5 Aralık 2018 Çarşamba

Bir Zaman Vardı Zamanda (Mektup)


Sevgili Dostum;

Üç günlük iş gezisi için geldiğim Bursa’dan iki haftadır niye dönmediğim ve neden telefon açmadığım konusunda merak içerisinde olduğuna eminim. Beni tanırsın. Kifayet yüklenebilsin diye kelimeler, dil tarlasını nadasa bırakırım zaman zaman. Ve dost meclisinde ‘Edebi Simya’ adını verdiğimiz tabirle, sözlerin kulaktan girerek en fazla gümüş değerine yükselmesine rıza göstermez, sessiz sahifelerin beyaz teninde altına dönüşümünü izlemeyi yeğlerim.
Aslına bakarsan işleri iki günde neticelendirmiş, üçüncü günü bu muhteşem şehri gezerek tamamlamaya karar kılmıştım. Ayak bastığım andan itibaren bedenimi çevreleyen güzellikleri, soluduğum manevi hava ile harmanlayınca; oruçlu bünyenin gün içinde tattığı hazzın iftar saati ayyuka çıkması gibi tavan yapacak bir anın giriş kapısına doğru çekildiğimi hissettim. Hal böyle iken, üst limit olan bayramı görmeden geri dönebilmem artık mümkün değildi. Daha önce pek çok kez okuduğum Tanpınar’a ait satırlarla, kaldığım otelin lobisinde asılı çerçevede tekrar karşılaşınca bayrama olan iştiyakım tavan yapmıştı.

“Cetlerimiz inşa etmiyor, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini hepsi Yeşil'de dua eder. Muradiye'de düşünür. Yıldırım'da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler.
Bu şehirde muayyen bir çağa ait olmak keyfiyeti o kadar kuvvetlidir ki insan ‘Bursa’da ikinci bir zaman daha vardır’ diye düşünebilir.    Yaşadığımız, gülüp eğlendiğimiz, çalıştığımız zamanın yanı başında, ondan çok daha başka, çok daha derin, takvimle, saatle alakası olmayan; sanatın, ihtirasla, imanla yaşanmış hayatın ve tarihin bu şehrin havasında ebedi bir mevsim gibi ayarladığı velut (doğurgan) ve yekpare bir zaman.”

Bursa’ya ayak basmadan birkaç gün önce, onlarca kez bindiğim körüklü otobüsün paydos saati sıkışıklığında bulduğum sorusu olmayan cevabı hatırladım bu satırları tekrar okuyunca. Şeyh müridini çağırınca, mürit sebebini bilmeden yola çıkma arzusuyla yanıp tutuşurmuş ya, bir cevabı önden gönderip pek çoğunu çözebilmem için beni kendine davet etti belki de bu şehir. Heba olmuş dünlerimde de cevap oradaydı hâlbuki. Şimdi olduğu gibi, yakınlaşmak istidadımı yükseltene kadar anlayamamıştım. Körük üzerinde sabit duran sağ ayağımın aksine otobüsün dönüşüyle daire çizmeye başlayan sol ayağım, demini alamadığı nice demden sonra ‘dem bu demdir’ sözünü düşürmüştü aklıma. Sol ayağımı da içeri çektiğimde an’daydım artık. Öne adım attığımda zamandaydım, arkaya adım attığımda başka bir zamanda. Körüğün üzerinde hareketsiz durdum bir süre. Otobüsün dönüşlerinden etkilemediğimi gördüm. İçinde değildim sanki. Ama büsbütün dışında da değildim. Tıpkı; yirmi dört saatin tüm bilgileri belleğinde kayıtlı olan mekanizmanın, zembereğe bağlı çarklarla, akrep, yelkovan ve saniyeyi farklı yönlere olmasa bile farklı hızlara yönlendirmesi gibi.
O vakit anladım ki, zaman dediğimiz olgu bir bütün olan an’dan gelen küçük dilimlerden ibaret. Ve bizler saniyenin şımarıklığına, yelkovanın biraz daha vakur duruşuna kaptırmışken kendimizi, an’a en yakın duran akrebin ağır ilerleyişini bile gözden kaçırıyoruz.
Türbeleri, camileri, şadırvanları, çeşmeleri ve sayılamayacak pek çok harikasıyla Bursa’nın görülen yüzü; pırlantalarla süslü bir saat kadranı dostum. Uludağ, an’a bağlı göbek direği, akrep, yelkovan ve saniyenin işaret ettiği harikalar hissettiğimiz zamanın pırlantaları.
Uludağ’a çıktım ilk gezi günümde. Yüzey yükseltisi olarak bilinen dağların heybeti, beden gözümüzle görebildiğimizin çok daha fazlasıdır. Yerin altına, belki de yalnızca masallarda hayat bulduğunu sandığımız Kaf Dağına yani an’a uzanan, görünenin 10–15 katı büyüklüğünde birde görünmeyen kısmı gizlidir. Dağ kökü adını verdiğimiz bu kısım yeryüzü dengesini sağlar.
Fakat Uludağ; anne şefkatiyle kucakladığı Bursa için dengeyi sağlamakla yetinmediğini, aktif bir volkan olduğu günlerde mayası toprak olan insanoğlunun ihtiyacı olan enerjinin yeraltından yüzeye çıkması için baca görevi gördüğünü fısıldadı kulaklarıma. Eteklerinde kurulacak şehrin yaşam enerjisini yağmur misali toprağa, suya serpiştirdiğini, havasına manevi bir koku yüklediğini, oluşan manevi atmosferin biyolojik olarak yeşiliyle, sosyolojik olarak ekiniyle günümüze dek ulaştığını anlattı dilsiz cümleleriyle. Ve anlatılabilecek pek çok hikâye olduğunu söyledi. ‘Yeter ki, gez ve dinlemesini bil’.
Şiirlere, şarkılara, hikâyelere esin kaynağı olmuş, binlerce yıllık tarihi geçmişiyle birçok medeniyete beşiklik etmiş bu şehir Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Musevilik açısından önemli kabul edilen çok sayıda tarihi yapıyı da bünyesinde barındırıyor.
Ancak, akrebin kıskacına yoğrulmuş ceddimizin ‘acaba tutar mı’ demeden göle yoğurt çalar gibi taşına ruh üfleyerek ince ince işlediği eserlerden sonra gerçek kişiliğini bulmuş, takvimi durdurup, yalnızca kendini layıkıyla tanıyanlara görünür olmuş.
Uludağ’dan edindiğim sırrın akabinde, günlerin nasıl geçtiğini fark etmeden gezintime devam ederken, üzerinde durduğumu anlamadan Kaf Dağı’na uçuracak Zümrüdü Anka’mı aradım önceleri. Attığım her adımda giderek şeffaflaşan kadran, ihtiyar çınarın altında içtiğim bir bardak çayla vadesi dolmayacak hatırlar yüklendiğim sırada bir anda duru bir suya dönüştü. Tarih öncesi diye nitelendirilen çağlarda, insanoğlunun zamanı ölçmek için kullandığı metotlardan biriside delik bir kovadan suyu başka bir kaba aktarmakmış.
Evliya Çelebi ‘Velhasıl Bursa sudan ibarettir’ derken, zamanı kumla, yüksek sütunların gölge uzunluğuyla ve diğer başka yöntemlerle ölçen benzer şehirlerden farkını yıllar önce koymuş ortaya. İkinci zaman dediğimiz o muayyen zamanı, su şehrinin kabında bulmamızdan daha tabi ne olabilir? Artık ne saat vardı, ne akrep, ne de yelkovan. Zembereğin enerjisine, çarkların yönlendirmesine ihtiyaç duyulmayan, takvimle alakası olmayan bir mekânda, o muayyen zamandaydım artık.
Osman Gazi’nin rüya ağacı daha küçücük bir fidanken, köklerinin bu şehre ulaşmasıyla, güçlenip gürbüzleştiğini gördüm. Babasının, Şol gümüşlü kubbenin altına gömülme vasiyetini yerine getirebilmek için, kuşatmayı fetihle neticelendirmesini Orhan Gazi’nin. Selamımı aldığını işittim Baba Sultan’ın. Hüdavendigâr’ın imar çalışmalarına girişini ve merhametini müşahede ettim. Buhara’dan, Bursa’ya uzanan hikâyesini dinledim Emir Sultan’ın. Cesareti Yıldırım’dan öğrendim. Fetret boşluğunda, ulu çınarın kurumaması için çırpınışını izledim Bursa’nın. Yaklaşık kırk yıllık yaşamından daha tatlı gelen Yeşil Türbe’li kırk günü Çelebi Mehmet’le birlikte yaşadım. Ulu Cami’nin minberinde kâinatın tasvirini gördüm. Ekmeklerinden tattım Somuncu Baba’nın.
Fetih olunduktan sonra Osmanlı’nın payitahtı olan bu şehir baştan sona bir tarih hazinesi dostum. Şu kısacık denilebilecek birkaç günlük zaman diliminde gezip gördüklerimin, duyup hissettiklerimin tamamını mektuba yazmaya kalksam kalemin nefesi kesilir, zarfı korku sarar. Tek parça, geniş anın parçalanmaz akışında yaşadıklarımı, yine ondan bir resim karesine sığdırmaya çalışmak, alfabedeki harflerle oluşturulabilecek tüm kelime olasılıklarını, alfabenin kapladığı kısacık alana sığdırmak için uğraşmaya benzer.
Ve dostum;
Tüm yaşadıklarımı Çekirge’de özümsedikten sonra fark ettim ki, Bursa’ya ayak bastığım anda gelmiş aslında bayram. En başından beri berabermişiz. Arife gecesi geç yatan çocuklar gibi, geç uyanmışım sadece.
Katlayıp zarfa koymadan önce, bir şadırvanın başında yüksek sesle okumaya karar verdim bütün bu satırları. Duyabilecek tek bir damla gönüllü postacı olur, pulsuz da olsa ulaştırır gitmesi gereken adrese nasılsa.
Dönüşümü neden geciktirdiğimi soracak olursan; açık iki pencere arasında kalan insanın cereyana tutulup hastalanması gibi, iki zaman arasında kalacak ruhumun bir daha asla şifa bulamayacak olması ihtimali.
Selametle…

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder