Yine gecede,
gündüzde uyumanız ve lütfundan nasip aramanız da (O'nun) ayetlerindendir. Şüphe
yok ki, bunda işiten bir toplum için ayetler vardır. (30.23)
Gözlerini araladığında
karşılaştığı karanlık, en koyusundan daha karaydı gecenin. “Elektrikler
kesilmiş olmalı” diye geçirdi aklından. Işığın yokluğunun bu denli ürpertici
olabileceğini düşünmemişti daha önce. Doğrulmaya çalıştığında başını çarptığı
sert cisim şaşırmasına sebep oldu. Sağa sola da dönemediğini fark etti, tecrübe
ettiğinde. Üstü örtülü dar bir kuyuda sıkışıp kalmıştı sanki. Zihnini toplamaya
çalıştı. İşten yorgun gelmişti. Yatsı namazını evde eda ettikten sonra, bir
bardak ılık süt içerek yemek bile yemeden yatmıştı. Şimdi ne işi vardı, bu
mezarı andıran kuyuda?
“Mezar” kelimesi yankılandı
aklının dehlizlerinde. “İmkânsız” diye mırıldandı. Olabilir miydi? Yıldızların
ışığını gizleyen buluttan perde, amellerinin gösterileceği sahneye mi
dönecekti? Ya tutulmasına sebep neydi ayın? Dünyayı siper mi etmişti güneşin
gövdesine, ışığa bu denli açken? Yoksa gafleti mi siper olmuştu, gölgesine bile
muhtaçken.
Gerçekten uyanmış mıydı? Kuyudaysa;
bedenini aşağı salan ipleri, mezardaysa; üstüne toprak atan elleri neden
hatırlamıyordu? Neler olacağını bekleyip görmekten başka şansı yoktu.
Mezardaysa; ortam cennet bahçesine yahut cehennem çukuruna dönecekti.
Kuyudaysa; kurtarıcısının saldığı iple yukarı çıkıp nefsini köle edecekti.
İstemeden de olsa kabullendi gerçeği. Uyanmıştı. Ama gerçeğe, ama rüyaya…
İsmini aldığı Hz. Yusuf ‘un (A.S.) duası dökülürken dilinden Rabbine
sığındı.
- Ey gâib
olmayan Şâhid! Ey uzak olmayan Karîb! Ey mağlûp olmayan Galip! Beni bu
musibetten kurtar! Bunun için bana bir çıkış yolu nasip et!
Umut ve ümitsizlik arasında yaşadığı
med cezirler, işittiği sesle bölündü birden.
- Yüz birin hakkını teslim
etmedin!
Bütün hücrelerinin ürperdiğini
hissetti. Sessizliğe ölümcül yara veren bu ses nefsini yargılıyordu. Tarifinin
ne kadar eksik yapıldığını düşündü korkunun. Dili tutulmuştu. Yüz bir neydi,
hakkını nasıl teslim etmeliydi? Bilmiyordu. Buna rağmen ne soru sorabildi, ne
de cevap verebildi. Tam bir teslimiyet halindeydi.
- Yüzün hakkını teslim etmedin!
Ortam hafif loşlaşmıştı sanki.
Belki de ona öyle geliyordu. Anlık da olsa bir insan silueti gördüğüne emindi. Bir
göz kırpışından daha kısa sürede belirip; kimdi, ne istiyordu, yargılayan o
muydu sorularının cevabının asılı kaldığı boşlukta kaybolmuştu.
- Doksan dokuzun hakkını teslim
etmedin!
Uyarıldığı hissi vuku buldu
kalbinde. Sebep neydi, söylenen sayılar sıfıra kadar devam edecek miydi,
bilmiyordu? Ama aklının çözemediği denklemi kalbi hissediyordu. Artık tamamen
emindi ikaz ediliyordu. Demek ki, farkına bile varmadan dalmıştı gaflet
trafiğine. Benliğini saran pişmanlık ateşini, ikaz edilmeye değer bulunması
soğutuyordu nispeten. Köprüden önceki son çıkıştı belki de mevkii.
- Doksan dokuzun hakkını teslim
etmedin!
Kendini yinelemişti ses. Bir
önceki nidanın önemini mi vurguluyordu?
Yoksa farklı uyanışlar için uyarış mıydı?
- Doksan dokuzun hakkını teslim
etmedin!
Bu son tekrar, gücünü tamamen
tüketmişti. Yaptığının ne olduğunu bilmezken, yapması gerekeni çözemeyeceği
endişesi tüm hücrelerini sardı. Sıtmaya tutulmuşçasına titremeye başladı.
Sessiz hıçkırıklarla ağlıyor, bir çıkış yolu için yalvarıyordu. Yanaklarından
aşağı süzülen yaşların bir el tarafından silindiğini hissetti. Işığı fark etti
o an. Ve gözlerinin içine bakan nur yüzü gördü. “Çok şükür, hala” diyerek sarıldı yaşlı kadıncağıza, gözyaşları
bir süre daha akmaya devam etti.
- Kâbus görüyordun Yusuf’um, dedi
yaşlı kadın yeğeninin başını kollarıyla sararken. Bir süre öyle kaldıktan
sonra, bir bardak su getirdi.
Defalarca yutkunduktan sonra
zorlukla içti Yusuf, suyu.
- Gördüklerim rüya mıydı, kâbus
muydu bilmiyorum hala. Tek bildiğim, kesinlikle ikaz ediliyordum.
Yirmi yedi yaşındaydı Yusuf. Anne
ve babasını kaybedeli on dört sene olmuştu. Babasının ameliyat olan bir
akrabasına geçmiş olsuna Bolu’ya gitmişlerdi. Dönüş yolunda yaşanan kaza,
dönüşü olmayan son yolculuğa uğurlamıştı onları. O zamandan beri ailesinden
kalan bu evde halasıyla beraber oturuyorlardı. Gerçi halası, varlığının farkına
vardığı günden beri yanlarındaydı. Öylesine benimsemişti ki varlığını, ilkokulda
öğrendiği çekirdek aile tarifinin içinde halanın geçmemesi tuhaf gelmişti o
yıllarda Yusuf’a. Kadıncağız eşini erken yaşta kaybedince bir daha evlenmemiş,
tek kardeşi olan babasının yanına sığınmıştı. Rahmetliden hayatını idame
ettireceği kira geliri kalmış olsa da, bir aile ortamına ve manevi desteğe de
ihtiyacı vardı. Yaşanan üzücü kazadan sonra hala yeğen birbirlerine sahip
çıkmışlardı.
Ortaokulu yeni bitirmişti o sene.
Daha sonra sınavlara girerek dışarıdan bitirdiği liseye başlamamış, iş hayatına
atılmıştı. Zorlu geçen gençlik yıllarından sonra başarılı olmuş, kurduğu ufak
çaplı reklam şirketiyle kendi işinin sahibi olmuştu.
Evlenmemişti Yusuf. Halasının
baskılarını “ bu evin bir sultanı var zaten” diyerek savuşturmaya çalışsa da
gönlünün sultanını bulamamıştı henüz. Kısmetinde olan, vakti saati gelinceye
dek bekleyecekti onu elbet.
Kendine gelmesi bir saati buldu.
Hıçkırıkları ve titremesi sona erdiğinde bir çırpıda gördüklerini halasına
anlattı. “Hayırdır inşallah” dedi yaşlı kadın. Bir süre sessizleşerek
düşüncelere gömüldükten sonra;
- Tıpkı yaradılış sırası gibi,
dedi. İşittin, tam anlamıyla olmasa da gördün ve hissettin. Bunda bir hikmet
var.
Ömür tezgâhında dokuduğu
çilelerin yüzünde oluşturduğu bilge çizgilere göz attı Yusuf. Yolunu
aydınlatacak, önünü görmesini sağlayacak bir kelam etmesini bekledi. Yükü, sırtında olanın taşıması gerektiğinin
bilincindeydi yaşlı kadın. Yanlış yönlendiren kestirmelerin, uçurumda son
bulabileceğini biliyordu.
- İkaz edildiğin aşikâr evladım,
dedi.
- Ama neden?
- Kazancının helalliğine,
tuttuğun yolun doğruluğuna ben şahidim evladım. Fakat “Yusuf” olan sensin.
Sorun sana geldiyse, yorum da sana yakışır.
* * *
İnsanlar
ezan okumanın ve ilk safta yer almanın sevabını bilselerdi, ön safta durabilmek
için kura çekmekten başka yol bulamazlardı. Namazı ilk vaktinde kılmanın
sevabını bilselerdi bunun için yarışırlardı. Yatsı namazı ile sabah namazının
faziletini bilselerdi, emekleyerek de olsa bu namazları cemaatle kılmaya
gelirlerdi.(Müslim, Salât, 129; Buhârî, Ezan, 9, 32)
Kazmayı küreği yaktıracağını ilk
günlerinden belli eden Mart ayının ortalarında soğuk bir akşamüzeriydi.
Rüzgârın savurduğu kar taneleri iki yanı ağaçlı yolda eşsiz bir kartpostal
görüntüsü sunarken, görüş alanını da neredeyse sıfıra indiriyordu. Beyaz bir
halıyı andıran park yolu, eğlenen çocukların ve işyerlerinden evlerine hızlı
adımlarla dönmeye çalışan insanların bıraktığı ayak izleriyle desen
zenginliğini giderek artırıyordu.
Kimsenin fark etmediği, fark etse
de umursamadığı mevsimlik ceketiyle titreyen yaşlı bir adam vardı yol üzerindeki
bankta oturan. Uzun zaman önce aklını yitirdiğinden sık sık evden çıkıp
kayboluyor, ailesi günlerce izini bulamıyordu bazen. Yüzünde şaşkın bir ifade
vardı. Parkın kuzeye bakan kapısından giriş yapan genç bir adamın yanında
belirmesiyle gülümsedi. Siyah paltosu ve siyah beresi üzerine yapışan kar
taneleriyle yer yer beyaza dönmüş olan genç adamı tanıyor gibiydi.
- Palton güzelmiş, dedi.
Genç, üzerindeki paltoyu çıkartıp
ihtiyar adama giydirdikten sonra koluna girdi;
- Burası çok soğuk, gel biraz
gezelim.
İtiraz etmedi. Beraber parkın
güney tarafındaki çıkış kapısına doğru ilerlemeye başladılar.
- Bir… İki… Üç… Dört…
Attığı adımları sayıyordu ihtiyar
adam. Sebebini anlayamamıştı genç, ama mantıklı bir sebep aramaması gerektiğini
de biliyordu. Yine de merak etmişti, içinden gelen bu hisse şaşarak. Sayısız
kesişme ve pek çok alt kümeden oluşuyordu sebepler kümesi. Anlayamadığımız
olaylar onların bir sebebinin olmadığını göstermiyordu, bir zerre bile sebepsiz
yaratılmamışken. Beyninde çakan kıvılcım, “aman Allah’ım” nidasının dökülmesine
sebep oldu dilinden. Neredeyse boynuna sarılacaktı ihtiyar adamın. Karşı yönden
gelen bir guruptan gelen “işte buradaymış” çığlığını duydu. Sevinç gözyaşları
döken ailesine teslim etti ihtiyar adamı.
Birkaç adım daha yürüdükten sonra
manzaranın tadını çıkarmak istermişçesine olduğu yerde durdu. Az önce ihtiyar
adama verdiği paltonun altına giymiş olduğu mevsimlik ceket ağır kış
koşullarına uygun olmasa da üşüdüğünü hissetmiyordu. Düşünce girdabının ilk
halkasına kulaç atarken koluna giren el sıyrılmasına sebep oldu.
- Hey evlat! Böyle dikilmeye
devam edersen ‘merhumu iyi bilirdik’ diyen bir sürü kardan adam görüntüsü
oluşturacaksın yarın.
Soğuğun hissizleştirdiği yüzünde
belli belirsiz bir tebessüm oluştu.
- Sen miydin Veli dayı, dedi.
Görüntü öyle güzel ki seyretmek istedim sadece.
- Az ilerideki çay ocağına
gidelim. Birer bardak çay içelim de içimiz ısınsın. Manzarayla aranda camdan
bir sınır olması sırtındaki liyakatsiz ceketten daha koruyucu olur senin için.
- Evet, ceket. Kelimeleri döküldü
dudaklarından.
- Bak evlat dedi, sıktığı
yumruğunu işaret ederek Veli dayı. Az önce yaşanan olayı görmüş olmalıydı.
Tamam, böyle ol demiyorum. Bu kez avucunu tamamen açarak yere doksan derecelik
açı oluşturacak şekilde yan çevirdi. Ama böylede olmaz. Dua edermiş gibi açtığı
avucunu hafif yanladıktan sonra içine kar taneleri düşerken devam etti. En
iyisi böyle ol.
Aslında hiçbir akrabalık bağları
yoktu. Dayı diye hitap etmesi hamiliğine olan saygısındandı. İlk tanışmaları
yaklaşık on üç sene öncesine dayanıyordu. Kapısından içeri girmek üzere
oldukları çay ocağının karşısındaki caminin önünde satmaya çalıştığı
tespihlerin hepsini satın almıştı Veli dayı. Tam doksan dokuz tespih. Düz hesap
olsun diye yüz adet üzerinden hesap görmüş. Hepsini camiye bırakmasını
istemişti. On dört yaşındaydı. İkinci defa giriştiği ticari faaliyetten, memnun
ayrılmıştı bu defa. Birincisi oldukça can sıkıcıydı. Sonraki yıllarda da
ihtiyaç duyduğu pek çok kere yanında bulmuştu onu, aradan geçen yıllara rağmen
dostlukları devam ediyordu.
İç taraftaki ilk masaya
yerleştiklerinde “bize iki çay getir, Dursun” diye seslendi Veli dayı. Ocağın
arkasından kafasını eğerek gelenlere bakan simayı görünce inceden takılmaya
başladı.
- Dursun dedik diye sen şimdi
çayları da getirmezsin iki saat. Dursun diye kahveci ismimi olurmuş be?
Getirdiği iki bardak çayı masanın
üzerine bırakırken “ bugün yine neşen yerinde Veli Efendi, Allah bozmasın “
dedi Dursun. Bir yudum içtiği şekersiz çayını tabağa bırakırken devam etti
Veli.
- Haksız mıyım azizim? Yanlış
meslek seçmişsin. Senin isminle kahvecilik yapılmaz.
- Ne yapsaydım yani? Berber
dükkânımı açsaydım?
Kısa bir kahkaha attı Veli. Yanlarda
birkaç tel kalmış saçlarını işaret ederek devam etti.
- Yakışırdı ama. Şimşir Tarak
Kuaför Salonu, koyardın ismini de.
- Hadi git işine be, dedikten
sonra ocağa döndü Dursun.
Dursun’un uzaklaşmasıyla
dikkatini Yusuf’a döndürdü Veli. Şekerleri tabağında durduğu halde çay kaşığını
bardağın içinde çevirmeye devam ediyordu dalgınca.
- Hadi anlat bakalım.
- Ne anlatayım Veli Dayı?
- Kafanın neye takılı olduğunu
anlatabilirsin mesela. Baksana bardağın dibi çıkacak neredeyse, sen hala
karıştırmaya devam ediyorsun.
Çay kaşığını elinden bıraktı. Bir
yudum içtiği çayının şekersiz olduğunu fark edince yüzünü buruşturdu. Kendi
çayından bir yudum daha içen Veli;
- Aslında alışsan böyle daha
lezzetli… Ben yıllardır şekersiz içiyorum.
- İlk tanıştığımız günü
hatırlıyor musun Veli dayı?
- Hatırlamaz mıyım? Parmağını
cama doğru çevirerek, dışarıdaki bir bölgeyi işaret etti. Tam şu köşede elinde
karton bir kutuyla sessizce duruyordun. Diğer herkes gibi bende yanına gelene
dek, amacının ne olduğunu anlayamamıştım. Meğer kutudaki tespihleri satmaya
çalışıyormuşsun. Pek başarılı bir pazarlamacı değildin yani.
Yusuf gülümsedi.
- Hepsini sana satmayı
başarabildiğime göre, o kadar da başarısız sayılmazmışım demek ki.
Bu kez gülümseyen Veli oldu.
- Sende haklısın.
- O gün bana yaptığın iyiliği
ömür boyu unutamam Veli dayı. En yakınım, öz dedem bile yapmadı senin
yaptığını. O günden beride onunla görüşmedim. Şimdi ağır hasta ve ben ne yapmam
gerektiğini bilmiyorum.
Bir şeyler söylemek istedi Veli,
söyleyemedi. Kelimeler dilinin ucuna geldi, düğümlendi sanki. Genç devam etti;
- O gün, annemle babamın
vefatının birinci yıldönümüydü. Mezar taşı yaptırmak için mermerciyle
konuşmuştum. Çok uygun bir fiyat vermişti. Ama benim yüz liram eksikti.
Halamdan istemeye utanıyordum. Aldığım
birkaç kuruş haftalık, benim masraflarıma bile yetmiyordu. O da aldığı
kiralarla ancak evi döndürebiliyordu. Annemin babası olan dedemden istemeye
karar verdim. Farklı mahallelerde de otursak evlerimiz yakın sayılırdı
birbirine. İki katlı müstakil evlerinde dayımlarla altlı üstlü oturuyorlardı. Dayımla
aram hiçbir zaman iyi olmadı. Bana karşı her zaman soğuktu. O zamanlar sebebini
anlayamazdım, ama şimdi erken başlamış miras hesabı olduğunu anlayabiliyorum. Gittiğimde
evdeydi. Yüz liraya ihtiyacım olduğunu söyledim, sebebini belirtmeden. “Yüz
lira büyük para…” dedi. “Hak etmeden talep edilmesi hoş değil”. Sonra evden
çıktı. Şaşkın ve üzgün bir şekilde kalakalmıştım. Tam bende çıkıp gitmek
üzereydim ki dedemin ikinci hanımı, üvey anneannem “bekle” diyerek odadan
çıktı. Az sonra elinde, yaz aylarında
mutfak ve balkon kapılarına astıkları iki adet kapı boncuğuyla geri geldi. “İpleri çürüdüğü için deden önümüzdeki yaz
yenilerini alacaktı zaten, şimdi hemen işe koyulalım.” dedi. İki üç saat içinde
hepsini silip parlatarak yeni iplere dizmiş, tespihe çevirmeyi bitirmiştik. “Hadi
bakalım Boncuk, dedi. Şimdi git bunları caminin önünde sat.” Bana hep “boncuk”
diye seslenirdi. Gözlerimin maviliğinden olsa gerek. Sonrasını biliyorsun.
Senden aldığım yüz liranın tamamını ona götürdüm. Ne kadarını bana vereceğini
bilmiyordum. Paranın hepsini bana verdi. “Hak ederek kazandın, bunların hepsi
senin.” dedi. Oysa iki sene önce bahçede oyun oynarken o zamanlar sağ olan
anneannem yanımıza gelmişti. Dayımın oğlu telli araba almak için ondan para
istemişti. O da bahçede içinde yirmi adet fesleğen olan çivi sandığını vermişti
bize. “Alın bunları pazarda satın da, gelin…” diyerek. Zorlukla taşımıştık
pazara kadar. Topladığımız on liranın birini bana dördünü de dayımın oğlu
Selami’ye vermişti. “Fesleğenleri Selami yetiştirdi. Paranın çoğu onun hakkı…”
demişti. Kalan beş lirayı da ben arkamı döner dönmez yine Selami’nin cebine
sıkıştırdığını görmüştüm. Oysa Selami’nin fesleğenleri yetiştirmek bir kenara,
bir kere bile sulamadığını gayet iyi biliyordum. Sanırım oğlunun oğlu olduğu için daha çok
seviyordu onu. Neticede Selami’nin pullarla süslü telli arabası olduktan sonra
cebinde yüklü de bir harçlık kalmıştı.
Çayından bir yudum daha çektikten
sonra anlatmaya devam etti.
- Yani, anlayacağın dedemin o
günkü davranışını rahmetliden beklerdim ama dedemden asla. Fakat üvey anneannem
farklıydı. Bakışlarından anlayabiliyordum sevgisini. Öyle şefkatliydi ki… O gün
dedemden soğudum. Bir daha da kapısını
açmadım. Birkaç kez o bize geldi ama her seferinde bir bahane bularak oradan
uzaklaştım. Üzüldüğüm tek konu üvey anneannemi bu sebeple bir daha görememem olmuştu.
Öyle hüzünlenmişti ki, Veli
dayının yaşaran gözlerini çaktırmadan silmeye çalıştığını son anda fark
edebilmişti. Konuyu değiştirmeye çalıştı. Gördüğü rüyayı anlattı. Bu günkü
karşılaşmaları güzel bir tevafuktu.
- Hakkını helal et Veli dayı.
Çünkü o hakkı ben sana asla teslim edemem.
Birkaç adım ötelerinde ki camide
okunmaya başlayan Yatsı ezanını işittiklerinde ayağa kalktılar. Camiye doğru
ilerlerken girdiği kolunu sert bir şekilde sıkarak durdurdu onu Veli dayı.
- Bak evlat! Bir söz vermiştim.
Ama artık bu sözü tutmanın doğru olduğu kanaatinde değilim.
Meraklı bakışlarla baktı genç
adam.
- O gün tespihleri yüz lira
karşılığında senden almamı isteyende, parayı verende dedendi.
Olduğu yerde dondu kaldı bir
süre. İkinci açılım büyük bir şok dalgası oluşturmuş, tsunami halinde vurmuştu
karaya.
Gözlerine kaçan kar tanelerine
aldırmadan ve tek kırpışlık bir ara vermeden caminin kapısına uzun süre baktı.
Sırf dedesiyle karşılaşmamak için o günden beri geçmemişti bu kapıdan.
Ve namazın nihayetinde gelmişti
üçüncü şok dalgası. Askıdan aldığı doksan dokuzlu tespih, üvey anneannesiyle
beraber ipe dizdiklerindendi. Bir gece evvel rüyasında ağladığından daha
şiddetli ağlıyordu şimdi.
* * *
Vefa nedir,
bilir misin? Vefa arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır.
Vefa; dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere, hayallere ihanet
katmamandır. Vefa; ötelerin sonsuz mükâfatı karşısında, cehennemi hafife
almaman, ulvi güzellikleri dünyaya satmamandır. (Mevlana)
Uzandığı kanepeden doğrularak
kalkmaya çalıştı yaşlı kadın. Bacaklarındaki dermansızlık ayağa kalkmasına izin
vermeyince olduğu yere oturdu kaldı bir süre. Boş bakışlarını ayaklarının
altındaki el örgüsü paspasa sabitledi. Dünyada insanın başına gelebilecek en
büyük felaket, hafızası tarafından uğradığı ihanet olmalıydı. Karayı görmeden
rastgele kulaç attığı bir okyanusun ortasındaydı sanki. Anılar kafasının içinde
anlık ışıldamalar yaptıktan sonra geldikleri hızda kayboluyorlardı.
İkinci kez denediği ayağa kalkma
çabası da başarısız olunca kaybettiği bir şeyi arar gibi başını sağa sola hızla
çevirmeye başladı. “Boncuklar” dedi. “Şimdi buradaydı, renk renk ayırmıştık.”
Telaşlı hali bir dakikadan uzun sürmemiş,
tekrar o boş bakışlar yerleşmişti yüzüne. Bulunduğu odayı gözleriyle süzmeye
başladı. Tanıdık gelen hiçbir detay yakalayamamıştı. Yüzüstü yere uzanmış halde
önündeki deftere resim çizen ufaklığı görünce gülümsedi. “Burada mıydın Boncuk?
Hadi yanıma gel.” Elindeki kalemi bırakan çocuk yanına geldiğinde, başını
şefkatle ellerinin arasına aldı. Gözlerinin içine baktıktan sonra hızla geri
çekti ellerini. “Sen Boncuk değilsin.”
- Benim babaanne. Ömer. Tanımadın
mı?
Son cümlesini tekrarladı;
- Sen Boncuk değilsin.
- Aman babaanne, dedi Ömer. Sende
her şeyi unutuyorsun.
Tekrar birkaç dakika önceki
dinginliğine dönen yaşlı kadına üzülerek baktı Ömer. İyileşip kendisine yeniden
masallar anlatacağı günü iple çekiyordu.
- Dur sana televizyonu açayım,
diyerek ayrıldı yanından.
Televizyondan yayılan parlak
ışıklara sabitlemişti bakışlarını yaşlı kadın bu kez. Sessizce oturuyordu. Ta
ki ekranda oynayan dizi filmin karakterlerinden biri konuşmaya başlayıncaya
kadar.
Filmdeki adam, elindeki iki
fincanla bir ofisten içeri girdi. “Size kahve getirdim Bay Ellison.”
Sahne, yaşlı kadının kırılma
noktası olmuştu sanki. Ağlamaya, feryat etmeye başladı. “Boncuğum… Boncuğum…”
Odaya giren iki kişiyi ve konuşmalarını fark etmemişti bile.
- Ne zamandır bu durumda yenge,
diye sordu genç adam?
- Yaklaşık bir senedir. Doktorlar
Alzheimer teşhisi koydu.
Genç adam yaşlı kadının yanına
yaklaşırken yengesi konuşmaya devam ediyordu.
- Bakımı artık iyice zorlaştı.
Deden hastaneye yattığından beri daha da kötüleşti. Dayın bir huzurevine
yerleştirmeyi düşünüyor.
Annesinin kurduğu son cümle
üzerine küçük Ömer’in sesi duyuldu;
- Hayır, babaannemi huzurevine
yatıramazsınız.
İlk defa gördüğü kuzenine sevecen
bir bakış attı genç adam. Ağabeyi Selami gibi duyarsız olmadığını düşündü.
Söylemek istediklerini sırf çocuğun hatırına bir süreliğine yuttu. Yengesi
tekrar konuşmaya başladı.
- Bunu sana defalarca söyledim
Ömer. O senin gerçek babaannen değil. Dedenin ikinci eşi sadece…
- Olsun. Ben yine de onun
yanımızda kalmasını istiyorum.
Kadın, oğlunun sözlerini
duymazdan gelip tekrar genç adamla konuşmaya başladı.
- Artık seni tanıyacağını
sanmıyorum Yusuf. Bunca seneden sonra…
Hala, “Boncuğum” diye feryat
etmekte olan yaşlı kadının ellerini ellerinin arasına aldı Yusuf.
- Buradayım bak. Boncuğun yanında
artık…
Ekrandaki sahne değişince
gözlerini televizyondan ayırıp Yusuf’a baktı yaşlı kadın. Işıldayan gözlerle
tek bir söz etmeden boynuna sarıldı. Uzun bir süre öyle kaldı. Güçsüz
kollarının arasından anıları gibi sıyrılıp gitmesinden korkuyor gibiydi. Sonra
birden kolları çözüldü. Tekrar feryat etmeye başladı;
- Boncuğum… Boncuğum…
- Buradayım anneanne, dedi Yusuf.
Geldim işte.
Kulakları başka bir yere
odaklanmış gibiydi, söylenenleri duymuyordu. Aklından geçen düşünceler
doğrultusunda dönüp televizyona baktı Yusuf. Tükenmiş nefesiyle kurduğu son
cümleyi duydu.
- Lütfen, bana boncuğumu bul.
Ömer yerinden kalkarak televizyondaki
kanalı değiştirdi.
- Ne zaman bu dizi başlasa,
ağlamaya başlıyor.
Kısa bir süre daha orada kalarak
küçük kuzeniyle sohbet etti Yusuf. Gitmek için kapıya yöneldiğinde ardından
gelen yengesine döndü;
- Dayıma söyle, değil yatırmak
huzurevinin önünden bile geçirmeyi düşünmesin anneannemi. Yoksa dedeme bir şey
olduğu takdirde bu evde oturmayı rüyanızda bile göremezsiniz.
Yakalandığı hastalık sebebiyle
hafızasında gedikler açılan yaşlı kadının oldukça dramatik bir hikâyesi vardı
aslında. Henüz birkaç aylık evli olduğu eşini, 1961 yılındaki ilk kafileyle
Almanya’ya uğurlamıştı. Bir süre sonra eşi onu da aldırmıştı Almanya’ya. Çok
çalışıyorlardı ama mutluydular. Çocuklarını kucaklarına aldıklarında daha da
katmerleşmişti mutlulukları. Annesinden aldığı sarı saçları ve mavi gözleriyle
çok şirin bir erkek çocuğuydu. Aile kazandığı paranın büyük bir kısmını
biriktiriyor, Türkiye’ye kesin dönüş yapacakları günün hayalini kuruyordu.
Geride bıraktıkları yıllar özlemlerini daha da artırıyordu.
Irkçı bir saldırgan tarafından
oturdukları bina kundaklandıktan haftalar sonra çıkabilmişti hastaneden.
Yanıktan ziyade duman zehirlemesi etkilemişti onu. Yetkililer tarafından örtbas
edilen olayda eşini ve oğlunu kaybetmiş olmanın acısıyla Türkiye’ye dönüş
yapmıştı. Çalışmaya başladığı fabrikaya malzeme satan bir beyefendinin evlilik
teklifini dul damgasından kurtulmak için kabul etmişti. İlerleyen aylarda
kararının doğruluğu görerek mutlu olmuştu. Eşinin ilk hanımı kanserden vefat
etmişti. İstemediği bir evlilik yaptığı için geçmişte annesi tarafından
dışlanan kızıyla, gerçek ana kız gibi olmuşlardı. Torununu görünce tamamen mest
olmuştu. Saçları, gözleri, yüz ifadesi kaybettiği oğlunu anımsatıyordu ona.
Boncuğunun acısını unutturacak bir boncuk bulmuştu artık. Mutluluğu tekrar
yakalaması için açılmış bir kapı olarak görmüştü son yaşananları. Birde o
kahreden kaza yaşanmasaydı…
* * *
O gün işle ilgili öğleden sonraki
tüm randevularını iptal etti Yusuf. Yapacağı görüşme hepsinden daha önemli
olabilirdi. Saat iki olduğunda işyerinden ayrıldı. Arabasına binerek yola
çıktı. Üççeyrek saat sonra gelmek istediği adrese varmıştı. “İyi ki erken
çıkmışım”, diye düşündü. Hava şartları trafiği bir hayli etkilemişti. Oldukça
yüksek bir plazanın önündeydi. Aracını
otoparka park etti. Otomatik açılan kapıdan içeri giriş yaptıktan sonra,
kapıdaki güvenlik görevlisine görüşmeye geldiği firmanın adını söyledi. Kısa
bir telefon görüşmesinden sonra görevli asansöre yönlendirdi onu. Çıkacağı
katın düğmesine dokundu.
Az sonra kendini karşılayan
kişiyle karşılıklı kahve içiyorlardı. Bulunduğu yer bir seslendirme stüdyosunun
ofisiydi. Daha önce bazı reklam işlerini yaptığı için ilk gelişi değildi
buraya. Randevu almaktaki başarısını bu tanışıklığa borçluydu zaten. Birkaç
rutin kelâmdan sonra mekân sahibinin “Beni takip edin.” sözüne uyarak peşine
takıldı Yusuf. Ses yalıtımlı bir pencerenin önüne geldiler. Pek çok teknolojik
aletin ve ellerinde dosyalar olan insanların olduğu bir odaya bakıyordu
pencere. Önlerindeki perdede oynayan filmin dublajını gerçekleştiriyorlardı.
Birkaç dakika sonra işleri bitmiş
olmalıydı ki dosyaları bırakarak stüdyonun çıkış kapısına doğru yöneldi
içerideki insanlar. Yüzlerini oldukları yöne döndükleri anda aradığı kişinin
kim olduğunu anlamıştı Yusuf, gösterilmesine ihtiyaç duymadan. Kısmen
beyazlamış sarı saçlar, masmavi gözler. Ve bu benzerlik… “Aman Allah’ım” diye
mırıldandı. “Haklıymış.”
Birbirleriyle konuşarak dışarı
çıkan insanlara doğru yürüdü Yusuf.
- Mücahit Bey.
- Buyurun, nasıl yardımcı
olabilirim?
Kırk yıllık dostunu bulmuş gibi
sevinçliydi. Geliş sebebini bilse karşısındakinin ondan daha fazla sevineceğine
adı gibi emindi.
- Sizin içinde çok önemli
olabilecek bir konuda, birkaç dakikanızı almak istiyorum efendim.
Şaşkın bir bakış attıktan sonra;
- Peki, sizi dinliyorum.
- Arzu ederseniz, bir yerlerde
oturarak konuşalım. Böylesi daha uygun olur.
- Bakın, sizi tanımıyorum. Görüşmek
için çok ısrar ettiğiniz söylendiği için bu buluşmayı kabul ettim. Şimdi, söylemek
istediğiniz neyse burada söyleyin ya da lütfen beni rahat bırakın.
Cebinden solmuş siyah beyaz bir
fotoğraf çıkardı Yusuf. Dedesiyle üvey anneannesinin nikâh törenlerinde
çekilmişti.
- Bu fotoğraftaki bayanı tanıyor
olabilir misiniz?
Şüpheyle uzatılan fotoğrafı eline
aldı adam. Göz attığında yüzü bembeyaz oldu, çenesi titremeye başladı. Yıllar
geçse de yüzü silinmemişti hafızasından.
- Aman Allah’ım, dedi. Bu annem.
Bir karışıklık veya olayı örtbas
etme çalışmalarının neticesi olarak öldüğü açıklanan, ama Almanya da ki
yangından sağ kurtulan bir kişi daha vardı aslında. Mücahit Yılmaz. Anne ve
babasının yangında ölmüş olduğu söylenmişti ona. Sonra bir dernek tarafından
Alman olduğuna inandırılarak yetiştirilmeye çalışılmıştı. Hatta ismini dahi
değiştirmek istemişlerdi. Fakat o geçmişini unutmamış, reşit olur olmaz
vatanına geri dönmüştü. Almanya da ki akrabalarından selam getirdiği bir
bürokratın sahip çıkmasıyla sanat üzerine başladığı eğitimini ülkesinde
tamamlamıştı. Öldüğünü sandığı için annesini hiç aramamıştı. Özel tiyatrolarda
çalışmış ve sesindeki özel tını sayesinde aranılan bir dublaj sanatçısı
olmuştu. Bulunmasına sebep de bu özel sesi olmuştu zaten. Evlenmişti ve bir kız
babasıydı. Baştan ters davrandığı Yusuf’un getirdiği haber hayatı boyunca
alabileceği en mutlu haberdi. Artık evladı gibi görüyordu onu.
* * *
Şüphesiz ki
Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan,
fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir. (16.90)
Bir rüyaya uyanmıştı Yusuf
yaklaşık iki hafta önce. Kefeleri dengede duran terazinin lehine olan tarafının
ağır basması için, Rabbinin izniyle rüya melekleri lisan öğretmişti vicdanına.
Sevenlerinin makbul duasıyla hatalarının telafisi için imkân verilmişti. Ardı
ardına sıralanan beş uyarı kâbus gibi görünse de, beşi bir yerde değerine
ulaşmıştı idrak ettiğinde.
Geride bıraktıkları koyu kışı
yaşatan mart günlerinin aksine, yazdan kalma bir nisan sabahıydı. Erkenden
kalkmıştı Yusuf. Belki de hiç uyumamıştı gece boyunca. Bir önceki günün
soğuğuna inat, ruhunu ısıtırcasına esen lodosun ılık hoşluğunda katıldı
cemaatin arasına. Pazardı ya günlerden, pazar eylemeliydi gönül boşluğunda
yakalandığı iblis esintileri en sebilinden. Günün
siftahını ve dahi bereketini cami cemaatinden kazanmak adına çıkış kapısına
yanaşan seyyar poğaçacıdan iki poğaça alarak çay ocağına girdi. Az sonra kahvaltısını
yapmış olarak ayrıldı oradan. Evine yöneldi. Zile bastığında pencereden başını
uzatan halasına seslendi.
-
Hazır mısın evimin sultanı?
-
Kahvaltı yapmayacak mısın deli oğlan?
-
O işi çoktan hallettim. Hazırsan gidebiliriz.
Motorun
ısınması için arabayı çalıştırdı. Beş dakika sonra halasıyla yola çıkmışlardı
bile. Bir çeyrek saat sonra mezarlığın önündeydiler. Araçtan indikten sonra
halasının koluna girdi Yusuf. Ağır adımlarla içeri girdiler. İlk mezarın önüne
geldiklerinde;
-
Biliyor musun hala? Buradan anne ve babamın yattığı yere olan yol tam yüz bir
adım. Ziyaretlerine geldiğim her hafta sesli olarak sayıyordum. Hasretimi
dindirmek için aşmam gereken son mesafeydi burası. Sonra ihtiyar bir adam ikaz
etti beni. “Evladım, adımlarını sayacağına üç İhlâs bir Fatiha suresi okuyarak
mevtaların ruhlarına hediye etsen daha yararlı bir iş yapmış olursun.” O günden
sonra bende aynen öyle yapmaya başladım. Üzerimdeki bir görev gibiydi bu. Sonra
dünya hayatının kandırmalarına kapılıp ziyaretleri aksatmaya başladım. Önce
ayda bire sonra bayramdan bayrama düştü gelişlerim. Şimdi anlıyorum ki bu
görevimi ihmalimdi ilk uyarılışımın sebebi.
Gözyaşlarını
tutamadı yaşlı kadın. Bu hassas noktayı yakalayabilmek yeğenininki gibi hassas
bir kalple mümkün olabilirdi ancak. Okudukları Yasin’i Şerif ve ettikleri
duaların ardından ayrıldılar mezarlıktan. Üzerindeki haklardan birini teslim
etmiş olmanın huzuruyla hafiflemişti Yusuf, bir nebze olsun.
Yarım
saat sonra dedesinin yattığı hastaneye varmışlardı. Uyutarak tedavi ediyorlardı
dedesini. Bugün uyandırılarak sonuçlar gözlemlenecekti. Oldukça iyi gördü Yusuf
onu, yanına gittiğinde. Tedavi başarılı olmuş, normal odaya bile almışlardı.
Yanına çöktü hemen. Ellerini ellerinin arasına aldı, doyasıya öptü. Ve çok
sonra gücünü toplayarak “neden” diyebildi? “Neden?”
Kısa
süren bir öksürük nöbetinden sonra cevap verebildi ihtiyar adam;
-
Dünya insana çoğu zaman adil davranmaz evladım. Daha o yaşta anne babanı
kaybetmiş olman senin sınavının çok çetin geçeceğinin bir göstergesiydi. Buna
hazır olman için asla rehavete kapılmaman gerekiyordu.
Ama üzülme bak. Bu günleri de görebildiğimize göre o kadar da
acımasız değil hayat.
Bırakmadığı ellerini tekrar öptü
Yusuf. Helallik diledi.
Veli dayıdan çoğu gerçeği
öğrenmişti aslında. Mermercinin mezar taşları için istediği düşük fiyat,
değerinin sadece dörtte biriydi. Büyük bölümünü dedesi ödemişti zaten. Mücadele
azmini kamçılayabilmek için Yusuf’u doğru tarafa yönlendirmeye çalışıyordu. Yakın
dostu Veli’yi göndererek ne durumda olduğunu sık sık kontrol ettiriyordu.
İhtiyacı olan yüz lirayı bile kendisinden geldiğini belli etmeden ulaştırmıştı.
Yüzün hakkı yüz liranın hakkıydı, yani dedesinin hakkı. Kesmiş olduğu Sıla-i
Rahimin tövbesine nail olduktan sonra ayrıldı Yusuf hastaneden.
Mahalleye döndüklerinde öğlen
ezanı okunmak üzereydi. Halasını eve bırakıp camiye yönlendi Yusuf. Şadırvanda
abdest tazeleyip içeri girdi. Oturduğu yerde huşu içinde ezanı dinlerken,
çeşitli köşelere bırakılmış askılıklara göz attı. Hemen hepsinde üvey
anneannesiyle yaptıkları doksan dokuz boncuklu tespihlerden vardı. Dedesiyle
karşılaşmamak için çok yakınında olan bu camiye gelmiyor, bir diğeri uzakta
olduğundan namazı cemaatle eda etme fırsatını kaçırıyordu çoğu zaman. Hakkını
teslim etmesi gereken doksan dokuzlardan ilki, cemaate katılma sevabını
kaçırdığı konusunda uyarıyordu onu.
İkindi ve akşam namazlarını da
aynı camide eda etti Yusuf. Üzerideki haklardan birer birer temizlenmesi
oldukça rahatlatmıştı ruhunu. Halasıyla birlikte buyur edildiği yemek davetine
icabet edebilmek için eve döndü. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra evden
ayrıldılar. Kısa bir süre sonra Mücahit Yılmaz’ın oturduğu siteye varmışlardı.
Zili çaldığında kapıda karşıladı Mücahit ağabeyi onları. Geniş bir odaya
geçtiler. Başköşeye hazırlanmış yatakta otururken gördü üvey anneannesini.
Yıllar sonra annesine kavuşmanın sevincini yaşayan Mücahit hemen yanına
aldırmıştı onu. En azından dedesi taburcu olana kadar yanında kalmasını istediğini
söylemişti Yusuf’a. Sonrasında kalacakları yere kendileri karar vereceklerdi.
Yanına giderek ellerine sarıldı Yusuf, öpmek için. Yaşlı kadın buna fırsat
vermeden boynuna sarıldı. Son gördüğünde yüzünden okunan keder yerini mutluluğa
bırakmıştı.
- Hakkını nasıl ödeyebilirim,
diyen Mücahit’in sesini duydu Yusuf.
- O hak, iki adet kapı boncuğuyla
on üç yıl önce fazlasıyla ödendi zaten. Hatta üstüne benim borçlu kaldığım
bakiyeyi iade etmek de bu güne nasipmiş.
Anneannesinin başından ayrılıp
halasının yanına oturdu Yusuf. O an sırtı dönük olduğu için odaya girerken
görmediği genç kızı işaret etti halası.
- Hanım kızımız kim?
- Mücahit ağabeyin kızı Esma
Hüsna, dedi Yusuf.
Sadece onun duyabileceği ses
tonuyla söyledikleri Yusuf’un yüzünün kızarmasına neden oldu.
- Ah be evladım, neden
söylemezsin son doksan dokuzun sırrına da vakıf olduğunu? Gelin kızımızı
bulduğunu…
Adını Esma-ül Hüsna’dan alan Esma
Hüsna’yı istemeye göndereceği güne kadar bu gerçeği açıklamayı düşünmüyordu
Yusuf. Ama yakalanmıştı. Üvey
anneannesine baktı. Öz torunu değildi ama öz torunuyla evlenecekti büyük
ihtimalle. O sırada yaşlı kadın hafızasının ihanetlerini bertaraf eden bir
zaman kapsülündeydi sanki. Konuşmasa da gülen bir yüzle bakıyordu etrafa.
Ömrünün ilk yarısında yakaladığı mutluluk firardan kesin dönüş yapmıştı sanki.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder