Kahvaltı
masasının tek eksiği olan çayları dolduruyordu ki; yıllar önce, henüz on
yaşında bir çocukken, yine bir kahvaltı masasında babasıyla arasında geçen bir
sohbet düştü aklına Nagehan’ın…
“İnsanlar
ikiye ayrılır.” demişti babası. “Bardağın yarıdan çoğunu dem dolduranlarla,
yarıdan çoğunu su dolduranlar…”
İlerleyen
yaşıyla birlikte, insanları yalnızca insan olarak kabul etmeyip din, dil, ırk,
mezhep ve benzeri adlarla sınıflandıran…
Ve
bu sınıflardan kendine yakın olanlara pozitif, uzak olanlara negatif ayrımcılık
uygulayan kişiler tanımış; onlarla kıyasladığında, babasının yapmış olduğu
ayrımın ne kadar masum olduğunu anlamıştı.
“Ya
eşit dolduranlar…” demişti çocuk aklıyla…
“Onlar,
kaideyi bozmayan istisna…” demişti babası. Bir süre güldükten sonra, “Öyle
birine denk gelirsen sakın kaçırma, evlen onunla…”
Önce
bir tebessüm kapladı yüzünü… Ardından hüzün…
“Ah
babacım!” diye mırıldandı. “Bilsen, ne çok özledim seni…”
Nevi
şahsına münhasır bir adamdı babası. “Salı günü ölüm meleğiyle randevun var.”
deseler; rutinini bozmaz, Pazartesi sabahı kalkar, işe giderdi. Altmış beş yaş
üstünü koruma amaçlı konulan kısıtlamanın yaşattığı hissi, “Otoyolda doksan
kilometre hızla giderken el frenini çekmek gibi…” diye tarif etmişti sonraları.
Fakat memnundu, devleti tarafından gözetiliyor olmaktan… Ve yine, bedeninden
ziyade yorulan ruhunu dinlendirmekten…
Çayı
da, demi ve suyu eşit içerdi bu arada…
Haftalar
sonra hazırlamış olduğu ilk kahvaltı masasına, eşi Salih’i ve on iki yaşındaki
kızı Buse’yi çağırmaya hazırlanıyordu ki, odalar ile mutfağı bağlayan koridorda
fısıldaştıklarını gördü ikilinin. Çoktan uyanmış olmalıydılar. Ve kendisi için
hazırladıkları bir sürprizin peşine düşmüş…
Aile
hekimiydi Nagehan. Kendi hayatını hiçe sayarak ve ailesinden uzak kalmayı göze
alarak virüsle savaşan, on binlerce sağlık personelinden sadece biri… Haftalar
önce, aldıkları onca tedbire rağmen virüs taşıdığını bilmeyen tedbirsiz bir
hasta yakını tarafından kendisine Covid 19 virüsü bulaştırılmış ve tedavi
altına alınmıştı. Dikkati ve duyarlılığı sayesinde ailesi de dâhil olmak üzere
hastalığı kimseye yaymadan fark etmişti durumu. Neyse ki, ağır seyretmemişti
hastalığın etkileri üzerinde.
Öncesinde
de bir süre uzak kaldığı eşine ve kızına nihayet iki hafta önce kavuşmuş; sekiz
sene evvel vefat eden annesinin ardından, yaşayan tek akrabası olan babasını
görebilmek nasip olmamıştı bu zaman zarfında.
Evinde
geçirmesi gereken zaman süreci ve babasının da dâhil olduğu kısıtlama, aynı
mahallede oturuyor olmalarına rağmen görüşmelerine meydan vermemişti.
“O
iyi olsun da…” diye mırıldandı, özlemini bastırarak…
“Dünya
adını verdiğimiz gezegenin kabuğu kırıldığında, bakalım neler gelecek
başımıza?”
Samanyolu’nu,
kümese benzetirdi babası. Güneş sistemini de folluğa…
Bu
teşbihle, bir yumurta konumunda olan gezegen için; yaşananlar bir kırılma
değil, kabuğun içerden yoklanmasıydı sadece… Virüsün ortaya çıktığı ilk
demlerde yaptıkları telefon görüşmesinde, tecrübeyle koyduğu teşhise göre.
Gezegenimizle
savaşmaya devam edersek, kazandığımız anda kaybedecektik bu büyük muharebeyi.
Sakin
ve keyifli bir sohbet eşliğinde yaptıkları kahvaltının ardından, Buse’nin
pişirmiş olduğu kahvelerini içmek üzere balkona yöneldi karı koca. Kızının,
kendi başına kahve yapabildiğini bilmiyordu Nagehan. Şaşırmıştı. “Anne
yoksunluğu, ne kadar erken büyütüyor çocukları...” diye düşündü.
Bu
arada, baba kızın kaş göz hareketleriyle sürekli işaretleşmeleri gözünden kaçmadıysa
da, üzerinde durmadı. Kızlarının doğumunda, bütün bir odayı şişirilmiş
balonlarla dolduracak kadar sürpriz sever bir adamdı eşi, neticede… Çayını da,
demi ve suyu eşit içiyordu üstelik.
Bir
yüzü sokağa, bir yüzü caddeye bakan köşe binanın ikinci katında kahvelerini yudumlarken,
ortamın sakinliğinden huzur buldu. Sokağa çıkma yasağı, bir nefes alma fırsatı
sunmuştu sanki şehri İstanbul’a…
Önce
bir ekmek arabası geçti sokak yönünden… Sonra bir iki su arabası… Hizmet etmeye
devam etmesi gerekenleri taşıyan bir servis, caddeden…
Odadaki
guguklu saatin sesi duyulduğunda, vaktin on ikiye eriştiğini anladı Nagehan.
Birer birer açılmaya başlayan sokak yönündeki daire pencerelerinde ve
balkonlarda görünmeye başlayan çocuklar dikkatini çekti. Sağlık çalışanlarının
alkışlanmasına benzer, bilmediği bir etkinlik mi vardı acaba?
Merakla
sağına soluna bakınırken, sokağın uzak köşesinde beliren maskeli ihtiyar adama
takıldı gözleri. “Aman Allah’ım!” dedi. “Yoksa…”
O
ana kadar içeride durmayı tercih eden Buse, yanlarına gelerek küçük, kırmızı
bir cisim uzattı babasına. Dikkatli baktığında cismin, hakemlerin kullandığına
benzer bir düdük olduğunu anladı Nagehan. Neler olduğunu anlamaya çalışırken,
Salih kısa aralıklarla üç kere öttürdü düdüğü.
Evlerinin
pencerelerinden bir anda belirmelerine şaşırdığı çocuklar, ellerinde tuttukları
bardak benzeri kaba daldırdıkları halkalı çubuklara doğru üflemeye başladılar,
yine biranda... Neşeli halleri ve şen kahkahalarıyla tamamen aynıydılar. Hiçbir
fark yoktu, birini diğerinden ayıran.
Gökyüzü,
güneşinde etkisiyle pırıl pırıl parlayan baloncuk köpükleriyle dolduğunda,
sürprizin bu olduğunu anladı Nagehan.
Hangi
ara ayarlamış, ne zaman mahallenin çocuklarına dağıtmış ve bunca çocuğu nasıl
organize edebilmişti bilmiyordu ama devlet tarafından altmış beş yaş üstüne
verilen izin çerçevesinde; hem babasını görebilmesi için bir fırsat oluşturmuş,
hem de görsel bir şenlik eşliğinde Covid 19 un en büyük düşmanı sabun
köpükleriyle yıkatmıştı gökyüzünü, eşi.
Gözlerinden
yaşlar süzülürken, iyice yaklaşan babasına el salladı önce. Annesinin gözyaşlarına
dayanamayarak ağlamaya başlayan kızını kucakladı sonra.
En
son, bu muhteşem anı kendisine yaşatan eşine sarıldı;
“Sen…”
dedi. “Sen, benim tüm kaideleri alt üst eden istisnamsın…”
Zorlu
dönemlerde sığınılabilecek, en güvenli limanın aile olduğuna bir kere daha
inandı böylece. Ve bir ülke için; sağlık sektörünün, savunma sanayinden ayrı
tutulamayacağına…
Faruk
Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder