13 Ocak 2019 Pazar

Yüksek Doz Mutluluk (Hikaye)


Aynadaki aksiyle göz göze gelmemek için özen gösterdi, elini yüzünü yıkarken. Aynı özeni, diş protezlerini takmaya çalışırken gösteremedi. Her biri ayrı kıymetli olsa da; hayat yolculuğu boyunca yolda bıraktığı çizgilerin kopyalarını, bir bütün halinde yüzünde görmek hoşuna gitmiyordu nedense…
            “Yolculuk” diye mırıldandı, öfkeyle. Götürdüklerine çok fazla kızmıyordu belki… Ama getirdikleri fena halde canını sıkıyordu.
Diş protezleri… Yakın gözlüğü… Baston…
Öfkeyle başlanan her işte olduğu gibi aksilikler ardı ardına geldi. Önce lavabonun aşınmış musluğu elinde kaldı. Sonra protezlerden birini yere düşürdü. Eğilip almaya çalışırken kafasını lavaboya çarpması başlı başına faciaydı. Diline kadar ulaşan isyan sözcüğünü, son anda yuttu.
“Madem öyle…” diyerek doğrulduktan sonra, rafta duran ilaç kutusuna uzandı. Zorlanarak açtığı kutudan iki kapsül aynı anda döküldü avucuna. Doktorunun uyarısını hatırladı;
“Günde, yalnızca bir tane içebilirsin.”
İki kapsülü aynı anda ağzına atarken tekrar söylendi;
- Boş versene…
* * *
Evlatlarının, doğum günü heyecanını yaşayan genç bir çiftin sevincine ortak oldu ihtiyar adam, birinci kapıda... İkinci kapıda, ilkokula yeni başlayan bir miniğin sevincine…
Tokmağını çevirdiği her kapı, farklı bir mutlu ana açıldı. Lise arkadaşlarıyla geziye giden mutluluk sarhoşu bir delikanlı… Yine üniversite sınavını kazanan… Askerden terhis olan… Sevdiği kadınla nikâhı kıyılan…
Hiç birinden, evvelki ziyaretlerinden aldığı hazzı alamadı. Sürekli daha fazlasını arıyordu. Gri bir kapının önüne geldiğinde hafızasını yokladı. Değil içine girmek, varlığından dahi haberi yoktu bu kapının. Merak ve şaşkınlık dolu hislerle tokmağı çevirerek içeri daldı.
* * *
Önünde durduğu kapıdan dışarı fırlayan genç adam, derin bir nefes çekti önce… Sağ elinin baş ve orta parmağını kullanarak şakaklarını ovması, pekte hafif sayılamayacak bir baş ağrısı nüksettiğinin deliliydi. İhtiyar adam, lavaboya doğru ilerleyen genç adamın peşine takılmadan önce, aralık kapıdan içeriye göz attı. İçerideki sahnenin hatırlattıkları, yüzünün buruşmasına sebep oldu. Olayın mantığına aykırı bu duruma, bir anlam veremedi. Oysa…
Az sonra, genç adamın elini yüzünü yıkadığı lavaboda, iki adım gerisindeydi. Aynadaki yansımasından yüzünü inceleyen genç adamı seyretti uzun uzun.
- Ama bu yanlış, cümlesi döküldü dilinden.
- Yanlış olan ne ihtiyar?
Şaşırdı. Pek çok “acaba” geçti aklından. Genç adam tekrar konuştu;
- Birkaç dakikadır beni izliyorsun. Söylesene yanlış olan ne?
Genç adamın kendisiyle konuştuğuna emindi artık.
- Beni görebiliyor musun?
- Elbette görebiliyorum. Hatta duyabiliyorum da. Şimdi soruma cevap verecek misin?
- İnanamıyorum. Bu daha önce hiç olmadı.
- Daha önce olmayan ne? Ne demeye çalışıyorsun?
Attığı adımla kısalttığı mesafeden ihtiyar adamın gözlerinin içine baktı genç adam. Hissettiği yakınlığa bir anlam veremedi;
- Dahası kimsin sen?
Yaşadığı şaşkınlığı üzerinden atamayan ihtiyar adam bir süre sessiz kaldı. Nihayet;
- Kim olduğum önemli değil, dedikten sonra duraksadı bir süreliğine.
Sonra devam etti;
- Aslında önemli…
- Allah aşkına ne diyorsun ihtiyar? Biraz açık konuş.
- Pişman olacağın bir adım atmadan önce, seni uyarmaya gelen bir iyilik meleği olarak düşünebilirsin beni.
Zoraki bir gülümsemenin ardından;
- Bütün tuhaflıklarda beni mi bulur, dedi genç adam, kafasını çevirirken?
Aynaya son bir bakış attıktan sonra;
- Bak ihtiyar! Önemli bir toplantıdan müsaade isteyip çıktım. Söylemek istediğin bir şey varsa şimdi söyle. Yoksa ben gidiyorum.
Derin bir iç çekişin ardından;
- Evet biliyorum. Önemli bir toplantı… Hatta en yakın arkadaşını, basit bir mevki için silip atacağın bir toplantı.
Genç adamın gözlerinde, anlık bir kıvılcım yandı ve söndü;
- Şimdi anlıyorum. Seni, o gönderdi değil mi? Şirket sahibinin önünde hatalarını yüzüne vurmamam için… Benim hakkım olan o koltukta, daha uzun bir süre oturabilmesi için…
- Hayır. Aslında sen gönderdin beni buraya. Daha doğrusu pişmanlıkların…
- Sözlerine bir anlam veremiyorum. Ben, kimseyi bir yere göndermedim.
İhtiyar adamın cevabı, kafasını daha çok karıştırdı;
- Şimdi değil zaten. Yaklaşık kırk yıl sonra…
- Bu gereksiz muhabbet fazla uzadı, dedi genç adam. Kapıya doğru ilerlerken, ihtiyarın dudaklarından dökülen son cümleyi işitti.
- Hiçbir makam, hiçbir mevki bir dostluğu bitirmeye değmez.
Cevap vermek için arkasını döndüğünde, ihtiyarın artık orada olmadığını gördü. Tekrar şakaklarını ovmasının ardından, “Hayal görüyorum galiba…” diye mırıldandı.
Az sonra toplantı salonunun önündeydi genç adam. İçeriye girdiğinde şaşkınlığı tavan yaptı. Biraz önce sohbet ettiği ihtiyar adam, salonun bir köşesinde tedirgin bakışlarla kendini süzüyordu. Üstelik ortamdaki hiç kimsenin, varlığından haberi yok gibiydi. Şirket sahibi, el hareketiyle söz hakkı verdiğini işaret etti;
- Eklemek istediğiniz bazı mevzular vardı sanırım…
- Evet, efendim vardı. Fakat düşündüm de, sizi meşgul etmeye değecek kadar önemli değil.
Boynu bükük, biletini kesmesini bekleyen dostunun, şaşkın bakışlarına gülümseyerek karşılık verdi. Neden vazgeçtiğini kendisi bile bilmiyordu aslında. Hayal mi, gerçek mi olduğuna karar veremediği ihtiyar adamdan etkilenmiş olmalıydı. Evet. Doğrusu buydu. Kabul etmek istemese de, etkilenmişti onun söylediklerinden. Ve bir kere daha düşünmüştü koridor boyunca ilerlerken.
- Peki, o zaman, dedi patronu. Toplantıyı bitiriyorum.
Toplantı salonun dağılmasının ardından, yanına gelen dostu;
- Ben zannediyordum ki… O koltuğu…
Önce görüntüsü kaybolmaya yüz tutan ihtiyar adama tebessüm etti genç adam, sonra bir el işaretiyle arkadaşının konuşmasını kesti;
- Hiçbir makam, hiçbir koltuk bir dostluğu bitirmeye değmez.
* * *
- Merhumun ölüm sebebi ne, dedi, elindeki evraklara bir şeyler karalayan polis, sağlık görevlisine.
- Yeni çıkan mutluluk haplarından, birden fazla içmiş olmalı. Bu aralar sıklıkla bu tip vakalarla karşılaşıyoruz.
- Şu deneysel ilaçtan mı bahsediyorsun? Yaşlı ve yalnız zenginlerin mutlu hatıralarına erişim sağlamak için kullandığı.
- Evet. Ta kendisi. Ne kadar mutlu olduğu bir ana gittiyse artık… Baksana! Sanki hala gülümsüyor.
- O zaman ölüm sebebine “yüksek doz mutluluk” yazalım.
Gerçektende mutlu vefat etmişti ihtiyar adam. Fakat hatıralarında saklı mutlu bir ana erişim sağladığı için değil. Bilakis hüzünle sonlanan bir hatırayı, bir yanlışı doz aşımı sayesinde, hayallerinde de olsa mutlu sonla takas edebildiği için.

Faruk Yılmazer

Sil Baştan (Deneme)


Sil baştan öğreniyorum konuşmayı…
Sahi, önce “anne” midir yoksa baba mı, bir bebeğin dudaklarından dökülen ilk kelime? Ya hangisi olduğu, diğerinin sevincinden bir parça eksiltebilir mi?
Eksiltmez elbet…
Ebeveynlerin, her sonuca razı geldiği hoş bir yarıştan ibarettir bu durum…

Şimdi sil baştan öğreniyorum konuşmayı…
Fakat ağzımdan çıkacak ilk kelimenin ne olacağına dair bir heyecan yok kimsede. Olması da beklenemez zaten.
Kırk beş yıllık zaman diliminde, söylememiz gereken ne varsa söylemişizdir elbet. Belki de söylemememiz gerekenleri bile.
Aslında bu açıdan bakınca hedefe yürümemiz, lüzumsuz bir gayretten ibaret. Oysa tercihimizi susmaktan yana kullanabilseydik, mihenk taşı üzerinde iz bırakabilirdik belki.

Hayat devam ettiği için sil baştan öğreniyorum konuşmayı…
Çokta ihtiyacım olduğunu düşündüğümden değil. Belki garipsenmemek adına… Belki de, gıybetin nahoş kokusundan korumak için insanları. “Taytay” teşvikine muhtaç değiliz Allah’tan, ilk adımlarını atan bir bebek gibi… O masumiyeti korumak adına ne vermişiz ki zaten, emek gibi?

Uzun süreli bir ihmalin ardından nihayet tedavisi tamamlanan dişlerimizin, durumdan intikam çıkarmasından ibaret durumumuz. “Sen misin, bizi bu kadar ihmal eden” hesap soruşu yani? İki aylık süreçte, derdini anlatabilecek kadar yabancı dil bilen turiste benzerken durumumuz, kaplamaların tamamlanmasının ardından o da kalmadı. Aslında işlem biter bitmez ben konuştum ama kimse ne dediğimi anlamadı.

İki ay uzun bir süre. Yiyemeden, konuşamadan, düşünceleri toplayıp yazamadan geçen iki ay…
Yemek; yaşamak için mecburiyet.
Konuşmak; nispeten.
Yazmak?
Pek sanmıyorum…

Faruk Yılmazer

Kendini Okuyan Sahifeler (Deneme)

Duyuyordu…
Dalları arasından akıp giden güz esintisi, bir şarkı öğretiyor gibiydi ağacın yapraklarına. Her kulağın duyamayacağı tonda, bestelenmemiş. Ya da bir ağıt… Cesaretini toplayıp, bedenini bir anlık özgürlüğe bırakan sararmış kardeşleri için.
Düşen yaprak, yüzünü yalayıp geçtiğinde ayırabildi gözlerini ancak semadan. Yolculuklarında, kapalı gözlerle bile seyredebildiği yıldızlar sanki yoktular. Oysa kimine örtü olan gece onlara ayna olurdu çoğu zaman. Aynı rüzgâr, aynı sözlerle; farklı zamanlarda, farklı hikâyeler anlatırdı.
Örtü, açığa çıkaran olabiliyordu kimi zaman. Doğaya can taşıyan rüzgâr, kimi zaman can alan… Sebepler, kabullenişimizi sağlayan iplikçiklerdi sadece.
Semadan arza taşıdığında bakışlarını yüzlerce, belki binlercesinin çağrıya kulak verdiğini gördü. Düşen her bir yaprak sanki güzün eliydi. Hâlbuki baharın ilk demlerinde her biri, dallarının en güzeliydi.
Suya atılan bir taşın oluşturduğu dalgalar gibi halka, halkaydı çevresini saran kalabalık. Mahreç ve konumları arasındaki mesafe, sözlerin ziyanına sebep olur endişesiyle saflarını sıklaştırmışlardı sanki. “Anlat” dedi kalabalığı yaran ses. Emir değil yakarı kıvamında. “Lütfen anlat.”
En zoru; bildiklerini anlatacak kifayette kelimelerin ten lügatinde bulunmayışıydı. Hiçbir kartelâ, hiçbir karışım gördüğü renklere yakın duramazdı. Artı ve eksinin cenderesinde sınırsız doğru değildi matematik, sadece parçasıydı. Kuralları; kural koyanın çizdiği hatta geçerliydi fiziğin.
Anlayamadığı tek gerçek; iki nota arasına bir es koymadan sonlanan yolculuğunun başarılı geçtiğini fark ettiren bu yakaza hali nasıl sinmişti topluluğa? “Lütfen anlat, tek göz kırpışlık sürede on yıl yaşlanan seyyah” dedi aynı ses. “Lütfen anlat.”
En yakınındaki gözlerden yansıdı, gördü aynadaki gözleri. Anladı…
Gelişi dönüş değil, döneceği yerden gelişti. On yıl geriye, fidan olduğu yıllara gelse de; olgunlaştıran bilgiyi omzuna yüklenmişti.
Görüyordu…
Ve anlatmaya başladı;
- Kapılar her zaman vardılar. Öncekiler, aşmaya her çalıştığında şahabı engelleyici buldular geçişe. Gâib peşinde koşmaktansa sarılsalardı geçmişe, yakıcı bulmayacaklardı belki kendileri içinde. Oysa o kadar genişti ki zaman boyutu; sonsuzluğa uzanma cürümünü gösteren Pi sayısı bile açılabilir pek çok kapı bulundururken bünyesinde, daldığım deryada geçit verenin olması gerektiğine inandım. Buldum da…
 Anlatmaya başlamasını isteyene döndü;
- Sen, uğultuya ilk güfteyi ekleyen… Sırrın ilki sendeydi. Ah! Okuyabilseydin kendini… Duymayı beklediğin, olduğun bedendeydi.
- Söyle neydi?
- Kardeşlerimizin arasındaydım, gelmeden önce beni bana yazdıkları geçmişe. Biri taşıyandı yükümüzü, “ah” etmeden.  Bir diğeri yaralamak yerine yararlı kılmak için, gövdesine sarılandı kurşunun. Biri masa, biri sandalye… Ve biri yakandı nefsini, şömine adını verdikleri cehennemde. Uykudaydım dönüşürken. O hale nasıl ulaştım hiç bilmedim. Ama sevinçliydim. Yapraklarımın hiç birini, bir daha rüzgâra teslim etmedim. Ciltlenmiştim. Ve sen oradaydın “İlk emir” adını vermişlerdi sana. Sen anlattın ben dinledim. “İkra”, sırrına erdim dinledikçe seni. Aldığım tat ve diğer kardeşlerimden aldığım bilgiler, yeni uyanışlara ve bambaşka âlemlere sürükledi beni. Mars gezegeni, Pi’nin gizemi, Çıngıraklı kadı, Bir annenin feryadı… Allah’ın bir kaderinden diğerine geçerek yaşıyorken kazayı, sırra vakıf oldu bilenler kendini okumayı.
Daha anlatacaktı belki, “ah bu çocukların dağınıklığı” diyerek odaya giren evin hanımının sesini duymasaydı. Ve kadın, açık bırakılmış balkon kapısını kilitledikten sonra sonbahar resmi çizilmiş sayfayı kapatıp kütüphaneye koymasaydı. Sırada o vardı. Bedenini kavrayıp yüzüne yaklaştırdı kadın.
- Bast-ı Zaman Hikâyeleri. İlginç bir kitap olmalı.
Neşelendi. Kendini okumaya eşlik edecek biri daha vardı kaderinde.
Ve zaten biliyordu…

Faruk Yılmazer

Edebi Füzyon (Deneme)

Görme engelli bir adam,  “körüm, yardım edin”  yazdırmış beyaz kartona.  Ve oturmuş insanların sıkça geçtiği bir köşe başına.  Alışkın oldukları bir metin olduğundan olsa gerek pek umursamamış kimse. Yapılan yardımlar umduğu gibi olmamış.  Oradan geçmekte olan genç bir bayan haline acıdığı için yazıyı değiştirmiş. Beklentisinin de üzerine çıkmış bu sefer yardımlar kör adamın. Genç bayan bir daha ki geçişinde nasıl olduğunu sorunca, teşekkürün ardından ne yazdığını sormuş kartona. “ Aslında aynı şeyleri yazdım” demiş kadın. “Ama farklı sözcüklerle… Güzel bir gün ve ben onu göremiyorum. ”
Bilimde, birkaç atom çekirdeğinin tek bir çekirdek halinde birleşmesi olarak tarif edilir füzyon. Hukukta, küçük bir mal varlığının büyük bir mal varlığının içine alınmak suretiyle, iki grup mal varlığının birleşmesi. İşletmecilikte, iki veya daha çok ticari şirketin alacak ve borçlarını birleştirerek, yeni bir ticari unvan altında birleşmeleridir. Ya edebiyatta?
Gözlerini kapattığında, göz kapaklarının içine yüklenmiş bir slayt gibi ilerlemeye başlar yazarın kurgusu, hayallerinde. Ve sessizlikte, fısıltılarını duymaya başlar, kahramanların diyaloglarının. Kemalata ulaşana dek görünür kaybolur ve sürekli fısıldaşırlar. Üretimin somutlaşması bundan sonra başlar. Noktalar birleşerek harflere, harfler kelimelere, kelimeler cümlelere dönüşür.
Ortaya çıkan metnin değerini; doğru atomlar seçilerek birleştirildiğinde büyük bir enerji açığa çıkaran füzyon reaksiyonu gibi, doğru harflerin, kelimelerin, cümlelerin seçimi belirler. Ve yıkıcı, yok edici bir yan etkisi yoktur üstelik edebi füzyonun.
Edebiyatın gücüne inanın. Yazılı edebiyatın gücüne… Çünkü o; sözlerin kulaktan girerek en fazla gümüş değerine yükselmesine ram olmaz, sessiz sahifelerin beyaz teninde sukutu kıskandıracak ayarda altına dönüşür.


Faruk Yılmazer

Güle Güle Dostum


Yaprak ağaçtan sıkıldığında sonbaharı bahane edermiş ayrılığa.
Gidiyor musun gerçekten?
Son bir söz söylemeden, veda bile etmeden öyle mi? Üstelik bir ben değilim yüz üstü bıraktığın. Daha dün barışmış olmasaydık, öyle bir küsecektim ki sana… Neyse.
Diyorlar ki; öğüt makamındaymışsın artık. Sen hep o makamdaydın dostum, bilmiyorlar. Hatırlar mısın? Benimki de soru mu? Hatırlarsın tabi. Hafızan hep benden kuvvetliydi. On yaşındaydık. Bulduğumuz dört bilyeyle marangoz Salih amcanın dükkânında bilyeli araba yapmıştık kendimize. Öndeki bilyelerin takılı olduğu çıtaya tek çivi çakmamı söylemiştin. İnadına iki çivi çakmıştım. Böyle daha sağlam oldu diye de baskın çıkmıştım üstelik. Çıtayı hareket ettiremediğimiz için sağa sola dönemiyor, dümdüz gidebiliyorduk sadece. Bir kez olsun “ ben demiştim “ demedin. Dahası içinde “ ben “ kelimesi geçen hiçbir cümle kurmadın sen.
Şimdi gidiyorsun ya; karar verdim “ ben olsaydım “ diye yorumda bulunmayacağım ardından. Sen olsaydın ne yapardın? Ömrümün hiçbir döneminde kurmadığım empatiye tavan yaptıracağım bugün. Biliyorum fazla vaktin yok. Zaten sorularıma cevap da vermiyorsun. O zaman paşa paşa dinleyeceksin.
Bir hafta sonu mahalleden birkaç arkadaş denize gitmiştik. Kumsalda uzanırken seyrettiğimiz bulutları sen dahil herkes zürafaya benzetmişti. Bir tek ben kuşa benzetmiştim de tekrar bakınca gerçekten benzediğini söylemiştin üstelik benim hiç görmediğim gagasını göstererek. Benim gözlerimle benden daha iyi görmüştün.
Ah dostum! Beceremiyorum. Sen, ben olmayı hep başardın; ben, sen olmayı başaramıyorum. Giden ben olsaydım, sen anlardın neden gittiğimi. Ben anlamıyorum, anlamakta istemiyorum. Hani planlarımız vardı. Hani daha dün, pazar etmeye karar vermiştik tüm sıkıntılarımızı en sebilinden. Hani bize kimse hor bakmayacaktı. Hani gözyaşımız bir daha akmayacaktı. Bak sende sözünü tutmadın işte.
İlk kirasını ve depozitosunu ödemiştik tutuğumuz dükkânın. Mağazalar zinciri kuracaktık. Sırça köşklerimizin ecelerini bulup aynı gün nikâh kıyacaktık. Cüzdanımıza bilet değil, depomuza benzin koyacaktık.
Şimdi sen her şeyi bir kenara bırakıp gidiyorsun öyle mi? Peki ben ne yapacağın sensiz?
Kaldır kafanı bak sokağa, sokak kurşun. Yetmezse içine çek havayı, hava kurşun. Kalemimi kırmış hakim, kalem kurşun. Minare gibi kaplansam, yine de bana yetmez ki. Tümünü kalıba döksem, ciğerini delen kör kurşun kadar etmez ki.
Güle güle dostum. Gözyaşlarıma aldırma. Sen olsaydım, bende aynını yapardım. Güle güle…
Tamamdır hocam.
- Er kişi niyetine

Gittin...
Arsız karabasanlar doldurdu gündüzleri bile,
eldivenli terziler narkozsuz dikti yaraları,
gözyaşının buğusunda çekti göz karelerini,
fırçasına inme indi ressamın,
sonra gittin...
İki metrekarelik, toprak altı zaman tüneline…

Faruk Yılmazer

Çorali'den...


Halk dilinde Eyyüb, incele incele ip olur.
Beklenmedik zamanlarda beklenmedik sözler söyleyen nev’i şahsına münhasır bir adamdı Çorali. Çorbacı Ali, Çorba Ali, Çorbalı derken; bir dönem yaptığı işle hemhal olan ismi yeni bir lakap türetmişti ona.
Sohbetini seven mahalle eşrafının davetiyle katıldığı bir akşam çayında, semtlerine yeni taşınan adaşı, genç bir şairle tanıştırdılar onu. Ne iş yaptığını sorduğu genç şairden “şiir yazarım” cevabını alınca bir süre suskun kaldı. Nihayetinde dayanamadı;
- Sen en iyisi kendine başka bir meslek daha seç evlat.
- Neden efendim?
- Şair Ali, Şiir Ali derken “şıracı”ya çıkarda adın, bozacıdan gayrı yoldaşın olmaz.

Yanlış ittifak karakoldan döner.
İl olma heveskârı iki ilçenin ileri gelenleri birlikte İstanbul’da bir dayanışma gecesi düzenlemek istiyorlardı. Gurbetçi hemşerilerinin de desteğini alarak seslerini daha iyi duyurmanın hesabını yapıyorlardı. Geceye davet edilen Çorali’nin cevabı net oldu.
- Yaptığınız hesabın içine İstanbul’u eklemeniz olumlu bir gelişme olmuş. Yalnız iki ilçenin de baş harfleri alfabetik sıraya göre İstanbul’dan sonra geliyor. Dolayısıyla bir süre sonra bu dayanışma bir rekabete dönüşecek. İstanbul her dönem ortada olacağına göre dayanışmayı alfabenin alt sıralarında kalan bir ilçeyle gerçekleştirmeniz daha mantıklı olurdu.

İşi ehline verin.
Nafakasını temin etmek için tekstil atölyelerini gezer, hafif defolu ürünleri uygun fiyatlara satın alır, cüzi bir karla pazarlarda satardı. Yine böyle bir gezi gününde gittiği firmanın sahibi normalden fazla bekletmişti Çorali’yi. Ofisten ayrılan oldukça yaşlı bir hanımın ardından görüşmeye girince sebebini öğrenmişti. Firma sahibinin yatalak annesine bakıcılık yapan kadın, memleketine döneceğini söyleyerek işten ayrılmıştı. Acilen yeni bir bakıcı bulunması gerekiyordu.
- Nasıl, gözün tuttu mu, yeni bakıcı adayını? Sence anneme bakabilir mi dedi, adam?
- Bakar bakmasına da… Siz yine de genç birini daha bulun. Gerekirse ikisine birden baksın.

Dermân arardım derdime, derdim bana dermân imiş.
Bir akşamüzeri, bekâr odasının bulunduğu sokağa girdiğinde neşeli hali esnafın gözünden kaçmamıştı. Birkaç gündür oldukça keyifsizdi. Yaşlılık, hastalık, fakirlik, kimsesizlik gibi pek çok dertle boğuşmasına yormuştu komşuları bu durumunu. Aralarında yardım etmek için ne yapabileceklerini konuşuyorlardı. Mahalle bakkalı yolunu çevirdi;
- Hayrola Çorali pek keyiflisin bugün?
Parçalanmak üzere olan ayakkabılarını işaret etti;
- Sağ ayakkabımın içine ufak bir taş girmiş herhalde. Yürürken hafif eziyet ediyor.
- İlahi Çorali. Durup çıkarsaydın ya iki dakika. Hem anlayamadım. Bunun için mi keyiflisin?
- Elbette, dedi. Birkaç gündür bütün işlerim yolunda gidiyordu. Sandım ki Rabbim benden yüz çevirdi. Hamdolsun, bir ümit var artık içimde. Hem bilmez misin su alçak olan yere akar, nerede dert varsa deva oraya koşar?

Faruk Yılmazer

Büyük Resmin Fırça Darbeleri (Makale)


Para ile silah arasındaki savaşın galibi kim olur bilmiyorum. Umurumda da değil açıkçası. Seçme şansım olsaydı, iki tarafın birbirini kırıp yok etmesini isterdim. Aslında tepe noktasında iki taraf olduğundan da çok emin değilim. Ne çok oyuncusu var şeytanın;
Pentagon…  
Yıllarca şehir efsanesi gözüyle baktığımız derin aileler… (Rothschild, Duponnt vs.)
 Kraliçe…
Siyonistler, Katolikler, Evangelistler ve daha bir sürü karın ağrısı… İnsanlık tarihi boyunca yaşanan helakler yetmemiş, bunların bazıları “Tanrıyı kıyamete zorlama” projesi peşinde.
Sahi, şu Amerikalı papaz, hangi tarafın adamı? Birileri, onun taraflar arasında santral görevi gördüğünü söylüyor. Yani hepsinin vazgeçilmezi…

Daha önce yazmıştık; dünyayı kendi haline bırakırsan, ne halin varsa görürsün. Dünya kaygımız olmasa da, biraz fazla kendi haline bıraktık dünyayı. Özellikle son yüzyılda…
Neydi? “Dünyayı kendi haline bırakırsan, ne halin varsa görürsün.”
Ne zaman bıraktık kendi haline? Cennetmekân Sultan 2. Abdülhamid Han’ı, kendi haline bırakıp uykuya daldığımız süreçte olsa gerek. Nasıl bir iğ battıysa artık elimize, tam yüzyıl sürdü bu uyku.
Bu süreçte bazıları hiç uyumadı. Darbe yedi, muhtıra yedi, darağacında can verdi uyuyanları uyandırmak adına. Fakat bünyeyi kaplamış zehrin gücünü uzun süre yenemedi.
Yüzyıl…
Sadakatsizliğin bedeli…
Bir toplumun komple yenilendiği zaman süreci…
Uyanış için ceza olarak kesilen fasıla…

Uyandık nihayet. Kısmen ve bir kısmımız belki.
Ama birçoğumuzun uyku sersemliğimiz hala geçmemiş görünüyor.
Önce patates beş lira oldu, sonra dolar.
Niye? İyi yönetilmiyor(muş)uz. Amerika istiyor, papaz kimlikli ajanı niye vermiyormuşuz? Amerika, denilen hepi topu üç asırlık uyduruk ülkeye nasıl kafa tutuyormuşuz? (Ver papazı, al papazı) Uyanamadık mı hala?
- Yok. Bizi artık uyutamazlar.
- Eyvallah. Peki, şu Filistin’li kız için ne düşünüyorsun? Hapisten çıkışında medya ordusuyla karşılanan…
- Delikanlı kız.
- Belki. Ama aynı gün, başka kızlar da serbest bırakıldı. Onları neden hiç görmedi medya? Kızın babasının, Suriye rejimini destekleyen açıklamaları? Yeni bir uyutma şekli olabilir mi?

Uzun süre aynı ilacı kullanan insan, zaman içerisinde o ilacın, artık bünyesine etki etmediğini fark eder. Yüzyıllılık uykunun ardından, yeniden uyku ilacı vermeye çalıştılarsa da, başarılı olamadılar. Ama rehavet geçmedi henüz… (Mit krizi, 17- 25 Aralık ve 15 Temmuz darbe girişimleri)
Şu rehavet, uykunun kendisi kadar bağlayıcı…
- Akdeniz?
- Ne alakası var?
- İpekyolu?
- Tarihte kaldı.
- Elitlerin liderlik savaşı?
- Bizi ilgilendirmez.
-Doğu Türkistan, Suriye, Filistin, Arakan, Mısır, Pakistan ve dinmeyen kan?
- Bize uzak?
- Daeş?
- ?
- Fetö?
- Hain.
- Pkk?
- Kahrolsun.
- Destek verenler, sempati duyanlar ve meclise taşıyanların eli, kundaktaki bebeği katledenlerinki kadar kanlı değil mi?
- İç siyasete girme.
- Sahipleri?
- Kim ki onlar?
- Döndük mü en başa? Git eline yüzüne bir su tut be kardeşim. Bari uyanık olanları esnetme.

Faruk Yılmazer

6 Ocak 2019 Pazar

Öteberi Çantası (Makale)


Hep fıkrayla bitirecek değiliz ya…
Bu sefer de, bir fıkrayla başlayalım yazımıza;

Devekuşuna “koş” demişler…
Ben “kuşum, koşamam” demiş.
O halde “uç” demişler…
Ben “deveyim, uçamam” demiş.

Deve mi yoksa kuş mu olduğuna karar verememiş bir mahlûkatın, ismiyle isimlenmiş kabare gurubunun, (Hani şu, yaşayan kurucu üyesinin, cumhurun başını tehdit etmeyi ifade özgürlüğü sandığı, tarihin tozlu raflarına kalkmış gurup.) bir oyunlarında, o günlerde çıkarılmış bir yasayı alaya almak için kullandıkları bir cümleden geldim buralara;

“Zararlı neşriyata, zamanında müdahale…”

Yasa, hala yürürlükte mi, uygulanıyor mu bilmiyorum?

Bildiğim; kırk beş yılı geride bıraktığım zaman diliminde şahit olduğum ilk poşet kavgası değil, bugün yaşananlar.
1986 yılında, küçükleri muzır neşriyattan koruma kanunu uyarınca, muzır neşriyatın poşet içerisinde satılması kararı alınmıştı. Ve bu yerinde karar sebebiyle, zamanın başbakanı rahmetli Turgut Özal’a bolca yüklenilmişti.
İşin ilginç tarafı; o gün poşete en çok karşı çıkanların, bugün poşete en çok sahip çıkanlar olması.

Naylon poşet kullanımının azaltılarak doğanın korunması adına alınan, poşetlerin parayla satılması kararı ne derece verimli olur, onu zaman gösterecek? Yalnız, bu geç kalmış girişimin çıkardığı gürültü, en azından bir kesimin bundan böyle daha duyarlı olacağının ispatı…
Alternatif çözümler üretilebilir miydi?
Muhtemelen üretilebilirdi. Hatta bu haliyle dahi, daha kabullenilebilir hale getirilebilirdi.
Öncelikle, geçiş döneminin daha uzun tutulabileceğiydi, şahsi kanaatim. Bu zaman diliminde de; yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları, büyük işletmeler gerekli ön hazırlığı yapabilirdi.
Kâğıt poşet, çok kullanışlı bez çanta, file benzeri alternatifler halka ulaştırılır, naylon poşetin vazgeçilmez olmadığına ikna edilebilirdi insanlar.
Birde, bu işte yalnızca vatandaşa yüklenilmesi yanlışı var tabi. En az, bizlerin ödeyecek olduğumuz yirmi beş kuruş kadar işletmelerden da kesinti yapılmalı ki, elimizi taşın altına hep birlikte koyabilmiş olalım.

Kim, derse desin. Doğayı korumaya mecburuz. Bu konuda yapılan girişimlere karşı çıkmak gelecek kuşaklara sıkılmış birer kurşundur.

Daha verimli olabilecek bir uygulama ortaya konuluncaya kadar;
“Hoş geldin, rahmetli anneannemin “öteberi” çantası.

Faruk Yılmazer