Duyuyordu…
Dalları arasından akıp
giden güz esintisi, bir şarkı öğretiyor gibiydi ağacın yapraklarına. Her
kulağın duyamayacağı tonda, bestelenmemiş. Ya da bir ağıt… Cesaretini toplayıp,
bedenini bir anlık özgürlüğe bırakan sararmış kardeşleri için.
Düşen yaprak, yüzünü
yalayıp geçtiğinde ayırabildi gözlerini ancak semadan. Yolculuklarında, kapalı
gözlerle bile seyredebildiği yıldızlar sanki yoktular. Oysa kimine örtü olan
gece onlara ayna olurdu çoğu zaman. Aynı rüzgâr, aynı sözlerle; farklı
zamanlarda, farklı hikâyeler anlatırdı.
Örtü, açığa çıkaran
olabiliyordu kimi zaman. Doğaya can taşıyan rüzgâr, kimi zaman can alan…
Sebepler, kabullenişimizi sağlayan iplikçiklerdi sadece.
Semadan arza
taşıdığında bakışlarını yüzlerce, belki binlercesinin çağrıya kulak verdiğini
gördü. Düşen her bir yaprak sanki güzün eliydi. Hâlbuki baharın ilk demlerinde
her biri, dallarının en güzeliydi.
Suya atılan bir taşın
oluşturduğu dalgalar gibi halka, halkaydı çevresini saran kalabalık. Mahreç ve
konumları arasındaki mesafe, sözlerin ziyanına sebep olur endişesiyle saflarını
sıklaştırmışlardı sanki. “Anlat” dedi kalabalığı yaran ses. Emir değil yakarı kıvamında.
“Lütfen anlat.”
En zoru; bildiklerini
anlatacak kifayette kelimelerin ten lügatinde bulunmayışıydı. Hiçbir kartelâ,
hiçbir karışım gördüğü renklere yakın duramazdı. Artı ve eksinin cenderesinde
sınırsız doğru değildi matematik, sadece parçasıydı. Kuralları; kural koyanın
çizdiği hatta geçerliydi fiziğin.
Anlayamadığı tek
gerçek; iki nota arasına bir es koymadan sonlanan yolculuğunun başarılı
geçtiğini fark ettiren bu yakaza hali nasıl sinmişti topluluğa? “Lütfen anlat,
tek göz kırpışlık sürede on yıl yaşlanan seyyah” dedi aynı ses. “Lütfen anlat.”
En yakınındaki
gözlerden yansıdı, gördü aynadaki gözleri. Anladı…
Gelişi dönüş değil,
döneceği yerden gelişti. On yıl geriye, fidan olduğu yıllara gelse de;
olgunlaştıran bilgiyi omzuna yüklenmişti.
Görüyordu…
Ve anlatmaya başladı;
- Kapılar her zaman
vardılar. Öncekiler, aşmaya her çalıştığında şahabı engelleyici buldular
geçişe. Gâib peşinde koşmaktansa sarılsalardı geçmişe, yakıcı bulmayacaklardı
belki kendileri içinde. Oysa o kadar genişti ki zaman boyutu; sonsuzluğa uzanma
cürümünü gösteren Pi sayısı bile açılabilir pek çok kapı bulundururken
bünyesinde, daldığım deryada geçit verenin olması gerektiğine inandım. Buldum
da…
Anlatmaya başlamasını isteyene döndü;
- Sen, uğultuya ilk
güfteyi ekleyen… Sırrın ilki sendeydi. Ah! Okuyabilseydin kendini… Duymayı
beklediğin, olduğun bedendeydi.
- Söyle neydi?
- Kardeşlerimizin
arasındaydım, gelmeden önce beni bana yazdıkları geçmişe. Biri taşıyandı
yükümüzü, “ah” etmeden. Bir diğeri
yaralamak yerine yararlı kılmak için, gövdesine sarılandı kurşunun. Biri masa,
biri sandalye… Ve biri yakandı nefsini, şömine adını verdikleri cehennemde.
Uykudaydım dönüşürken. O hale nasıl ulaştım hiç bilmedim. Ama sevinçliydim.
Yapraklarımın hiç birini, bir daha rüzgâra teslim etmedim. Ciltlenmiştim. Ve
sen oradaydın “İlk emir” adını vermişlerdi sana. Sen anlattın ben dinledim.
“İkra”, sırrına erdim dinledikçe seni. Aldığım tat ve diğer kardeşlerimden
aldığım bilgiler, yeni uyanışlara ve bambaşka âlemlere sürükledi beni. Mars
gezegeni, Pi’nin gizemi, Çıngıraklı kadı, Bir annenin feryadı… Allah’ın bir
kaderinden diğerine geçerek yaşıyorken kazayı, sırra vakıf oldu bilenler
kendini okumayı.
Daha anlatacaktı belki,
“ah bu çocukların dağınıklığı” diyerek odaya giren evin hanımının sesini
duymasaydı. Ve kadın, açık bırakılmış balkon kapısını kilitledikten sonra sonbahar
resmi çizilmiş sayfayı kapatıp kütüphaneye koymasaydı. Sırada o vardı. Bedenini
kavrayıp yüzüne yaklaştırdı kadın.
- Bast-ı Zaman
Hikâyeleri. İlginç bir kitap olmalı.
Neşelendi. Kendini
okumaya eşlik edecek biri daha vardı kaderinde.
Ve zaten biliyordu…
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder