13 Ocak 2019 Pazar

Kendini Okuyan Sahifeler (Deneme)

Duyuyordu…
Dalları arasından akıp giden güz esintisi, bir şarkı öğretiyor gibiydi ağacın yapraklarına. Her kulağın duyamayacağı tonda, bestelenmemiş. Ya da bir ağıt… Cesaretini toplayıp, bedenini bir anlık özgürlüğe bırakan sararmış kardeşleri için.
Düşen yaprak, yüzünü yalayıp geçtiğinde ayırabildi gözlerini ancak semadan. Yolculuklarında, kapalı gözlerle bile seyredebildiği yıldızlar sanki yoktular. Oysa kimine örtü olan gece onlara ayna olurdu çoğu zaman. Aynı rüzgâr, aynı sözlerle; farklı zamanlarda, farklı hikâyeler anlatırdı.
Örtü, açığa çıkaran olabiliyordu kimi zaman. Doğaya can taşıyan rüzgâr, kimi zaman can alan… Sebepler, kabullenişimizi sağlayan iplikçiklerdi sadece.
Semadan arza taşıdığında bakışlarını yüzlerce, belki binlercesinin çağrıya kulak verdiğini gördü. Düşen her bir yaprak sanki güzün eliydi. Hâlbuki baharın ilk demlerinde her biri, dallarının en güzeliydi.
Suya atılan bir taşın oluşturduğu dalgalar gibi halka, halkaydı çevresini saran kalabalık. Mahreç ve konumları arasındaki mesafe, sözlerin ziyanına sebep olur endişesiyle saflarını sıklaştırmışlardı sanki. “Anlat” dedi kalabalığı yaran ses. Emir değil yakarı kıvamında. “Lütfen anlat.”
En zoru; bildiklerini anlatacak kifayette kelimelerin ten lügatinde bulunmayışıydı. Hiçbir kartelâ, hiçbir karışım gördüğü renklere yakın duramazdı. Artı ve eksinin cenderesinde sınırsız doğru değildi matematik, sadece parçasıydı. Kuralları; kural koyanın çizdiği hatta geçerliydi fiziğin.
Anlayamadığı tek gerçek; iki nota arasına bir es koymadan sonlanan yolculuğunun başarılı geçtiğini fark ettiren bu yakaza hali nasıl sinmişti topluluğa? “Lütfen anlat, tek göz kırpışlık sürede on yıl yaşlanan seyyah” dedi aynı ses. “Lütfen anlat.”
En yakınındaki gözlerden yansıdı, gördü aynadaki gözleri. Anladı…
Gelişi dönüş değil, döneceği yerden gelişti. On yıl geriye, fidan olduğu yıllara gelse de; olgunlaştıran bilgiyi omzuna yüklenmişti.
Görüyordu…
Ve anlatmaya başladı;
- Kapılar her zaman vardılar. Öncekiler, aşmaya her çalıştığında şahabı engelleyici buldular geçişe. Gâib peşinde koşmaktansa sarılsalardı geçmişe, yakıcı bulmayacaklardı belki kendileri içinde. Oysa o kadar genişti ki zaman boyutu; sonsuzluğa uzanma cürümünü gösteren Pi sayısı bile açılabilir pek çok kapı bulundururken bünyesinde, daldığım deryada geçit verenin olması gerektiğine inandım. Buldum da…
 Anlatmaya başlamasını isteyene döndü;
- Sen, uğultuya ilk güfteyi ekleyen… Sırrın ilki sendeydi. Ah! Okuyabilseydin kendini… Duymayı beklediğin, olduğun bedendeydi.
- Söyle neydi?
- Kardeşlerimizin arasındaydım, gelmeden önce beni bana yazdıkları geçmişe. Biri taşıyandı yükümüzü, “ah” etmeden.  Bir diğeri yaralamak yerine yararlı kılmak için, gövdesine sarılandı kurşunun. Biri masa, biri sandalye… Ve biri yakandı nefsini, şömine adını verdikleri cehennemde. Uykudaydım dönüşürken. O hale nasıl ulaştım hiç bilmedim. Ama sevinçliydim. Yapraklarımın hiç birini, bir daha rüzgâra teslim etmedim. Ciltlenmiştim. Ve sen oradaydın “İlk emir” adını vermişlerdi sana. Sen anlattın ben dinledim. “İkra”, sırrına erdim dinledikçe seni. Aldığım tat ve diğer kardeşlerimden aldığım bilgiler, yeni uyanışlara ve bambaşka âlemlere sürükledi beni. Mars gezegeni, Pi’nin gizemi, Çıngıraklı kadı, Bir annenin feryadı… Allah’ın bir kaderinden diğerine geçerek yaşıyorken kazayı, sırra vakıf oldu bilenler kendini okumayı.
Daha anlatacaktı belki, “ah bu çocukların dağınıklığı” diyerek odaya giren evin hanımının sesini duymasaydı. Ve kadın, açık bırakılmış balkon kapısını kilitledikten sonra sonbahar resmi çizilmiş sayfayı kapatıp kütüphaneye koymasaydı. Sırada o vardı. Bedenini kavrayıp yüzüne yaklaştırdı kadın.
- Bast-ı Zaman Hikâyeleri. İlginç bir kitap olmalı.
Neşelendi. Kendini okumaya eşlik edecek biri daha vardı kaderinde.
Ve zaten biliyordu…

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder