Doktorun, ses tonuna yansıyan teessürü, esnemek kadar bulaşıcıydı belki… Yine de, anlık bir tebessümü simasına nakşeden o hatıraya yetişememişti hızı.
Yıllar öncesinden
bir demdi, o an;
Hanımının, sabah ezanıyla birlikte araladığı perde
ve açtığı pencere, haneye melekleri davet içindi belli ki…
Ya şakaklarındaki yaşa gizlenmiş, gözlerini alan
yakamoz? Yeter gelir miydi, sebep olarak ay ışığı, ömrünce deryada yunmamışa?
Gelmezdi.
Biliyordu.
Kendisi de, aynı derinlikte nefessiz kaldığında, her
şeyin sahibine sığınıyordu.
Kadıncağızın, dört eşit parçaya böldüğü elmanın çekirdeklerini hassasiyetle çıkartarak cebinden çıkarttığı şekerleme kutusuna koydu.
-
Tahminen ne kadar vaktim var Doktor Bey?
- Altı ay… En
fazla bir sene Bekir Bey… Üzgünüm.
Kuluçka dönemini
tamamlayan virüs gibi, yüzüne ve sesine sirayet etmişti aynı teessür, nihayet.
- Yeterli değil.
- Anlayamadım.
- Önemli değil. Allah’tan
ümit kesilmez, dedim sadece…
Muayenehaneden
ayrılırken, hastalığını ilk öğrendiği anda yüzünde beliren anlık tebessüm tekerrür
etti. Beş sene önce kaybettiği hanımının, gülümseyen yüzü gelmişti gözlerinin
önüne tekrar.
- Biliyorum,
özledin hatun, diye mırıldandı. Ben de çok özledim. Ama geliyorum, merak etme.
Bir sürpriz olmazsa, aynı yoldan hem de…
* * *
Dükkânlar… Park
alanı… Yeşillendirilmiş toprak alan… Yol…
Birbirine
paralel ilerleyen dörtlünün oluşturduğuna benzer adacıklardan oluşuyordu
Toptancılar Sitesi.
İçinde bulunduğu
otobüs, site içindeki ilk durağa yanaştığında, kolundaki saate göz attı siyah
bereli adam. “Daha vakit var.” Diye mırıldandı, inmek için adımını attığı
basamakta. Üzerindeki koyu renkli kıyafetle takım olmuştu, günün aydınlanmadan
önceki son hali.
Site camiinin
aksi istikametine doğru yürüdü bir süre, yeşil alana paralel. Sonra durdu.
Aradığı her neyse, onu bulmuş olmalıydı. Çömeldi. Nasırlı elleriyle, toprakta
ufak bir çukur açtı. Bir şekerleme kutusundan çıkardığı elma çekirdeğini çukura
şefkatle yerleştirdikten sonra, uyuyan evladının üzerini örten bir baba
edasıyla üzerini örttü. Montunun sağ cebinden çıkarttığı bir pet şişeden, can
suyunu vermesinin ardından doğruldu.
“Bu ada da,
tamam.” Cümlesi dudaklarından dökülürken başlamıştı müezzin, uykudan hayırlı
olana davete…
* * *
İlk hamlesinde
sabitleyememişti, şemsiyesinin metal ucunu, yürüyen merdivenin metal basamağına.
Baston niyetine… Kaymıştı.
İki saniyeyi
aşmayan bir bekleme süresi ve ardından ikinci deneme… Bu kez, on ikiden tutturmuştu
hedefini ihtiyar adam. An’dan, az daha uzun olan bekleme süresi yetmişti yine
de, arka sıradakilerin homurdanmasına.
“Tıpkı
paratonere benziyor.” Dedi, genç bir adam, yanındaki arkadaşına… Sevimsiz bir
sırıtmanın eşliğinde…
Zirveye
tırmanışının kerametini kendinden bilen, o metal basamağın kibirli edası,
katlanarak girdiği karanlık geri dönüş yolunda son buldu. Arka sıradaki başka
bir yolcunun, “Belki de, yaşantımızla üzerimize çektiğimiz yıldırımları onlar
savıyordur.” diye kurduğu cümlenin ardından da, gencin sırıtması.
Hızlı tramvaydan
indiği durakla, ulaşmaya çalıştığı adres arasında beş dakikalık bir yürüme
mesafesi vardı. Yol üzerindeki toprak alanlarda; çevrelerini saran beton
soğukluğuna inat büyümeye çalışan taze fidanlara gülümseyerek aştı mesafeyi,
ihtiyar adam. Sağ elini yumruk haline getirerek çaldığı köhne evin zilsiz
kapısını, güler yüzlü bir delikanlı açtı.
- Hoş geldin
Bekir amca. İçeriye buyur.
- Yok evladım.
Sizin çalışmanızı bölmeyeyim, derken ceketinin cebinden çıkarttığı iki adet
zarfı gence uzattı. Bunlar sizin…
Arkadaşının
dönüşü uzun sürünce, içeride ders çalışan diğer genç de kapıya kadar gelmişti,
merakla. Ziyaretçilerinin kim olduğunu görünce, o da aynı tatlı dille içeriye
davet etti. Hızlı tramvay da ki gençlerle aralarında, edepten bir dağ olduğunu
düşündü ihtiyar adam. Diğer gencin davetini de nazik bir şekilde reddettikten
sonra, bir şeyler söylemek ister gibi oldu. Sonra vazgeçti. Uzaklaşırken;
- Allah’tan ümit
kesilmez, dediği duyuldu sadece.
* * *
Amasya, Gala,
Golden, Starking…
Kırmızı, Sarı,
Yeşil…
Tatlı, Ekşi…
Henüz siyasete
girmediği dönemde, kooperatif başkanı olarak inşaatına başladığı ve bir süre
yönetim koltuğunda oturduğu siteyi ziyarete gelen Çevre ve Şehircilik Bakanının
gözleri, neredeyse sitenin tamamına yayılan elma ağaçlarına takılmıştı.
- Güzel
düşünmüşsünüz, dedi halefine. Sitenin
ismini, Elmalı Site olarak değiştirseniz yeri var. Sizin fikriniz miydi?
- Aşılatarak,
meyve vermelerini sağlamak benim fikrimdi evet. Lakin ağaçları ekenin kim olduğunu
bilmiyorum sayın bakanım.
- O vakit, eksik
kalmış, dedi bakan. Ayrılmak için halefinin elini sıkarken…
Öneri yahut
sitem değil… Rica maskesi takmış emir makamında…
* * *
Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar; Ya insan
bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.
Tolstoy
Pencere duvarı
yıkılarak dükkâna çevrilmiş giriş kat evin önündeki meyve tezgâhına yanaşan iyi
giyimli adam, gözleriyle tezgâhtaki ürünleri inceledi bir süre.
- Buyurun beyim,
diyerek karşıladı yabancı adamı, mahallenin gayrı resmi muhtarı statüsündeki
manav. Buyurun… Meyvelerimiz hem taze, hem de çok lezzetlidir.
- Ben, elma
alacaktım.
Zoraki tebessümü
yüzünden silinen manav;
- İşte o olmadı,
dedi. Bu tezgâhta her meyve satılır fakat elma satılmaz.
- Neden?
- Beyim. Eğer
gökten süzülerek inmediyseniz bizim çilehanenin önüne, mahallenin her yerinde
elma ağacı dolu olduğunu görmüş olmanız lazım. Bedavası varken, kim para verip
elma alır.
- Evet. Aslında
fark ettim ve oldukça da ilginç geldi bana.
- İlginç ya! Dedi
manav. Bizim deli Bekir’in mirası…
- Deli Bekir?
- Bakmayın siz,
deli dediğime… Lakabı öyle bizim buralarda. Aslında “veli” bile sayılır.
- Mirası,
dediniz. Vefat mı etti?
Yüzünde hüzünlü
bir ifade beliren manav;
- Yok, dedi.
Yaşıyor hala. Henüz yaşıyor yani…
- Aslında, dedi
adam. Benim çalıştığım sitede de böyle biri varmış eskiden. Siteyi, elma ağaçlarıyla
donatmış.
Sol elini
ensesine götürüp bir süre kaşıyan manav;
- Toptancılar Sitesinden
mi bahsediyorsunuz?
- Nereden
anladınız?
- Bekir,
yıllarca o sitede çalıştıktan sonra emekli oldu. Kesin, sizin siteye elmaları
diken de odur.
Muhabbetin
devamında, tezgâhtaki meyvelerin her birinden ikişer üçer kilo almak bahasına
Bekir hakkındaki her şeyi öğrenmişti yabancı adam.
Manavın sahibi
de; yabancı adamın, aslında Bekir’i bulmak için orada olduğunu… Bu uğurda,
siteye girişi olan tüm otobüs ve tramvay duraklarını gezerek, elma ağaçlarının
izini sürdüğünü…
Kimilerine göre deli, kimilerine göre veli sayılan
Bekir, manavın çocukluk arkadaşıydı. Beraber büyümüşlerdi, semtin henüz betona
teslim olmadığı zaman diliminde. Biri, baba mesleği olan manavlığa devam etmiş;
diğeri, işçi olarak çalışmıştı şehrin birçok ilçesinde. Evlenmiş ve çoluk
çocuğa karışmışlardı uzun zaman önce.
Bir kızı olmuştu Bekir’in, hayatını adadığı…
Sevginin aşırısı, imtihanın da zorlusunu beraberinde sürüklüyor olmalıydı ki;
daha on yaşında, rahatsızlandığı için hastaneye kaldırdığı kızının şeker
komasına girdiğini, diyabet hastası olduğunu öğrenmişti. O saatten sonra, artık
hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağının farkında olan Bekir, hayatını
imtihanına göre tanzim etmeye karar vermişti.
Sabahları, eskisinden daha erken kalkıyordu artık,
eşiyle beraber. Kızının kahvaltısını yapmasını, ensülin iğnesini vurmasını
bekliyor… Onu okuluna bıraktıktan sonra, iş yerinin yolunu tutuyordu. Mademki,
emanetin sahibi böyle istiyordu…
Doktorların ve aynı hastalıktan mustarip olanların
tavsiyesi üzerine, çoğu gün bir elma dilimleyip koyuyordu eşi, kızının beslenme
çantasına… Ara öğünü olarak... O elmaların çekirdeklerinin çöpe gitmesine gönlü
razı olmayan Bekir, onları bir kutuda topluyor. Fırsat ve uygun zemin
bulduğunda, toprakla buluşturuyordu. Gün olur, meyveye durur ve şifa olurlardı
belki bir gün, başkalarının evlatlarına.
Yıllar yılı kendine görev edindiği bu durum, yolunun
geçtiği her mekânda elma ağaçlarının yetişmesine sebep olmuştu.
Yetişebildiklerini bizzat kendi, kimilerini de iş bilir insanlar aşılamıştı
bereketli olması adına.
Aile, birkaç sene evvel, kendisi gibi sağlık
sektöründe çalışan ve ona çok değer veren bir delikanlıyla evlendirmişlerdi
kızlarını. Böylece kendilerine bir şey olduğu takdirde gözleri arkada
kalmayacaktı. Kısa zamanda, parmakla gösterilen örnek bir çift olmuşlardı
gerçektende.
Aynı vakitlerde emeklilik hazırlığında olan Bekir,
karı koca birlikte ikinci baharlarını yaşayacaklarını düşünüyordu ki; alakasız bir rahatsızlık sonucu götürdüğü
hastanede, eşinin kanser olduğunu öğrenmişti. Ve bir kere daha yıkılmıştı
hayalleri. Çok geçmeden de toprağa vermişti bahtsız kadıncağızı.
Sonrasında, eşiyle cennette tekrar kavuşacakları
günün hayaliyle, insanlara iyilik yapmaya adamıştı kendini. İhtiyacı olan
herkesin yardımına koşuyor… Emekli maaşından artırdığı ve günü birlik işlerde
çalışarak kazandığı paralarla öğrenci okutmaya çalışıyordu. Bu sebeple, doktoru
altı aylık ömrü kaldığını söylediğinde, eşine kavuşacak olmanın sevincini ve
burs verdiği öğrencilerin okullarının bitmesine daha iki yıl olmasının verdiği
hüznü birlikte yaşamıştı. Lakin Allah’tan ümit kesilmezdi.
Yabancı adam,
adres tarifi alarak Bekir’in evine ulaştığında; kızı, damadı ve okuttuğu
öğrenciler başında, son demlerini yaşarken buldu onu. Bir ihtiyacı varsa
gidermek adına oradaydı ama belli ki geç kalmıştı. Hatta eksik kalmıştı bir
kere daha… Bakan beyin tespitiyle…
Kendini
tanıtmadan önce bir süre düşündü. Aklından geçenlerin ziyasında;
“Belki”
dedi.”Belki de, geç kalmamışımdır.”
Başucuna geldiği
ihtiyar adam gözlerini araladığında;
- Ben, dedi.
Uzun yıllar çalıştığınız ve elma ağaçlarıyla donattığınız Toptancılar Sitesinde
yöneticiyim. Yönetim kurulu olarak, okutmuş olduğunuz öğrencilerin burslarını müsadenizle
biz devralmak istiyoruz.
Yüzünü tebessüm
kaplayan ihtiyar adam, tekrar gözlerini kapattığında belli ki bu âlemle
irtibatı tamamen kesilmişti artık. Yine de dudaklarından dökülen son cümle
odada bulunan herkesin gözlerini yaşartmaya yetmişti.
- Gördün mü
hatun? Bizim elma çekirdekleri, nihayet meyveye durdu.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder