Yağmur yağarken…
Yürümeye
başladığında, sıkıntısını insanlarla paylaşmaya hazırlandığını anladı gittikçe
kararan bulutların. Gözyaşını andıran birkaç damla yüzüne ve ellerine
değdiğinde adımlarını sıklaştırdı. Az sonra istasyondan içeri girmişti. Sinyali
duyduğunda yürüyen merdivenin üzerindeydi henüz. Zemine varması için kalan
birkaç basamağı normal akışını beklemeden atlayarak, cep telefonuyla konuşan
adamın ardından kapıları kapanmadan hızlı tramvaya binmeyi başardı. Kapanmakta
olan kapılar, bir engelle karşılaştığında her zaman yaptığı gibi bir kere daha
açıldı ve tekrar kapandı. Peşinden iki kişi daha tramvaya binmişti. Bakışlarını
onlara çevirdiğinde orta yaşlı bir adamla, yirmili yaşlarda bir genç kız
olduklarını gördü. Baba kız olduklarını düşündü. Adamla göz göze geldiklerinde,
kapının kapanmasını engellemiş olmasının vermiş olduğu mahcup ifadeyle konuştu;
— Üzgünüm. Kızımın okuluna geç kalmasını
istemedim.
Gülümsedi.
— Olur, böyle şeyler, derken kızı gözleriyle
incelemeye aldı. Okula gidecek yaşı çoktan geçmiş olmalıydı. Hele ki, babası
tarafından okula bırakılacak yaşı. Fakat yüzündeki tanımlayamadığı ifade normal
olmayan bir durumu olduğunu hissettirdi.
Saatine
baktı. Dokuz buçuk olmasına birkaç dakika kalmıştı. İnsanlar çoktan işlerinin
başına geçmiş olduğundan tramvay oldukça tenhaydı. Oturmak için en yakın boş
koltuğa yöneldiğinde genç kız elinden tutarak gitmesine izin vermedi. Bir cevap
almak için babasına baktığında yüzündeki üzgün ve çaresizlik dolu ifadeyi
gördü.
— Özür dilerim, dedi adam. Hafif sesini kısarak
devam etti. Kızım zihinsel engelli.
Ne
yapması gerektiğine karar veremedi önce. Sonra kızın bu üzücü durumundan
rahatsız olduğu için kendini onun yönlendirmesine bıraktı. Babasının biraz da
kızgınlıkla “hadi kızım, amcayı rahat bırak“ demesine aldırmadan çekiştirmeye
devam etti kız. Babasıyla sırt sırta gelmelerini sağladıktan sonra etraflarında
dönmeye ve şarkı söylemeye başladı;
— Kutu, kutuu pense…
Elmamı
yersee…
Arkadaşım
baabamm,
Arkasını
dönseee…
Vagondaki
birkaç kişinin şaşkın ve acıma dolu bakışlarına aldırmadan oyununa devam etti
genç kız. Başka hiçbir şey umurunda değildi sanki. Önce babasının arkasını
dönmesini sağladı, sonra onun. Bir sonraki durakta binen olmadı ve oyun
bölünmeden devam etti. Defalarca öne ve arkaya döndüler. İkinci durakta adam “
çok özür dilerim “ diyerek kızının kolundan tuttu. İnmek için kapıya
yöneldiklerinde “bir saniye” diyerek onları durdurdu. Cebinden çıkarmış olduğu
bir miktar parayı adamın eline tutuşturdu.
—
Lütfen bunu kabul edin.
Başını
öne eğerek “teşekkür ederim” dedi adam. Tramvaydan inerek birkaç saniye içinde
gözden kayboldular. Arkalarından şaşkınlıkla bir süre bakakaldı. İki durak daha
geçtikten sonra onunda inme vakti gelmişti. Sakin adımlarla istasyondan çıkarak
evine yöneldiğinde bilinçsizce mırıldandığı şarkının farkına varıp hüzünlendi.
— Kutu, kutuu pense…
“Ne
kadar zor bir imtihan” diye düşündü. Bedenen yetişkin olmasına rağmen küçük bir
çocuk gibi ilgiye muhtaç olan kızına, kol kanat geren fedakâr ve sevgi dolu bir
baba. Ve üzücü olanı, onun bu sevgisini hissetse bile asla tam anlamıyla
karşılık veremeyecek genç bir kız. Nefes kadar yakın, iletişim kurulamayacak
kadar uzak.
Hızını
artıran yağmurun altında, damlalar şakaklarından aşağı süzülürken mırıldandı;
—
Ey güzel Allah’ım! Sen onlara yardımcı ol. Birbirlerine olan duygularını daha
iyi anlamalarını sağla.
İstanbul’da,
henüz yeni sayılabilecek yakın bir zamanda oluşturulmuş bir Müze’de gece
güvenliği olarak çalışıyordu. Sergilenemeyen eserlerin bulunduğu depo
bölümündeydi. Otuz yaşındaydı. Evliydi ve ilkokul ikinci sınıfta okuyan bir
oğlu vardı. İnsanların çalışmaya başladığı saatlerde, o evine dönüyor ve birkaç
saat oynadığı oğlunu okuluna bıraktıktan sonra uyuyordu. Henüz bir seneyi
doldurmadığı işinde çalışmaya başladığında önceleri uyku düzeni bozulduğu için
oldukça zorlanmıştı. Hatta Konya’da oturan babasıyla telefonda görüşürken, artık
gece çalışacağını söylediğinde verdiği ve asıl önemli olanın ne olduğunu
anlatan cevabı hala aklından çıkmıyordu; “Oğlum, biz seni bir vakitte zor
uyandırıyorduk. Şimdi dört vakitte nasıl uyanacaksın?”
Evinin
bulunduğu sokağa yaklaştığında, köşe başındaki bakkala girerek oğlunun çok
sevdiği şekerlemelerden aldı. Onun sevinci dünyaya değerdi. Oturduğu binanın
önüne geldiğinde, kapı önünde bekleyen bir polis aracı ve iki polis memurunu
görünce telaşlandı. Evdekilerin başına kötü bir olay gelmemiş olmasını
dileyerek soran gözlerle memurlara baktı. Biraz daha yaşlı olanı sorgular tonda
konuştu;
—
Bay İbrahim Oğuz.
—
Evet, benim.
—
Hakkınızda şikâyet var efendim. Bizimle karakola kadar gelmeniz gerekiyor.
Hareketlenen
tül perdenin ardından gelişini bekleyen oğlu İsmail’in yüzünü gördü bir an
İbrahim. Elindeki kese kâğıdı yere düşüp şekerlemeler sokağa dağıldı. Bir çeşit
hata yapıldığına kanaat getirerek tepkisizce araca bindi.
Birkaç gün
önce…
Cuma namazını eda ettiği Süleymaniye Camii’nden, kapıdaki
kalabalık dağıldıktan sonra ağır adımlarla çıktı. Otoparka bıraktığı aracına
bindiğinde torpido gözünü açarak bir kâğıt çıkardı. Üzerinde yazan adresi
okuduktan sonra tekrar yerine bıraktı. Aklından geçenleri yapmaya hazır
olduğuna kanaat getirdikten sonra aracı hareket ettirdi. İki mecburi sol ve
birkaç yüz metre sonra İstanbul Müftülüğünün önündeydi. “Buralarda bir yerlerde
olmalı” diye mırıldandı. Ağır ağır ilerlerken gözlerini sokak tabelalarından
ayırmıyordu. Dar girişli bir sokağın başına geldiğinde frene bastı. Tabelayı
doğru okuduğuna emin olduktan sonra biraz zorlanarak da olsa sokağa girdi. Yeni
sayılabilecek tek bir evin bulunmadığı, tamamen eski binalardan oluşan bir
sokaktı burası. Aradığı evin kapı numarasını bilmediği için sorabilecek bir
insan aradı gözleri. Ortalıkta kimse yoktu. Biraz daha ilerledi. L şekli çizen
sokağın devamında kapı önü süpüren şişmanca bir adam gördü. Aracın camından
kafasını uzatarak selam verdi;
— Selamünaleyküm dayı. Davut isminde birini arıyorum. Altmış
yaşlarında. Birkaç aydır bu sokakta oturuyormuş.
— Aleykümselâm yeğen, dedi şişman adam doğrulurken. Sol eliyle
ensesini kaşırken bir süre düşündü. Sanırım sen Çinçilya’yı arıyorsun.
— Anlayamadım!
Göbeğinin bile sallanmasına sebep olan bir kahkaha attı şişman
adam.
— Buralarda onu bu isimle tanırlar. Beslediği hayvanlardan dolayı…
— Nasıl hayvanlar?
Yüzünü buruşturdu.
— Fare mi, sincap mı, tavşan mı nedir? Acayip hayvanlar işte.
Eliyle karşı sırada bir evi işaret etti.
Karşıdaki tek katlı evde oturuyor. Kırmızı kapılı olan…
— Teşekkür ederim.
— Bir şey değil yeğen. Yalnız içeri gireceksen burnunu tıkamaya
hazır ol. O hayvanların pekte güzel koktuğunu söyleyemem. Birde aksi herifin
tekidir, ona göre.
Cevap vermek yerine gülümsemeyi yeğledi. Aracını birkaç metre
ötedeki müsait gördüğü bir alana park ettikten sonra inip kapıya kadar yürüdü.
İçinden gelen “geri dön” dürtüsünü, “hadi ama buraya kadar geldin” düşüncesiyle
bastırdı. Evi gözleriyle süzdü. Kırmızı bir demir kapı ve inşa edildiğinden
beri açılmamış izlenimi veren parmaklıklı küçük bir pencere.
Düğmesi içine kaçmış zilin çalışmadığı her halinden belli olduğu
için eliyle birkaç sefer vurdu kapıya. Bir süre bekledi. Kapıyı açan olmayınca
içinde yeniden beliren “kimse yok işte, geri dön” duygularını tekrar bastırdı.
Birkaç sefer daha vurdu kapıya. Bir süre sonra sert bir sürgü sesi duyuldu.
Peşinden demir kapı gıcırdayarak açıldı. Önüne geldiğinde hissettiği, sirkeyi
andıran keskin koku kapının açılmasıyla daha da yoğunlaştı. Çocukların dalga
geçtiğini sanarak hiddetle dışarıya fırlayan ihtiyar adam karşısındakini
görünce afalladı. Bir süre sessizce bakıştılar.
— Beni içeri davet etmeyecek misin?
Anlaşılamayan birkaç kelime geveledikten sonra, geri çekilerek
içeri girmesine müsaade etti. Ardından kapıyı tekrar sürgüledi. Sol duvarı
tamamen kaplayan altı kafesin yer aldığı küçük bir odaya açılıyordu giriş.
İsimlerini az önce öğrendiği hayvanlarla doluydu içleri. Sağ duvara yaslanmış
bir çek-yat ve köşesinde üst üste dizili birkaç çuval vardı. Karşı duvardaki
örtülü kapı başka bir odaya açılıyor olmalıydı.
— Bir süredir şehir dışındaydım. Geçen hafta İstanbul’a döndüm.
Adresini bulmak oldukça zor oldu. Bu sefer izini neredeyse tamamen
kaybettiriyormuşsun.
— Son görüşmemizde yüzümü bir daha görmek istemediğini söylemiştin
diye hatırlıyorum.
— Kızgındım baba. Ne yapmamı bekliyordun?
Anlaşılamayan birkaç kelime daha geveledi ihtiyar adam.
— Söylesene baba ne yapmamı bekliyordun? Hastalığında yanında
olamadın tamam. Ama cenazesine bile son anda yetiştin annemin.
— Uzaktaydım. İşlerim vardı.
— Sen hep uzaktaydın. Bizden uzak kalmana sebep olan işlerinde hiç
bitmedi.
— Annen, işim gereği turistik seyahatler yapmak zorunda olduğumu
biliyordu.
— Ah… Evet annem. Senin hakkında tek bir kötü söz ettirmeyen ama
karşılığını sensizlik olarak gören zavallı kadın değil mi?
Öfkesini yatıştırmak için odanın içinde bir süre gezindikten sonra
devam etti;
— Turist, evinden ayrıldığında ne zaman geri döneceğini bilir.
Yanımızda olduğun kısa zamanlardan sonra giderken, ne zaman döneceğini biz hiç
bilmedik. Neden baba?
— Bir nedeni yok. Öyle olması gerekiyordu.
— Hayır baba. Buraya gelmeden önce araştırdım. Bir sürü sabıkan
var. Dolandırdığın insanların sayısı beli değil.
Odanın içinde bir süre daha gezindikten sonra, eliyle kafesleri
işaret etti.
— Ne yapıyorsun bu zavallı hayvanlarla?
— Üretiyorum. Kürkleri iyi para ediyor.
— Neyse ki artık dolandırıcılık yapmıyorsun bari.
Söylemek istediklerini kafasında tarttıktan sonra devam etti;
— Bırak artık bu işleri baba. Benimle gel. Hem torununu görmüş
olursun. On aylık oldu. Bizimle kalırsın. İstemezsen de, daha düzgün bir ev
tutarız.
— Ben burada mutluyum evlat.
— Bu hayvanlarla aynı evde kalıyorsun ve mutlusun öyle mi? Sana
inanamıyorum baba. Açılabilir bir penceresi bile yok bu evin. Bu koku
ciğerlerini çürütecek.
Karşı duvardaki kapıyı göstererek ilerledi.
— Evin arka tarafında pencere varsa onu aç bari içerisi
havalansın.
Babası, engellemek için ileri atıldığında çoktan tokmağı çevirip
diğer odaya geçmişti bile. Odanın içinde sıralanmış yirminin üzerinde toprak
küpü görünce şaşırdı. Kokunun asıl kaynağının bu küpler olduğu hemen
anlaşılıyordu. Yanlarına yaklaşınca nemli ve ince kum dolu olduklarını gördü.
— Bunlar da ne?
Cevap beklemeden bir tanesini yere yatırarak içindekilerin dökülmesini
sağladı. Kumların arasında beliren nesnelerden birini eline aldı. Üzerinde
Osmanlıca olduğunu düşündüğü yazılar olan sikkeydi bu.
— Yine nasıl bir belaya bulaştın baba?
— Belaya falan bulaştığım yok. Bir antikacı için bu imitasyonlara
eskitme işlemi yapıyorum. İyi para veriyor.
— İnşallah doğru söylüyorsundur baba.
Eline yapışan kumları temizledikten sonra ceketinin cebinden bir
kart çıkartıp babasına uzattı.
— Eğer fikrini değiştirirsen baba, bu numaradan ararsın beni. Gelir
seni alırım.
İbrahim
Oğuz’un tutuklandığı günün akşamı…
Ticari
taksi, lüks restoranın girişine birkaç metre kala durdu. Kırlaşmış saçlarından
kırklı yaşların sonlarına yaklaşmış olduğu belli olan bir adam ile genç bir
bayan indi. Kapıya doğru yürürlerken adam sordu;
—
Neler olduğunu söyler misin?
—
Bir şey olduğu yok baba.
—
Yol boyunca somurttun durdun. Aklına takılan nedir?
—
Fazla ileri gittiğimizi düşünüyorum baba.
—
Bu konuda takılmamanı söylemiştim değil mi? Düşünme bunları.
—
Yapamıyorum.
Girişe
iki metre kala kızın kolundan tutarak durdurdu adam.
—
Bak! Uzun bir zamandan sonra birbirimize kavuştuk ve insan gibi yaşama fırsatı
ele geçirdik. Böyle bir mekâna girmeyi daha önce hayal bile edemezdik. Lütfen
bunları istemediğini söyleme bana.
—
Biliyorum baba. Ama yaptıklarımız…
—
Hadi ama. Sadece bize verilen bir işi yaptık o kadar. Hem biz yapmasak başkası
yapacaktı.
—
Haklısın aslında.
—
Tabi ki haklıyım. Bu arada, bugün yaptığın rolde ödül alacak cinstendi. Hadi
şimdi topla kendini. İçeride bir şey belli etme.
—
O adamdan hoşlanmıyorum. Bakışları beni korkutuyor. Hem neden çağırdı ki bu
akşam bizi buraya?
Muzırca
gülümsedikten sonra,
—
Yalnızca iş konuşmak için olduğunu sanmıyorum. Senin aksine onun senden çok
hoşlandığından adım gibi eminim.
—
Aman baba.
—
Tamam, tamam. Dediklerimi unutma. Senin olaylardan bilgin olduğunu bilmiyor.
İçeride normal davran ki sahtekâr herif kıllanmasın. Bir an önce paramızı alıp,
kaybolalım ortalıktan.
Kapıdan
içeri girdiklerinde kendilerini karşılayan görevliye;
—
Suat Gencer Beyle randevumuz vardı, dedi adam.
—
Buyurun efendim, sizi bekliyor.
Görevliyi
takip ederek masasına gittiklerinde Suat Gencer ayağa kalkarak karşıladı
konuklarını. Genç bayanın elini öptü önce;
—
Hoş geldiniz Firdevs Hanım.
Ve
babasının elini sıktı.
—
Sizde hoş geldiniz Serkan Bey.
Sıradan
bir sohbet havasında geçen yemek faslından sonra Firdevs, lavaboya gitmek için
müsaade istedi. Masadan uzaklaşır uzaklaşmaz sohbetin konusu değişti.
—
Beklediğimden daha iyi bir iş çıkardınız Serkan Bey. Bu iş, şimdiye kadar
yaptıklarınızın Nirvana’sı olmalı. Size güvenmekle yanılmamış olduğumu görmek
güzel.
Cevap
vermeden önce, iki gözünü birden kapatıp açarak kendi memnuniyetini belli etti
Serkan.
—
Birkaç gram bal yapmak için yüzlerce çiçek dolaşan arının, önüne şerbet
konulmuş gibi oldu aslında. Hazır, rahat ve birazda tembel işi… Planınız
mükemmeldi.
Suat
Gencer gülümseyerek konuşmasına devam etti.
—
Bir profesyonel tarafından takdir edilmek güzel… Yalnız kafama takılan bir soru
var. Olurda bir terslik çıkarsa, imitasyonları yaptırdığın kişilerin benimle
ilgili bir bilgileri yok değil mi?
—
Merak etmeyin Suat Bey. Kopyaları kalıba bizzat kendim döktüm. Eskitme işlemini
yapan kişide eski bir dolandırıcı. Yıllarca turistik beldelerde, safa yatarak
uyanık geçinenleri dolandırmış bu işlemle. Benimde aynı işi yapan biri olduğumu
sanıyor. Sizinle ilgili en ufak bir bilgisi yok. Zaten bir ayağı çukurda…
—
Öyle olsun. Umarım o çukuru genişletmek zorunda kalmayız.
—
Siz hiç merak etmeyin.
—
Pekâlâ, birkaç güne kadar paranı alacaksın. Ama öncesinde delil olabilecek her
şeyi ortadan kaldırmanı istiyorum. Sonra bir süre ortadan kaybolman gerektiğini
biliyorsundur umarım.
—
Elbette Suat Bey… Dediğim gibi, siz hiç merak etmeyin.
Firdevs
yanlarına geldiğinde konu kapanmış, havadan sudan muhabbete geri dönmüşlerdi
bile.
İki gün sonra…
Tüyler ürperdiğinde…
Tavandan
gelen ayak seslerini duyduğunda, yattığı yerden doğruldu ihtiyar adam. “İsmail
olmalı” diye geçirdi aklından. Duvarda ki saate göz attığında sekiz buçuk
olduğunu gördü. Gülümseyerek söylendi. “Bu çocuk Pazar günleri dahi, geç
kalkamıyor.” Yüzünü yıkayıp ocağa çay
suyu koydu. Yarım saat sonra kahvaltısını etmiş ve kıyafetlerini değiştirmiş
olarak hazırdı. Dairesinin kapısını çekerek teras katına çıkmak için
merdivenlere yöneldi.
Emekli
öğretmendi. Ailesinden kalan iki katlı binanın alt katını kiraya vermiş, emekli
maaşı ve kira geliriyle huzurlu bir yaşam sürüyordu. Eşi birkaç sene önce vefat
etmiş, yolunu takip eden oğlu ve kızı farklı şehirlerde öğretmenlik
yapıyorlardı. Uzakta yaşayan torunlarına duyduğu hasreti kiracılarının oğlu
küçük İsmail ile gideriyordu. Aile alt katına taşındığından beri onları kendi ailesi
gibi benimsemiş, yalnızlığın yükünü onlarla hafifletmişti. İki gün önce
İbrahim’in başına gelen üzücü olaydan sonra İsmail’e ve annesine kendi
evlatlarıymış gibi sahip çıkmıştı. Özellikle İsmail’in yaşanan olaydan
etkilenmemesi için elinden geleni yapıyordu.
Bir
iki soluklandıktan sonra teras katına vardı. Birkaç basamakta olsa merdiven
çıkmak onu yoruyordu artık. “Yaşlılık” diye mırıldandı. Önceki yıl çatı
yaptırarak dörtte üçünü kapattırdıktan sonra, kullanmadığı eşyalarını koyduğu
bir nevi depo görevini görüyordu burası artık. Kapıdan içeri girer girmez
İsmail yanına koşarak elinden tuttu.
— Musa dede, Musa dede gel.
Kendisini
götürmeye çalıştığı yere ilerlerken, onun babasına ne kadar çok benzediğini
düşündü. Küçültülmüş kopyasıydı sanki.
—
Ne oldu yine? Mendel’in buruşuk fasulyesi, diye takıldı.
—
Bezelyesi, diye cevapladı İsmail.
—
Ne?
—
Bezelyesi. Geçen sefer bezelyesi demiştin.
—
Doğru ya, bezelyesi olacaktı zaten. Her neyse. Nereye götürüyorsun beni? Yine
teleskopla uçan balonlarını mı izleyeceğiz?
İsmail’in
en büyük eğlencesiydi aslında dedesi yerine koyduğu ihtiyar adamın teleskopuyla
gökyüzünü incelemek. Babası tutuklandığından beri daha da düşkün olmuştu.
Şimdiye kadar biriktirdiği harçlıklarıyla bir sürü uçan balon almıştı. Altına
ayna bağladıktan sonra gökyüzüne salıyordu. Sebebini sorduğunda aldığı cevap
ihtiyar adamın gözlerinin yaşarmasına sebep olmuştu. “Hani sen demiştin ya,
yıldızlar aslında çok uzak. Işıkları bize ulaşana kadar yıllar geçiyor. Biz
onların yıllarca önceki halini görüyoruz aslında diye. Bende düşündüm ki;
balonlara bağladığım bu aynalar sayesinde belki gerçek suçluları görür, babamın
kurtulmasını sağlarım. Hem o kadar uzağa gitmesine gerek yok. Bir hafta
öncesini görmemi sağlayacak kadar uçsa yeter.” Balonların asla uzaya
çıkamayacağını, hayalinin imkânsızlığını İsmail’e asla söyleyemedi ihtiyar
adam. Küçücük bir çocuğun umutlarını yıkamazdı. İsmail’in cevabıyla
düşüncelerinden sıyrıldı.
—
Hayır, Musa dede, bak!
Sağ
elinin işaret parmağıyla gösterdiği yöne baktı. İçlerine lüzumsuz eşyaları
doldurup üst üste yığdığı kolileri gösteriyordu İsmail. Görmesi gerekenin ne
olduğunu anlayamadı.
—
Neye bakayım evlat?
—
Kolilere sardığın banda bak Musa dede.
Cebinden
uzak gözlüğünü çıkarıp taktıktan sonra, tekrar gösterdiği yöne baktı. Hala bir
şey görememişti.
—
Ne görmem gerekiyor evlat?
—
Koli bandının boşta kalan ucuna hamam böceği yapışmış. Üç gün önce de
görmüştüm. Kurtulacağını düşünmüştüm ama kurtulamamış. Aç susuz olmalı.
Dönüşünü bekleyen bir ailesi olabilir. Onu kurtarmamız gerek.
—
Çoktan ölmüştür bile.
—
Hayır, hala yaşıyor. Antenlerini hareket ettirdiğini görebiliyorum. Sen
gelmeden önce kurtarmayı denedim ama boyum yetişmedi.
—
Pekâlâ, dedikten sonra bir eski masayı kolilerin yanına çekti ihtiyar adam.
Yine üzerine eski bir tabure koydu. Şimdi boyun yetişir gibi görünüyor.
—
Evet, ama onu zarar vermeden koli bandından nasıl kurtaracağım?
Biraz
düşünüp çevresine bakındıktan sonra, ufak bir pet şişe buldu ihtiyar adam.
Kuşların içmesi için teras kenarlarına bıraktığı kapların birinden içine biraz
su doldurduktan sonra İsmail’e uzattı.
—
Birkaç damla su bu sorunu çözer sanırım.
Önce
masanın, sonra ihtiyar adamın düşmemesi için sımsıkı tuttuğu taburenin üzerine
çıktı İsmail. Şişeden birkaç damla su damlattı koli bandının üzerine. Suyun
yapışkanlığı gidermesiyle tek ayağı serbest kaldı hamam böceğinin. Biriken
damlacıkları serbest kalan ayağıyla yuvarlayarak hortumuna yaklaştırdı. Kana
kana içtiğini görebiliyordu İsmail. Birkaç damla daha su döktü. Tüm ayakları
yapışkandan kurtulan hamam böceği bir alttaki kolinin üzerine düştü. Birkaç
saniye olduğu yerde durduktan sonra hızlı adımlarla gözden kayboldu. Sevinç içinde
yere indi İsmail.
—
Yaşasın, onu kurtardık.
—
Hayır, sen kurtardın. Yoksa ben bu ihtiyar gözlerle varlığını bile fark
etmezdim. Hoş, fark etseydim de önemser miydim o da ayrı bir konu.
—
Bence her canlı önemsenmeyi hak ediyor, dedi İsmail.
—
Haklısın. Ve ne düşünüyorum biliyor musun?
Soran
gözlerle baktı İsmail.
—
Sen o böceğin kahramanısın artık. Tam ihtiyaç duyduğunda yetişen bir kahraman…
—
Ama benim kahraman olabilecek hiçbir özel yeteneğim yok.
—
Olması da gerekmiyor. Hiçbir karşılığı olmayacak olmasına rağmen ona yardım
ettin. Bence asıl kahramanlık bu.
Bir
süre suskun kaldı İsmail. Sonra sordu;
—
Belki babama yardım edecek bir kahraman da çıkar değil mi Musa dede?
—
Çıkar tabi. Neden çıkmasın? Hadi şimdi git annen seni hazırlasın da gösteriye
geç kalıp biletleri yakmayalım.
—
Tamam, deyip koşar adımlarla ihtiyar adamın yanından uzaklaştı İsmail.
Arkasından
yaşlı gözlerle bakarken kötü ihtimal aklına geldiğinde tüyleri ürperdi ihtiyar
adamın. Ağarmış saçlarını iki eliyle sıvazladıktan sonra mırıldandı;
—
Ey büyük Allah’ım! Zayıf mahlûkuna dahi şefkat gösteren şu garibana merhamet
et. Babasının suçsuzluğunu ortaya çıkar.
*
* *
Ezan okunurken…
Perdeler
açıldığında, ışık oyunlarıyla oluşturulmuş bir kafes ve içinde yalvaran bir ses
tonuyla konuşan bir kadın belirdi sahnenin ortasında. Ve metalik renkteki
kıyafetleriyle rahatsız edici kahkahalar atan komik yüzlü iki adam. “Beni
bırakın, ben size bir şey yapmadım” diye bağırıyordu kadın. Yalvarmalarının işe
yaramadığını görünce, bu kez tehdit etmeyi denedi. “Albay Nakur yaptıklarınızı
öğrenince, size en ağır cezayı verecek.” Metalik kıyafetli adamlardan biri
gülerek cevap verdi. “Albay Nakur, kim bilir hangi galakside ki suçluların
peşindedir şimdi?” Elindeki bol ışıklı cihazı kadının yüzüne doğrultarak; “Hem
gelse bile onun da icabına bakarız merak etme sen.” Sözü biter bitmez ipler
yardımıyla uçuyormuş gibi tavandan süzülerek inen Albay Nakur, seyreden
çocukların alkışları arasında tüm süper kahraman kurgularında olduğu gibi, kötü
adamları pataklayarak derslerini verdi.
Televizyon
kanallarının birinde bir dönem dizi film olarak oynayan yerli süper kahraman
tiplemesi Albay Nakur, beklenilen izlenme oranına ulaşamayınca yayından
kaldırılmıştı. Karakteri canlandıran Ferhat Keskin çocuklara özel gösteriler
düzenleyerek hayatını devam ettiriyordu. Bu gün ki gösteride onlardan biriydi.
Az sonra seyirciler dağılmış, o da soyunma odasına geçmişti ki, görevlilerden
biri kapıyı vurarak içeri girdi. “Sizinle görüşmek isteyen birileri var Ferhat
Bey” dedi. Her zaman olduğu gibi, yine imzalı resmini isteyecek çocuklar
olmalıydı. Hoşuna gitmese de onlar ekmek kapısıydı. Geri çevirmek olmazdı.
“Peki, gönder içeri” diyerek çıkardığı başlığını tekrar taktı. Onlar Albay
Nakur’u görmek istiyorlardı, Ferhat Keskin’i değil.
İçeriye
dede torun olduklarını düşündüğü iki kişi girdi. Çocuğa dönerek imzalı bir
resim uzattı. Al bakalım ufaklık. Sanırım bunun için geldin.
—
Hayır, efendim, dedi çocuk Yani resminizi istiyorum tabiî ki de ben asıl başka
bir şey istemek için yanınıza gelmiştim.
Şaşırmıştı
Ferhat Keskin. Dedesi olduğunu düşündüğü ihtiyarın yüzüne baktı. İhtiyar adamın
kaş göz işaretlerinden çocuğa olumsuz bir cevap vermemesi için hal diliyle
yalvardığını gördü.
—
Pekâlâ, ufaklık. Söyle bakalım ne istiyorsun?
—
Ben aslında babam için sizden yardım isteyecektim. Çok meşgul olduğunuzu
biliyorum efendim. Ama yardımınıza gerçekten ihtiyacı var.
—
Nasıl bir yardım?
—
Babam, işlemediği bir suçtan dolayı tutuklandı.
—Yanlış
anlama ama insan işlemediği bir suçtan dolayı neden tutuklansın?
—
Çünkü ona tuzak kurdular.
—
Diyelim ki haklısın. Bu konuda benden yapmamı istediğin nedir?
—
Tüm kahramanların yapması gereken şeyi… Gerçek suçluları bulmanı istiyorum.
Böylece babamda kurtulmuş olacak.
—
Hadi ama ufaklık… Albay Nakur’un hayali bir kahraman olduğunu anlayabilecek
yaştasın. Benim kahramanlığım sadece kameranın ve perdelerin arkasında.
Birazdan üzerimdeki kostümü çıkarıp sıradan hayatıma geri döneceğim.
—
Biliyorum.
—
O halde neden ben?
—
Hayalide olsa tanıdığım tek kahraman sensin. Hem…
Bir
süre sustu İsmail. Ferhat Keskin sözünün devamını merak etmişti.
—
Evet, hem?
—
Kahramanlık gösterileri yapan birinin, gerçek bir kahraman olmak
isteyebileceğini düşünmüştüm.
Zorlukla
yutkundu Ferhat Keskin. Kahraman olmak, suçluları yakalamak çocukluk hayaliydi.
Dizi teklifini kabul etmesi de, yayından kaldırıldıktan sonra gösterilerle
karakteri yaşatmaya çalışması da bu sebeptendi. Ufacık bir çocuk içini okumuştu
sanki.
—
Bak ne diyeceğim, dedi. Adresini ve telefonunu bırakırsan, birkaç polis dostum
var. Onları arar, yapabilecekleri bir şey varsa sana bildiririm. Hem onlar
gerçek kahramanlar.
Neşe
içinde çoktan hazırlamış olduğu not kâğıdını uzattı İsmail. Bir eliyle kâğıdı
alırken diğer eliyle İsmail’in yanağını sıktı Ferhat Keskin. Başlığını
çıkarırken kapıya yönelen ikiliye bir soru daha sordu;
—
Sahi ufaklık. Babanı neyle suçluyorlardı?
—
Avukat anneme demiş ki; babamın çalıştığı müzede bazı tarihi paralar
sahteleriyle değiştirilmiş. İki tanesini babamın üzerinde bulmuşlar.
Çıkarttığı
başlık ellerinden kayıp yere düştü. Hayata karşı bu denli öfkeli olmasına sebep
olan tezat, benzer bir sürümüyle tekrar karşısına çıkmıştı sanki.
—
Kusura bakma ufaklık ama ya babanın bu olayla gerçekten ilgisi varsa?
—
Dedem derdi ki. Yani Musa dedem değil köydeki dedem. “İbrahim gibi İbrahim
olanı ateş yakmaz, İsmail gibi İsmail olanı bıçak kesmez. Benim babam İbrahim
Oğuz, kendine ait olmayan bir şeyi asla almaz.
—
Anlıyorum.
—
Teşekkür ederim efendim.
Soyunma
odasından çıkmak için kapıyı açtıklarında, yeni okunmaya başlayan öğle ezanını
işitti Ferhat Keskin. Huşu içinde dinledikten sonra sadece kendinin
duyabileceği bir tonda konuşmaya başladı;
—
İbrahim gibi İbrahim olanı ateş yakmaz, İsmail gibi İsmail olanı bıçak kesmez.
O zaman Ferhat gibi Ferhat olabilmek için benimde dağları delmem gerekiyor öyle
mi?
Ellerini
birleştirip yüzünde ve saçlarında gezdirdi.
—
Ya o dağlar kendi kanından, canından birisiyse? Ey güzel Allah’ım! Ne olurdu,
şu zavallı çocuk kadar bende babamın masumluğundan emin olabilseydim?
*
* *
Ensesinde
hissettiği derin acı ile ayıldı Serkan Kuru. Yummasına rağmen gözlerinin
yanmasını engelleyemediği yoğun bir ışık vuruyordu yüzüne. Elleriyle yüzünü
kapatma refleksi bağlı olduğu gerçeğini hissettirdi ona. Sarsıntılardan hareket
halindeki bir araçta olduğunu anladı. Bir koltuğa sımsıkı bağlanmıştı.
—
Neler oluyor, diye inledi?
—
Demek kendinize geldiniz Serkan Bey, dedi yakınından gelen bir ses.
Sesin
sahibini hemen tanımıştı.
—
Bunu bana neden yapıyorsun Suat?
—
Şahsi bir şey değil. Sadece benimle kurulabilecek tek bağlantıyı kesiyorum o
kadar.
—
Yani beni öldürmeyi mi planlıyorsun?
—
Yapmayın Serkan Bey. Ben o kadar vahşi bir adam mıyım?
Elindeki
şişeyi üzerine boca ettikten sonra;
—
Bir otoyolda karşıdan karşıya geçmek çok riskli bir davranıştır Serkan Bey.
Hele ki bu denli alkollüyken…
—
Ağzıma bile sürmedim, seni aşağılık herif.
—
Ama üzerinizdeki koku öyle söylemiyor.
Kafasını
sağa sola çevirerek rahatsız edici ışıktan kurtulmaya çalışırken sordu;
—
Bu ışık ne peki? Öldürmeden önce bana işkence mi etmek istiyorsun?
—
Tavşanları nasıl avlarlar bilir misiniz Serkan Bey? Gece fenerle gözlerine ışık
tutarlar, bu da onlarda geçici körlüğe neden olur. Oldukları yerden
kıpırdayamazlar. Araçtan atladığınız da… Ki oldukça hızlı olacağız. Koşacak
haliniz kalacağını sanmıyorum. Hem olsa bile, onlarca araç üzerine doğru
gelirken onları göremeyecek, görseniz bile ne yöne kaçacağınızı bilemeyecek
olmanız çok kötü olacak.
—
Bu işten yakanı kurtaramazsın. Kızım her şeyi biliyor. Öldüğümü duyar duymaz
polise gidip her şeyi anlatacaktır.
—
Sanırım bunda da yanılıyorsun. Haydi, tatlım babana bir selam ver.
—
Merhaba baba.
—
Kızımı da mı kaçırdın, seni…
—
Kaçırmak mı? Komik olmayın Serkan Bey. Bütün planı yapan kızınızdı zaten. Şu
anda karavanı kullandığı için sohbete fazla iştirak edemedi.
—
Yalan söylüyorsun? Kızım senden nefret eder.
—
Onu gerçekten tanıdığınızı zannediyorsunuz değil mi? Ne büyük yanılgı.
Bir
süre sessiz kaldı Serkan Kuru. Anlamaya çalışıyordu.
—
Bunu babana neden yapıyorsun kızım?
—
Neden mi yapıyorum? Sence neden yapıyorum baba?
Sesinin
tonu yükseldi. Artık konuşmuyor, haykırıyordu.
—
Annemle beni daha ben beş yaşındayken terk ettiğin için olabilir mi sence? Daha
sekiz yaşındayken o ölünce yapayalnız kaldığım için olabilir mi? On sekiz
yaşına kadar yetimhanelerde büyüdüğüm için olabilir mi? Ne dersin baba?
Olabilir mi sence?
—
Fakat…
—
Sus baba! Boşuna konuşma. Beş sene önce yetimhaneden ayrılmak zorunda kalınca,
kimsesizliğin acısını daha derin hissettim. Devletin yerleştirdiği işte çalışırken
hep seni aradım baba. Beni aradığına fakat bulamadığına inandırmak istiyordum
kendimi. İzini bulduğumda hiçte öyle olmadığını gördüm. İnsanlardan
dolandırdığın paralarla gününü gün ediyordun. Bir kızın olduğu aklına bile
gelmiyordu.
—
Üzgünüm kızım.
—
Üzgün olup olmaman artık bir anlam ifade etmiyor baba. O zamandan beri senden
intikam alacağım bu anın hayalini kuruyorum.
Rahatlamış
gibiydi. Dikiz aynasından içeriye göz attıktan sonra daha sakin bir ses tonuyla
devam etti.
—
Yetimhaneden ayrıldıktan sonra Suat’la tanıştım. O da bir süre yetimhanede
yaşadığı için beni anlayabiliyordu. Bir aile tarafında evlat edinildiği için
benden biraz daha şanslıydı. Önceki sene müzeye müdür olarak atandıktan sonra
plan yaptık. Yer sorunu olduğu için sergilenemeyip depoda tutulan sikkeleri
sahteleriyle değiştirecek ve koleksiyonculara satacaktık. Suat’tan
şüphelenilmemesi için ayak işlerini yapacak ve gözden çıkarılabilecek birisi
gerekiyordu. Aklıma direk sen geldin. Böylece bir taşla iki kuş vurabilecektik.
Suat’a seni önerenin kim olduğunu hep merak ettin değil mi baba? Bendim,
varlığını hiç umursamadığın kızın. Sende bu işe balıklama atladın.
—
Hayatıma girdin, seni kabullendim.
—
Kalacak bir evim ve biraz param vardı baba, senin kabullendiğin bunlardı.
Üstelik suç konusunda en az senin kadar yetenekli olduğumu fark ettin.
Yaşlanıyordun ve bana ihtiyacın vardı.
—
Sen…
—
Evet, baba ben?
—
Sende annen gibi şizofrensin. Beni boğmaya çalışmıştı.
—
Her neyse, dedi Firdevs umarsızca. Sikkelerin değiştiği eninde sonunda ortaya
çıkacaktı. Bize bir suçlu gerekiyordu.
Suat
Gencer söze karıştı;
—
Bekçinin cebine verdiğim zarfı koymanı bu sebepten istedim. Bir gün öncede,
banka hesabına kaynağını asla açıklayamayacağı bir miktar para yatırmıştım.
—
Demek her detayı düşündünüz.
—
Evet, baba, düşündük. Bekçi, senin eline bir şeyler sıkıştırırken, Çinçilya’nın
evine girip çıkarken çekilmiş fotoğraflar isimsiz bir zarfın içinde polise
postalandığında olayı çözdüklerini düşünecekler. Sadece yardımın nereden
geldiğini bilmeyecekler. Yoksa böyle basit bir iş için sana ihtiyacım
olmadığını performansımdan anlamışsındır.
—
Ya önceki akşam yemek yediğimiz restoran. Onlarca şahit var. Suat’la bir
bağlantımız olduğunu hemen anlayacaklardır.
—
Yapmayın Serkan Bey, dedi Suat Gencer. O yemek benim en büyük savunmam. Hangi
aklıevvel suç ortağıyla, o kadar şahidin huzurunda yemek yiyerek kendini
deşifre eder? Ben sevdiğim kadını yemeğe davet etmiştim. Benden hiç hazzetmeyen
babası da yanında gelmiş.
—
Sizin birlikte olduğunuzu bile bilmiyordum.
—
Maalesef, bunu yalnız siz biliyorsunuz.
Firdevs’e
sordu;
—
Tatlım, babanın benim hakkımdaki düşünceleri nelerdi?
—
Maalesef seni hiç sevmiyordu hayatım. Elinden gelse bir kaşık suda boğardı.
—
O zaman yemeğe neden seninle birlikte geldi?
—
Bilemiyorum hayatım. Zaten onu çok fazla tanımıyorum. Birkaç aydır görüşüyorduk
sadece. Sanırım seninle ilgili kötü planları vardı.
—
Bekçiyle birlikte işledikleri suçu benim üzerime yıkmak gibi bir plan olmasın?
—
Olabilir hayatım. Onu tanıdıkça, ondan korkmaya başlamıştım. Her şeyi
yapabilecek bir karakteri vardı.
—
Görüyor musunuz Serkan Bey? Ah pardon, ne kadar safım. Göremiyorsunuz tabi ki.
Duyuyor musunuz diyecektim. Kızınızın şahitliği beni aklar yönde. Kızınız sizi
bulduktan sonra onunla görüşmeye başladınız. Doğal olarak benimle de
tanıştınız. Bende gayet iyi niyetle size, müzenin henüz gösterime dahi
açılmamış bölümlerini gezdirdim. Ne de olsa evleneceğim kadının babasıydınız.
Aklınıza müthiş bir plan geldi. Depodaki sikkeleri sahteleri ile değiştirerek
koleksiyonculara satacaktınız. Bunun için önce gece bekçisini ayarttınız.
Böylece sikkelerin kalıplarını çıkarttınız. Taklitlerini bastıktan sonra
inandırıcı olması için onları eskitme işlemine tabi tuttunuz. En nihayet dört
yüz adet sikkenin çoğunu sahteleriyle değiştirdiniz. Fakat beklemediğiniz bir
durum oluştu. Rutin bir denetleme sırasında bu sahtekârlığı fark ettim ve
polise haber verdim. Bekçi, değiştirdiği iki adet sikke üzerindeyken yakalanıp
tutuklandı. Firdevs’in az önce bahsettiği fotoğraflar polise postalanınca tüm
olayın sen, bekçi ve Çinçilya arasında tezgâhlandığı ve benim masum olduğum
ortaya çıkacak. Tabi bu arada sen ölmüş olacağın için sikkelerin asılları asla
bulunamayacak. Firdevs’le bende yaşadığımız üzücü olayların etkisinden
kurtulmak için bir süre bu özel yapım karavanımla tatile çıkacağız.
—
Pislik herif!
—
Tatlım, babanın canı sıkılmış artık. İnmek istiyor. Yol müsait olduğunda haber
verir misin?
—
Tabi hayatım.
—
Ne kadar yanlış bir seçim Serkan Bey… Tepeden tırnağa simsiyah giyinmişsiniz.
Gelen araçlar üzerinizden geçene kadar sizi asla fark edemeyecek. Korkarım
bulunduğunuzda sizden geriye fazla bir şey kalmayacak.
Sol
eline aldığı keskin bir bıçakla koltuğa yaklaştı. Bağlı olduğu ipleri keserken
devam ettiği konuşmasında başından beri takındığı kibar tavırdan eser yoktu.
—
Göremediğini biliyorum, o yüzden peşin söyleyeyim. Elimde bir tabanca var.
Yanlış bir hareketinde beynini uçururum.
Sonra
yine o kibar tavrına geri döndü.
—
Güzelim döşemelerin batmasını istemeyiz değil mi Serkan Bey? Şimdi ayağa kalk.
İkiletmeden
ayağa kalktı. Başına gelecekleri kabullenmiş gibiydi. Yinede son bir kez
şansını denemek istedi.
—
Bunu babana yapamazsın kızım.
—
Eğer azıcık bir babalık yapmış olsaydın, bunu sana asla yapmazdım baba.
Arkamızdan gelen araç yok hayatım. Işıkları kapattığımda paketi
yollayabilirsin.
Işıkların
sönmesiyle birlikte karavandaki tuvaletin fiber kapısı aniden açıldı ve içeride
bir boğuşma başladı. Hareketliliği fark eden Firdevs seslendi;
—
Neler oluyor hayatım. İyi misin?
Kesik
kesik çıkan sesiyle Suat Gencer cevap verdi;
—
İçeriye birisi saklanmış.
Boğuşma
devam ederken patlayan bir silah sesi duyuldu. Firdevs tekrar sordu;
—
İyi misin?
—
Galiba onu vurdum. Işıkları yak.
Işıkların
yanmasıyla birlikte Firdevs’in feryadı duyuldu ve araç yalpalamaya başladı.
—
Böcekler. Lanet olsun her yan hamam böcekleriyle dolu.
Firdevs’in
zaman zaman gördüğü hayallerden biri olmalıydı.
—
Karavanda böceğin ne işi var? Korktuğun için hayal görüyorsun. Sakın
direksiyonu bırakma.
Sözünü
tamamlamıştı ki araç taklalar atmaya başladı. Birkaç takla attıktan sonra
tekrar tekerleklerinin üzerinde durdu. O sırada yaklaşmakta olan sivil
görünümlü başka bir araçtan telsiz anonsu geçiliyordu.
—
… nolu otoyolu araç trafiğine kapatın. Tekrar ediyorum. … nolu otoyolda ağır hasarlı
bir kaza var. Yolu trafiğe kapatın.
Anonsun
peşine araçtan inerek karavana koşan kişi Davut Keskin’den başkası değildi.
Karavanın kapısını zorlukla açarak içeriye girdi. El fenerinin yardımıyla
içeriyi incelerken, kendinde olan tek kişiyle göz göze geldiğinde şaşkınlıktan
küçük dilini yutacaktı.
—
Senin burada ne işin var?
—Asıl
senin burada ne işin var baba?
Arkadan
gelen başka bir kişinin daha sesi duyuldu;
—
Durum nedir komiserim?
—
Komiserim mi? Demek bunca zaman…
Hayatını
ortaya koyarak ilk defa gerçek kahramanlık yapan Ferhat Keskin sözünü
tamamlayamadan bayılmıştı.
*
* *
Birkaç
gün sonra İsmail ile Musa dedesi önemli misafirler karşılayacak olmanın telaşı
içerisindeydiler. Mevsim normallerinin üzerinde seyreden hava sıcaklığı teras
katında mangal yakabilmelerine olanak sağlamıştı. Katladığı gazete sahifelerini
sallayarak ateşi körükleyen İsmail neşe içinde sordu;
—
Gerçekten gelecekler değil mi baba?
Elindeki
sürahiden kuşlar için bırakılmış kaplara su döken babası cevapladı;
—
Davet ettiğimde geleceklerine söz verdiler oğlum. Merak etme birazdan gelirler.
İçi
içine sığmayan İsmail Musa dedesine döndü;
—
Biliyordum. Onun gerçek bir kahraman olduğunu biliyordum.
Gülümseyerek
yanağını sıktı ihtiyar adam.
—
Kahramanlar birbirlerini hissedebiliyorlar demek ki.
Babasının
açıklama bekleyen bakışları duyulan zil sesiyle kapıya yöneldi.
Az
sonra Davut Keskin ve Ferhat Keskin teras katına kurulan ziyafet masasının
başköşesinde yerlerini almışlardı. Yiyecekler ve içecekler İsmail’in annesi
tarafından masaya getirilirken Davut Keskin kendisinden açıklama beklediği
belli olan insanları fazla bekletmedi.
—
Yıllarca gizli görevlerde bulundum. Hırsızların, üçkâğıtçıların,
dolandırıcıların arasında onlardan biri gibi yaşadım. Biliyorum, bu sebeple
kendi ailemi oldukça ihmal ettim.
—
Solunda oturan Ferhat’a dönerek üzgün bir bakış attı.
—
Dilerim oğlum bir gün beni affeder.
Sağ
kolu sargıda olduğu için, sol eliyle babasının masa üzerindeki elini tuttu
Ferhat.
—
Asıl sen beni affet baba. Hep asi bir evlat oldum. Seni hiç dinlemek istemedim.
Davut
Keskin konuşmasına devam etti.
—
Ama birçok ailenin parçalanmasını da bu görevler sayesinde engelledim. Neyse.
Yaklaşık on ay önce, duyarlı bir koleksiyoncu tarafından merkezimize uyarı
yapıldı. Müzede bulunması gereken Roma, Helenistik ve Osmanlı dönemine ait dört
yüz adet sikke, resimleri üzerinden koleksiyonculara pazarlanmaya
çalışılıyordu. Yaptığımız araştırmalar sonunda bu eserlerin hala müzede
olduğunu anladık. İhbar asılsız görünüyordu. Ya birileri koleksiyoncuları
dolandırmaya çalışıyordu. Ki bu, başarı şansı çok düşük olduğu için oldukça
zayıf bir ihtimaldi. Ya da eserler gerçekten çalınacaktı. Böyle bir hırsızlığın
içeriden bir bağlantı olmadan yapılabilmesi imkânsızdı. Müzede çalışanları ve
bazı koleksiyoncuları takip altına aldık. Edindiğimiz bilgiler ve geçmişte
farklı şehirlerde yaşanan benzer hırsızlıklar sikkelerin sahteleriyle
değiştirileceğini öngörmemize sebep oldu. Bunun üzerine sizin Çinçilya diye
duyduğunuz kimliğe büründüm. Evinin bir köşesinde yaptığı kimyasal işlemlerle
paralara eski görünümü kazandıran ve bunu kürkü için beslediğini söylediği
pekte sevimli olmayan hayvanlarla maskeleyen bir dolandırıcı. Birazda
muhbirimiz olan koleksiyoncunun yönlendirmesiyle Serkan Kuru denen şahıs
benimle bağlantı kurdu.
Şaşkınlıkla
anlattıklarını dinleyen İbrahim’e döndü;
—
İyi niyetinden ve duygusallığından faydalanarak kızıyla birlikte cebine iki
adet sikke olan zarfı bırakan adam…
—
Anlıyorum, dedi İbrahim.
—
Getirdiği sikkelere eski görünümü vermemi istiyordu. Bu tarz eserlerin
çıkarıldığı bölgelerde köylü kılığına girdiğini, gerçek değerini bilmiyormuş
gibi görünerek tutturabildiği fiyata bilhassa yabancılara sattığını söylüyordu.
Benimde geçmişte bu işi yaptığıma onu inandırarak güvenini sağladım. Serkan
Kuru’nun kızı Firdevs ile Müze müdürü Suat Gencer’in uzun süreli bir birliktelikleri
olduğunu öğrendik. Dolayısıyla Suat Gencer baş şüphelimiz haline geldi. Attığı
her adımı gözlem altında tutuyorduk. İmitasyonları Serkan Kuru’ya teslim
ettiğimde onunda Suat Gencer’e teslim edeceğini biliyorduk. Planımız gereği,
değişim gerçekleştikten sonra eserleri müzeden çıkarmaya çalışırken suçüstü
yapacaktık. Fakat beklentimiz gerçekleşmedi. Hakkında yanıldığımızı veya
içeriden bir ortağı olduğunu düşünmeye başladık. Bu sırada beklemediğimiz bir
olay gerçekleşti. Yaptığı rutin bir kontrolde bazı tarihi eserlerin
sahteleriyle değiştirildiğini fark ettiğini polise bildirdi.
Tekrar
İbrahim’e döndü.
—
Tüm çalışanlara eş zamanlı baskın yapıldı. Üzerinde bulunan sikkeler ve banka
hesabındaki anormal artış suçlunun sen olduğunu gösteriyordu. Suat Gencer
temize çıkmıştı. Fakat yerine oturmayan taşlar vardı. Öncelikle senin Serkan
Kuru ile hiçbir bağlantın tespit edilememişti. Suçlamaları da kesinlikle
reddetmiştin. Sikkelerin cebine senin haberin olmadan konulduğunu iddia
ediyordun. Serkan Kuru için tutuklama emri çıkartmadık. Onu takip ederek
taşları yerine oturtabileceğimizi ve çalınan eserleri bulabileceğimizi
düşünüyorduk. Kazanın yaşandığı akşam evime geldi. İmitasyonları turist
kılığına giren polislere satmaya çalıştığına ve yakalanmaktan son anda
kurtulduğuna dair saçma sapan bir hikaye uydurdu. Yaptığım iş için ödeme yaptı.
Küpleri ve kullandığım kimyasalları yok etmemi istedi. Soran olursa onu
kesinlikle tanımıyordum. Aracına çoktan takip cihazı yerleştirmiştik. Evden
ayrıldıktan sonra onu uzaktan takibe başladık.
Önünde
duran bardaktan bir yudum su içti.
—
İsterseniz bundan sonrasını Ferhat anlatsın. Zira o akşam takipte olan yalnızca
biz değilmişiz.
Yüzüne
bakarken gözleri ışıldayan İsmail’e gülümsedi Ferhat. Sonra anlatmaya başladı;
—
Öncelikle söyleyeyim. Ben tesadüflere asla inanmam. İsmail, babası için benden
yardım istemeye gelmeden birkaç gün önce babamı ziyarete gitmiştim. Aramız uzun
zamandır pekiyi değildi ve bende buna bir son vermek istiyordum. Kaldığı evde
gördüklerimin ardından İsmail, babasına isnat edilen suçu söylediğinde başımdan
aşağı kaynar sular dökülmüştü sanki. Kabul etmek istemesem de arada bir
bağlantı olabileceği fikri beynimi kemiriyordu. Aynı günün gecesinden itibaren
evini gözetlemeye başladım. Bir tek ziyaretçisi vardı. Serkan Kuru. Babamın bu
olaylarla ilgisi varsa bağlantı noktası o olmalıydı. Kazanın gerçekleştiği gece
yine babamın yanına gelmişti. Çıkışta arabamla onu takip ettim. Yenikapı da
ıssız bir bölgeye aracını park ederek beklemeye başladı. Bir süre sonra bir
karavan yaklaşık yüz metre gerisine park etti. Ben tam ortalarında kalmıştım.
Karavandan inen şahıs yürüyerek yanına doğru giderken eğilerek kendimi
gizlemeyi başardım. Konuşmaya başladıklarında sessizce aracımdan inerek karavana
yaklaştım. O an için aklımdan tam olarak ne geçtiğini hatırlamıyorum ama
içgüdülerim yaptıklarımı yapmaya zorluyordu sanki beni. Kapı koluna el
attığımda kilitli olmadığını fark ettim. İçeriye göz atıp atmamak konusunda
tereddüt içerisindeyken şahsın, kafasına vurarak Serkan Kuru’yu bayılttığını
gördüm. Sonra nereden çıktığını anlamadığım bir bayanın yardımıyla onu karavana
doğru sürüklemeye başladı. Görünmemek için mecburen içeri girdim. Seyyar bir ev
olsa da saklanacak çok fazla bir yer yoktu. Mecburen tuvalet olarak
tasarımlanmış bölüme saklandım. Az sonra onlarda geldiler. Göremiyordum fakat
duyduklarımdan onu bağladıklarını anlayabiliyordum. Biraz sesli nefes alsam
varlığımı anında fark ederlerdi. Sonra hareket ettik.
Bakışlarını
tekrar İsmail’e çevirerek göz kırptı.
—
Yol boyunca yaptıkları konuşmalardan babalarımızın müze soygunuyla bir
alakalarının olmadığını, masum olduklarını anladım. Fakat bunu ispatlayacak tek
kişiyi kaza süsü vererek ortadan kaldırmayı planlıyorlardı. Onlara engel
olmalıydım. Serkan Kuru’yu araçtan atacakları esnada başka bir araç tarafından
fark edilmemek için tüm ışıkları söndürdüklerinde harekete geçtim. Kendimi
gerçekten Albay Nakur sandım herhalde biran. Boğuşurken silah patladı ve
kolumdan yaralandım. Sonra kızın çığlıklarını duydum. “Böcekler” diye
bağırıyordu. Sonra araç takla atmaya başladı. Gerçek miydi hayal miydi
bilmiyorum ama gördüğü böcekler sayesinde hayatım kurtuldu. Gerisini zaten
biliyorsunuz.
İsmail
boynuna sarıldı.
—
Teşekkür ederim Ferhat amca. Babamın suçsuz olduğunu ortaya çıkardın.
Sağlam
olan koluyla sarıldı İsmail’e.
—
Asıl ben teşekkür ederim. Senin sayende gerçek bir kahraman olabileceğimi
öğrendim. Üstelik babasına kavuşan ve suçsuzluğundan emin olan sadece sen değilsin
artık.
*
* *
“Şüphesiz ki Allah hayâ
edicidir, kerimdir. Kul elini ona kaldırdığında boş olarak geri çevirmekten
hayâ eder.”
Ağırlanan
misafirler ayrıldıklarında, ortalığı toplama işini İsmail ile beraber üstleneceklerini
söyledi Musa öğretmen. İbrahim ile eşini de alt kattaki evlerine yolladı. Üzücü
başlayan, ama kabul saatine denk gelen dualarla mutlu sona çok çabuk ulaşan
birkaç gün geçirmişlerdi. Üç babanın çevresinde gelişen olaylarda, suçlu
sanılan iki babadan birinin masum diğerinin de masumların hakları için savaşan
bir polis olduğu anlaşılmıştı. En masum ve mazlum görünen babaysa, azılı bir
suçluydu. Gördüğümüzü sandıklarımız, hiçte göründüğü gibi olmayabiliyordu demek
ki.
Karavanla
yaşanılan kazada ölen olmamıştı. Serkan Kuru ve Suat Gencer kazayı birkaç
kırıkla atlatmış, tedavilerinin ardından parmaklıkların ardını boylamışlardı.
Suat Gencer orijinal sikkeleri müzede, yalnızca kendisinin bildiği gizli bir
bölmeye koyduğunu itiraf etmişti. Dosya kapandıktan sonra yurt dışına kaçırıp
satmayı planlıyordu. Firdevs başından darbe aldığı için bir süre daha hastanede
yatacaktı. Yapılan tetkikler sonucu cezai ehliyeti olmadığı anlaşıldığı için
oradan da bir akıl hastanesine yatırılarak tedavi altına alınacaktı. Oğluyla
aralarındaki buzlar nihayet eriyen Davut Keskin emekliliğini isteyerek torun
sevmek üzere Ferhat’ın yanına yerleşmişti bile. Çinçilya’ları Belgrat Ormanına
salmıştı. Yaşamayı başardılarsa, üreyip kimsenin farkında olmadığı küçük bir
servet haline gelmiş olmalıydılar. İsmi olayla birlikte gazetelerde geçince
Ferhat Keskin’e film teklifleri yağmaya başlamıştı. İbrahim Oğuz işine devam
edecekti. Ama önce bir süreliğine izine çıkıp eşiyle birlikte memleketine
giderek ihtiyar ana babasının ellerini öpmeyi planlıyordu. Babasından bir an
bile şüphe etmeyen İsmail odasında sakladığı uçan balonları teras katından
salarak azat etmişti.
—
Artık söylememde bir sakınca yok. O balonların asla uzaya çıkamayacağını
bilmelisin, dedi Musa dedesi. Hem çıkabilseydi bile istediğin uzaklığa
gitmeleri, senin aynalardan dünyanın geçmişini seyretmen kesinlikle mümkün
değildi.
—
Biliyorum, dedi İsmail.
—
Biliyor musun? O zaman neden, diyecek oldu?
—
Köydeki dedem derdi ki; “Umudunu asla kaybetme, ufacık bir ihtimalde olsa sarıl
ona. Duaların onu büyütüp, şekillendirecektir.”
Gülümsedi
ihtiyar adam;
—
Ne çok şey söylemiş, şu köydeki deden.
Bu
kez gülümseyen İsmail oldu.
İhtiyar
adam aklından geçenlerin verdiği neşe ile İsmail’in başını sıvazlayarak sözünü
tamamladı.
—
Ama doğruyu söylemiş. Dualarımız olmasa ne işe yarardık ki?
Faruk Yılmazer
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder