4 Aralık 2018 Salı

Kabul Saati (Hikaye)

Yağmur yağarken

Yürümeye başladığında, sıkıntısını insanlarla paylaşmaya hazırlandığını anladı gittikçe kararan bulutların. Gözyaşını andıran birkaç damla yüzüne ve ellerine değdiğinde adımlarını sıklaştırdı. Az sonra istasyondan içeri girmişti. Sinyali duyduğunda yürüyen merdivenin üzerindeydi henüz. Zemine varması için kalan birkaç basamağı normal akışını beklemeden atlayarak, cep telefonuyla konuşan adamın ardından kapıları kapanmadan hızlı tramvaya binmeyi başardı. Kapanmakta olan kapılar, bir engelle karşılaştığında her zaman yaptığı gibi bir kere daha açıldı ve tekrar kapandı. Peşinden iki kişi daha tramvaya binmişti. Bakışlarını onlara çevirdiğinde orta yaşlı bir adamla, yirmili yaşlarda bir genç kız olduklarını gördü. Baba kız olduklarını düşündü. Adamla göz göze geldiklerinde, kapının kapanmasını engellemiş olmasının vermiş olduğu mahcup ifadeyle konuştu;
  Üzgünüm. Kızımın okuluna geç kalmasını istemedim.
Gülümsedi.
  Olur, böyle şeyler, derken kızı gözleriyle incelemeye aldı. Okula gidecek yaşı çoktan geçmiş olmalıydı. Hele ki, babası tarafından okula bırakılacak yaşı. Fakat yüzündeki tanımlayamadığı ifade normal olmayan bir durumu olduğunu hissettirdi.
Saatine baktı. Dokuz buçuk olmasına birkaç dakika kalmıştı. İnsanlar çoktan işlerinin başına geçmiş olduğundan tramvay oldukça tenhaydı. Oturmak için en yakın boş koltuğa yöneldiğinde genç kız elinden tutarak gitmesine izin vermedi. Bir cevap almak için babasına baktığında yüzündeki üzgün ve çaresizlik dolu ifadeyi gördü.
  Özür dilerim, dedi adam. Hafif sesini kısarak devam etti. Kızım zihinsel engelli.
Ne yapması gerektiğine karar veremedi önce. Sonra kızın bu üzücü durumundan rahatsız olduğu için kendini onun yönlendirmesine bıraktı. Babasının biraz da kızgınlıkla “hadi kızım, amcayı rahat bırak“ demesine aldırmadan çekiştirmeye devam etti kız. Babasıyla sırt sırta gelmelerini sağladıktan sonra etraflarında dönmeye ve şarkı söylemeye başladı;

  Kutu, kutuu pense…
Elmamı yersee…
Arkadaşım baabamm,
Arkasını dönseee…

Vagondaki birkaç kişinin şaşkın ve acıma dolu bakışlarına aldırmadan oyununa devam etti genç kız. Başka hiçbir şey umurunda değildi sanki. Önce babasının arkasını dönmesini sağladı, sonra onun. Bir sonraki durakta binen olmadı ve oyun bölünmeden devam etti. Defalarca öne ve arkaya döndüler. İkinci durakta adam “ çok özür dilerim “ diyerek kızının kolundan tuttu. İnmek için kapıya yöneldiklerinde “bir saniye” diyerek onları durdurdu. Cebinden çıkarmış olduğu bir miktar parayı adamın eline tutuşturdu.
— Lütfen bunu kabul edin.
Başını öne eğerek “teşekkür ederim” dedi adam. Tramvaydan inerek birkaç saniye içinde gözden kayboldular. Arkalarından şaşkınlıkla bir süre bakakaldı. İki durak daha geçtikten sonra onunda inme vakti gelmişti. Sakin adımlarla istasyondan çıkarak evine yöneldiğinde bilinçsizce mırıldandığı şarkının farkına varıp hüzünlendi.
  Kutu, kutuu pense…
“Ne kadar zor bir imtihan” diye düşündü. Bedenen yetişkin olmasına rağmen küçük bir çocuk gibi ilgiye muhtaç olan kızına, kol kanat geren fedakâr ve sevgi dolu bir baba. Ve üzücü olanı, onun bu sevgisini hissetse bile asla tam anlamıyla karşılık veremeyecek genç bir kız. Nefes kadar yakın, iletişim kurulamayacak kadar uzak.
Hızını artıran yağmurun altında, damlalar şakaklarından aşağı süzülürken mırıldandı;
— Ey güzel Allah’ım! Sen onlara yardımcı ol. Birbirlerine olan duygularını daha iyi anlamalarını sağla.
İstanbul’da, henüz yeni sayılabilecek yakın bir zamanda oluşturulmuş bir Müze’de gece güvenliği olarak çalışıyordu. Sergilenemeyen eserlerin bulunduğu depo bölümündeydi. Otuz yaşındaydı. Evliydi ve ilkokul ikinci sınıfta okuyan bir oğlu vardı. İnsanların çalışmaya başladığı saatlerde, o evine dönüyor ve birkaç saat oynadığı oğlunu okuluna bıraktıktan sonra uyuyordu. Henüz bir seneyi doldurmadığı işinde çalışmaya başladığında önceleri uyku düzeni bozulduğu için oldukça zorlanmıştı. Hatta Konya’da oturan babasıyla telefonda görüşürken, artık gece çalışacağını söylediğinde verdiği ve asıl önemli olanın ne olduğunu anlatan cevabı hala aklından çıkmıyordu; “Oğlum, biz seni bir vakitte zor uyandırıyorduk. Şimdi dört vakitte nasıl uyanacaksın?”
Evinin bulunduğu sokağa yaklaştığında, köşe başındaki bakkala girerek oğlunun çok sevdiği şekerlemelerden aldı. Onun sevinci dünyaya değerdi. Oturduğu binanın önüne geldiğinde, kapı önünde bekleyen bir polis aracı ve iki polis memurunu görünce telaşlandı. Evdekilerin başına kötü bir olay gelmemiş olmasını dileyerek soran gözlerle memurlara baktı. Biraz daha yaşlı olanı sorgular tonda konuştu;
— Bay İbrahim Oğuz.
— Evet, benim.
— Hakkınızda şikâyet var efendim. Bizimle karakola kadar gelmeniz gerekiyor.
Hareketlenen tül perdenin ardından gelişini bekleyen oğlu İsmail’in yüzünü gördü bir an İbrahim. Elindeki kese kâğıdı yere düşüp şekerlemeler sokağa dağıldı. Bir çeşit hata yapıldığına kanaat getirerek tepkisizce araca bindi.

* * *

Birkaç gün önce

Cuma namazını eda ettiği Süleymaniye Camii’nden, kapıdaki kalabalık dağıldıktan sonra ağır adımlarla çıktı. Otoparka bıraktığı aracına bindiğinde torpido gözünü açarak bir kâğıt çıkardı. Üzerinde yazan adresi okuduktan sonra tekrar yerine bıraktı. Aklından geçenleri yapmaya hazır olduğuna kanaat getirdikten sonra aracı hareket ettirdi. İki mecburi sol ve birkaç yüz metre sonra İstanbul Müftülüğünün önündeydi. “Buralarda bir yerlerde olmalı” diye mırıldandı. Ağır ağır ilerlerken gözlerini sokak tabelalarından ayırmıyordu. Dar girişli bir sokağın başına geldiğinde frene bastı. Tabelayı doğru okuduğuna emin olduktan sonra biraz zorlanarak da olsa sokağa girdi. Yeni sayılabilecek tek bir evin bulunmadığı, tamamen eski binalardan oluşan bir sokaktı burası. Aradığı evin kapı numarasını bilmediği için sorabilecek bir insan aradı gözleri. Ortalıkta kimse yoktu. Biraz daha ilerledi. L şekli çizen sokağın devamında kapı önü süpüren şişmanca bir adam gördü. Aracın camından kafasını uzatarak selam verdi;
— Selamünaleyküm dayı. Davut isminde birini arıyorum. Altmış yaşlarında. Birkaç aydır bu sokakta oturuyormuş.
— Aleykümselâm yeğen, dedi şişman adam doğrulurken. Sol eliyle ensesini kaşırken bir süre düşündü. Sanırım sen Çinçilya’yı arıyorsun.
— Anlayamadım!
Göbeğinin bile sallanmasına sebep olan bir kahkaha attı şişman adam.
— Buralarda onu bu isimle tanırlar. Beslediği hayvanlardan dolayı…
— Nasıl hayvanlar?
Yüzünü buruşturdu.
— Fare mi, sincap mı, tavşan mı nedir? Acayip hayvanlar işte. Eliyle karşı sırada bir evi işaret etti.  Karşıdaki tek katlı evde oturuyor. Kırmızı kapılı olan…
— Teşekkür ederim.
— Bir şey değil yeğen. Yalnız içeri gireceksen burnunu tıkamaya hazır ol. O hayvanların pekte güzel koktuğunu söyleyemem. Birde aksi herifin tekidir, ona göre.
Cevap vermek yerine gülümsemeyi yeğledi. Aracını birkaç metre ötedeki müsait gördüğü bir alana park ettikten sonra inip kapıya kadar yürüdü. İçinden gelen “geri dön” dürtüsünü, “hadi ama buraya kadar geldin” düşüncesiyle bastırdı. Evi gözleriyle süzdü. Kırmızı bir demir kapı ve inşa edildiğinden beri açılmamış izlenimi veren parmaklıklı küçük bir pencere.
Düğmesi içine kaçmış zilin çalışmadığı her halinden belli olduğu için eliyle birkaç sefer vurdu kapıya. Bir süre bekledi. Kapıyı açan olmayınca içinde yeniden beliren “kimse yok işte, geri dön” duygularını tekrar bastırdı. Birkaç sefer daha vurdu kapıya. Bir süre sonra sert bir sürgü sesi duyuldu. Peşinden demir kapı gıcırdayarak açıldı. Önüne geldiğinde hissettiği, sirkeyi andıran keskin koku kapının açılmasıyla daha da yoğunlaştı. Çocukların dalga geçtiğini sanarak hiddetle dışarıya fırlayan ihtiyar adam karşısındakini görünce afalladı. Bir süre sessizce bakıştılar.
— Beni içeri davet etmeyecek misin?
Anlaşılamayan birkaç kelime geveledikten sonra, geri çekilerek içeri girmesine müsaade etti. Ardından kapıyı tekrar sürgüledi. Sol duvarı tamamen kaplayan altı kafesin yer aldığı küçük bir odaya açılıyordu giriş. İsimlerini az önce öğrendiği hayvanlarla doluydu içleri. Sağ duvara yaslanmış bir çek-yat ve köşesinde üst üste dizili birkaç çuval vardı. Karşı duvardaki örtülü kapı başka bir odaya açılıyor olmalıydı.
— Bir süredir şehir dışındaydım. Geçen hafta İstanbul’a döndüm. Adresini bulmak oldukça zor oldu. Bu sefer izini neredeyse tamamen kaybettiriyormuşsun.
— Son görüşmemizde yüzümü bir daha görmek istemediğini söylemiştin diye hatırlıyorum.
— Kızgındım baba. Ne yapmamı bekliyordun?
Anlaşılamayan birkaç kelime daha geveledi ihtiyar adam.
— Söylesene baba ne yapmamı bekliyordun? Hastalığında yanında olamadın tamam. Ama cenazesine bile son anda yetiştin annemin.
— Uzaktaydım. İşlerim vardı.
— Sen hep uzaktaydın. Bizden uzak kalmana sebep olan işlerinde hiç bitmedi.
— Annen, işim gereği turistik seyahatler yapmak zorunda olduğumu biliyordu.
— Ah… Evet annem. Senin hakkında tek bir kötü söz ettirmeyen ama karşılığını sensizlik olarak gören zavallı kadın değil mi?
Öfkesini yatıştırmak için odanın içinde bir süre gezindikten sonra devam etti;
— Turist, evinden ayrıldığında ne zaman geri döneceğini bilir. Yanımızda olduğun kısa zamanlardan sonra giderken, ne zaman döneceğini biz hiç bilmedik. Neden baba?
— Bir nedeni yok. Öyle olması gerekiyordu.
— Hayır baba. Buraya gelmeden önce araştırdım. Bir sürü sabıkan var. Dolandırdığın insanların sayısı beli değil.
Odanın içinde bir süre daha gezindikten sonra, eliyle kafesleri işaret etti.
— Ne yapıyorsun bu zavallı hayvanlarla?
— Üretiyorum. Kürkleri iyi para ediyor.
— Neyse ki artık dolandırıcılık yapmıyorsun bari.
Söylemek istediklerini kafasında tarttıktan sonra devam etti;
— Bırak artık bu işleri baba. Benimle gel. Hem torununu görmüş olursun. On aylık oldu. Bizimle kalırsın. İstemezsen de, daha düzgün bir ev tutarız.
— Ben burada mutluyum evlat.
— Bu hayvanlarla aynı evde kalıyorsun ve mutlusun öyle mi? Sana inanamıyorum baba. Açılabilir bir penceresi bile yok bu evin. Bu koku ciğerlerini çürütecek.
Karşı duvardaki kapıyı göstererek ilerledi.
— Evin arka tarafında pencere varsa onu aç bari içerisi havalansın.
Babası, engellemek için ileri atıldığında çoktan tokmağı çevirip diğer odaya geçmişti bile. Odanın içinde sıralanmış yirminin üzerinde toprak küpü görünce şaşırdı. Kokunun asıl kaynağının bu küpler olduğu hemen anlaşılıyordu. Yanlarına yaklaşınca nemli ve ince kum dolu olduklarını gördü.
— Bunlar da ne?
Cevap beklemeden bir tanesini yere yatırarak içindekilerin dökülmesini sağladı. Kumların arasında beliren nesnelerden birini eline aldı. Üzerinde Osmanlıca olduğunu düşündüğü yazılar olan sikkeydi bu.
— Yine nasıl bir belaya bulaştın baba?
— Belaya falan bulaştığım yok. Bir antikacı için bu imitasyonlara eskitme işlemi yapıyorum. İyi para veriyor.
— İnşallah doğru söylüyorsundur baba.
Eline yapışan kumları temizledikten sonra ceketinin cebinden bir kart çıkartıp babasına uzattı.
— Eğer fikrini değiştirirsen baba, bu numaradan ararsın beni. Gelir seni alırım.
Girişteki odaya yürüyerek kapının sürgüsünü açtı ve çıktı.

İbrahim Oğuz’un tutuklandığı günün akşamı

Ticari taksi, lüks restoranın girişine birkaç metre kala durdu. Kırlaşmış saçlarından kırklı yaşların sonlarına yaklaşmış olduğu belli olan bir adam ile genç bir bayan indi. Kapıya doğru yürürlerken adam sordu;
— Neler olduğunu söyler misin?
— Bir şey olduğu yok baba.
— Yol boyunca somurttun durdun. Aklına takılan nedir?
— Fazla ileri gittiğimizi düşünüyorum baba.
— Bu konuda takılmamanı söylemiştim değil mi? Düşünme bunları.
— Yapamıyorum.
Girişe iki metre kala kızın kolundan tutarak durdurdu adam.
— Bak! Uzun bir zamandan sonra birbirimize kavuştuk ve insan gibi yaşama fırsatı ele geçirdik. Böyle bir mekâna girmeyi daha önce hayal bile edemezdik. Lütfen bunları istemediğini söyleme bana.
— Biliyorum baba. Ama yaptıklarımız…
— Hadi ama. Sadece bize verilen bir işi yaptık o kadar. Hem biz yapmasak başkası yapacaktı.
— Haklısın aslında.
— Tabi ki haklıyım. Bu arada, bugün yaptığın rolde ödül alacak cinstendi. Hadi şimdi topla kendini. İçeride bir şey belli etme.
— O adamdan hoşlanmıyorum. Bakışları beni korkutuyor. Hem neden çağırdı ki bu akşam bizi buraya?
Muzırca gülümsedikten sonra,
— Yalnızca iş konuşmak için olduğunu sanmıyorum. Senin aksine onun senden çok hoşlandığından adım gibi eminim.
— Aman baba.
— Tamam, tamam. Dediklerimi unutma. Senin olaylardan bilgin olduğunu bilmiyor. İçeride normal davran ki sahtekâr herif kıllanmasın. Bir an önce paramızı alıp, kaybolalım ortalıktan.
Kapıdan içeri girdiklerinde kendilerini karşılayan görevliye;
— Suat Gencer Beyle randevumuz vardı, dedi adam.
— Buyurun efendim, sizi bekliyor.
Görevliyi takip ederek masasına gittiklerinde Suat Gencer ayağa kalkarak karşıladı konuklarını. Genç bayanın elini öptü önce;
— Hoş geldiniz Firdevs Hanım.
Ve babasının elini sıktı.
— Sizde hoş geldiniz Serkan Bey.
Sıradan bir sohbet havasında geçen yemek faslından sonra Firdevs, lavaboya gitmek için müsaade istedi. Masadan uzaklaşır uzaklaşmaz sohbetin konusu değişti.
— Beklediğimden daha iyi bir iş çıkardınız Serkan Bey. Bu iş, şimdiye kadar yaptıklarınızın Nirvana’sı olmalı. Size güvenmekle yanılmamış olduğumu görmek güzel.
Cevap vermeden önce, iki gözünü birden kapatıp açarak kendi memnuniyetini belli etti Serkan.
— Birkaç gram bal yapmak için yüzlerce çiçek dolaşan arının, önüne şerbet konulmuş gibi oldu aslında. Hazır, rahat ve birazda tembel işi… Planınız mükemmeldi.
Suat Gencer gülümseyerek konuşmasına devam etti.
— Bir profesyonel tarafından takdir edilmek güzel… Yalnız kafama takılan bir soru var. Olurda bir terslik çıkarsa, imitasyonları yaptırdığın kişilerin benimle ilgili bir bilgileri yok değil mi?
— Merak etmeyin Suat Bey. Kopyaları kalıba bizzat kendim döktüm. Eskitme işlemini yapan kişide eski bir dolandırıcı. Yıllarca turistik beldelerde, safa yatarak uyanık geçinenleri dolandırmış bu işlemle. Benimde aynı işi yapan biri olduğumu sanıyor. Sizinle ilgili en ufak bir bilgisi yok. Zaten bir ayağı çukurda…
— Öyle olsun. Umarım o çukuru genişletmek zorunda kalmayız.
— Siz hiç merak etmeyin.
— Pekâlâ, birkaç güne kadar paranı alacaksın. Ama öncesinde delil olabilecek her şeyi ortadan kaldırmanı istiyorum. Sonra bir süre ortadan kaybolman gerektiğini biliyorsundur umarım.
— Elbette Suat Bey… Dediğim gibi, siz hiç merak etmeyin.
Firdevs yanlarına geldiğinde konu kapanmış, havadan sudan muhabbete geri dönmüşlerdi bile.

* * *

İki gün sonra…
Tüyler ürperdiğinde

Tavandan gelen ayak seslerini duyduğunda, yattığı yerden doğruldu ihtiyar adam. “İsmail olmalı” diye geçirdi aklından. Duvarda ki saate göz attığında sekiz buçuk olduğunu gördü. Gülümseyerek söylendi. “Bu çocuk Pazar günleri dahi, geç kalkamıyor.”  Yüzünü yıkayıp ocağa çay suyu koydu. Yarım saat sonra kahvaltısını etmiş ve kıyafetlerini değiştirmiş olarak hazırdı. Dairesinin kapısını çekerek teras katına çıkmak için merdivenlere yöneldi.
Emekli öğretmendi. Ailesinden kalan iki katlı binanın alt katını kiraya vermiş, emekli maaşı ve kira geliriyle huzurlu bir yaşam sürüyordu. Eşi birkaç sene önce vefat etmiş, yolunu takip eden oğlu ve kızı farklı şehirlerde öğretmenlik yapıyorlardı. Uzakta yaşayan torunlarına duyduğu hasreti kiracılarının oğlu küçük İsmail ile gideriyordu. Aile alt katına taşındığından beri onları kendi ailesi gibi benimsemiş, yalnızlığın yükünü onlarla hafifletmişti. İki gün önce İbrahim’in başına gelen üzücü olaydan sonra İsmail’e ve annesine kendi evlatlarıymış gibi sahip çıkmıştı. Özellikle İsmail’in yaşanan olaydan etkilenmemesi için elinden geleni yapıyordu.
Bir iki soluklandıktan sonra teras katına vardı. Birkaç basamakta olsa merdiven çıkmak onu yoruyordu artık. “Yaşlılık” diye mırıldandı. Önceki yıl çatı yaptırarak dörtte üçünü kapattırdıktan sonra, kullanmadığı eşyalarını koyduğu bir nevi depo görevini görüyordu burası artık. Kapıdan içeri girer girmez İsmail yanına koşarak elinden tuttu.
  Musa dede, Musa dede gel.
Kendisini götürmeye çalıştığı yere ilerlerken, onun babasına ne kadar çok benzediğini düşündü. Küçültülmüş kopyasıydı sanki.
— Ne oldu yine? Mendel’in buruşuk fasulyesi, diye takıldı.
— Bezelyesi, diye cevapladı İsmail.
— Ne?
— Bezelyesi. Geçen sefer bezelyesi demiştin.
— Doğru ya, bezelyesi olacaktı zaten. Her neyse. Nereye götürüyorsun beni? Yine teleskopla uçan balonlarını mı izleyeceğiz?
İsmail’in en büyük eğlencesiydi aslında dedesi yerine koyduğu ihtiyar adamın teleskopuyla gökyüzünü incelemek. Babası tutuklandığından beri daha da düşkün olmuştu. Şimdiye kadar biriktirdiği harçlıklarıyla bir sürü uçan balon almıştı. Altına ayna bağladıktan sonra gökyüzüne salıyordu. Sebebini sorduğunda aldığı cevap ihtiyar adamın gözlerinin yaşarmasına sebep olmuştu. “Hani sen demiştin ya, yıldızlar aslında çok uzak. Işıkları bize ulaşana kadar yıllar geçiyor. Biz onların yıllarca önceki halini görüyoruz aslında diye. Bende düşündüm ki; balonlara bağladığım bu aynalar sayesinde belki gerçek suçluları görür, babamın kurtulmasını sağlarım. Hem o kadar uzağa gitmesine gerek yok. Bir hafta öncesini görmemi sağlayacak kadar uçsa yeter.” Balonların asla uzaya çıkamayacağını, hayalinin imkânsızlığını İsmail’e asla söyleyemedi ihtiyar adam. Küçücük bir çocuğun umutlarını yıkamazdı. İsmail’in cevabıyla düşüncelerinden sıyrıldı.
— Hayır, Musa dede, bak!
Sağ elinin işaret parmağıyla gösterdiği yöne baktı. İçlerine lüzumsuz eşyaları doldurup üst üste yığdığı kolileri gösteriyordu İsmail. Görmesi gerekenin ne olduğunu anlayamadı.
— Neye bakayım evlat?
— Kolilere sardığın banda bak Musa dede.
Cebinden uzak gözlüğünü çıkarıp taktıktan sonra, tekrar gösterdiği yöne baktı. Hala bir şey görememişti.
— Ne görmem gerekiyor evlat?
— Koli bandının boşta kalan ucuna hamam böceği yapışmış. Üç gün önce de görmüştüm. Kurtulacağını düşünmüştüm ama kurtulamamış. Aç susuz olmalı. Dönüşünü bekleyen bir ailesi olabilir. Onu kurtarmamız gerek.
— Çoktan ölmüştür bile.
— Hayır, hala yaşıyor. Antenlerini hareket ettirdiğini görebiliyorum. Sen gelmeden önce kurtarmayı denedim ama boyum yetişmedi.
— Pekâlâ, dedikten sonra bir eski masayı kolilerin yanına çekti ihtiyar adam. Yine üzerine eski bir tabure koydu. Şimdi boyun yetişir gibi görünüyor.
— Evet, ama onu zarar vermeden koli bandından nasıl kurtaracağım?
Biraz düşünüp çevresine bakındıktan sonra, ufak bir pet şişe buldu ihtiyar adam. Kuşların içmesi için teras kenarlarına bıraktığı kapların birinden içine biraz su doldurduktan sonra İsmail’e uzattı.
— Birkaç damla su bu sorunu çözer sanırım.
Önce masanın, sonra ihtiyar adamın düşmemesi için sımsıkı tuttuğu taburenin üzerine çıktı İsmail. Şişeden birkaç damla su damlattı koli bandının üzerine. Suyun yapışkanlığı gidermesiyle tek ayağı serbest kaldı hamam böceğinin. Biriken damlacıkları serbest kalan ayağıyla yuvarlayarak hortumuna yaklaştırdı. Kana kana içtiğini görebiliyordu İsmail. Birkaç damla daha su döktü. Tüm ayakları yapışkandan kurtulan hamam böceği bir alttaki kolinin üzerine düştü. Birkaç saniye olduğu yerde durduktan sonra hızlı adımlarla gözden kayboldu. Sevinç içinde yere indi İsmail.
— Yaşasın, onu kurtardık.
— Hayır, sen kurtardın. Yoksa ben bu ihtiyar gözlerle varlığını bile fark etmezdim. Hoş, fark etseydim de önemser miydim o da ayrı bir konu.
— Bence her canlı önemsenmeyi hak ediyor, dedi İsmail.
— Haklısın. Ve ne düşünüyorum biliyor musun?
Soran gözlerle baktı İsmail.
— Sen o böceğin kahramanısın artık. Tam ihtiyaç duyduğunda yetişen bir kahraman…
— Ama benim kahraman olabilecek hiçbir özel yeteneğim yok.
— Olması da gerekmiyor. Hiçbir karşılığı olmayacak olmasına rağmen ona yardım ettin. Bence asıl kahramanlık bu.
Bir süre suskun kaldı İsmail. Sonra sordu;
— Belki babama yardım edecek bir kahraman da çıkar değil mi Musa dede?
— Çıkar tabi. Neden çıkmasın? Hadi şimdi git annen seni hazırlasın da gösteriye geç kalıp biletleri yakmayalım.
— Tamam, deyip koşar adımlarla ihtiyar adamın yanından uzaklaştı İsmail.
Arkasından yaşlı gözlerle bakarken kötü ihtimal aklına geldiğinde tüyleri ürperdi ihtiyar adamın. Ağarmış saçlarını iki eliyle sıvazladıktan sonra mırıldandı;
— Ey büyük Allah’ım! Zayıf mahlûkuna dahi şefkat gösteren şu garibana merhamet et. Babasının suçsuzluğunu ortaya çıkar.

* * *

Ezan okunurken

Perdeler açıldığında, ışık oyunlarıyla oluşturulmuş bir kafes ve içinde yalvaran bir ses tonuyla konuşan bir kadın belirdi sahnenin ortasında. Ve metalik renkteki kıyafetleriyle rahatsız edici kahkahalar atan komik yüzlü iki adam. “Beni bırakın, ben size bir şey yapmadım” diye bağırıyordu kadın. Yalvarmalarının işe yaramadığını görünce, bu kez tehdit etmeyi denedi. “Albay Nakur yaptıklarınızı öğrenince, size en ağır cezayı verecek.” Metalik kıyafetli adamlardan biri gülerek cevap verdi. “Albay Nakur, kim bilir hangi galakside ki suçluların peşindedir şimdi?” Elindeki bol ışıklı cihazı kadının yüzüne doğrultarak; “Hem gelse bile onun da icabına bakarız merak etme sen.” Sözü biter bitmez ipler yardımıyla uçuyormuş gibi tavandan süzülerek inen Albay Nakur, seyreden çocukların alkışları arasında tüm süper kahraman kurgularında olduğu gibi, kötü adamları pataklayarak derslerini verdi.
Televizyon kanallarının birinde bir dönem dizi film olarak oynayan yerli süper kahraman tiplemesi Albay Nakur, beklenilen izlenme oranına ulaşamayınca yayından kaldırılmıştı. Karakteri canlandıran Ferhat Keskin çocuklara özel gösteriler düzenleyerek hayatını devam ettiriyordu. Bu gün ki gösteride onlardan biriydi. Az sonra seyirciler dağılmış, o da soyunma odasına geçmişti ki, görevlilerden biri kapıyı vurarak içeri girdi. “Sizinle görüşmek isteyen birileri var Ferhat Bey” dedi. Her zaman olduğu gibi, yine imzalı resmini isteyecek çocuklar olmalıydı. Hoşuna gitmese de onlar ekmek kapısıydı. Geri çevirmek olmazdı. “Peki, gönder içeri” diyerek çıkardığı başlığını tekrar taktı. Onlar Albay Nakur’u görmek istiyorlardı, Ferhat Keskin’i değil.
İçeriye dede torun olduklarını düşündüğü iki kişi girdi. Çocuğa dönerek imzalı bir resim uzattı. Al bakalım ufaklık. Sanırım bunun için geldin.
— Hayır, efendim, dedi çocuk Yani resminizi istiyorum tabiî ki de ben asıl başka bir şey istemek için yanınıza gelmiştim.
Şaşırmıştı Ferhat Keskin. Dedesi olduğunu düşündüğü ihtiyarın yüzüne baktı. İhtiyar adamın kaş göz işaretlerinden çocuğa olumsuz bir cevap vermemesi için hal diliyle yalvardığını gördü.
— Pekâlâ, ufaklık. Söyle bakalım ne istiyorsun?
— Ben aslında babam için sizden yardım isteyecektim. Çok meşgul olduğunuzu biliyorum efendim. Ama yardımınıza gerçekten ihtiyacı var.
— Nasıl bir yardım?
— Babam, işlemediği bir suçtan dolayı tutuklandı.
—Yanlış anlama ama insan işlemediği bir suçtan dolayı neden tutuklansın?
— Çünkü ona tuzak kurdular.
— Diyelim ki haklısın. Bu konuda benden yapmamı istediğin nedir?
— Tüm kahramanların yapması gereken şeyi… Gerçek suçluları bulmanı istiyorum. Böylece babamda kurtulmuş olacak.
— Hadi ama ufaklık… Albay Nakur’un hayali bir kahraman olduğunu anlayabilecek yaştasın. Benim kahramanlığım sadece kameranın ve perdelerin arkasında. Birazdan üzerimdeki kostümü çıkarıp sıradan hayatıma geri döneceğim.
— Biliyorum.
— O halde neden ben?
— Hayalide olsa tanıdığım tek kahraman sensin. Hem…
Bir süre sustu İsmail. Ferhat Keskin sözünün devamını merak etmişti.
— Evet, hem?
— Kahramanlık gösterileri yapan birinin, gerçek bir kahraman olmak isteyebileceğini düşünmüştüm.
Zorlukla yutkundu Ferhat Keskin. Kahraman olmak, suçluları yakalamak çocukluk hayaliydi. Dizi teklifini kabul etmesi de, yayından kaldırıldıktan sonra gösterilerle karakteri yaşatmaya çalışması da bu sebeptendi. Ufacık bir çocuk içini okumuştu sanki.
— Bak ne diyeceğim, dedi. Adresini ve telefonunu bırakırsan, birkaç polis dostum var. Onları arar, yapabilecekleri bir şey varsa sana bildiririm. Hem onlar gerçek kahramanlar.
Neşe içinde çoktan hazırlamış olduğu not kâğıdını uzattı İsmail. Bir eliyle kâğıdı alırken diğer eliyle İsmail’in yanağını sıktı Ferhat Keskin. Başlığını çıkarırken kapıya yönelen ikiliye bir soru daha sordu;
— Sahi ufaklık. Babanı neyle suçluyorlardı?
— Avukat anneme demiş ki; babamın çalıştığı müzede bazı tarihi paralar sahteleriyle değiştirilmiş. İki tanesini babamın üzerinde bulmuşlar.
Çıkarttığı başlık ellerinden kayıp yere düştü. Hayata karşı bu denli öfkeli olmasına sebep olan tezat, benzer bir sürümüyle tekrar karşısına çıkmıştı sanki.
— Kusura bakma ufaklık ama ya babanın bu olayla gerçekten ilgisi varsa?
— Dedem derdi ki. Yani Musa dedem değil köydeki dedem. “İbrahim gibi İbrahim olanı ateş yakmaz, İsmail gibi İsmail olanı bıçak kesmez. Benim babam İbrahim Oğuz, kendine ait olmayan bir şeyi asla almaz.
— Anlıyorum.
— Teşekkür ederim efendim.
Soyunma odasından çıkmak için kapıyı açtıklarında, yeni okunmaya başlayan öğle ezanını işitti Ferhat Keskin. Huşu içinde dinledikten sonra sadece kendinin duyabileceği bir tonda konuşmaya başladı;
— İbrahim gibi İbrahim olanı ateş yakmaz, İsmail gibi İsmail olanı bıçak kesmez. O zaman Ferhat gibi Ferhat olabilmek için benimde dağları delmem gerekiyor öyle mi?
Ellerini birleştirip yüzünde ve saçlarında gezdirdi.
— Ya o dağlar kendi kanından, canından birisiyse? Ey güzel Allah’ım! Ne olurdu, şu zavallı çocuk kadar bende babamın masumluğundan emin olabilseydim?

* * *

Ensesinde hissettiği derin acı ile ayıldı Serkan Kuru. Yummasına rağmen gözlerinin yanmasını engelleyemediği yoğun bir ışık vuruyordu yüzüne. Elleriyle yüzünü kapatma refleksi bağlı olduğu gerçeğini hissettirdi ona. Sarsıntılardan hareket halindeki bir araçta olduğunu anladı. Bir koltuğa sımsıkı bağlanmıştı.
— Neler oluyor, diye inledi?
— Demek kendinize geldiniz Serkan Bey, dedi yakınından gelen bir ses.
Sesin sahibini hemen tanımıştı.
— Bunu bana neden yapıyorsun Suat?
— Şahsi bir şey değil. Sadece benimle kurulabilecek tek bağlantıyı kesiyorum o kadar.
— Yani beni öldürmeyi mi planlıyorsun?
— Yapmayın Serkan Bey. Ben o kadar vahşi bir adam mıyım?
Elindeki şişeyi üzerine boca ettikten sonra;
— Bir otoyolda karşıdan karşıya geçmek çok riskli bir davranıştır Serkan Bey. Hele ki bu denli alkollüyken…
— Ağzıma bile sürmedim, seni aşağılık herif.
— Ama üzerinizdeki koku öyle söylemiyor.
Kafasını sağa sola çevirerek rahatsız edici ışıktan kurtulmaya çalışırken sordu;
— Bu ışık ne peki? Öldürmeden önce bana işkence mi etmek istiyorsun?
— Tavşanları nasıl avlarlar bilir misiniz Serkan Bey? Gece fenerle gözlerine ışık tutarlar, bu da onlarda geçici körlüğe neden olur. Oldukları yerden kıpırdayamazlar. Araçtan atladığınız da… Ki oldukça hızlı olacağız. Koşacak haliniz kalacağını sanmıyorum. Hem olsa bile, onlarca araç üzerine doğru gelirken onları göremeyecek, görseniz bile ne yöne kaçacağınızı bilemeyecek olmanız çok kötü olacak.
— Bu işten yakanı kurtaramazsın. Kızım her şeyi biliyor. Öldüğümü duyar duymaz polise gidip her şeyi anlatacaktır.
— Sanırım bunda da yanılıyorsun. Haydi, tatlım babana bir selam ver.
— Merhaba baba.
— Kızımı da mı kaçırdın, seni…
— Kaçırmak mı? Komik olmayın Serkan Bey. Bütün planı yapan kızınızdı zaten. Şu anda karavanı kullandığı için sohbete fazla iştirak edemedi.
— Yalan söylüyorsun? Kızım senden nefret eder.
— Onu gerçekten tanıdığınızı zannediyorsunuz değil mi? Ne büyük yanılgı.
Bir süre sessiz kaldı Serkan Kuru. Anlamaya çalışıyordu.
— Bunu babana neden yapıyorsun kızım?
— Neden mi yapıyorum? Sence neden yapıyorum baba?
Sesinin tonu yükseldi. Artık konuşmuyor, haykırıyordu.
— Annemle beni daha ben beş yaşındayken terk ettiğin için olabilir mi sence? Daha sekiz yaşındayken o ölünce yapayalnız kaldığım için olabilir mi? On sekiz yaşına kadar yetimhanelerde büyüdüğüm için olabilir mi? Ne dersin baba? Olabilir mi sence?
— Fakat…
— Sus baba! Boşuna konuşma. Beş sene önce yetimhaneden ayrılmak zorunda kalınca, kimsesizliğin acısını daha derin hissettim. Devletin yerleştirdiği işte çalışırken hep seni aradım baba. Beni aradığına fakat bulamadığına inandırmak istiyordum kendimi. İzini bulduğumda hiçte öyle olmadığını gördüm. İnsanlardan dolandırdığın paralarla gününü gün ediyordun. Bir kızın olduğu aklına bile gelmiyordu.
— Üzgünüm kızım.
— Üzgün olup olmaman artık bir anlam ifade etmiyor baba. O zamandan beri senden intikam alacağım bu anın hayalini kuruyorum.
Rahatlamış gibiydi. Dikiz aynasından içeriye göz attıktan sonra daha sakin bir ses tonuyla devam etti.
— Yetimhaneden ayrıldıktan sonra Suat’la tanıştım. O da bir süre yetimhanede yaşadığı için beni anlayabiliyordu. Bir aile tarafında evlat edinildiği için benden biraz daha şanslıydı. Önceki sene müzeye müdür olarak atandıktan sonra plan yaptık. Yer sorunu olduğu için sergilenemeyip depoda tutulan sikkeleri sahteleriyle değiştirecek ve koleksiyonculara satacaktık. Suat’tan şüphelenilmemesi için ayak işlerini yapacak ve gözden çıkarılabilecek birisi gerekiyordu. Aklıma direk sen geldin. Böylece bir taşla iki kuş vurabilecektik. Suat’a seni önerenin kim olduğunu hep merak ettin değil mi baba? Bendim, varlığını hiç umursamadığın kızın. Sende bu işe balıklama atladın.
— Hayatıma girdin, seni kabullendim.
— Kalacak bir evim ve biraz param vardı baba, senin kabullendiğin bunlardı. Üstelik suç konusunda en az senin kadar yetenekli olduğumu fark ettin. Yaşlanıyordun ve bana ihtiyacın vardı.
— Sen…
— Evet, baba ben?
— Sende annen gibi şizofrensin. Beni boğmaya çalışmıştı.
— Her neyse, dedi Firdevs umarsızca. Sikkelerin değiştiği eninde sonunda ortaya çıkacaktı. Bize bir suçlu gerekiyordu.
Suat Gencer söze karıştı;
— Bekçinin cebine verdiğim zarfı koymanı bu sebepten istedim. Bir gün öncede, banka hesabına kaynağını asla açıklayamayacağı bir miktar para yatırmıştım.
— Demek her detayı düşündünüz.
— Evet, baba, düşündük. Bekçi, senin eline bir şeyler sıkıştırırken, Çinçilya’nın evine girip çıkarken çekilmiş fotoğraflar isimsiz bir zarfın içinde polise postalandığında olayı çözdüklerini düşünecekler. Sadece yardımın nereden geldiğini bilmeyecekler. Yoksa böyle basit bir iş için sana ihtiyacım olmadığını performansımdan anlamışsındır.
— Ya önceki akşam yemek yediğimiz restoran. Onlarca şahit var. Suat’la bir bağlantımız olduğunu hemen anlayacaklardır.
— Yapmayın Serkan Bey, dedi Suat Gencer. O yemek benim en büyük savunmam. Hangi aklıevvel suç ortağıyla, o kadar şahidin huzurunda yemek yiyerek kendini deşifre eder? Ben sevdiğim kadını yemeğe davet etmiştim. Benden hiç hazzetmeyen babası da yanında gelmiş.
— Sizin birlikte olduğunuzu bile bilmiyordum.
— Maalesef, bunu yalnız siz biliyorsunuz.
Firdevs’e sordu;
— Tatlım, babanın benim hakkımdaki düşünceleri nelerdi?
— Maalesef seni hiç sevmiyordu hayatım. Elinden gelse bir kaşık suda boğardı.
— O zaman yemeğe neden seninle birlikte geldi?
— Bilemiyorum hayatım. Zaten onu çok fazla tanımıyorum. Birkaç aydır görüşüyorduk sadece. Sanırım seninle ilgili kötü planları vardı.
— Bekçiyle birlikte işledikleri suçu benim üzerime yıkmak gibi bir plan olmasın?
— Olabilir hayatım. Onu tanıdıkça, ondan korkmaya başlamıştım. Her şeyi yapabilecek bir karakteri vardı.
— Görüyor musunuz Serkan Bey? Ah pardon, ne kadar safım. Göremiyorsunuz tabi ki. Duyuyor musunuz diyecektim. Kızınızın şahitliği beni aklar yönde. Kızınız sizi bulduktan sonra onunla görüşmeye başladınız. Doğal olarak benimle de tanıştınız. Bende gayet iyi niyetle size, müzenin henüz gösterime dahi açılmamış bölümlerini gezdirdim. Ne de olsa evleneceğim kadının babasıydınız. Aklınıza müthiş bir plan geldi. Depodaki sikkeleri sahteleri ile değiştirerek koleksiyonculara satacaktınız. Bunun için önce gece bekçisini ayarttınız. Böylece sikkelerin kalıplarını çıkarttınız. Taklitlerini bastıktan sonra inandırıcı olması için onları eskitme işlemine tabi tuttunuz. En nihayet dört yüz adet sikkenin çoğunu sahteleriyle değiştirdiniz. Fakat beklemediğiniz bir durum oluştu. Rutin bir denetleme sırasında bu sahtekârlığı fark ettim ve polise haber verdim. Bekçi, değiştirdiği iki adet sikke üzerindeyken yakalanıp tutuklandı. Firdevs’in az önce bahsettiği fotoğraflar polise postalanınca tüm olayın sen, bekçi ve Çinçilya arasında tezgâhlandığı ve benim masum olduğum ortaya çıkacak. Tabi bu arada sen ölmüş olacağın için sikkelerin asılları asla bulunamayacak. Firdevs’le bende yaşadığımız üzücü olayların etkisinden kurtulmak için bir süre bu özel yapım karavanımla tatile çıkacağız.
— Pislik herif!
— Tatlım, babanın canı sıkılmış artık. İnmek istiyor. Yol müsait olduğunda haber verir misin?
— Tabi hayatım.
— Ne kadar yanlış bir seçim Serkan Bey… Tepeden tırnağa simsiyah giyinmişsiniz. Gelen araçlar üzerinizden geçene kadar sizi asla fark edemeyecek. Korkarım bulunduğunuzda sizden geriye fazla bir şey kalmayacak.
Sol eline aldığı keskin bir bıçakla koltuğa yaklaştı. Bağlı olduğu ipleri keserken devam ettiği konuşmasında başından beri takındığı kibar tavırdan eser yoktu.
— Göremediğini biliyorum, o yüzden peşin söyleyeyim. Elimde bir tabanca var. Yanlış bir hareketinde beynini uçururum.
Sonra yine o kibar tavrına geri döndü.
— Güzelim döşemelerin batmasını istemeyiz değil mi Serkan Bey? Şimdi ayağa kalk.
İkiletmeden ayağa kalktı. Başına gelecekleri kabullenmiş gibiydi. Yinede son bir kez şansını denemek istedi.
— Bunu babana yapamazsın kızım.
— Eğer azıcık bir babalık yapmış olsaydın, bunu sana asla yapmazdım baba. Arkamızdan gelen araç yok hayatım. Işıkları kapattığımda paketi yollayabilirsin.
Işıkların sönmesiyle birlikte karavandaki tuvaletin fiber kapısı aniden açıldı ve içeride bir boğuşma başladı. Hareketliliği fark eden Firdevs seslendi;
— Neler oluyor hayatım. İyi misin?
Kesik kesik çıkan sesiyle Suat Gencer cevap verdi;
— İçeriye birisi saklanmış.
Boğuşma devam ederken patlayan bir silah sesi duyuldu. Firdevs tekrar sordu;
— İyi misin?
— Galiba onu vurdum. Işıkları yak.
Işıkların yanmasıyla birlikte Firdevs’in feryadı duyuldu ve araç yalpalamaya başladı.
— Böcekler. Lanet olsun her yan hamam böcekleriyle dolu.
Firdevs’in zaman zaman gördüğü hayallerden biri olmalıydı.
— Karavanda böceğin ne işi var? Korktuğun için hayal görüyorsun. Sakın direksiyonu bırakma.
Sözünü tamamlamıştı ki araç taklalar atmaya başladı. Birkaç takla attıktan sonra tekrar tekerleklerinin üzerinde durdu. O sırada yaklaşmakta olan sivil görünümlü başka bir araçtan telsiz anonsu geçiliyordu.
— … nolu otoyolu araç trafiğine kapatın. Tekrar ediyorum. … nolu otoyolda ağır hasarlı bir kaza var. Yolu trafiğe kapatın.
Anonsun peşine araçtan inerek karavana koşan kişi Davut Keskin’den başkası değildi. Karavanın kapısını zorlukla açarak içeriye girdi. El fenerinin yardımıyla içeriyi incelerken, kendinde olan tek kişiyle göz göze geldiğinde şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı.
— Senin burada ne işin var?
—Asıl senin burada ne işin var baba?
Arkadan gelen başka bir kişinin daha sesi duyuldu;
— Durum nedir komiserim?
— Komiserim mi? Demek bunca zaman…
Hayatını ortaya koyarak ilk defa gerçek kahramanlık yapan Ferhat Keskin sözünü tamamlayamadan bayılmıştı.

* * *

Birkaç gün sonra İsmail ile Musa dedesi önemli misafirler karşılayacak olmanın telaşı içerisindeydiler. Mevsim normallerinin üzerinde seyreden hava sıcaklığı teras katında mangal yakabilmelerine olanak sağlamıştı. Katladığı gazete sahifelerini sallayarak ateşi körükleyen İsmail neşe içinde sordu;
— Gerçekten gelecekler değil mi baba?
Elindeki sürahiden kuşlar için bırakılmış kaplara su döken babası cevapladı;
— Davet ettiğimde geleceklerine söz verdiler oğlum. Merak etme birazdan gelirler.
İçi içine sığmayan İsmail Musa dedesine döndü;
— Biliyordum. Onun gerçek bir kahraman olduğunu biliyordum.
Gülümseyerek yanağını sıktı ihtiyar adam.
— Kahramanlar birbirlerini hissedebiliyorlar demek ki.
Babasının açıklama bekleyen bakışları duyulan zil sesiyle kapıya yöneldi.
Az sonra Davut Keskin ve Ferhat Keskin teras katına kurulan ziyafet masasının başköşesinde yerlerini almışlardı. Yiyecekler ve içecekler İsmail’in annesi tarafından masaya getirilirken Davut Keskin kendisinden açıklama beklediği belli olan insanları fazla bekletmedi.
— Yıllarca gizli görevlerde bulundum. Hırsızların, üçkâğıtçıların, dolandırıcıların arasında onlardan biri gibi yaşadım. Biliyorum, bu sebeple kendi ailemi oldukça ihmal ettim.
— Solunda oturan Ferhat’a dönerek üzgün bir bakış attı.
— Dilerim oğlum bir gün beni affeder.
Sağ kolu sargıda olduğu için, sol eliyle babasının masa üzerindeki elini tuttu Ferhat.
— Asıl sen beni affet baba. Hep asi bir evlat oldum. Seni hiç dinlemek istemedim.
Davut Keskin konuşmasına devam etti.
— Ama birçok ailenin parçalanmasını da bu görevler sayesinde engelledim. Neyse. Yaklaşık on ay önce, duyarlı bir koleksiyoncu tarafından merkezimize uyarı yapıldı. Müzede bulunması gereken Roma, Helenistik ve Osmanlı dönemine ait dört yüz adet sikke, resimleri üzerinden koleksiyonculara pazarlanmaya çalışılıyordu. Yaptığımız araştırmalar sonunda bu eserlerin hala müzede olduğunu anladık. İhbar asılsız görünüyordu. Ya birileri koleksiyoncuları dolandırmaya çalışıyordu. Ki bu, başarı şansı çok düşük olduğu için oldukça zayıf bir ihtimaldi. Ya da eserler gerçekten çalınacaktı. Böyle bir hırsızlığın içeriden bir bağlantı olmadan yapılabilmesi imkânsızdı. Müzede çalışanları ve bazı koleksiyoncuları takip altına aldık. Edindiğimiz bilgiler ve geçmişte farklı şehirlerde yaşanan benzer hırsızlıklar sikkelerin sahteleriyle değiştirileceğini öngörmemize sebep oldu. Bunun üzerine sizin Çinçilya diye duyduğunuz kimliğe büründüm. Evinin bir köşesinde yaptığı kimyasal işlemlerle paralara eski görünümü kazandıran ve bunu kürkü için beslediğini söylediği pekte sevimli olmayan hayvanlarla maskeleyen bir dolandırıcı. Birazda muhbirimiz olan koleksiyoncunun yönlendirmesiyle Serkan Kuru denen şahıs benimle bağlantı kurdu.
Şaşkınlıkla anlattıklarını dinleyen İbrahim’e döndü;
— İyi niyetinden ve duygusallığından faydalanarak kızıyla birlikte cebine iki adet sikke olan zarfı bırakan adam…
— Anlıyorum, dedi İbrahim.
— Getirdiği sikkelere eski görünümü vermemi istiyordu. Bu tarz eserlerin çıkarıldığı bölgelerde köylü kılığına girdiğini, gerçek değerini bilmiyormuş gibi görünerek tutturabildiği fiyata bilhassa yabancılara sattığını söylüyordu. Benimde geçmişte bu işi yaptığıma onu inandırarak güvenini sağladım. Serkan Kuru’nun kızı Firdevs ile Müze müdürü Suat Gencer’in uzun süreli bir birliktelikleri olduğunu öğrendik. Dolayısıyla Suat Gencer baş şüphelimiz haline geldi. Attığı her adımı gözlem altında tutuyorduk. İmitasyonları Serkan Kuru’ya teslim ettiğimde onunda Suat Gencer’e teslim edeceğini biliyorduk. Planımız gereği, değişim gerçekleştikten sonra eserleri müzeden çıkarmaya çalışırken suçüstü yapacaktık. Fakat beklentimiz gerçekleşmedi. Hakkında yanıldığımızı veya içeriden bir ortağı olduğunu düşünmeye başladık. Bu sırada beklemediğimiz bir olay gerçekleşti. Yaptığı rutin bir kontrolde bazı tarihi eserlerin sahteleriyle değiştirildiğini fark ettiğini polise bildirdi.
Tekrar İbrahim’e döndü.
— Tüm çalışanlara eş zamanlı baskın yapıldı. Üzerinde bulunan sikkeler ve banka hesabındaki anormal artış suçlunun sen olduğunu gösteriyordu. Suat Gencer temize çıkmıştı. Fakat yerine oturmayan taşlar vardı. Öncelikle senin Serkan Kuru ile hiçbir bağlantın tespit edilememişti. Suçlamaları da kesinlikle reddetmiştin. Sikkelerin cebine senin haberin olmadan konulduğunu iddia ediyordun. Serkan Kuru için tutuklama emri çıkartmadık. Onu takip ederek taşları yerine oturtabileceğimizi ve çalınan eserleri bulabileceğimizi düşünüyorduk. Kazanın yaşandığı akşam evime geldi. İmitasyonları turist kılığına giren polislere satmaya çalıştığına ve yakalanmaktan son anda kurtulduğuna dair saçma sapan bir hikaye uydurdu. Yaptığım iş için ödeme yaptı. Küpleri ve kullandığım kimyasalları yok etmemi istedi. Soran olursa onu kesinlikle tanımıyordum. Aracına çoktan takip cihazı yerleştirmiştik. Evden ayrıldıktan sonra onu uzaktan takibe başladık.
Önünde duran bardaktan bir yudum su içti.
— İsterseniz bundan sonrasını Ferhat anlatsın. Zira o akşam takipte olan yalnızca biz değilmişiz.
Yüzüne bakarken gözleri ışıldayan İsmail’e gülümsedi Ferhat. Sonra anlatmaya başladı;
— Öncelikle söyleyeyim. Ben tesadüflere asla inanmam. İsmail, babası için benden yardım istemeye gelmeden birkaç gün önce babamı ziyarete gitmiştim. Aramız uzun zamandır pekiyi değildi ve bende buna bir son vermek istiyordum. Kaldığı evde gördüklerimin ardından İsmail, babasına isnat edilen suçu söylediğinde başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü sanki. Kabul etmek istemesem de arada bir bağlantı olabileceği fikri beynimi kemiriyordu. Aynı günün gecesinden itibaren evini gözetlemeye başladım. Bir tek ziyaretçisi vardı. Serkan Kuru. Babamın bu olaylarla ilgisi varsa bağlantı noktası o olmalıydı. Kazanın gerçekleştiği gece yine babamın yanına gelmişti. Çıkışta arabamla onu takip ettim. Yenikapı da ıssız bir bölgeye aracını park ederek beklemeye başladı. Bir süre sonra bir karavan yaklaşık yüz metre gerisine park etti. Ben tam ortalarında kalmıştım. Karavandan inen şahıs yürüyerek yanına doğru giderken eğilerek kendimi gizlemeyi başardım. Konuşmaya başladıklarında sessizce aracımdan inerek karavana yaklaştım. O an için aklımdan tam olarak ne geçtiğini hatırlamıyorum ama içgüdülerim yaptıklarımı yapmaya zorluyordu sanki beni. Kapı koluna el attığımda kilitli olmadığını fark ettim. İçeriye göz atıp atmamak konusunda tereddüt içerisindeyken şahsın, kafasına vurarak Serkan Kuru’yu bayılttığını gördüm. Sonra nereden çıktığını anlamadığım bir bayanın yardımıyla onu karavana doğru sürüklemeye başladı. Görünmemek için mecburen içeri girdim. Seyyar bir ev olsa da saklanacak çok fazla bir yer yoktu. Mecburen tuvalet olarak tasarımlanmış bölüme saklandım. Az sonra onlarda geldiler. Göremiyordum fakat duyduklarımdan onu bağladıklarını anlayabiliyordum. Biraz sesli nefes alsam varlığımı anında fark ederlerdi. Sonra hareket ettik.
Bakışlarını tekrar İsmail’e çevirerek göz kırptı.
— Yol boyunca yaptıkları konuşmalardan babalarımızın müze soygunuyla bir alakalarının olmadığını, masum olduklarını anladım. Fakat bunu ispatlayacak tek kişiyi kaza süsü vererek ortadan kaldırmayı planlıyorlardı. Onlara engel olmalıydım. Serkan Kuru’yu araçtan atacakları esnada başka bir araç tarafından fark edilmemek için tüm ışıkları söndürdüklerinde harekete geçtim. Kendimi gerçekten Albay Nakur sandım herhalde biran. Boğuşurken silah patladı ve kolumdan yaralandım. Sonra kızın çığlıklarını duydum. “Böcekler” diye bağırıyordu. Sonra araç takla atmaya başladı. Gerçek miydi hayal miydi bilmiyorum ama gördüğü böcekler sayesinde hayatım kurtuldu. Gerisini zaten biliyorsunuz.
İsmail boynuna sarıldı.
— Teşekkür ederim Ferhat amca. Babamın suçsuz olduğunu ortaya çıkardın.
Sağlam olan koluyla sarıldı İsmail’e.
— Asıl ben teşekkür ederim. Senin sayende gerçek bir kahraman olabileceğimi öğrendim. Üstelik babasına kavuşan ve suçsuzluğundan emin olan sadece sen değilsin artık.

* * *

“Şüphesiz ki Allah hayâ edicidir, kerimdir. Kul elini ona kaldırdığında boş olarak geri çevirmekten hayâ eder.”

Ağırlanan misafirler ayrıldıklarında, ortalığı toplama işini İsmail ile beraber üstleneceklerini söyledi Musa öğretmen. İbrahim ile eşini de alt kattaki evlerine yolladı. Üzücü başlayan, ama kabul saatine denk gelen dualarla mutlu sona çok çabuk ulaşan birkaç gün geçirmişlerdi. Üç babanın çevresinde gelişen olaylarda, suçlu sanılan iki babadan birinin masum diğerinin de masumların hakları için savaşan bir polis olduğu anlaşılmıştı. En masum ve mazlum görünen babaysa, azılı bir suçluydu. Gördüğümüzü sandıklarımız, hiçte göründüğü gibi olmayabiliyordu demek ki.
Karavanla yaşanılan kazada ölen olmamıştı. Serkan Kuru ve Suat Gencer kazayı birkaç kırıkla atlatmış, tedavilerinin ardından parmaklıkların ardını boylamışlardı. Suat Gencer orijinal sikkeleri müzede, yalnızca kendisinin bildiği gizli bir bölmeye koyduğunu itiraf etmişti. Dosya kapandıktan sonra yurt dışına kaçırıp satmayı planlıyordu. Firdevs başından darbe aldığı için bir süre daha hastanede yatacaktı. Yapılan tetkikler sonucu cezai ehliyeti olmadığı anlaşıldığı için oradan da bir akıl hastanesine yatırılarak tedavi altına alınacaktı. Oğluyla aralarındaki buzlar nihayet eriyen Davut Keskin emekliliğini isteyerek torun sevmek üzere Ferhat’ın yanına yerleşmişti bile. Çinçilya’ları Belgrat Ormanına salmıştı. Yaşamayı başardılarsa, üreyip kimsenin farkında olmadığı küçük bir servet haline gelmiş olmalıydılar. İsmi olayla birlikte gazetelerde geçince Ferhat Keskin’e film teklifleri yağmaya başlamıştı. İbrahim Oğuz işine devam edecekti. Ama önce bir süreliğine izine çıkıp eşiyle birlikte memleketine giderek ihtiyar ana babasının ellerini öpmeyi planlıyordu. Babasından bir an bile şüphe etmeyen İsmail odasında sakladığı uçan balonları teras katından salarak azat etmişti.
— Artık söylememde bir sakınca yok. O balonların asla uzaya çıkamayacağını bilmelisin, dedi Musa dedesi. Hem çıkabilseydi bile istediğin uzaklığa gitmeleri, senin aynalardan dünyanın geçmişini seyretmen kesinlikle mümkün değildi.
— Biliyorum, dedi İsmail.
— Biliyor musun? O zaman neden, diyecek oldu?
— Köydeki dedem derdi ki; “Umudunu asla kaybetme, ufacık bir ihtimalde olsa sarıl ona. Duaların onu büyütüp, şekillendirecektir.”
Gülümsedi ihtiyar adam;
— Ne çok şey söylemiş, şu köydeki deden.
Bu kez gülümseyen İsmail oldu.
İhtiyar adam aklından geçenlerin verdiği neşe ile İsmail’in başını sıvazlayarak sözünü tamamladı.
— Ama doğruyu söylemiş. Dualarımız olmasa ne işe yarardık ki?

Faruk Yılmazer


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder