6 Aralık 2018 Perşembe

Teraryum (Hikaye)


“Yok, böyle bir keyif…” Diye bağırdı, meyve suyunu yudumlarken. Kumsalın bittiği çizgide başlayan evinin bahçesinde şezlonga uzanmış, mavi suların seyrinin tadını çıkarıyordu. Herkesten, her şeyden uzak…
Bu ev, bu bahçe, bu deniz ve bu sessiz ortam hayallerinin zirve noktasıydı. Ve bu şeffaf gökyüzü…
- Şeffaf gökyüzü mü?
Tuhaflığın sebep olduğu kafa karışıklığıyla, başını evine doğru çevirdi. Dış görünümü aynen hatırladığı gibiydi ama içiyle ilgili en küçük bir detay hatırlayamıyordu. Ne yatak odasının, ne mutfağın, ne de banyonun evin hangi köşesinde olduğuyla ilgili tek bir bilgi kırıntısı yoktu hafızasında.
Biraz düşünse belki…
Hayır. Düşünmek istemiyordu... Düşünce denilen derin okyanuslarda değil, hemen önündeki sığ sularda kulaç atmak için ordaydı. Kafasını dağıtmak için. Sonra o tanıdık sesi duydu;
- Hala burada mısın?
Tatlı bir heyecan içinde, sağına soluna baktı. Kimseyi göremedi.
- Seni yaramaz, dedi. Yine saklambaç mı oynuyorsun? Şimdi sobeleyeceğim seni.
Sonra daha dikkatli bir şekilde tekrar etrafına baktı. Çevrede kendisinden başka kimse yoktu. Aynı ses;
- Seni çok özledim.
- Bende seni. Gelsene…
- Hayır. Gelmesi gereken sensin.
- Burası çok güzel… Lütfen… Buradan ayrılmak istemiyorum.

* * *

Yapacakları ziyaret için, çoktan hazırlanmış olan anne ve babasının söylenmelerini duymazdan geldi Furkan. Babası İbrahim’in sinirlenerek;
- Furkan, daha hazırlanamadın mı oğlum? Nidasının peşinden odasının kapısını açtı.
- Geliyorum baba.
Dubleks evin iç merdivenlerinden aşağı inerken, başını öne eğerek göz göze gelmemeye çalıştı anne ve babasıyla. Fakat bu hareketi azar işitmesine engel olmayacaktı büyük ihtimalle.
- Bu ne uyuşukluk? Dedeni çok sevdiğini sanıyordum, dedi İbrahim.
- Seviyorum baba. Ama…
- Sakın bana yine aynı hikâyeyi anlatma.
On üç yaşındaki delikanlının gözlerinin dolması üzerine yumuşadı.
- Hayal gücün gerçekten çok zengin… Bu güzel bir şey ama gerçek hayattan kopmamalısın.
Furkan ve ailesi bir hastane ziyareti için hazırlanmışlardı. İbrahim’in babası olan Yakup, birkaç hafta önce yalnız yaşadığı evinde baygın bulunmuştu eve gündelik temizliğe gelen kadın tarafından. Hastaneye kaldırıldığında, düşerek başından darbe aldığı anlaşılmıştı. O gün bu gündür bitkisel hayattaydı.
Ellili yaşların ortalarındaydı Yakup. Erken evlendiği ve tek evladı olan oğlunu erkenden evlendirdiği için, erkenden torun sahibi olmuştu. “Erken kalkan yol alır” sözü onun düsturuydu zaten.
Oğlu ve gelini tarafından yapılan, ihtiyar adamın farkında bile olmadığı ziyaretler; rutine bağlanmış, durumu hakkında bilgi alma seremonisinden öte bir anlam taşımıyordu aslında. Ne giden gittiğinden memnundu… Ne de gelinen, gelenlerden haberdar. Sağlıklı olduğu dönemde de çokta iyi anlaştıkları söylenemezdi zaten.
Yakup, ergenlik döneminde okumak için gelmişti İstanbul’a. Kitaba, okumaya karşı müthiş bir zaafı vardı. Kâğıt kokusu cezbediyordu ruhunu. Öyle ki; manavdan aldığı elmaların kese kâğıdı olarak katlanmış gazetesini dahi, kıvrım yerlerini açarak okurdu. Emanet edildiği küçük amcası, “bu çocuk ileride ekmeğini kâğıttan kazanacak” derdi. “Büyük ihtimalle, tanınmış bir yazar yahut gazeteci olacak.”
Teşhis, yüzde elli doğruydu aslında. İlerleyen yıllarda, ekmeğini gerçekten kâğıttan kazanmaya başlamıştı Yakup. Fakat ne yazar olabilmişti, ne de gazeteci. Hatta denemiş fakat gazete bayii açmayı dahi becerememişti.
Babası, daha okula başladığı ilk sene vefat edince, gazete dağıtan çocuk olarak atılmıştı hayata. Kendi çocuklarına bile bakmakta zorlanan amcasının, Yakup’u okutabilecek gücü yoktu, maalesef. İlerleyen zamanlarda dağıtmanın değil, toplamanın daha çok para kazandırdığını fark etmiş, el arabasına bağladığı harar ile sokak sokak dolaşarak kâğıt toplamaya başlamıştı.
Kısa zamanda güzel para kazanmıştı bu işten. Büyük bir depo tutarak; toplayıcılıktan, toplayıcılardan satın alan konumuna yükselmişti. “Bu ülkede geçimini kâğıttan sağlamak istiyorsan; sahifeleri fikirlerle doldurarak değil, onları toplayarak bunu gerçekleştirebilirsin ancak.” Diyordu çevresindekilere. Yine de eğitimini dışarıdan sınavlara girerek tamamlamayı ihmal etmemişti.
Kendisi imkânsızlıktan okuyamamışken, çok istemesine ve her türlü desteği vermesine rağmen oğlu İbrahim okumamıştı. Ortaokulu zar zor bitirmiş, liseye başladığı ilk sene terk etmişti okulu. Çalışmaya da pek meyilli değildi aslında. Babasının girdiği geri dönüşüm sektörünü beğenmiyor; daha nezih, masa başında patronculuk oynayacağı bir iş istiyordu. Babayla oğlun arası ilk bu sebepten açılmış, o açıklık bir daha kapanamamıştı bir türlü.
Orta çaplı bir market açtı, oğluna Yakup. Ne kadar kızarsa kızsın evlattı neticede. Evini aldı, evlendirdi. Altına arabasını çekti. Ama o eski “yaranamama” hastalığı, nereden sirayet ettiyse bulaşmıştı aileye işte bir kez. Hele evlendikten sonra, iyice uzaklaşmıştı oğlu kendinden. “Elkızı araya girmeden anlaşamıyorduk, artık hiç anlaşamayız…” Diye düşünen Yakup, ilgisini tamamen çekmişti artık evladının üzerinden. Ama torunu Furkan’ı çok seviyordu. Furkan’da dedesini.
Geçen sene eşi vefat ettikten sonra, aynı sokakta olmalarına rağmen neredeyse hiç göremez olmuştu oğlunun yüzünü. Artık tek Furkan vardı onun için. Yanına uğramadan eve gitmezdi Furkan, okul dönüşlerinde. Bir dediğini iki etmezdi. Anlaşılan o ki; baba oğul, onlarda çok iyi anlaşamıyordu aynı evin içinde. Neticede evlatlarıyla anlaşamayan baba çoktur. Ama torunlarıyla anlaşamayan dede, neredeyse yok gibidir.
Güz dönemi okullar açıldığında, yatılı okula başladı Furkan. İhtiyar Yakup’u en çok yaralayan olayda bu oldu. Çok sevdiği torununun yüzünü her gün göremeyecekti. Birlikte oyunlar oynayamayacaklardı. Gerçekleşen ve henüz gerçekleşmeyen hayallerinden bahsedemeyecekti ona. Hâlbuki eşi vefat ettiği günden beri, tek dert ortağıydı Furkan.
Yatılı okula gitmeyi kabul ettiği için torununa da biraz kızgındı aslında. Ama özlemi kızgınlığından ağır basıyordu. Sekiz ay boyunca tek sömestri aralığında görebilmişti yüzünü.
Kaza geçirdiği gün, okulların kapanacağı gündü. Nihayet evine dönecekti Furkan. Dede torun hasret gidereceklerdi. Anlaşamıyor olsalar da oğlunun evine gidecek, orada karşılayacaktı torununu. Alelacele giyindi. Odasındaki boy aynasına bakarak kontrol etti kılığını kıyafetini. Biran başının döndüğünü hissetti. Dengesini kaybetti. Yere düşerken başını mermer sehpaya çarptı. Gözleri diğer bir sehpa üzerindeki teraryuma takılı kalarak bilincini kaybetti.

* * *

- Hayır, o okula bir daha asla gitmeyeceğim, diye bağırdı Furkan. Dedem iyileşmeden hiçbir yere gitmeyeceğim. Ben burada olsaydım, o kaza hiç olmayacaktı.
Furkan’ı ilk defa bu kadar kararlı görüyordu İbrahim. Ve hatta onun isteklerine, ilk defa karşı çıkıyordu. Yaz tatilinin son haftasıydı ama okuluna geri dönmek istemiyordu.
- Dedenin ne zaman iyileşeceği belli değil.
Söyleyecekleri kendisini de üzmüş olmalıydı ki, başını öne eğerek devam etti;
- Belki de hiç iyileşemeyecek.
- Hayır iyileşecek. Bize geri dönecek.
- Öyle bile olsa, bu uzun sürebilir. Okulun ne olacak?
- Buradaki bir okula aldırırsınız kaydımı.
- Saçmalama… Hem madem dedeni bu kadar seviyorsun, neden bin bir nazla geliyorsun hastane ziyaretine?
- Çünkü o, orada değil.
İbrahim sinirlenerek;
- Nerede o zaman?
- Kaç kere anlatmaya çalıştım. Bana inanmadın. O hala evinde… Benimle konuşuyor.
Tartışmalarını endişeli gözlerle izleyen eşine kaçamak bir bakış attı İbrahim. Oğlunun psikolojik sorunları olduğunu düşünen eşinin, haklı olabileceğini düşündü.
- Bunu size ispatlayabilirim, diyerek kapıya koştu Furkan.
Kapıyı açarak dışarı fırladığında, İbrahim’de peşinden koştu. Bir çırpıda dedesinin evinin önüne gelmiş, yedek anahtarlarla evin kapısını açıyordu babası yetiştiğinde. Kolundan tutup eve geri götürmeyi düşündü önce İbrahim. Sonra vazgeçti. Belli ki çok sevdiği dedesinin durumunu kabullenememiş, hayali bir hikâye kurgulamıştı kafasında… Onun gerçek dünyaya dönmesi için, tüm bunların hayal ürünü olduğunu ispatlamalıydı oğluna.
Furkan kapıyı açtıktan sonra doğruca oturma odasına yöneldi. Sehpanın üzerindeki teraryumun başına geçip bir süre sessizce izledi. Babası birkaç adım geride, yaptıklarını izlemekle yetiniyordu.
Teraryumun içindeki bonzaiyi,  spreyle sularken kahkaha attı.
- Yağmur yağıyor zannedecek.
Sonra babasına döndü;
Bu teraryumu, geçen sene babaannem vefat ettikten sonra beraber yaptık. Önce cam bir fanus aldık. Biraz toprak, biraz mavi kum, maket bir yalı ve canlı çiçek… Bir gün gerçekten böyle bir yere gitmeyi planlıyorduk ama o gün gelene kadar bizim sığınağımızdı burası. Kendimizi ne zaman kötü hissetsek orada olduğumuzu hayal ederek rahatlıyorduk. Bir sene boyunca o yatılı okula bu sayede tahammül edebildim. İbrahim;
- Bu kadarını anlamak mümkün… Ama sonrası…
- Sana bir şey göstereceğim, diyerek dedesinin çalışma masasına koştu Furkan.
Çekmeceden bir tomar kâğıt çıkardı. Biraz kurcaladıktan sonra içinden tek bir sayfayı alarak babasının yanına geldi. Sayfayı ona uzatarak;
- Lütfen oku.
- Bu nedir?
- Dedemin yazdığı romandan kısa bir bölüm.
- Deden roman mı yazdı.
- Daha bitiremedi. Ama sen oku lütfen.

“Yapamazsınız, onu yatılı okula gönderemezsiniz.” Demek için işyerine gittim. Kapının önünde genç bir adamla sohbet ediyordu. Müşterisi yahut toptancısı olmalı. Söyleyeceklerimi aklımda toparladım, konuşmalarının bitmesini bekledim. Sohbetleri sonlanınca beni görmezden gelerek dükkâna geri döndü. Öylece kala kaldım.
Daha sonra eve geri döndüm. Kaderimi kabullenerek, kederimi dışarıda bırakarak sığındım, huzur sığınağımıza…

Okuması nihayetlendiğinde gözleri doldu İbrahim’in.
- Hayatını yazıyormuş, diye mırıldandı.
Aynı anda Furkan teraryumla ilgilenmeye geri dönmüştü.
- Hala güneşleniyor musun?
- Evet, ama yağmur başladı eve gideceğim.
- Gidemezsin.
- Neden?
- Eğer düşünürsen, o evin açılır bir kapısı bile olmadığını hatırlarsın.
- Yine muzipliklere başladın.
- Bu kez şaka yapmıyorum. Bana oturma odanı tarif edebilir misin dede?
- Tabi ki ederim… Fakat… Hatırlayamıyorum.
- Hatırlayamazsın. Çünkü o eve hiç girmedin. O ev bir maket. Lütfen hatırla dede…
- Ne çeşit bir oyun peşindesin sen? Hem seni duyuyorum ama neden göremiyorum?
- Oyun peşinde değilim dede… Şimdi lütfen uzandığın şezlongu incele.
- Neyini inceleyeyim. Alelade bir şezlong işte…
- Hayır dede, iyi bak. Onu kibrit çöpleri ve bir parça kumaşla biz yaptık. Lütfen düşün.
- Düşünmek istemiyorum. Yağmurda dindi zaten. Ben biraz denize gireceğim.
- Hadi gir. Onun deniz değil, mavi kum olduğunu gör.
Girdiği suyun kum bataklığına dönüşmesiyle bağırmaya başladı ihtiyar adam.
- Lütfen bana bunu yapma. Burada mutluyum. Kalmak istiyorum.
- Buna izin veremem dede. Seni çok özledim.
Babasının şaşkın bakışları arasında teraryumu kaldırarak yere attı Furkan. Cam fanus kırılıp içindekiler etrafa dağıldığında sinirlendi fakat tepki vermedi İbrahim. Onun kendi kendine konuştuktan sonra yaptığı bu hareketin, gerçek dünyaya dönmesinde etkili olabileceğini düşündü. Ne yapması, nasıl davranması gerektiğini düşünürken cep telefonu çalmaya başladı. Düşüncelerini erteleyerek telefona cevap verdi;
- Buyurun benim…
Karşı taraf söylediklerini bitirdiğinde telefonu kapadı. Yüzünde oldukça garip bir ifade vardı.
- Hastaneden aradılar, dedi. Deden bize geri dönmüş.

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder