21 Şubat 2021 Pazar

Elma Çekirdeği (Hikaye)

            Doktorun, ses tonuna yansıyan teessürü, esnemek kadar bulaşıcıydı belki… Yine de, anlık bir tebessümü simasına nakşeden o hatıraya yetişememişti hızı.

Yıllar öncesinden bir demdi, o an;

 

Hanımının, sabah ezanıyla birlikte araladığı perde ve açtığı pencere, haneye melekleri davet içindi belli ki…

Ya şakaklarındaki yaşa gizlenmiş, gözlerini alan yakamoz? Yeter gelir miydi, sebep olarak ay ışığı, ömrünce deryada yunmamışa?

Gelmezdi.

Biliyordu.

Kendisi de, aynı derinlikte nefessiz kaldığında, her şeyin sahibine sığınıyordu.

Kadıncağızın, dört eşit parçaya böldüğü elmanın çekirdeklerini hassasiyetle çıkartarak cebinden çıkarttığı şekerleme kutusuna koydu.


 

- Tahminen ne kadar vaktim var Doktor Bey?

- Altı ay… En fazla bir sene Bekir Bey… Üzgünüm.

Kuluçka dönemini tamamlayan virüs gibi, yüzüne ve sesine sirayet etmişti aynı teessür, nihayet.

- Yeterli değil.

- Anlayamadım.

- Önemli değil. Allah’tan ümit kesilmez, dedim sadece…

Muayenehaneden ayrılırken, hastalığını ilk öğrendiği anda yüzünde beliren anlık tebessüm tekerrür etti. Beş sene önce kaybettiği hanımının, gülümseyen yüzü gelmişti gözlerinin önüne tekrar.

- Biliyorum, özledin hatun, diye mırıldandı. Ben de çok özledim. Ama geliyorum, merak etme. Bir sürpriz olmazsa, aynı yoldan hem de…

 

* * *

 

Dükkânlar… Park alanı… Yeşillendirilmiş toprak alan… Yol…

Birbirine paralel ilerleyen dörtlünün oluşturduğuna benzer adacıklardan oluşuyordu Toptancılar Sitesi.

İçinde bulunduğu otobüs, site içindeki ilk durağa yanaştığında, kolundaki saate göz attı siyah bereli adam. “Daha vakit var.” Diye mırıldandı, inmek için adımını attığı basamakta. Üzerindeki koyu renkli kıyafetle takım olmuştu, günün aydınlanmadan önceki son hali.

Site camiinin aksi istikametine doğru yürüdü bir süre, yeşil alana paralel. Sonra durdu. Aradığı her neyse, onu bulmuş olmalıydı. Çömeldi. Nasırlı elleriyle, toprakta ufak bir çukur açtı. Bir şekerleme kutusundan çıkardığı elma çekirdeğini çukura şefkatle yerleştirdikten sonra, uyuyan evladının üzerini örten bir baba edasıyla üzerini örttü. Montunun sağ cebinden çıkarttığı bir pet şişeden, can suyunu vermesinin ardından doğruldu.

“Bu ada da, tamam.” Cümlesi dudaklarından dökülürken başlamıştı müezzin, uykudan hayırlı olana davete…

 

* * *

 

İlk hamlesinde sabitleyememişti, şemsiyesinin metal ucunu, yürüyen merdivenin metal basamağına. Baston niyetine… Kaymıştı.

İki saniyeyi aşmayan bir bekleme süresi ve ardından ikinci deneme… Bu kez, on ikiden tutturmuştu hedefini ihtiyar adam. An’dan, az daha uzun olan bekleme süresi yetmişti yine de, arka sıradakilerin homurdanmasına.

“Tıpkı paratonere benziyor.” Dedi, genç bir adam, yanındaki arkadaşına… Sevimsiz bir sırıtmanın eşliğinde…

Zirveye tırmanışının kerametini kendinden bilen, o metal basamağın kibirli edası, katlanarak girdiği karanlık geri dönüş yolunda son buldu. Arka sıradaki başka bir yolcunun, “Belki de, yaşantımızla üzerimize çektiğimiz yıldırımları onlar savıyordur.” diye kurduğu cümlenin ardından da, gencin sırıtması.

Hızlı tramvaydan indiği durakla, ulaşmaya çalıştığı adres arasında beş dakikalık bir yürüme mesafesi vardı. Yol üzerindeki toprak alanlarda; çevrelerini saran beton soğukluğuna inat büyümeye çalışan taze fidanlara gülümseyerek aştı mesafeyi, ihtiyar adam. Sağ elini yumruk haline getirerek çaldığı köhne evin zilsiz kapısını, güler yüzlü bir delikanlı açtı.

- Hoş geldin Bekir amca. İçeriye buyur.

- Yok evladım. Sizin çalışmanızı bölmeyeyim, derken ceketinin cebinden çıkarttığı iki adet zarfı gence uzattı. Bunlar sizin…

Arkadaşının dönüşü uzun sürünce, içeride ders çalışan diğer genç de kapıya kadar gelmişti, merakla. Ziyaretçilerinin kim olduğunu görünce, o da aynı tatlı dille içeriye davet etti. Hızlı tramvay da ki gençlerle aralarında, edepten bir dağ olduğunu düşündü ihtiyar adam. Diğer gencin davetini de nazik bir şekilde reddettikten sonra, bir şeyler söylemek ister gibi oldu. Sonra vazgeçti. Uzaklaşırken;

- Allah’tan ümit kesilmez, dediği duyuldu sadece.

 

* * *

 

Amasya, Gala, Golden, Starking…

Kırmızı, Sarı, Yeşil…

Tatlı, Ekşi…

Henüz siyasete girmediği dönemde, kooperatif başkanı olarak inşaatına başladığı ve bir süre yönetim koltuğunda oturduğu siteyi ziyarete gelen Çevre ve Şehircilik Bakanının gözleri, neredeyse sitenin tamamına yayılan elma ağaçlarına takılmıştı.

- Güzel düşünmüşsünüz, dedi halefine.  Sitenin ismini, Elmalı Site olarak değiştirseniz yeri var. Sizin fikriniz miydi?

- Aşılatarak, meyve vermelerini sağlamak benim fikrimdi evet. Lakin ağaçları ekenin kim olduğunu bilmiyorum sayın bakanım.

- O vakit, eksik kalmış, dedi bakan. Ayrılmak için halefinin elini sıkarken…

Öneri yahut sitem değil… Rica maskesi takmış emir makamında…

 

* * *

 

Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar; Ya insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.

Tolstoy

 

Pencere duvarı yıkılarak dükkâna çevrilmiş giriş kat evin önündeki meyve tezgâhına yanaşan iyi giyimli adam, gözleriyle tezgâhtaki ürünleri inceledi bir süre.

- Buyurun beyim, diyerek karşıladı yabancı adamı, mahallenin gayrı resmi muhtarı statüsündeki manav. Buyurun… Meyvelerimiz hem taze, hem de çok lezzetlidir.

- Ben, elma alacaktım.

Zoraki tebessümü yüzünden silinen manav;

- İşte o olmadı, dedi. Bu tezgâhta her meyve satılır fakat elma satılmaz.

- Neden?

- Beyim. Eğer gökten süzülerek inmediyseniz bizim çilehanenin önüne, mahallenin her yerinde elma ağacı dolu olduğunu görmüş olmanız lazım. Bedavası varken, kim para verip elma alır.

- Evet. Aslında fark ettim ve oldukça da ilginç geldi bana.

- İlginç ya! Dedi manav. Bizim deli Bekir’in mirası…

- Deli Bekir?

- Bakmayın siz, deli dediğime… Lakabı öyle bizim buralarda. Aslında “veli” bile sayılır.

- Mirası, dediniz. Vefat mı etti?

Yüzünde hüzünlü bir ifade beliren manav;

- Yok, dedi. Yaşıyor hala. Henüz yaşıyor yani…

- Aslında, dedi adam. Benim çalıştığım sitede de böyle biri varmış eskiden. Siteyi, elma ağaçlarıyla donatmış.

Sol elini ensesine götürüp bir süre kaşıyan manav;

- Toptancılar Sitesinden mi bahsediyorsunuz?

- Nereden anladınız?

- Bekir, yıllarca o sitede çalıştıktan sonra emekli oldu. Kesin, sizin siteye elmaları diken de odur.

 

Muhabbetin devamında, tezgâhtaki meyvelerin her birinden ikişer üçer kilo almak bahasına Bekir hakkındaki her şeyi öğrenmişti yabancı adam.

Manavın sahibi de; yabancı adamın, aslında Bekir’i bulmak için orada olduğunu… Bu uğurda, siteye girişi olan tüm otobüs ve tramvay duraklarını gezerek, elma ağaçlarının izini sürdüğünü…

 

Kimilerine göre deli, kimilerine göre veli sayılan Bekir, manavın çocukluk arkadaşıydı. Beraber büyümüşlerdi, semtin henüz betona teslim olmadığı zaman diliminde. Biri, baba mesleği olan manavlığa devam etmiş; diğeri, işçi olarak çalışmıştı şehrin birçok ilçesinde. Evlenmiş ve çoluk çocuğa karışmışlardı uzun zaman önce.

Bir kızı olmuştu Bekir’in, hayatını adadığı… Sevginin aşırısı, imtihanın da zorlusunu beraberinde sürüklüyor olmalıydı ki; daha on yaşında, rahatsızlandığı için hastaneye kaldırdığı kızının şeker komasına girdiğini, diyabet hastası olduğunu öğrenmişti. O saatten sonra, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağının farkında olan Bekir, hayatını imtihanına göre tanzim etmeye karar vermişti.

Sabahları, eskisinden daha erken kalkıyordu artık, eşiyle beraber. Kızının kahvaltısını yapmasını, ensülin iğnesini vurmasını bekliyor… Onu okuluna bıraktıktan sonra, iş yerinin yolunu tutuyordu. Mademki, emanetin sahibi böyle istiyordu…

Doktorların ve aynı hastalıktan mustarip olanların tavsiyesi üzerine, çoğu gün bir elma dilimleyip koyuyordu eşi, kızının beslenme çantasına… Ara öğünü olarak... O elmaların çekirdeklerinin çöpe gitmesine gönlü razı olmayan Bekir, onları bir kutuda topluyor. Fırsat ve uygun zemin bulduğunda, toprakla buluşturuyordu. Gün olur, meyveye durur ve şifa olurlardı belki bir gün, başkalarının evlatlarına.

Yıllar yılı kendine görev edindiği bu durum, yolunun geçtiği her mekânda elma ağaçlarının yetişmesine sebep olmuştu. Yetişebildiklerini bizzat kendi, kimilerini de iş bilir insanlar aşılamıştı bereketli olması adına.

Aile, birkaç sene evvel, kendisi gibi sağlık sektöründe çalışan ve ona çok değer veren bir delikanlıyla evlendirmişlerdi kızlarını. Böylece kendilerine bir şey olduğu takdirde gözleri arkada kalmayacaktı. Kısa zamanda, parmakla gösterilen örnek bir çift olmuşlardı gerçektende.

Aynı vakitlerde emeklilik hazırlığında olan Bekir, karı koca birlikte ikinci baharlarını yaşayacaklarını düşünüyordu ki;  alakasız bir rahatsızlık sonucu götürdüğü hastanede, eşinin kanser olduğunu öğrenmişti. Ve bir kere daha yıkılmıştı hayalleri. Çok geçmeden de toprağa vermişti bahtsız kadıncağızı.

Sonrasında, eşiyle cennette tekrar kavuşacakları günün hayaliyle, insanlara iyilik yapmaya adamıştı kendini. İhtiyacı olan herkesin yardımına koşuyor… Emekli maaşından artırdığı ve günü birlik işlerde çalışarak kazandığı paralarla öğrenci okutmaya çalışıyordu. Bu sebeple, doktoru altı aylık ömrü kaldığını söylediğinde, eşine kavuşacak olmanın sevincini ve burs verdiği öğrencilerin okullarının bitmesine daha iki yıl olmasının verdiği hüznü birlikte yaşamıştı. Lakin Allah’tan ümit kesilmezdi.

 

Yabancı adam, adres tarifi alarak Bekir’in evine ulaştığında; kızı, damadı ve okuttuğu öğrenciler başında, son demlerini yaşarken buldu onu. Bir ihtiyacı varsa gidermek adına oradaydı ama belli ki geç kalmıştı. Hatta eksik kalmıştı bir kere daha… Bakan beyin tespitiyle…

Kendini tanıtmadan önce bir süre düşündü. Aklından geçenlerin ziyasında;

“Belki” dedi.”Belki de, geç kalmamışımdır.”

Başucuna geldiği ihtiyar adam gözlerini araladığında;

- Ben, dedi. Uzun yıllar çalıştığınız ve elma ağaçlarıyla donattığınız Toptancılar Sitesinde yöneticiyim. Yönetim kurulu olarak, okutmuş olduğunuz öğrencilerin burslarını müsadenizle biz devralmak istiyoruz.

Yüzünü tebessüm kaplayan ihtiyar adam, tekrar gözlerini kapattığında belli ki bu âlemle irtibatı tamamen kesilmişti artık. Yine de dudaklarından dökülen son cümle odada bulunan herkesin gözlerini yaşartmaya yetmişti.

- Gördün mü hatun? Bizim elma çekirdekleri, nihayet meyveye durdu.

 

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder