Son kapıyı açmak için
hareketlenen görevliyi bir el hareketiyle durdurmasının ardından;
- Vazgeçtim, dedi.
Çıkmayacağım. Buraya getirin.
Kendisine refakat
edecek olan ikilinin yüzlerinde oluşan alaycı kıvrımları, kafalarını büyük
oranda örten başlıklarına rağmen görebildi. Sesinin tonunu sertleştirerek;
- Duydunuz değil mi?
- Evet efendim.
Üç adım geriye
çekilerek ara kapının kapanmasını bekledi. İki gökmen, mekiği terk ederken önce
başlığı, sonra koruyucu kıyafetini çıkardı.
Az sonra, yeryüzünden
milyonlarca kilometre uzaklaşmasının sebebiyle baş başaydı. Gözbebekleri
büyüdü;
- Buna bir açıklama
getirebilen var mı?
Mekiğin pilotu;
- Bilim adamlarımızın
bir paralel evren teorisi var ama…
Başını iki yana
sallayarak pilotun sözünü kesti;
- Eğer gerçekten bir
paralel evren varsa bile; ehlinin, bu sözde gezegen üzerinde takım elbiseyle
gezmeye kalkacak kadar çılgın olduğunu sanmıyorum.
Sözü kesilen pilot,
sessiz kalmayı tercih edince;
- Elle tutulur bir
fikriniz yok yani?
- Maalesef efendim.
- Ne kadar zamandır
burada olduğunu tespit edebildiniz mi?
- Mutlak soğuğa çok
yakın bir ısıda ve atmosfersiz ortamda bulunduğu için bunu tespit edebilmemiz
imkânsız. Bir hafta da olabilir. Yüz yıl da…
- Kendisinin, on yıl
daha yaşlı hali gibi duran kaskatı bedene son bir kere daha baktı;
- Ne yapacağımıza karar
verene kadar onu gemide muhafaza edin.
Yüz hatları gerildi ve
ses tonu olabildiğince sertleşti;
- Ve bu olay,
kesinlikle buradan dışarı çıkmayacak.
* * *
On
yıl sonra…
Konuşmasını, sorulacak
soruları ve danışmanlarının hazırladığı cevapları dijital ekrandan son bir kere
daha kontrol etti. Ve olası bir aykırı soru ile karşılaşması durumunda, destek
için hazır bekleyen ekibin kullanacağı görünmez teçhizatın çalışıp,
çalışmadığını… Bir sorun olmadığına ikna olmasının ardından antika boy
aynasının karşısına geçti. Kılık kıyafetini düzeltirken yukarıdan aşağı süzdüğü
yansıması; en başından beri beynini kemiren “Atladığım bir şey var.”
düşüncesinin yeniden canlanmasına sebep olsa da, kuruntu yaptığına karar vererek
umursamadı.
Online basın
toplantısının gerçekleşeceği alana doğru ilerlerken, eğitim ziyaretini
tamamlayarak fabrikadan ayrılmaya hazırlanan ilköğretim öğrencilerinden
birinin, onlara rehberlik eden görevliye sorduğu soruya kulak misafiri oldu.
- Neden bu kadar çok teleskop
çeşidine ihtiyacınız var?
Zeki bir beynin
kokusunu alma konusundaki mahareti duraksamasına sebep oldu. İstikametini
çoktan belirlemiş olan ayakları, yön değiştirerek öğrencilerin bulunduğu alana
taşıdı bedenini. Gelişini fark eden görevli;
- Uzay madenciliği
enstitüsünün başkanı Şeref Tosun Bey, cümlesiyle onu öğrencilere tanıtma gereği
duydu.
Sorunun sahibi gence
yanaşan Şeref Tosun, gencin sol kolunun askıda olduğunu fark etti;
- Neden kolun sargılı
genç adam?
- Düştüm. Doktor,
kolumda çatlak olduğunu söyledi.
- Doktor, çatlağı
tespit edebilmek için röntgen filmi çekti değil mi?
- Evet.
- Çünkü kırıklar ve
çatlaklar bu şekilde tespit edilebilir. Fakat insan vücudu sadece kemiklerden
oluşmuyor. Kas, damar, kan, irin, organlar ve daha pek çok şey var. Peki ya
çatlak değil de, bir kas yırtılması yahut organ hasarı olsaydı nasıl tespit
edecekti doktor?
- Farklı bir cihaz
kullanırdı sanırım.
- İşte cevap bu… Uzayın…
Daha doğrusu evrenin insan vücudundan pek bir farkı yok. Dolayısıyla tek tip
teleskopla tüm verileri tespit edebilmemiz mümkün değil.
- Anlıyorum efendim.
Bir süre sessiz kalan
öğrenci;
- Bir soru daha
sorabilir miyim?
- Hadi, sor bakalım.
- Evren, insan vücudu
gibiyse, kara delikleri gözlerimize benzetebilir miyiz?
Yine yanılmamıştı. “Eğitildiğinde
çok verimli olabilecek bir beyin.” Düşüncesi, nöronlarının arasında gitti
geldi. Üzerinde çok düşündüğü bu soruyu soran, gencin zekâ fışkıran gözlerine bakarken
kendisine seslenildiğini işitti.
- Şeref Bey, gazeteci
arkadaşlar toplantı için hazır.
Görevliye, gencin
iletişim bilgilerini almasını işaret ettikten sonra;
- Şimdi ayrılmam
gerekiyor. Ama istersen bu konu hakkında daha sonra uzun bir sohbet ederiz
belki…
İlerlemek için
hareketlendiğinde cam kapıdaki yansımasını gördü. Işığın göz kırpmasına benzer
anlık bir gelgitin ardından, “Belki de edemeyiz.” diye mırıldandı. Sebepler
kümesinden teğet geçerken…
Az sonra bağlantı
kurulmuş, davetli gazetecilerin avatarları toplantı salonunda belirmeye
başlamıştı bile. İstemediği bir ismin aralarına sızmış olması ihtimali
gerilmesine sebep olsa da, profesyonel bir ekibin tetikte beklediğini
anımsayarak nispeten rahatladı.
Bol sıfırlı rakamların
zikredildiği uzun bir konuşmanın ardından ilk sorular beklediği yerden geldi ve
cevap vermekte zorlanmadı. Avatar kullanırsa gösteremeyeceği sempatik
hareketler, nükteli cevaplar ve samimi pozlarla gazetecileri etkisi altına
almış görünüyordu. Ta ki avatarına aşina olmadığı bir isme sıra gelene kadar…
- Şeref Bey. Dünya
ülkeleri ile eşzamanlı olarak, ülkemizde Uzay Madenciliği işine giren ilk ve
haddizatında tek isimsiniz. Gezegenimiz üzerindeki maden rezervlerinin
tükenmeye başladığı günümüzde, ticari getirisi bir tarafa, insana hizmet
açısından dahi yaptığınız işin önemi inkâr edilemez. Ve devletimizin bu konuda
size vermiş olduğu sonsuz destek, elbette… Benim size iki sorum var. Birincisi;
Ülkemizin en varlıklı
ailelerinden birinin mensubusunuz. Ailenizin, nesilden nesle geçen yönetim
anlayışı sonucu şu an yönetim koltuğunda siz oturuyorsunuz. Otuz yıl evvel,
yani o koltukta henüz babanız oturuyorken Türkiye Uzay Programı açıklanmış;
babanız, zamanın hükümetini ağır bir dille eleştirerek ekonomi ile ilgili daha
önemli önceliklerimiz olduğunu belirtmişti. Uzay madenciliğinin, ekonomiye olan
katkısını günümüz şartlarında incelediğimiz zaman, o gün yaşananlar babanızın
öngörüsüzlüğü müydü? Yoksa yönetime gelir gelmez, devletin de katkısıyla bu işe
soyunan sizin, müthiş öngörünüz mü?
Diğer arkadaşların nedense
sormaktan özellikle kaçındığı ikinci soruma gelecek olursak; Yeryüzüne
getirebilmeyi başardığınız madenlerin önemli bir kısmını büyük meblağlar karşılığında
yurt dışına ve özellikle defalarca savaşın eşiğine geldiğimiz ülkelere kaçırdığınıza
dair bir suçlamayla karşı karşıyasınız. Basın toplantısı düzenleyeceğiniz
duyurulduğunda, bu konuda bir açıklamanız olacağını düşünmüştük. Fakat
konuşmanızda o konuya hiç girmediniz…
2021
yılının ilk çeyreğinde Türkiye Uzay Programı açıklandığında, çoğu vatandaş ülke
olarak bu işin altından kalkabileceğimizden şüphe ediyordu. İlgili bakanlığın
olağanüstü çalışmaları ve gerçekleştirilen tersine beyin göçü sayesinde, on yıl
gibi kısa bir zaman zarfında büyük bir yol kat edilmiş… Gelişmiş denilen
ülkelerle aynı seviyeye gelinmiş… Hatta daha ileri safhalara doğru yol
alınmıştı.
Savunma
Sanayi ile ilgili oldukça büyük projelerle meşgul olduğundan; devlet, daha önce
pek çok konuda yaptığı gibi Uzay Madenciliği konusunda da özel sektörle
işbirliği yoluna gitmiş… Ülkenin en zengin işadamlarını konuyla ilgilenmeye
davet etmişti. Şeref Tosun’un başında olduğu aile şirketi işi kabul etmiş,
devletin desteğini de arkasına alarak büyük başarılara imza atmıştı.
İyon
motorlu mekikler yardımıyla, uydumuz ay’dan, “helyum 3”madeni taşınmaya
başlanmıştı önce yerküreye. Daha güçlü motorlar yapılmaya başlandığında,
gözlerini Jüpiter ile Mars arasındaki asteroit kuşağına çevirmişti dünya
insanları. Özel olarak yapılmış gemilerle yakalanan küçük asteroitler, önce ay
yörüngesine sürükleniyor, daha sonra dünyaya ulaştırılıyordu.
İkinci
on yılın sonlarına yaklaşıldığında geliştirilen solucan deliği teknolojisi tam
bir devrimdi. Teknoloji; işin başında tek yönlü çalışması ve hücresel bozulmaya
sebep olması sebebiyle canlı transferine imkân vermese de, maden sevkiyatının çok
hızlı ve oldukça ucuz bir şekilde yapılmasına olanak sağladı.
Tüm
dünya ülkelerinden önce Şeref Tosun’un ekibi, cüce gezegen Ceres’e solucan
deliği açabileceği cihazları yerleştirmeyi başarmıştı. Böylece, kuşaktan
yakaladıkları daha büyük asteroitleri Ceres’in yörüngesine çekecek, sonrasında olağanüstü
bir hızda dünyaya gönderebileceklerdi.
Diğer
gezegenlerde kolonileşebilmenin önünü açan bu son hamle Şeref Tosun için bir
değişimin başlangıcı olmuştu. Artık kendini insanüstü olarak görmeye başlamış;
dünyayı ve hatta tüm evreni yönetecek bir güce ulaşabileceğini düşünmeye
başlamıştı. Bu yönde ülkesine ve dahi tüm insanlığa ihanet sayılacak pek çok
gizli antlaşmaya imza atmış, gezegeni resetlemeye çalışan gizemli teşkilatların
bir oyuncusu haline gelmişti. Kim bilir? Belki de, figüranlıktan oyunculuğa
terfi etmişti.
Fakat
Ceres’e çıkartma yapılan gün inanılmaz bir olay yaşanmış, ilk defa insan ayağı
değdiği düşünülen cüce gezegende bir insan cesediyle karşılaşmışlardı. İşin
daha da tuhaf olan tarafı, hiçbir koruyucu kıyafete sahip olmayan cesedin,
biraz daha yaşlı görünmesinin dışında, Şeref Tosun’un bire bir kopyası
olmasıydı. Durum kendisine bildirildiğinde, ilk kalkan uzay aracı ile Ceres’e
kadar gitmiş, olayı yerinde müşahede etmiş… Bir açıklama getiremeyince, cesedi
yok ederek olayı bir sır olarak saklamayı tercih etmişti.
Transferlerinin,
sadece devlet görevlileri gözetiminde yapılmasına izin verilen solucan deliği
teknolojisi son on yılda daha da geliştirilse de… Bilinmezlerinin çokluğundan
dolayı, hiçbir ülke sistemin insan transferinde kullanılmasına izin vermiyordu.
En azından uluslar arası antlaşmalar bunu gerektiriyordu.
Türkiye’de,
sistemin rapor edilenden daha fazla kullanıldığını ve bu gizemli seyrüseferlerin
gezegenler arası değil, yerküre üzerinde yapıldığını tespit eden devlet
görevlileri harekete geçmiş… Nihayetinde, Şeref Tosun’un elde edilen madenleri
yurtdışına kaçırdığı savıyla soruşturma başlatmıştı. Ceres’den yapılan
nakillerin her saniyesinin gözlem altında olması bu yönde illegal bir durum
yaşanmasına müsaade etmese de, gezegen üzerinde böyle bir kaçak operasyonun
yapılabilmesi gayet mümkündü. Ailenin, tüm mal varlığını yurtdışına taşıyor
oluşu da bunu ispatlar nitelikteydi.
“Değişmeyen tek şey,
değişimin kendisidir.”cümlesi kulağına çalındığında; ekibin vereceği cevabı
çoktan hazırladığını düşünerek derin bir nefes aldı Şeref Tosun. Avatarlara
dönerek cümleyi tekrarladı;
- Değişmeyen tek şey,
değişimin kendisidir.
Fakat sonraki cümle
beklediği istikamette değildi.
“Şeref Bey. Özel
harekât polisleri fabrikayı bastı. Bulunduğunuz alana doğru ilerliyorlar.”
- Özür dilerim
arkadaşlar, dedi gazetecilerin avatarlarına. Toplantıyı burada bitirmek
zorundayım.
Avatarlar birer birer
silinirken kendisini yönlendiren sese;
- Sistemi çalıştırın. Ada’ya
bir solucan deliği açın. Geleceğimi haber verin. Polisleri de oyalayabildiğiniz
kadar oyalayın.
Sistemin kurulu olduğu mekâna
doğru koşarken, yolculuğunu riskli hale getirebilecek tüm teknolojik aletleri üzerinden
söküp atmaya başladı.
Kan ter içinde istediği
yere ulaştığında, komutlarının çoktan yerine getirilmiş olduğunu görerek
rahatladı. Bağlantı da olduğu cihazları söktüğü için ekibin son cümlesini
duyamadı.
- Şeref Bey, durun. Kapı
Ceres’e açık. Kapatarak Ada’ya yol açabilmemiz için birkaç dakika beklemeniz
gerekiyor.
Koşarken çarptığı iki
işçiyi yere serdi ve yakalanmasına saniyeler kala “Artık burada işim bitti.”
Diye bağırarak kendini cihazın içine attı. Son anda onu elinden kaçıran polis
bir anlığına peşinden gitmeyi düşünse de, kararından çabuk vazgeçti. Düştüğü
yerden doğrulan işçilerden birinin yakasına yapıştı.
- Nereye gitti?
Kekelemeye başlayan
işçi;
- İnanamıyorum. Ceres’e
ekipman sevkiyatı yapıyorduk. Şeref Bey… Şeref Bey, üzerinde tek bir koruyucu
kıyafet bile olmadan Ceres’e gitti.
Takım elbiseyle
gezegenler arası seyahat yapan Şeref Tosun’un hayal kırıklığı, kaskatı kesilen
yüzüne sabitlendi. Atladığı… Daha doğrusu unuttuğu şeyin ne olduğunu geç de
olsa hatırladı. İhanetin imzasını attığı günlere geri dönmüş, on senede bir
tekrarlanacak döngünün içine hapsolmuştu. Görebildiği tüm uzayı, soğuğun
etkisiyle billurlaşan gözbebeklerine hapsederken, beyninde donan son hücre,
gözlerinin gerçekten kara deliğe dönüştüğünü düşündü.
Evet. Solucan deliği
vasıtasıyla “Ada” dediği malum ülkeye birkaç kez yolculuk yapmıştı Şeref Tosun.
Fakat bu yolculukların sorunsuz yapılmış olması, her zaman sorunsuz olacağı
anlamına gelmiyordu. Özellikle canlı nakliyatında risk çoktu ve bir güneş
parlaması, henüz keşfedilmemiş madenlerin yan etkisi yahut hiç akla bile
gelmeyecek bir değişken yalnız mekânda değil… Zamanda dahi yolculuk
yaptırabilirdi insana.
Şeref Tosun’un, on yıl
öncesine, sistemin Ceres’e kurulduğu güne yaptığı yolculuk, bunun…
Aile olarak, önce karşı
çıktıklarına, maddiyat kokusu aldıktan sonra sarılmaları, ikiyüzlülüklerinin…
En başında ve en
sonunda yapılan yanlışlar, aidiyetin başka bir yere hissedildiğinin ispatı,
göstergesi olsa gerekti…
Bu ülke insanının önüne
hedef konulduğunda; baskılara, engellemelere ve hatta ihanete rağmen yolundan
dönmeyeceğinin ispatı olan program başka isimlerle yoluna devam etti. Güzel
ülkemizi döngülere hapsetmeye çalışan tüm güçlere inat…
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder