyledi. ‘Yeter ki, gez ve dinlemesini bil’.
Şiirlere, şarkılara, hikâyelere esin
kaynağı olmuş, binlerce yıllık tarihi geçmişiyle birçok medeniyete beşiklik
etmiş bu şehir Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Musevilik açısından önemli kabul
edilen çok sayıda tarihi yapıyı da bünyesinde barındırıyor.
Ancak, akrebin kıskacına yoğrulmuş
ceddimizin ‘acaba tutar mı’ demeden göle yoğurt çalar gibi taşına ruh üfleyerek
ince ince işlediği eserlerden sonra gerçek kişiliğini bulmuş, takvimi durdurup,
yalnızca kendini layıkıyla tanıyanlara görünür olmuş.
Uludağ’dan edindiğim sırrın
akabinde, günlerin nasıl geçtiğini fark etmeden gezintime devam ederken,
üzerinde durduğumu anlamadan Kaf Dağı’na uçuracak Zümrüdü Anka’mı aradım
önceleri. Attığım her adımda giderek şeffaflaşan kadran, ihtiyar çınarın
altında içtiğim bir bardak çayla vadesi dolmayacak hatırlar yüklendiğim sırada
bir anda duru bir suya dönüştü. Tarih öncesi diye nitelendirilen çağlarda,
insanoğlunun zamanı ölçmek için kullandığı metotlardan biriside delik bir
kovadan suyu başka bir kaba aktarmakmış.
Evliya Çelebi ‘Velhasıl Bursa sudan
ibarettir’ derken, zamanı kumla, yüksek sütunların gölge uzunluğuyla ve diğer
başka yöntemlerle ölçen benzer şehirlerden farkını yıllar önce koymuş ortaya.
İkinci zaman dediğimiz o muayyen zamanı, su şehrinin kabında bulmamızdan daha
tabi ne olabilir? Artık ne saat vardı, ne akrep, ne de yelkovan. Zembereğin enerjisine,
çarkların yönlendirmesine ihtiyaç duyulmayan, takvimle alakası olmayan bir
mekânda, o muayyen zamandaydım artık.
Osman Gazi’nin rüya ağacı daha
küçücük bir fidanken, köklerinin bu şehre ulaşmasıyla, güçlenip gürbüzleştiğini
gördüm. Babasının, Şol gümüşlü kubbenin altına gömülme vasiyetini yerine
getirebilmek için, kuşatmayı fetihle neticelendirmesini Orhan Gazi’nin.
Selamımı aldığını işittim Baba Sultan’ın. Hüdavendigâr’ın imar çalışmalarına
girişini ve merhametini müşahede ettim. Buhara’dan, Bursa’ya uzanan hikâyesini
dinledim Emir Sultan’ın. Cesareti Yıldırım’dan öğrendim. Fetret boşluğunda, ulu
çınarın kurumaması için çırpınışını izledim Bursa’nın. Yaklaşık kırk yıllık
yaşamından daha tatlı gelen Yeşil Türbe’li kırk günü Çelebi Mehmet’le birlikte
yaşadım. Ulu Cami’nin minberinde kâinatın tasvirini gördüm. Ekmeklerinden
tattım Somuncu Baba’nın.
Fetih olunduktan sonra Osmanlı’nın
payitahtı olan bu şehir baştan sona bir tarih hazinesi dostum. Şu kısacık
denilebilecek birkaç günlük zaman diliminde gezip gördüklerimin, duyup
hissettiklerimin tamamını mektuba yazmaya kalksam kalemin nefesi kesilir, zarfı
korku sarar. Tek parça, geniş anın parçalanmaz akışında yaşadıklarımı, yine
ondan bir resim karesine sığdırmaya çalışmak, alfabedeki harflerle
oluşturulabilecek tüm kelime olasılıklarını, alfabenin kapladığı kısacık alana
sığdırmak için uğraşmaya benzer.
Ve dostum;
Tüm yaşadıklarımı Çekirge’de
özümsedikten sonra fark ettim ki, Bursa’ya ayak bastığım anda gelmiş aslında
bayram. En başından beri berabermişiz. Arife gecesi geç yatan çocuklar gibi,
geç uyanmışım sadece.
Katlayıp zarfa koymadan önce, bir
şadırvanın başında yüksek sesle okumaya karar verdim bütün bu satırları.
Duyabilecek tek bir damla gönüllü postacı olur, pulsuz da olsa ulaştırır
gitmesi gereken adrese nasılsa.
Dönüşümü neden geciktirdiğimi
soracak olursan; açık iki pencere arasında kalan insanın cereyana tutulup
hastalanması gibi, iki zaman arasında kalacak ruhumun bir daha asla şifa
bulamayacak olması ihtimali.
Selametle…
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder