“Yok, böyle bir keyif…”
Diye bağırdı, meyve suyunu yudumlarken. Kumsalın bittiği çizgide başlayan
evinin bahçesinde şezlonga uzanmış, mavi suların seyrinin tadını çıkarıyordu.
Herkesten, her şeyden uzak…
Bu ev, bu bahçe, bu
deniz ve bu sessiz ortam hayallerinin zirve noktasıydı. Ve bu şeffaf gökyüzü…
- Şeffaf gökyüzü mü?
Tuhaflığın sebep olduğu
kafa karışıklığıyla, başını evine doğru çevirdi. Dış görünümü aynen hatırladığı
gibiydi ama içiyle ilgili en küçük bir detay hatırlayamıyordu. Ne yatak
odasının, ne mutfağın, ne de banyonun evin hangi köşesinde olduğuyla ilgili tek
bir bilgi kırıntısı yoktu hafızasında.
Biraz düşünse belki…
Hayır. Düşünmek
istemiyordu... Düşünce denilen derin okyanuslarda değil, hemen önündeki sığ
sularda kulaç atmak için ordaydı. Kafasını dağıtmak için. Sonra o tanıdık sesi
duydu;
- Hala burada mısın?
Tatlı bir heyecan
içinde, sağına soluna baktı. Kimseyi göremedi.
- Seni yaramaz, dedi.
Yine saklambaç mı oynuyorsun? Şimdi sobeleyeceğim seni.
Sonra daha dikkatli bir
şekilde tekrar etrafına baktı. Çevrede kendisinden başka kimse yoktu. Aynı ses;
- Seni çok özledim.
- Bende seni. Gelsene…
- Hayır. Gelmesi
gereken sensin.
- Burası çok güzel…
Lütfen… Buradan ayrılmak istemiyorum.
* * *
Yapacakları ziyaret
için, çoktan hazırlanmış olan anne ve babasının söylenmelerini duymazdan geldi
Furkan. Babası İbrahim’in sinirlenerek;
- Furkan, daha
hazırlanamadın mı oğlum? Nidasının peşinden odasının kapısını açtı.
- Geliyorum baba.
Dubleks evin iç
merdivenlerinden aşağı inerken, başını öne eğerek göz göze gelmemeye çalıştı
anne ve babasıyla. Fakat bu hareketi azar işitmesine engel olmayacaktı büyük
ihtimalle.
- Bu ne uyuşukluk? Dedeni
çok sevdiğini sanıyordum, dedi İbrahim.
- Seviyorum baba. Ama…
- Sakın bana yine aynı hikâyeyi
anlatma.
On üç yaşındaki
delikanlının gözlerinin dolması üzerine yumuşadı.
- Hayal gücün gerçekten
çok zengin… Bu güzel bir şey ama gerçek hayattan kopmamalısın.
Furkan ve ailesi bir
hastane ziyareti için hazırlanmışlardı. İbrahim’in babası olan Yakup, birkaç
hafta önce yalnız yaşadığı evinde baygın bulunmuştu eve gündelik temizliğe
gelen kadın tarafından. Hastaneye kaldırıldığında, düşerek başından darbe
aldığı anlaşılmıştı. O gün bu gündür bitkisel hayattaydı.
Ellili yaşların ortalarındaydı
Yakup. Erken evlendiği ve tek evladı olan oğlunu erkenden evlendirdiği için,
erkenden torun sahibi olmuştu. “Erken kalkan yol alır” sözü onun düsturuydu
zaten.
Oğlu ve gelini
tarafından yapılan, ihtiyar adamın farkında bile olmadığı ziyaretler; rutine
bağlanmış, durumu hakkında bilgi alma seremonisinden öte bir anlam taşımıyordu
aslında. Ne giden gittiğinden memnundu… Ne de gelinen, gelenlerden haberdar.
Sağlıklı olduğu dönemde de çokta iyi anlaştıkları söylenemezdi zaten.
Yakup, ergenlik
döneminde okumak için gelmişti İstanbul’a. Kitaba, okumaya karşı müthiş bir
zaafı vardı. Kâğıt kokusu cezbediyordu ruhunu. Öyle ki; manavdan aldığı
elmaların kese kâğıdı olarak katlanmış gazetesini dahi, kıvrım yerlerini açarak
okurdu. Emanet edildiği küçük amcası, “bu çocuk ileride ekmeğini kâğıttan
kazanacak” derdi. “Büyük ihtimalle, tanınmış bir yazar yahut gazeteci olacak.”
Teşhis, yüzde elli
doğruydu aslında. İlerleyen yıllarda, ekmeğini gerçekten kâğıttan kazanmaya
başlamıştı Yakup. Fakat ne yazar olabilmişti, ne de gazeteci. Hatta denemiş
fakat gazete bayii açmayı dahi becerememişti.
Babası, daha okula
başladığı ilk sene vefat edince, gazete dağıtan çocuk olarak atılmıştı hayata. Kendi
çocuklarına bile bakmakta zorlanan amcasının, Yakup’u okutabilecek gücü yoktu,
maalesef. İlerleyen zamanlarda dağıtmanın değil, toplamanın daha çok para
kazandırdığını fark etmiş, el arabasına bağladığı harar ile sokak sokak
dolaşarak kâğıt toplamaya başlamıştı.
Kısa zamanda güzel para
kazanmıştı bu işten. Büyük bir depo tutarak; toplayıcılıktan, toplayıcılardan
satın alan konumuna yükselmişti. “Bu ülkede geçimini kâğıttan sağlamak
istiyorsan; sahifeleri fikirlerle doldurarak değil, onları toplayarak bunu
gerçekleştirebilirsin ancak.” Diyordu çevresindekilere. Yine de eğitimini
dışarıdan sınavlara girerek tamamlamayı ihmal etmemişti.
Kendisi imkânsızlıktan
okuyamamışken, çok istemesine ve her türlü desteği vermesine rağmen oğlu
İbrahim okumamıştı. Ortaokulu zar zor bitirmiş, liseye başladığı ilk sene terk
etmişti okulu. Çalışmaya da pek meyilli değildi aslında. Babasının girdiği geri
dönüşüm sektörünü beğenmiyor; daha nezih, masa başında patronculuk oynayacağı
bir iş istiyordu. Babayla oğlun arası ilk bu sebepten açılmış, o açıklık bir
daha kapanamamıştı bir türlü.
Orta çaplı bir market
açtı, oğluna Yakup. Ne kadar kızarsa kızsın evlattı neticede. Evini aldı,
evlendirdi. Altına arabasını çekti. Ama o eski “yaranamama” hastalığı, nereden
sirayet ettiyse bulaşmıştı aileye işte bir kez. Hele evlendikten sonra, iyice
uzaklaşmıştı oğlu kendinden. “Elkızı araya girmeden anlaşamıyorduk, artık hiç
anlaşamayız…” Diye düşünen Yakup, ilgisini tamamen çekmişti artık evladının
üzerinden. Ama torunu Furkan’ı çok seviyordu. Furkan’da dedesini.
Geçen sene eşi vefat
ettikten sonra, aynı sokakta olmalarına rağmen neredeyse hiç göremez olmuştu
oğlunun yüzünü. Artık tek Furkan vardı onun için. Yanına uğramadan eve gitmezdi
Furkan, okul dönüşlerinde. Bir dediğini iki etmezdi. Anlaşılan o ki; baba oğul,
onlarda çok iyi anlaşamıyordu aynı evin içinde. Neticede evlatlarıyla
anlaşamayan baba çoktur. Ama torunlarıyla anlaşamayan dede, neredeyse yok
gibidir.
Güz dönemi okullar
açıldığında, yatılı okula başladı Furkan. İhtiyar Yakup’u en çok yaralayan
olayda bu oldu. Çok sevdiği torununun yüzünü her gün göremeyecekti. Birlikte
oyunlar oynayamayacaklardı. Gerçekleşen ve henüz gerçekleşmeyen hayallerinden
bahsedemeyecekti ona. Hâlbuki eşi vefat ettiği günden beri, tek dert ortağıydı
Furkan.
Yatılı okula gitmeyi
kabul ettiği için torununa da biraz kızgındı aslında. Ama özlemi kızgınlığından
ağır basıyordu. Sekiz ay boyunca tek sömestri aralığında görebilmişti yüzünü.
Kaza geçirdiği gün,
okulların kapanacağı gündü. Nihayet evine dönecekti Furkan. Dede torun hasret
gidereceklerdi. Anlaşamıyor olsalar da oğlunun evine gidecek, orada
karşılayacaktı torununu. Alelacele giyindi. Odasındaki boy aynasına bakarak
kontrol etti kılığını kıyafetini. Biran başının döndüğünü hissetti. Dengesini
kaybetti. Yere düşerken başını mermer sehpaya çarptı. Gözleri diğer bir sehpa
üzerindeki teraryuma takılı kalarak bilincini kaybetti.
* * *
- Hayır, o okula bir
daha asla gitmeyeceğim, diye bağırdı Furkan. Dedem iyileşmeden hiçbir yere
gitmeyeceğim. Ben burada olsaydım, o kaza hiç olmayacaktı.
Furkan’ı ilk defa bu
kadar kararlı görüyordu İbrahim. Ve hatta onun isteklerine, ilk defa karşı
çıkıyordu. Yaz tatilinin son haftasıydı ama okuluna geri dönmek istemiyordu.
- Dedenin ne zaman
iyileşeceği belli değil.
Söyleyecekleri
kendisini de üzmüş olmalıydı ki, başını öne eğerek devam etti;
- Belki de hiç
iyileşemeyecek.
- Hayır iyileşecek.
Bize geri dönecek.
- Öyle bile olsa, bu
uzun sürebilir. Okulun ne olacak?
- Buradaki bir okula
aldırırsınız kaydımı.
- Saçmalama… Hem madem
dedeni bu kadar seviyorsun, neden bin bir nazla geliyorsun hastane ziyaretine?
- Çünkü o, orada değil.
İbrahim sinirlenerek;
- Nerede o zaman?
- Kaç kere anlatmaya
çalıştım. Bana inanmadın. O hala evinde… Benimle konuşuyor.
Tartışmalarını endişeli
gözlerle izleyen eşine kaçamak bir bakış attı İbrahim. Oğlunun psikolojik
sorunları olduğunu düşünen eşinin, haklı olabileceğini düşündü.
- Bunu size
ispatlayabilirim, diyerek kapıya koştu Furkan.
Kapıyı açarak dışarı
fırladığında, İbrahim’de peşinden koştu. Bir çırpıda dedesinin evinin önüne
gelmiş, yedek anahtarlarla evin kapısını açıyordu babası yetiştiğinde. Kolundan
tutup eve geri götürmeyi düşündü önce İbrahim. Sonra vazgeçti. Belli ki çok
sevdiği dedesinin durumunu kabullenememiş, hayali bir hikâye kurgulamıştı
kafasında… Onun gerçek dünyaya dönmesi için, tüm bunların hayal ürünü olduğunu
ispatlamalıydı oğluna.
Furkan kapıyı açtıktan
sonra doğruca oturma odasına yöneldi. Sehpanın üzerindeki teraryumun başına
geçip bir süre sessizce izledi. Babası birkaç adım geride, yaptıklarını
izlemekle yetiniyordu.
Teraryumun içindeki
bonzaiyi, spreyle sularken kahkaha attı.
- Yağmur yağıyor
zannedecek.
Bu teraryumu, geçen
sene babaannem vefat ettikten sonra beraber yaptık. Önce cam bir fanus aldık.
Biraz toprak, biraz mavi kum, maket bir yalı ve canlı çiçek… Bir gün gerçekten böyle
bir yere gitmeyi planlıyorduk ama o gün gelene kadar bizim sığınağımızdı
burası. Kendimizi ne zaman kötü hissetsek orada olduğumuzu hayal ederek
rahatlıyorduk. Bir sene boyunca o yatılı okula bu sayede tahammül edebildim.
İbrahim;
- Bu kadarını anlamak
mümkün… Ama sonrası…
- Sana bir şey
göstereceğim, diyerek dedesinin çalışma masasına koştu Furkan.
Çekmeceden bir tomar
kâğıt çıkardı. Biraz kurcaladıktan sonra içinden tek bir sayfayı alarak
babasının yanına geldi. Sayfayı ona uzatarak;
- Lütfen oku.
- Bu nedir?
- Dedemin yazdığı
romandan kısa bir bölüm.
- Deden roman mı yazdı.
- Daha bitiremedi. Ama
sen oku lütfen.
“Yapamazsınız,
onu yatılı okula gönderemezsiniz.” Demek için işyerine gittim. Kapının önünde genç
bir adamla sohbet ediyordu. Müşterisi yahut toptancısı olmalı. Söyleyeceklerimi
aklımda toparladım, konuşmalarının bitmesini bekledim. Sohbetleri sonlanınca
beni görmezden gelerek dükkâna geri döndü. Öylece kala kaldım.
Daha
sonra eve geri döndüm. Kaderimi kabullenerek, kederimi dışarıda bırakarak
sığındım, huzur sığınağımıza…
Okuması
nihayetlendiğinde gözleri doldu İbrahim’in.
- Hayatını yazıyormuş,
diye mırıldandı.
Aynı anda Furkan
teraryumla ilgilenmeye geri dönmüştü.
- Hala güneşleniyor
musun?
- Evet, ama yağmur
başladı eve gideceğim.
- Gidemezsin.
- Neden?
- Eğer düşünürsen, o evin
açılır bir kapısı bile olmadığını hatırlarsın.
- Yine muzipliklere
başladın.
- Bu kez şaka
yapmıyorum. Bana oturma odanı tarif edebilir misin dede?
- Tabi ki ederim…
Fakat… Hatırlayamıyorum.
- Hatırlayamazsın.
Çünkü o eve hiç girmedin. O ev bir maket. Lütfen hatırla dede…
- Ne çeşit bir oyun
peşindesin sen? Hem seni duyuyorum ama neden göremiyorum?
- Oyun peşinde değilim
dede… Şimdi lütfen uzandığın şezlongu incele.
- Neyini inceleyeyim. Alelade bir şezlong işte…
- Hayır dede, iyi bak.
Onu kibrit çöpleri ve bir parça kumaşla biz yaptık. Lütfen düşün.
- Düşünmek istemiyorum.
Yağmurda dindi zaten. Ben biraz denize gireceğim.
- Hadi gir. Onun deniz
değil, mavi kum olduğunu gör.
Girdiği suyun kum
bataklığına dönüşmesiyle bağırmaya başladı ihtiyar adam.
- Lütfen bana bunu
yapma. Burada mutluyum. Kalmak istiyorum.
- Buna izin veremem
dede. Seni çok özledim.
Babasının şaşkın
bakışları arasında teraryumu kaldırarak yere attı Furkan. Cam fanus kırılıp
içindekiler etrafa dağıldığında sinirlendi fakat tepki vermedi İbrahim. Onun
kendi kendine konuştuktan sonra yaptığı bu hareketin, gerçek dünyaya dönmesinde
etkili olabileceğini düşündü. Ne yapması, nasıl davranması gerektiğini
düşünürken cep telefonu çalmaya başladı. Düşüncelerini erteleyerek telefona
cevap verdi;
- Buyurun benim…
Karşı taraf
söylediklerini bitirdiğinde telefonu kapadı. Yüzünde oldukça garip bir ifade
vardı.
- Hastaneden aradılar,
dedi. Deden bize geri dönmüş.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder