Ahir zaman alametlerinden birinin, zamanın çok hızlı akması olduğu söylenir. An itibariyle bu durumdan şikâyetçi olmayan tek bir kişi bile yok, görebildiğim kadarıyla. Bağlantılı olarak hem dünyada, hem Türkiye’de gündem de o kadar hızlı akıyor ki, hızına yetişebilmek mümkün değil.
Geçtiğimiz seneye
Elazığ’da yaşanan deprem felaketiyle başlamış, peşi sıra Van’da yaşanan çığ
felaketiyle bir kere daha kahrolmuştuk. Sonrasında, ilk olarak Çin’de ortaya
çıktığı söylenen ve kendi içinde pek çok alt gündem oluşturan Korana virüsü önce
sınırlarımızdan içeri sonra da gündemimize girmişti. Hatta henüz
sınırlarımızdan içeri girmeden gündemimize girdiğini de söyleyebiliriz.
İlk ikisi, doğal yollardan
oluşan felaketler olsa da, üçüncüsünün insan eliyle gerçekleştirildiği
neredeyse tüm dünyanın kabullendiği bir gerçek. Ve belki bu sebeple, korunma
yolları, aşısı, mutasyonu, bulaşma hızı, ölüm oranı, kısıtlamalar derken, diğer
gündemler ışık hızıyla gözümüzün önünden geçip gittiği halde; Korona, bir türlü
gündemden düşmüyor, düşürülmüyor.
Gezegeni sıfırlama
projesi olduğu… Aşırı abartıldığı… Dünya Sağlık Örgütü’nün de işin içinde
olduğu… Aşırı abartıldığı… Ekonomileri çökertme amacı güttüğü… Aşırı
abartıldığı… Bulaşma riskini azaltmak için kullanılan maskelerin, yarardan çok
zarar getirdiği… Aşırı abartıldığı gibi pek çok iddia mevcut…
Uzmanlığı olsun,
olmasın; önüne mikrofon uzatılan, eline kalem alan hemen herkes bu iddiaların
herhangi birinin ucundan tutarak konu hakkında yorumlarda bulunuyor ve
insanların zaten karışık olan kafasını daha da karıştırıyor. En büyük sıkıntıyı
da, aşırı abartıldığı doğru olsun veya olmasın hastalığın sebebi müsebbipleri
olan ve dahi üzerinden plan devşiren küresel çetelerin karşısında dik durmaya
çalışan ulusal devletler, hükümetler çekiyor. Zira aldıkları, alabilecekleri hiçbir
karar toplumun tamamını memnun etmez, edemez, edemeyecek.
Üçüncü Dünya Savaşının
biyolojik savaş olarak yaşandığı, yaşanacağı gerçeğini unutmadan… Sıradan
insanların gündemine giren iddiaları hükümetlerin bilmediği, üzerinde
konuşmadığı, önlemler almaya çalışmadığı zannına kapılmak tam bir safdillik.
Bana kalırsa; bizim hükümetimiz de dâhil olmak üzere tüm hükümetlerin yapmaya
çalıştığı, her iki seçeneğinde doğru olabileceğini değerlendirerek kararlar
almak.
Neticede bu salgın
gerçekten anlatıldığı kadar tehlikeliyse, aldıkları kararlarla halklarını
salgından korumuş… Eğer bir abartıdan yani bir fragmandan ibaretse, asıl film
başlamadan önce deneyim sahibi olmuş, vakti zamanı geldiğinde yapmaları
gerekeni öğrenmiş olacaklar. Küreselcilerin yaşadığı en büyük paradoks da bu…
Olabilecekleri gözlemlemek için yaptıkları deneyle, insanları istemeden eğitmiş
oluyorlar. Tıpkı, kırk yıldır besledikleri terörün, ordumuzun savaş yeteneğinin
körelmesine engel olması gibi…
Kaldı ki; korunma yolu
olarak Cumhurbaşkanımızın ön plana çıkardığı maske, mesafe ve temizlik
üçlüsünün üçüncüsü, yani temizlik imanın yarısı bizim inancımıza göre. İlk
ikisi de dolaylı olarak temiz kalmaya hizmet ediyor zaten.
Neyse. Geçtiğimiz
senenin gündem maddelerinden biri de, yine gündemden hiç düşmeyen, düşmeyecek
olan Ayasofya’nın seksen altı yıl sonra yeniden bir ibadethane olarak hizmete
açılması müjdesiydi. Her ne kadar belli bir güruh tarafından felaket algısı
yapılmış olsa da… Üzerinde yazılabilecek, konuşabilecek o kadar çok şey var ki,
bir köşe yazısına sığması mümkün değil.
Ve
hakikaten çok şey söylendi.
Çok şey
söyledik.
Lakin asıl
sorunun, kıraatımızda olduğunu uzun süre görmedik. Nefsimiz için dört elif
miktarı; ümmet için duayı, tabi med’de yükledik yıllarca.
Ne zaman
değişti? 15 Temmuz 2016 akşamı millet vasfını, ümmet vasfını taşıyanlar olarak
kalktığımız kıyamda, kıraatın hakkını verdiğimizde… Kavli duamızı, fiili duayla
tebdil ettiğimizde…
Bu açıdan
baktığımızda; zincirlerini, 15 Temmuz gecesi kırdı Ayasofya.
Elhamdülillah.
Ey
Ayasofya!
Ey muhteşem
mabet;
Özgürlüğünü
haykır… Özgürlüğümüzü…
Kördüğümün
çözüldüğünü…
Bir çağın
daha kapandığını…
Ta Kudüs’e
varsın sesin.
Elhamdülillah.
Yine
geçtiğimiz yılın önemli gündem maddeleri arasında, kardeş ülke Azerbaycan ile
Ermenistan arasında yaşanan; ülkemizin de desteğiyle yıllar sonra gerçek
sahiplerinin yani Azerbaycan’ın eline geçen Dağlık Karabağ bölgesinde yaşanan
savaş vardı.
Yabancı
haber ajanslarında da yazıldığı gibi, bu savaşın Azerbaycanlı kardeşlerimizden
sonra kazananı Türkiye’ydi. Ve gelecek yıllarda, ülkemizin bölgedeki
belirleyici rolünü sabit hale getirdi.
Bu senenin
en önemli gündem maddesi de; aile yapısına dinamit koyduğu için 20 Mart 2021
tarihinde Cumhurbaşkanımız tarafından çöpe atılan, İstanbul Sözleşmesi olsa gerek. Bakmayın siz
altına imza dahi atmadıkları bir sözleşmeyi kaldırdığımız için bazı ülkelerin
bizi eleştirdiğine. Biz, “Kadınlar size Allah’ın emanetidir.” diyen Hz.
Muhammed’in (S.A.V) ümmetiyiz. Bunu çocuklarımıza hakkıyla öğretebilsek yeter.
Öyle seksen dört maddelik çöp yığınına ihtiyacımız yok.
Kırsal bir
bölgede doğan… İsmi, ilk yaşını görmeden vefat eden dedesi tarafından konulan
Recep, “İlkokula başlayana kadar ismimi Yecep zannediyordum.” diyor ya hani,
“R” harfini telaffuz edemeyen anne ve babası yüzünden. Bize de, “Zavallı
Anadolulu” olduğumuz öğretildi yıllarca, son üç gündem maddesiyle aslında
”Muhteşem” olduğumuzu öğrenene kadar.
Fransa
Cumhurbaşkanı Macron, “Türkiye’nin seçimlerimize müdahale etmesinden endişe
ediyorum.” diyor ya hani… Batının, gerçekte kim olduğumuzu öğrenince, işlerin
tersine döneceği korkusu bu.
Ne diyelim?
Biz kim olduğumuzu öğrendik. Gerisini onlar düşünsün.
Zaman çok
hızlı akıyor. Gündem de öyle. Biz, dünyaya neden gönderildiğimizi ve kim
olduğumuzu unutmayalım yeter.
Selametle…
Faruk
Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder