11 Nisan 2021 Pazar

Baloncuk Köpüğü (Hikaye)

Kahvaltı masasının tek eksiği olan çayları dolduruyordu ki; yıllar önce, henüz on yaşında bir çocukken, yine bir kahvaltı masasında babasıyla arasında geçen bir sohbet düştü aklına Nagehan’ın…

“İnsanlar ikiye ayrılır.” demişti babası. “Bardağın yarıdan çoğunu dem dolduranlarla, yarıdan çoğunu su dolduranlar…”

İlerleyen yaşıyla birlikte, insanları yalnızca insan olarak kabul etmeyip din, dil, ırk, mezhep ve benzeri adlarla sınıflandıran…

Ve bu sınıflardan kendine yakın olanlara pozitif, uzak olanlara negatif ayrımcılık uygulayan kişiler tanımış; onlarla kıyasladığında, babasının yapmış olduğu ayrımın ne kadar masum olduğunu anlamıştı.

“Ya eşit dolduranlar…” demişti çocuk aklıyla…

“Onlar, kaideyi bozmayan istisna…” demişti babası. Bir süre güldükten sonra, “Öyle birine denk gelirsen sakın kaçırma, evlen onunla…”

Önce bir tebessüm kapladı yüzünü… Ardından hüzün…

“Ah babacım!” diye mırıldandı. “Bilsen, ne çok özledim seni…”

 

Nevi şahsına münhasır bir adamdı babası. “Salı günü ölüm meleğiyle randevun var.” deseler; rutinini bozmaz, Pazartesi sabahı kalkar, işe giderdi. Altmış beş yaş üstünü koruma amaçlı konulan kısıtlamanın yaşattığı hissi, “Otoyolda doksan kilometre hızla giderken el frenini çekmek gibi…” diye tarif etmişti sonraları. Fakat memnundu, devleti tarafından gözetiliyor olmaktan… Ve yine, bedeninden ziyade yorulan ruhunu dinlendirmekten…

Çayı da, demi ve suyu eşit içerdi bu arada…

 

Haftalar sonra hazırlamış olduğu ilk kahvaltı masasına, eşi Salih’i ve on iki yaşındaki kızı Buse’yi çağırmaya hazırlanıyordu ki, odalar ile mutfağı bağlayan koridorda fısıldaştıklarını gördü ikilinin. Çoktan uyanmış olmalıydılar. Ve kendisi için hazırladıkları bir sürprizin peşine düşmüş…

Aile hekimiydi Nagehan. Kendi hayatını hiçe sayarak ve ailesinden uzak kalmayı göze alarak virüsle savaşan, on binlerce sağlık personelinden sadece biri… Haftalar önce, aldıkları onca tedbire rağmen virüs taşıdığını bilmeyen tedbirsiz bir hasta yakını tarafından kendisine Covid 19 virüsü bulaştırılmış ve tedavi altına alınmıştı. Dikkati ve duyarlılığı sayesinde ailesi de dâhil olmak üzere hastalığı kimseye yaymadan fark etmişti durumu. Neyse ki, ağır seyretmemişti hastalığın etkileri üzerinde.

Öncesinde de bir süre uzak kaldığı eşine ve kızına nihayet iki hafta önce kavuşmuş; sekiz sene evvel vefat eden annesinin ardından, yaşayan tek akrabası olan babasını görebilmek nasip olmamıştı bu zaman zarfında.

Evinde geçirmesi gereken zaman süreci ve babasının da dâhil olduğu kısıtlama, aynı mahallede oturuyor olmalarına rağmen görüşmelerine meydan vermemişti.

“O iyi olsun da…” diye mırıldandı, özlemini bastırarak…

 

“Dünya adını verdiğimiz gezegenin kabuğu kırıldığında, bakalım neler gelecek başımıza?”

Samanyolu’nu, kümese benzetirdi babası. Güneş sistemini de folluğa…

Bu teşbihle, bir yumurta konumunda olan gezegen için; yaşananlar bir kırılma değil, kabuğun içerden yoklanmasıydı sadece… Virüsün ortaya çıktığı ilk demlerde yaptıkları telefon görüşmesinde, tecrübeyle koyduğu teşhise göre.

Gezegenimizle savaşmaya devam edersek, kazandığımız anda kaybedecektik bu büyük muharebeyi.

 

Sakin ve keyifli bir sohbet eşliğinde yaptıkları kahvaltının ardından, Buse’nin pişirmiş olduğu kahvelerini içmek üzere balkona yöneldi karı koca. Kızının, kendi başına kahve yapabildiğini bilmiyordu Nagehan. Şaşırmıştı. “Anne yoksunluğu, ne kadar erken büyütüyor çocukları...” diye düşündü.

Bu arada, baba kızın kaş göz hareketleriyle sürekli işaretleşmeleri gözünden kaçmadıysa da, üzerinde durmadı. Kızlarının doğumunda, bütün bir odayı şişirilmiş balonlarla dolduracak kadar sürpriz sever bir adamdı eşi, neticede… Çayını da, demi ve suyu eşit içiyordu üstelik.

Bir yüzü sokağa, bir yüzü caddeye bakan köşe binanın ikinci katında kahvelerini yudumlarken, ortamın sakinliğinden huzur buldu. Sokağa çıkma yasağı, bir nefes alma fırsatı sunmuştu sanki şehri İstanbul’a…

Önce bir ekmek arabası geçti sokak yönünden… Sonra bir iki su arabası… Hizmet etmeye devam etmesi gerekenleri taşıyan bir servis, caddeden…

Odadaki guguklu saatin sesi duyulduğunda, vaktin on ikiye eriştiğini anladı Nagehan. Birer birer açılmaya başlayan sokak yönündeki daire pencerelerinde ve balkonlarda görünmeye başlayan çocuklar dikkatini çekti. Sağlık çalışanlarının alkışlanmasına benzer, bilmediği bir etkinlik mi vardı acaba?

Merakla sağına soluna bakınırken, sokağın uzak köşesinde beliren maskeli ihtiyar adama takıldı gözleri. “Aman Allah’ım!” dedi. “Yoksa…”

O ana kadar içeride durmayı tercih eden Buse, yanlarına gelerek küçük, kırmızı bir cisim uzattı babasına. Dikkatli baktığında cismin, hakemlerin kullandığına benzer bir düdük olduğunu anladı Nagehan. Neler olduğunu anlamaya çalışırken, Salih kısa aralıklarla üç kere öttürdü düdüğü.

Evlerinin pencerelerinden bir anda belirmelerine şaşırdığı çocuklar, ellerinde tuttukları bardak benzeri kaba daldırdıkları halkalı çubuklara doğru üflemeye başladılar, yine biranda... Neşeli halleri ve şen kahkahalarıyla tamamen aynıydılar. Hiçbir fark yoktu, birini diğerinden ayıran.

Gökyüzü, güneşinde etkisiyle pırıl pırıl parlayan baloncuk köpükleriyle dolduğunda, sürprizin bu olduğunu anladı Nagehan.

 


Hangi ara ayarlamış, ne zaman mahallenin çocuklarına dağıtmış ve bunca çocuğu nasıl organize edebilmişti bilmiyordu ama devlet tarafından altmış beş yaş üstüne verilen izin çerçevesinde; hem babasını görebilmesi için bir fırsat oluşturmuş, hem de görsel bir şenlik eşliğinde Covid 19 un en büyük düşmanı sabun köpükleriyle yıkatmıştı gökyüzünü, eşi.

Gözlerinden yaşlar süzülürken, iyice yaklaşan babasına el salladı önce. Annesinin gözyaşlarına dayanamayarak ağlamaya başlayan kızını kucakladı sonra.

En son, bu muhteşem anı kendisine yaşatan eşine sarıldı;

“Sen…” dedi. “Sen, benim tüm kaideleri alt üst eden istisnamsın…”

Zorlu dönemlerde sığınılabilecek, en güvenli limanın aile olduğuna bir kere daha inandı böylece. Ve bir ülke için; sağlık sektörünün, savunma sanayinden ayrı tutulamayacağına…

 

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder