Sil baştan öğreniyorum konuşmayı…
Sahi, önce “anne” midir yoksa baba mı, bir bebeğin
dudaklarından dökülen ilk kelime? Ya hangisi olduğu, diğerinin sevincinden bir
parça eksiltebilir mi?
Eksiltmez elbet…
Ebeveynlerin, her sonuca razı geldiği hoş bir yarıştan
ibarettir bu durum…
Şimdi sil baştan öğreniyorum konuşmayı…
Fakat ağzımdan çıkacak ilk kelimenin ne olacağına
dair bir heyecan yok kimsede. Olması da beklenemez zaten.
Kırk beş yıllık zaman diliminde, söylememiz gereken
ne varsa söylemişizdir elbet. Belki de söylemememiz gerekenleri bile.
Aslında bu açıdan bakınca hedefe yürümemiz, lüzumsuz
bir gayretten ibaret. Oysa tercihimizi susmaktan yana kullanabilseydik, mihenk
taşı üzerinde iz bırakabilirdik belki.
Hayat devam ettiği için sil baştan öğreniyorum
konuşmayı…
Çokta ihtiyacım olduğunu düşündüğümden değil. Belki
garipsenmemek adına… Belki de, gıybetin nahoş kokusundan korumak için
insanları. “Taytay” teşvikine muhtaç değiliz Allah’tan, ilk adımlarını atan bir
bebek gibi… O masumiyeti korumak adına ne vermişiz ki zaten, emek gibi?
Uzun süreli bir ihmalin ardından nihayet tedavisi
tamamlanan dişlerimizin, durumdan intikam çıkarmasından ibaret durumumuz. “Sen
misin, bizi bu kadar ihmal eden” hesap soruşu yani? İki aylık süreçte, derdini
anlatabilecek kadar yabancı dil bilen turiste benzerken durumumuz, kaplamaların
tamamlanmasının ardından o da kalmadı. Aslında işlem biter bitmez ben konuştum
ama kimse ne dediğimi anlamadı.
İki ay uzun bir süre. Yiyemeden, konuşamadan,
düşünceleri toplayıp yazamadan geçen iki ay…
Yemek; yaşamak için mecburiyet.
Konuşmak; nispeten.
Yazmak?
Pek sanmıyorum…
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder