8 Aralık 2018 Cumartesi

Kapı Boncuğu (Hikaye)


Yine gecede, gündüzde uyumanız ve lütfundan nasip aramanız da (O'nun) ayetlerindendir. Şüphe yok ki, bunda işiten bir toplum için ayetler vardır. (30.23)

Gözlerini araladığında karşılaştığı karanlık, en koyusundan daha karaydı gecenin. “Elektrikler kesilmiş olmalı” diye geçirdi aklından. Işığın yokluğunun bu denli ürpertici olabileceğini düşünmemişti daha önce. Doğrulmaya çalıştığında başını çarptığı sert cisim şaşırmasına sebep oldu. Sağa sola da dönemediğini fark etti, tecrübe ettiğinde. Üstü örtülü dar bir kuyuda sıkışıp kalmıştı sanki. Zihnini toplamaya çalıştı. İşten yorgun gelmişti. Yatsı namazını evde eda ettikten sonra, bir bardak ılık süt içerek yemek bile yemeden yatmıştı. Şimdi ne işi vardı, bu mezarı andıran kuyuda?
“Mezar” kelimesi yankılandı aklının dehlizlerinde. “İmkânsız” diye mırıldandı. Olabilir miydi? Yıldızların ışığını gizleyen buluttan perde, amellerinin gösterileceği sahneye mi dönecekti? Ya tutulmasına sebep neydi ayın? Dünyayı siper mi etmişti güneşin gövdesine, ışığa bu denli açken? Yoksa gafleti mi siper olmuştu, gölgesine bile muhtaçken.
Gerçekten uyanmış mıydı? Kuyudaysa; bedenini aşağı salan ipleri, mezardaysa; üstüne toprak atan elleri neden hatırlamıyordu? Neler olacağını bekleyip görmekten başka şansı yoktu. Mezardaysa; ortam cennet bahçesine yahut cehennem çukuruna dönecekti. Kuyudaysa; kurtarıcısının saldığı iple yukarı çıkıp nefsini köle edecekti. İstemeden de olsa kabullendi gerçeği. Uyanmıştı. Ama gerçeğe, ama rüyaya…
İsmini aldığı Hz. Yusuf ‘un  (A.S.) duası dökülürken dilinden Rabbine sığındı.

- Ey gâib olmayan Şâhid! Ey uzak olmayan Karîb! Ey mağlûp olmayan Galip! Beni bu musibetten kurtar! Bunun için bana bir çıkış yolu nasip et!

Umut ve ümitsizlik arasında yaşadığı med cezirler, işittiği sesle bölündü birden.
- Yüz birin hakkını teslim etmedin!
Bütün hücrelerinin ürperdiğini hissetti. Sessizliğe ölümcül yara veren bu ses nefsini yargılıyordu. Tarifinin ne kadar eksik yapıldığını düşündü korkunun. Dili tutulmuştu. Yüz bir neydi, hakkını nasıl teslim etmeliydi? Bilmiyordu. Buna rağmen ne soru sorabildi, ne de cevap verebildi. Tam bir teslimiyet halindeydi.
- Yüzün hakkını teslim etmedin!
Ortam hafif loşlaşmıştı sanki. Belki de ona öyle geliyordu. Anlık da olsa bir insan silueti gördüğüne emindi. Bir göz kırpışından daha kısa sürede belirip; kimdi, ne istiyordu, yargılayan o muydu sorularının cevabının asılı kaldığı boşlukta kaybolmuştu.
- Doksan dokuzun hakkını teslim etmedin!
Uyarıldığı hissi vuku buldu kalbinde. Sebep neydi, söylenen sayılar sıfıra kadar devam edecek miydi, bilmiyordu? Ama aklının çözemediği denklemi kalbi hissediyordu. Artık tamamen emindi ikaz ediliyordu. Demek ki, farkına bile varmadan dalmıştı gaflet trafiğine. Benliğini saran pişmanlık ateşini, ikaz edilmeye değer bulunması soğutuyordu nispeten. Köprüden önceki son çıkıştı belki de mevkii.
- Doksan dokuzun hakkını teslim etmedin!
Kendini yinelemişti ses. Bir önceki nidanın önemini mi vurguluyordu?  Yoksa farklı uyanışlar için uyarış mıydı?
- Doksan dokuzun hakkını teslim etmedin!
Bu son tekrar, gücünü tamamen tüketmişti. Yaptığının ne olduğunu bilmezken, yapması gerekeni çözemeyeceği endişesi tüm hücrelerini sardı. Sıtmaya tutulmuşçasına titremeye başladı. Sessiz hıçkırıklarla ağlıyor, bir çıkış yolu için yalvarıyordu. Yanaklarından aşağı süzülen yaşların bir el tarafından silindiğini hissetti. Işığı fark etti o an. Ve gözlerinin içine bakan nur yüzü gördü. “Çok şükür, hala”  diyerek sarıldı yaşlı kadıncağıza, gözyaşları bir süre daha akmaya devam etti.
- Kâbus görüyordun Yusuf’um, dedi yaşlı kadın yeğeninin başını kollarıyla sararken. Bir süre öyle kaldıktan sonra, bir bardak su getirdi.
Defalarca yutkunduktan sonra zorlukla içti Yusuf, suyu.
- Gördüklerim rüya mıydı, kâbus muydu bilmiyorum hala. Tek bildiğim, kesinlikle ikaz ediliyordum.

Yirmi yedi yaşındaydı Yusuf. Anne ve babasını kaybedeli on dört sene olmuştu. Babasının ameliyat olan bir akrabasına geçmiş olsuna Bolu’ya gitmişlerdi. Dönüş yolunda yaşanan kaza, dönüşü olmayan son yolculuğa uğurlamıştı onları. O zamandan beri ailesinden kalan bu evde halasıyla beraber oturuyorlardı. Gerçi halası, varlığının farkına vardığı günden beri yanlarındaydı. Öylesine benimsemişti ki varlığını, ilkokulda öğrendiği çekirdek aile tarifinin içinde halanın geçmemesi tuhaf gelmişti o yıllarda Yusuf’a. Kadıncağız eşini erken yaşta kaybedince bir daha evlenmemiş, tek kardeşi olan babasının yanına sığınmıştı. Rahmetliden hayatını idame ettireceği kira geliri kalmış olsa da, bir aile ortamına ve manevi desteğe de ihtiyacı vardı. Yaşanan üzücü kazadan sonra hala yeğen birbirlerine sahip çıkmışlardı.
Ortaokulu yeni bitirmişti o sene. Daha sonra sınavlara girerek dışarıdan bitirdiği liseye başlamamış, iş hayatına atılmıştı. Zorlu geçen gençlik yıllarından sonra başarılı olmuş, kurduğu ufak çaplı reklam şirketiyle kendi işinin sahibi olmuştu.
Evlenmemişti Yusuf. Halasının baskılarını “ bu evin bir sultanı var zaten” diyerek savuşturmaya çalışsa da gönlünün sultanını bulamamıştı henüz. Kısmetinde olan, vakti saati gelinceye dek bekleyecekti onu elbet.
Kendine gelmesi bir saati buldu. Hıçkırıkları ve titremesi sona erdiğinde bir çırpıda gördüklerini halasına anlattı. “Hayırdır inşallah” dedi yaşlı kadın. Bir süre sessizleşerek düşüncelere gömüldükten sonra;
- Tıpkı yaradılış sırası gibi, dedi. İşittin, tam anlamıyla olmasa da gördün ve hissettin. Bunda bir hikmet var.
Ömür tezgâhında dokuduğu çilelerin yüzünde oluşturduğu bilge çizgilere göz attı Yusuf. Yolunu aydınlatacak, önünü görmesini sağlayacak bir kelam etmesini bekledi.  Yükü, sırtında olanın taşıması gerektiğinin bilincindeydi yaşlı kadın. Yanlış yönlendiren kestirmelerin, uçurumda son bulabileceğini biliyordu.
- İkaz edildiğin aşikâr evladım, dedi.
- Ama neden?
- Kazancının helalliğine, tuttuğun yolun doğruluğuna ben şahidim evladım. Fakat “Yusuf” olan sensin. Sorun sana geldiyse, yorum da sana yakışır.

* * *

İnsanlar ezan okumanın ve ilk safta yer almanın sevabını bilselerdi, ön safta durabilmek için kura çekmekten başka yol bulamazlardı. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevabını bilselerdi bunun için yarışırlardı. Yatsı namazı ile sabah namazının faziletini bilselerdi, emekleyerek de olsa bu namazları cemaatle kılmaya gelirlerdi.(Müslim, Salât, 129; Buhârî, Ezan, 9, 32) 

Kazmayı küreği yaktıracağını ilk günlerinden belli eden Mart ayının ortalarında soğuk bir akşamüzeriydi. Rüzgârın savurduğu kar taneleri iki yanı ağaçlı yolda eşsiz bir kartpostal görüntüsü sunarken, görüş alanını da neredeyse sıfıra indiriyordu. Beyaz bir halıyı andıran park yolu, eğlenen çocukların ve işyerlerinden evlerine hızlı adımlarla dönmeye çalışan insanların bıraktığı ayak izleriyle desen zenginliğini giderek artırıyordu.
Kimsenin fark etmediği, fark etse de umursamadığı mevsimlik ceketiyle titreyen yaşlı bir adam vardı yol üzerindeki bankta oturan. Uzun zaman önce aklını yitirdiğinden sık sık evden çıkıp kayboluyor, ailesi günlerce izini bulamıyordu bazen. Yüzünde şaşkın bir ifade vardı. Parkın kuzeye bakan kapısından giriş yapan genç bir adamın yanında belirmesiyle gülümsedi. Siyah paltosu ve siyah beresi üzerine yapışan kar taneleriyle yer yer beyaza dönmüş olan genç adamı tanıyor gibiydi.
- Palton güzelmiş, dedi.
Genç, üzerindeki paltoyu çıkartıp ihtiyar adama giydirdikten sonra koluna girdi;
- Burası çok soğuk, gel biraz gezelim.
İtiraz etmedi. Beraber parkın güney tarafındaki çıkış kapısına doğru ilerlemeye başladılar.
- Bir… İki… Üç… Dört…
Attığı adımları sayıyordu ihtiyar adam. Sebebini anlayamamıştı genç, ama mantıklı bir sebep aramaması gerektiğini de biliyordu. Yine de merak etmişti, içinden gelen bu hisse şaşarak. Sayısız kesişme ve pek çok alt kümeden oluşuyordu sebepler kümesi. Anlayamadığımız olaylar onların bir sebebinin olmadığını göstermiyordu, bir zerre bile sebepsiz yaratılmamışken. Beyninde çakan kıvılcım, “aman Allah’ım” nidasının dökülmesine sebep oldu dilinden. Neredeyse boynuna sarılacaktı ihtiyar adamın. Karşı yönden gelen bir guruptan gelen “işte buradaymış” çığlığını duydu. Sevinç gözyaşları döken ailesine teslim etti ihtiyar adamı.
Birkaç adım daha yürüdükten sonra manzaranın tadını çıkarmak istermişçesine olduğu yerde durdu. Az önce ihtiyar adama verdiği paltonun altına giymiş olduğu mevsimlik ceket ağır kış koşullarına uygun olmasa da üşüdüğünü hissetmiyordu. Düşünce girdabının ilk halkasına kulaç atarken koluna giren el sıyrılmasına sebep oldu.
- Hey evlat! Böyle dikilmeye devam edersen ‘merhumu iyi bilirdik’ diyen bir sürü kardan adam görüntüsü oluşturacaksın yarın.
Soğuğun hissizleştirdiği yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluştu.
- Sen miydin Veli dayı, dedi. Görüntü öyle güzel ki seyretmek istedim sadece.
- Az ilerideki çay ocağına gidelim. Birer bardak çay içelim de içimiz ısınsın. Manzarayla aranda camdan bir sınır olması sırtındaki liyakatsiz ceketten daha koruyucu olur senin için.
- Evet, ceket. Kelimeleri döküldü dudaklarından.
- Bak evlat dedi, sıktığı yumruğunu işaret ederek Veli dayı. Az önce yaşanan olayı görmüş olmalıydı. Tamam, böyle ol demiyorum. Bu kez avucunu tamamen açarak yere doksan derecelik açı oluşturacak şekilde yan çevirdi. Ama böylede olmaz. Dua edermiş gibi açtığı avucunu hafif yanladıktan sonra içine kar taneleri düşerken devam etti. En iyisi böyle ol.
Aslında hiçbir akrabalık bağları yoktu. Dayı diye hitap etmesi hamiliğine olan saygısındandı. İlk tanışmaları yaklaşık on üç sene öncesine dayanıyordu. Kapısından içeri girmek üzere oldukları çay ocağının karşısındaki caminin önünde satmaya çalıştığı tespihlerin hepsini satın almıştı Veli dayı. Tam doksan dokuz tespih. Düz hesap olsun diye yüz adet üzerinden hesap görmüş. Hepsini camiye bırakmasını istemişti. On dört yaşındaydı. İkinci defa giriştiği ticari faaliyetten, memnun ayrılmıştı bu defa. Birincisi oldukça can sıkıcıydı. Sonraki yıllarda da ihtiyaç duyduğu pek çok kere yanında bulmuştu onu, aradan geçen yıllara rağmen dostlukları devam ediyordu.
İç taraftaki ilk masaya yerleştiklerinde “bize iki çay getir, Dursun” diye seslendi Veli dayı. Ocağın arkasından kafasını eğerek gelenlere bakan simayı görünce inceden takılmaya başladı.
- Dursun dedik diye sen şimdi çayları da getirmezsin iki saat. Dursun diye kahveci ismimi olurmuş be?
Getirdiği iki bardak çayı masanın üzerine bırakırken “ bugün yine neşen yerinde Veli Efendi, Allah bozmasın “ dedi Dursun. Bir yudum içtiği şekersiz çayını tabağa bırakırken devam etti Veli.
- Haksız mıyım azizim? Yanlış meslek seçmişsin. Senin isminle kahvecilik yapılmaz.
- Ne yapsaydım yani? Berber dükkânımı açsaydım?
Kısa bir kahkaha attı Veli. Yanlarda birkaç tel kalmış saçlarını işaret ederek devam etti.
- Yakışırdı ama. Şimşir Tarak Kuaför Salonu, koyardın ismini de.
- Hadi git işine be, dedikten sonra ocağa döndü Dursun.
Dursun’un uzaklaşmasıyla dikkatini Yusuf’a döndürdü Veli. Şekerleri tabağında durduğu halde çay kaşığını bardağın içinde çevirmeye devam ediyordu dalgınca.
- Hadi anlat bakalım.
- Ne anlatayım Veli Dayı?
- Kafanın neye takılı olduğunu anlatabilirsin mesela. Baksana bardağın dibi çıkacak neredeyse, sen hala karıştırmaya devam ediyorsun.
Çay kaşığını elinden bıraktı. Bir yudum içtiği çayının şekersiz olduğunu fark edince yüzünü buruşturdu. Kendi çayından bir yudum daha içen Veli;
- Aslında alışsan böyle daha lezzetli… Ben yıllardır şekersiz içiyorum.
- İlk tanıştığımız günü hatırlıyor musun Veli dayı?
- Hatırlamaz mıyım? Parmağını cama doğru çevirerek, dışarıdaki bir bölgeyi işaret etti. Tam şu köşede elinde karton bir kutuyla sessizce duruyordun. Diğer herkes gibi bende yanına gelene dek, amacının ne olduğunu anlayamamıştım. Meğer kutudaki tespihleri satmaya çalışıyormuşsun. Pek başarılı bir pazarlamacı değildin yani.
Yusuf gülümsedi.
- Hepsini sana satmayı başarabildiğime göre, o kadar da başarısız sayılmazmışım demek ki.
Bu kez gülümseyen Veli oldu.
- Sende haklısın.
- O gün bana yaptığın iyiliği ömür boyu unutamam Veli dayı. En yakınım, öz dedem bile yapmadı senin yaptığını. O günden beride onunla görüşmedim. Şimdi ağır hasta ve ben ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.
Bir şeyler söylemek istedi Veli, söyleyemedi. Kelimeler dilinin ucuna geldi, düğümlendi sanki. Genç devam etti;
- O gün, annemle babamın vefatının birinci yıldönümüydü. Mezar taşı yaptırmak için mermerciyle konuşmuştum. Çok uygun bir fiyat vermişti. Ama benim yüz liram eksikti. Halamdan istemeye utanıyordum.  Aldığım birkaç kuruş haftalık, benim masraflarıma bile yetmiyordu. O da aldığı kiralarla ancak evi döndürebiliyordu. Annemin babası olan dedemden istemeye karar verdim. Farklı mahallelerde de otursak evlerimiz yakın sayılırdı birbirine. İki katlı müstakil evlerinde dayımlarla altlı üstlü oturuyorlardı. Dayımla aram hiçbir zaman iyi olmadı. Bana karşı her zaman soğuktu. O zamanlar sebebini anlayamazdım, ama şimdi erken başlamış miras hesabı olduğunu anlayabiliyorum. Gittiğimde evdeydi. Yüz liraya ihtiyacım olduğunu söyledim, sebebini belirtmeden. “Yüz lira büyük para…” dedi. “Hak etmeden talep edilmesi hoş değil”. Sonra evden çıktı. Şaşkın ve üzgün bir şekilde kalakalmıştım. Tam bende çıkıp gitmek üzereydim ki dedemin ikinci hanımı, üvey anneannem “bekle” diyerek odadan çıktı. Az sonra elinde,  yaz aylarında mutfak ve balkon kapılarına astıkları iki adet kapı boncuğuyla geri geldi.  “İpleri çürüdüğü için deden önümüzdeki yaz yenilerini alacaktı zaten, şimdi hemen işe koyulalım.” dedi. İki üç saat içinde hepsini silip parlatarak yeni iplere dizmiş, tespihe çevirmeyi bitirmiştik. “Hadi bakalım Boncuk, dedi. Şimdi git bunları caminin önünde sat.” Bana hep “boncuk” diye seslenirdi. Gözlerimin maviliğinden olsa gerek. Sonrasını biliyorsun. Senden aldığım yüz liranın tamamını ona götürdüm. Ne kadarını bana vereceğini bilmiyordum. Paranın hepsini bana verdi. “Hak ederek kazandın, bunların hepsi senin.” dedi. Oysa iki sene önce bahçede oyun oynarken o zamanlar sağ olan anneannem yanımıza gelmişti. Dayımın oğlu telli araba almak için ondan para istemişti. O da bahçede içinde yirmi adet fesleğen olan çivi sandığını vermişti bize. “Alın bunları pazarda satın da, gelin…” diyerek. Zorlukla taşımıştık pazara kadar. Topladığımız on liranın birini bana dördünü de dayımın oğlu Selami’ye vermişti. “Fesleğenleri Selami yetiştirdi. Paranın çoğu onun hakkı…” demişti. Kalan beş lirayı da ben arkamı döner dönmez yine Selami’nin cebine sıkıştırdığını görmüştüm. Oysa Selami’nin fesleğenleri yetiştirmek bir kenara, bir kere bile sulamadığını gayet iyi biliyordum.  Sanırım oğlunun oğlu olduğu için daha çok seviyordu onu. Neticede Selami’nin pullarla süslü telli arabası olduktan sonra cebinde yüklü de bir harçlık kalmıştı.
Çayından bir yudum daha çektikten sonra anlatmaya devam etti.
- Yani, anlayacağın dedemin o günkü davranışını rahmetliden beklerdim ama dedemden asla. Fakat üvey anneannem farklıydı. Bakışlarından anlayabiliyordum sevgisini. Öyle şefkatliydi ki… O gün dedemden soğudum.  Bir daha da kapısını açmadım. Birkaç kez o bize geldi ama her seferinde bir bahane bularak oradan uzaklaştım. Üzüldüğüm tek konu üvey anneannemi bu sebeple bir daha görememem olmuştu.
Öyle hüzünlenmişti ki, Veli dayının yaşaran gözlerini çaktırmadan silmeye çalıştığını son anda fark edebilmişti. Konuyu değiştirmeye çalıştı. Gördüğü rüyayı anlattı. Bu günkü karşılaşmaları güzel bir tevafuktu.
- Hakkını helal et Veli dayı. Çünkü o hakkı ben sana asla teslim edemem.
Birkaç adım ötelerinde ki camide okunmaya başlayan Yatsı ezanını işittiklerinde ayağa kalktılar. Camiye doğru ilerlerken girdiği kolunu sert bir şekilde sıkarak durdurdu onu Veli dayı.
- Bak evlat! Bir söz vermiştim. Ama artık bu sözü tutmanın doğru olduğu kanaatinde değilim.
Meraklı bakışlarla baktı genç adam.
- O gün tespihleri yüz lira karşılığında senden almamı isteyende, parayı verende dedendi.
Olduğu yerde dondu kaldı bir süre. İkinci açılım büyük bir şok dalgası oluşturmuş, tsunami halinde vurmuştu karaya.
Gözlerine kaçan kar tanelerine aldırmadan ve tek kırpışlık bir ara vermeden caminin kapısına uzun süre baktı. Sırf dedesiyle karşılaşmamak için o günden beri geçmemişti bu kapıdan.
Ve namazın nihayetinde gelmişti üçüncü şok dalgası. Askıdan aldığı doksan dokuzlu tespih, üvey anneannesiyle beraber ipe dizdiklerindendi. Bir gece evvel rüyasında ağladığından daha şiddetli ağlıyordu şimdi.

* * *

Vefa nedir, bilir misin? Vefa arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır. Vefa; dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere, hayallere ihanet katmamandır. Vefa; ötelerin sonsuz mükâfatı karşısında, cehennemi hafife almaman, ulvi güzellikleri dünyaya satmamandır. (Mevlana)

Uzandığı kanepeden doğrularak kalkmaya çalıştı yaşlı kadın. Bacaklarındaki dermansızlık ayağa kalkmasına izin vermeyince olduğu yere oturdu kaldı bir süre. Boş bakışlarını ayaklarının altındaki el örgüsü paspasa sabitledi. Dünyada insanın başına gelebilecek en büyük felaket, hafızası tarafından uğradığı ihanet olmalıydı. Karayı görmeden rastgele kulaç attığı bir okyanusun ortasındaydı sanki. Anılar kafasının içinde anlık ışıldamalar yaptıktan sonra geldikleri hızda kayboluyorlardı.
İkinci kez denediği ayağa kalkma çabası da başarısız olunca kaybettiği bir şeyi arar gibi başını sağa sola hızla çevirmeye başladı. “Boncuklar” dedi. “Şimdi buradaydı, renk renk ayırmıştık.”
Telaşlı hali bir dakikadan uzun sürmemiş, tekrar o boş bakışlar yerleşmişti yüzüne. Bulunduğu odayı gözleriyle süzmeye başladı. Tanıdık gelen hiçbir detay yakalayamamıştı. Yüzüstü yere uzanmış halde önündeki deftere resim çizen ufaklığı görünce gülümsedi. “Burada mıydın Boncuk? Hadi yanıma gel.” Elindeki kalemi bırakan çocuk yanına geldiğinde, başını şefkatle ellerinin arasına aldı. Gözlerinin içine baktıktan sonra hızla geri çekti ellerini. “Sen Boncuk değilsin.”
- Benim babaanne. Ömer. Tanımadın mı?
Son cümlesini tekrarladı;
- Sen Boncuk değilsin.
- Aman babaanne, dedi Ömer. Sende her şeyi unutuyorsun.
Tekrar birkaç dakika önceki dinginliğine dönen yaşlı kadına üzülerek baktı Ömer. İyileşip kendisine yeniden masallar anlatacağı günü iple çekiyordu.
- Dur sana televizyonu açayım, diyerek ayrıldı yanından.
Televizyondan yayılan parlak ışıklara sabitlemişti bakışlarını yaşlı kadın bu kez. Sessizce oturuyordu. Ta ki ekranda oynayan dizi filmin karakterlerinden biri konuşmaya başlayıncaya kadar.
Filmdeki adam, elindeki iki fincanla bir ofisten içeri girdi. “Size kahve getirdim Bay Ellison.” 
Sahne, yaşlı kadının kırılma noktası olmuştu sanki. Ağlamaya, feryat etmeye başladı. “Boncuğum… Boncuğum…” Odaya giren iki kişiyi ve konuşmalarını fark etmemişti bile.
- Ne zamandır bu durumda yenge, diye sordu genç adam?
- Yaklaşık bir senedir. Doktorlar Alzheimer teşhisi koydu.
Genç adam yaşlı kadının yanına yaklaşırken yengesi konuşmaya devam ediyordu.
- Bakımı artık iyice zorlaştı. Deden hastaneye yattığından beri daha da kötüleşti. Dayın bir huzurevine yerleştirmeyi düşünüyor.
Annesinin kurduğu son cümle üzerine küçük Ömer’in sesi duyuldu;
- Hayır, babaannemi huzurevine yatıramazsınız.
İlk defa gördüğü kuzenine sevecen bir bakış attı genç adam. Ağabeyi Selami gibi duyarsız olmadığını düşündü. Söylemek istediklerini sırf çocuğun hatırına bir süreliğine yuttu. Yengesi tekrar konuşmaya başladı.
- Bunu sana defalarca söyledim Ömer. O senin gerçek babaannen değil. Dedenin ikinci eşi sadece…
- Olsun. Ben yine de onun yanımızda kalmasını istiyorum.
Kadın, oğlunun sözlerini duymazdan gelip tekrar genç adamla konuşmaya başladı.
- Artık seni tanıyacağını sanmıyorum Yusuf. Bunca seneden sonra…
Hala, “Boncuğum” diye feryat etmekte olan yaşlı kadının ellerini ellerinin arasına aldı Yusuf.
- Buradayım bak. Boncuğun yanında artık…
Ekrandaki sahne değişince gözlerini televizyondan ayırıp Yusuf’a baktı yaşlı kadın. Işıldayan gözlerle tek bir söz etmeden boynuna sarıldı. Uzun bir süre öyle kaldı. Güçsüz kollarının arasından anıları gibi sıyrılıp gitmesinden korkuyor gibiydi. Sonra birden kolları çözüldü. Tekrar feryat etmeye başladı;
- Boncuğum… Boncuğum…
- Buradayım anneanne, dedi Yusuf. Geldim işte.
Kulakları başka bir yere odaklanmış gibiydi, söylenenleri duymuyordu. Aklından geçen düşünceler doğrultusunda dönüp televizyona baktı Yusuf. Tükenmiş nefesiyle kurduğu son cümleyi duydu.
- Lütfen, bana boncuğumu bul.
Ömer yerinden kalkarak televizyondaki kanalı değiştirdi.
- Ne zaman bu dizi başlasa, ağlamaya başlıyor.
Kısa bir süre daha orada kalarak küçük kuzeniyle sohbet etti Yusuf. Gitmek için kapıya yöneldiğinde ardından gelen yengesine döndü;
- Dayıma söyle, değil yatırmak huzurevinin önünden bile geçirmeyi düşünmesin anneannemi. Yoksa dedeme bir şey olduğu takdirde bu evde oturmayı rüyanızda bile göremezsiniz.
Yakalandığı hastalık sebebiyle hafızasında gedikler açılan yaşlı kadının oldukça dramatik bir hikâyesi vardı aslında. Henüz birkaç aylık evli olduğu eşini, 1961 yılındaki ilk kafileyle Almanya’ya uğurlamıştı. Bir süre sonra eşi onu da aldırmıştı Almanya’ya. Çok çalışıyorlardı ama mutluydular. Çocuklarını kucaklarına aldıklarında daha da katmerleşmişti mutlulukları. Annesinden aldığı sarı saçları ve mavi gözleriyle çok şirin bir erkek çocuğuydu. Aile kazandığı paranın büyük bir kısmını biriktiriyor, Türkiye’ye kesin dönüş yapacakları günün hayalini kuruyordu. Geride bıraktıkları yıllar özlemlerini daha da artırıyordu.
Irkçı bir saldırgan tarafından oturdukları bina kundaklandıktan haftalar sonra çıkabilmişti hastaneden. Yanıktan ziyade duman zehirlemesi etkilemişti onu. Yetkililer tarafından örtbas edilen olayda eşini ve oğlunu kaybetmiş olmanın acısıyla Türkiye’ye dönüş yapmıştı. Çalışmaya başladığı fabrikaya malzeme satan bir beyefendinin evlilik teklifini dul damgasından kurtulmak için kabul etmişti. İlerleyen aylarda kararının doğruluğu görerek mutlu olmuştu. Eşinin ilk hanımı kanserden vefat etmişti. İstemediği bir evlilik yaptığı için geçmişte annesi tarafından dışlanan kızıyla, gerçek ana kız gibi olmuşlardı. Torununu görünce tamamen mest olmuştu. Saçları, gözleri, yüz ifadesi kaybettiği oğlunu anımsatıyordu ona. Boncuğunun acısını unutturacak bir boncuk bulmuştu artık. Mutluluğu tekrar yakalaması için açılmış bir kapı olarak görmüştü son yaşananları. Birde o kahreden kaza yaşanmasaydı…

* * *

O gün işle ilgili öğleden sonraki tüm randevularını iptal etti Yusuf. Yapacağı görüşme hepsinden daha önemli olabilirdi. Saat iki olduğunda işyerinden ayrıldı. Arabasına binerek yola çıktı. Üççeyrek saat sonra gelmek istediği adrese varmıştı. “İyi ki erken çıkmışım”, diye düşündü. Hava şartları trafiği bir hayli etkilemişti. Oldukça yüksek bir plazanın önündeydi.  Aracını otoparka park etti. Otomatik açılan kapıdan içeri giriş yaptıktan sonra, kapıdaki güvenlik görevlisine görüşmeye geldiği firmanın adını söyledi. Kısa bir telefon görüşmesinden sonra görevli asansöre yönlendirdi onu. Çıkacağı katın düğmesine dokundu.
Az sonra kendini karşılayan kişiyle karşılıklı kahve içiyorlardı. Bulunduğu yer bir seslendirme stüdyosunun ofisiydi. Daha önce bazı reklam işlerini yaptığı için ilk gelişi değildi buraya. Randevu almaktaki başarısını bu tanışıklığa borçluydu zaten. Birkaç rutin kelâmdan sonra mekân sahibinin “Beni takip edin.” sözüne uyarak peşine takıldı Yusuf. Ses yalıtımlı bir pencerenin önüne geldiler. Pek çok teknolojik aletin ve ellerinde dosyalar olan insanların olduğu bir odaya bakıyordu pencere. Önlerindeki perdede oynayan filmin dublajını gerçekleştiriyorlardı.
Birkaç dakika sonra işleri bitmiş olmalıydı ki dosyaları bırakarak stüdyonun çıkış kapısına doğru yöneldi içerideki insanlar. Yüzlerini oldukları yöne döndükleri anda aradığı kişinin kim olduğunu anlamıştı Yusuf, gösterilmesine ihtiyaç duymadan. Kısmen beyazlamış sarı saçlar, masmavi gözler. Ve bu benzerlik… “Aman Allah’ım” diye mırıldandı. “Haklıymış.”
Birbirleriyle konuşarak dışarı çıkan insanlara doğru yürüdü Yusuf.
- Mücahit Bey.
- Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?
Kırk yıllık dostunu bulmuş gibi sevinçliydi. Geliş sebebini bilse karşısındakinin ondan daha fazla sevineceğine adı gibi emindi.
- Sizin içinde çok önemli olabilecek bir konuda, birkaç dakikanızı almak istiyorum efendim.
Şaşkın bir bakış attıktan sonra;
- Peki, sizi dinliyorum.
- Arzu ederseniz, bir yerlerde oturarak konuşalım. Böylesi daha uygun olur.
- Bakın, sizi tanımıyorum. Görüşmek için çok ısrar ettiğiniz söylendiği için bu buluşmayı kabul ettim. Şimdi, söylemek istediğiniz neyse burada söyleyin ya da lütfen beni rahat bırakın.
Cebinden solmuş siyah beyaz bir fotoğraf çıkardı Yusuf. Dedesiyle üvey anneannesinin nikâh törenlerinde çekilmişti.
- Bu fotoğraftaki bayanı tanıyor olabilir misiniz?
Şüpheyle uzatılan fotoğrafı eline aldı adam. Göz attığında yüzü bembeyaz oldu, çenesi titremeye başladı. Yıllar geçse de yüzü silinmemişti hafızasından.
- Aman Allah’ım, dedi. Bu annem.

Bir karışıklık veya olayı örtbas etme çalışmalarının neticesi olarak öldüğü açıklanan, ama Almanya da ki yangından sağ kurtulan bir kişi daha vardı aslında. Mücahit Yılmaz. Anne ve babasının yangında ölmüş olduğu söylenmişti ona. Sonra bir dernek tarafından Alman olduğuna inandırılarak yetiştirilmeye çalışılmıştı. Hatta ismini dahi değiştirmek istemişlerdi. Fakat o geçmişini unutmamış, reşit olur olmaz vatanına geri dönmüştü. Almanya da ki akrabalarından selam getirdiği bir bürokratın sahip çıkmasıyla sanat üzerine başladığı eğitimini ülkesinde tamamlamıştı. Öldüğünü sandığı için annesini hiç aramamıştı. Özel tiyatrolarda çalışmış ve sesindeki özel tını sayesinde aranılan bir dublaj sanatçısı olmuştu. Bulunmasına sebep de bu özel sesi olmuştu zaten. Evlenmişti ve bir kız babasıydı. Baştan ters davrandığı Yusuf’un getirdiği haber hayatı boyunca alabileceği en mutlu haberdi. Artık evladı gibi görüyordu onu.

* * *

Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir. (16.90)

Bir rüyaya uyanmıştı Yusuf yaklaşık iki hafta önce. Kefeleri dengede duran terazinin lehine olan tarafının ağır basması için, Rabbinin izniyle rüya melekleri lisan öğretmişti vicdanına. Sevenlerinin makbul duasıyla hatalarının telafisi için imkân verilmişti. Ardı ardına sıralanan beş uyarı kâbus gibi görünse de, beşi bir yerde değerine ulaşmıştı idrak ettiğinde.
Geride bıraktıkları koyu kışı yaşatan mart günlerinin aksine, yazdan kalma bir nisan sabahıydı. Erkenden kalkmıştı Yusuf. Belki de hiç uyumamıştı gece boyunca. Bir önceki günün soğuğuna inat, ruhunu ısıtırcasına esen lodosun ılık hoşluğunda katıldı cemaatin arasına. Pazardı ya günlerden, pazar eylemeliydi gönül boşluğunda yakalandığı iblis esintileri en sebilinden. Günün siftahını ve dahi bereketini cami cemaatinden kazanmak adına çıkış kapısına yanaşan seyyar poğaçacıdan iki poğaça alarak çay ocağına girdi. Az sonra kahvaltısını yapmış olarak ayrıldı oradan. Evine yöneldi. Zile bastığında pencereden başını uzatan halasına seslendi.
- Hazır mısın evimin sultanı?
- Kahvaltı yapmayacak mısın deli oğlan?
- O işi çoktan hallettim. Hazırsan gidebiliriz.
Motorun ısınması için arabayı çalıştırdı. Beş dakika sonra halasıyla yola çıkmışlardı bile. Bir çeyrek saat sonra mezarlığın önündeydiler. Araçtan indikten sonra halasının koluna girdi Yusuf. Ağır adımlarla içeri girdiler. İlk mezarın önüne geldiklerinde;
- Biliyor musun hala? Buradan anne ve babamın yattığı yere olan yol tam yüz bir adım. Ziyaretlerine geldiğim her hafta sesli olarak sayıyordum. Hasretimi dindirmek için aşmam gereken son mesafeydi burası. Sonra ihtiyar bir adam ikaz etti beni. “Evladım, adımlarını sayacağına üç İhlâs bir Fatiha suresi okuyarak mevtaların ruhlarına hediye etsen daha yararlı bir iş yapmış olursun.” O günden sonra bende aynen öyle yapmaya başladım. Üzerimdeki bir görev gibiydi bu. Sonra dünya hayatının kandırmalarına kapılıp ziyaretleri aksatmaya başladım. Önce ayda bire sonra bayramdan bayrama düştü gelişlerim. Şimdi anlıyorum ki bu görevimi ihmalimdi ilk uyarılışımın sebebi.
Gözyaşlarını tutamadı yaşlı kadın. Bu hassas noktayı yakalayabilmek yeğenininki gibi hassas bir kalple mümkün olabilirdi ancak. Okudukları Yasin’i Şerif ve ettikleri duaların ardından ayrıldılar mezarlıktan. Üzerindeki haklardan birini teslim etmiş olmanın huzuruyla hafiflemişti Yusuf, bir nebze olsun.
Yarım saat sonra dedesinin yattığı hastaneye varmışlardı. Uyutarak tedavi ediyorlardı dedesini. Bugün uyandırılarak sonuçlar gözlemlenecekti. Oldukça iyi gördü Yusuf onu, yanına gittiğinde. Tedavi başarılı olmuş, normal odaya bile almışlardı. Yanına çöktü hemen. Ellerini ellerinin arasına aldı, doyasıya öptü. Ve çok sonra gücünü toplayarak “neden” diyebildi? “Neden?”
Kısa süren bir öksürük nöbetinden sonra cevap verebildi ihtiyar adam;
- Dünya insana çoğu zaman adil davranmaz evladım. Daha o yaşta anne babanı kaybetmiş olman senin sınavının çok çetin geçeceğinin bir göstergesiydi. Buna hazır olman için asla rehavete kapılmaman gerekiyordu. Ama üzülme bak. Bu günleri de görebildiğimize göre o kadar da acımasız değil hayat.
Bırakmadığı ellerini tekrar öptü Yusuf. Helallik diledi.
Veli dayıdan çoğu gerçeği öğrenmişti aslında. Mermercinin mezar taşları için istediği düşük fiyat, değerinin sadece dörtte biriydi. Büyük bölümünü dedesi ödemişti zaten. Mücadele azmini kamçılayabilmek için Yusuf’u doğru tarafa yönlendirmeye çalışıyordu. Yakın dostu Veli’yi göndererek ne durumda olduğunu sık sık kontrol ettiriyordu. İhtiyacı olan yüz lirayı bile kendisinden geldiğini belli etmeden ulaştırmıştı. Yüzün hakkı yüz liranın hakkıydı, yani dedesinin hakkı. Kesmiş olduğu Sıla-i Rahimin tövbesine nail olduktan sonra ayrıldı Yusuf hastaneden.
Mahalleye döndüklerinde öğlen ezanı okunmak üzereydi. Halasını eve bırakıp camiye yönlendi Yusuf. Şadırvanda abdest tazeleyip içeri girdi. Oturduğu yerde huşu içinde ezanı dinlerken, çeşitli köşelere bırakılmış askılıklara göz attı. Hemen hepsinde üvey anneannesiyle yaptıkları doksan dokuz boncuklu tespihlerden vardı. Dedesiyle karşılaşmamak için çok yakınında olan bu camiye gelmiyor, bir diğeri uzakta olduğundan namazı cemaatle eda etme fırsatını kaçırıyordu çoğu zaman. Hakkını teslim etmesi gereken doksan dokuzlardan ilki, cemaate katılma sevabını kaçırdığı konusunda uyarıyordu onu.
İkindi ve akşam namazlarını da aynı camide eda etti Yusuf. Üzerideki haklardan birer birer temizlenmesi oldukça rahatlatmıştı ruhunu. Halasıyla birlikte buyur edildiği yemek davetine icabet edebilmek için eve döndü. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra evden ayrıldılar. Kısa bir süre sonra Mücahit Yılmaz’ın oturduğu siteye varmışlardı. Zili çaldığında kapıda karşıladı Mücahit ağabeyi onları. Geniş bir odaya geçtiler. Başköşeye hazırlanmış yatakta otururken gördü üvey anneannesini. Yıllar sonra annesine kavuşmanın sevincini yaşayan Mücahit hemen yanına aldırmıştı onu. En azından dedesi taburcu olana kadar yanında kalmasını istediğini söylemişti Yusuf’a. Sonrasında kalacakları yere kendileri karar vereceklerdi. Yanına giderek ellerine sarıldı Yusuf, öpmek için. Yaşlı kadın buna fırsat vermeden boynuna sarıldı. Son gördüğünde yüzünden okunan keder yerini mutluluğa bırakmıştı.
- Hakkını nasıl ödeyebilirim, diyen Mücahit’in sesini duydu Yusuf.
- O hak, iki adet kapı boncuğuyla on üç yıl önce fazlasıyla ödendi zaten. Hatta üstüne benim borçlu kaldığım bakiyeyi iade etmek de bu güne nasipmiş.
Anneannesinin başından ayrılıp halasının yanına oturdu Yusuf. O an sırtı dönük olduğu için odaya girerken görmediği genç kızı işaret etti halası.
- Hanım kızımız kim?
- Mücahit ağabeyin kızı Esma Hüsna, dedi Yusuf.
Sadece onun duyabileceği ses tonuyla söyledikleri Yusuf’un yüzünün kızarmasına neden oldu.
- Ah be evladım, neden söylemezsin son doksan dokuzun sırrına da vakıf olduğunu? Gelin kızımızı bulduğunu…
Adını Esma-ül Hüsna’dan alan Esma Hüsna’yı istemeye göndereceği güne kadar bu gerçeği açıklamayı düşünmüyordu Yusuf.  Ama yakalanmıştı. Üvey anneannesine baktı. Öz torunu değildi ama öz torunuyla evlenecekti büyük ihtimalle. O sırada yaşlı kadın hafızasının ihanetlerini bertaraf eden bir zaman kapsülündeydi sanki. Konuşmasa da gülen bir yüzle bakıyordu etrafa. Ömrünün ilk yarısında yakaladığı mutluluk firardan kesin dönüş yapmıştı sanki.

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder