Refakatçiye uyumlu adımlar…
Bomboş bir nazar… Eşittir.
Zan…
Bir masa… Masanın iki tarafına yerleştirilmiş, boyutları
farklı iki sandalye…
Neden getirildiğini bilmediği dört duvarlı alanın,
harici üç varlığı… Eşittir.
Zannı çürüten tespit…
Kısa olan
sandalyeye oturdu, yalnız bırakıldığında. Mekânı garipsememesini garipsedi
belki biraz. Gözlerini örten gümüş rengi saçlarını sol eliyle arkaya doğru
atarken, “Sorgu odası gibi…” diye mırıldandı. Sonrasında, “gibisi” fazla oldu,
diye konuşmaya devam etti.
“Burası, resmen
bir sorgu odası…”
Tek farkı,
masaya kelepçeli olmamasıydı. İyi de, kendisini sorguya çekecek olanlar kimdi?
Açılan kapıdan
içeriye giren beyaz önlüklü iki şahsı gördüğünde sorusunun cevabını almış oldu.
Düşünceleri sese dönüşmedi bu defa. Beyninin kapalı bir odacığında yankılandı
sadece.
“İşte geldiler.
İyi doktor ve…
Aklından geçen
bu kötü espri gülümsemesine neden oldu. Beyaz önlüklü şahıslardan, karşısındaki
sandalyeye oturan sessiz kalırken, ayakta kalan;
- Neden
gülüyorsun?
Kimin iyiyi,
kimin kötüyü oynayacağı belli olmuştu işte… Muhatabının sorusunu umursamaz bir
ifadeyle cevapladı;
- Hiç…
Diğeri, bu
diyaloga hiç girmedi.
- Anlat bakalım.
Üçüncü sınıf
komedi filmlerinde sıklıkla kullanılan kötü bir espri geldi aklına yine… Yapmamayı
tercih etti. Kısa süreli bir sessizliğin ardından;
- Hatırladığım ilk günahım; piknik
alanından topladığım tırtılları, anneannemin yan komşusunun bahçesine
bırakmaktı.
- Bunu neden
yaptın?
- Yaşlı ve aksi
bir kadındı. Bahçesine kaçan topumuzu, sardunyalarını kırdığımız gerekçesiyle
bize geri vermemişti. Ve tırtılların, bahçeye zarar vereceğini bir şekilde
biliyordum.
- Neden?
- Söyledim ya
intikam almak için.
Aldığı cevap, beyaz
önlüklü şahsı tatmin etmemiş olmalıydı;
- Hayır. Bu,
sorumun cevabı değil.
Gözlerini,
saçları gibi gümüş rengi olan gözlerine dikerek;
- Bahçeye
girebilir… Bütün çiçeklerini çiğneyebilir… Yaşlı bir kadının elinden rahatlıkla
kurtulabilirdin. Kimden korktun? Yaşlı kadından mı? Yoksa ailene şikâyet
edebilecek olmasından mı?
Gerildiğini
hissetti. Agresif bir ifadeyle;
- Korku? O hisle
hiç tanışmadım.
- O zaman neden?
Yumruk haline
getirdiği sağ eliyle sertçe masaya vurdu;
- Çünkü sadece
dört buçuk yaşındaydım.
Asabi halini,
sakin duruşunu bozmadan izleyen adam;
- Sonra…
- Sonrası, çorap
söküğü…
- Anlıyorum.
Peki, anlatmaya neden bu hikâyeden başladığını da bize söylemek ister misin?
Karşısındakilerin
sevimsiz bulduğu bir sırıtmanın ardından;
- Çocukluğuma
inmeyecek miydiniz? Direkt oradan başladım işte…
Muhatap olduğu şahıs,
beş dakikalığına izin isteyerek odadan ayrıldığında, diğeri;
- Güzel hikâye
uydurdun.
Yüz hatları
gerildi, gözleri kısıldı. Vücudu sabit olduğu halde boynunu yan çevirerek,
bakışlarını ikinci şahsın bakışlarına kilitledi;
- Uydurduğumu da
kim söyledi?
Aldığı cevabın
ardından ikinci şahıs da odadan ayrıldı. Kapının dışında, kendisini bekleyen
üçüncü bir kişiyle göz göze geldiğinde iki kelimelik bir cümle döküldü
dudaklarından;
- Potansiyel
var…
* * *
Gözleri duvar
saatine takıldığında altmıştan geriye doğru saymaya başladı, istemsiz.
“Elli dokuz…
Elli sekiz… Elli yedi…”
Son beş rakama
ulaştığında, Hollywood filmlerinde sıklıkla kullanılan, Nasa’nin uzaya roket
gönderme klasik repliğine dönüştü sözleri.
“Five… Four…
Three… Two… One… Zero…”
Geri sayım
sıfırlandığında çalmaya başlayan cep telefonu alarmını hemen kapatmaktansa
birkaç saniye beklemeyi tercih etti. Nihayet yattığı yerden doğrularak telefonu
eline aldı. “Sözde beni sen uyandıracaktın akılsız alet…” diye söylenerek,
alarmı devre dışı bıraktı.
Ayakları banyoya
doğru sürüklediğinde, elini yüzünü yıkadığı lavabonun üst tarafına asılı aynaya
bakmamak için özen gösterse de, dayanamadı. En başından beri tekrar ve tekrar
kurduğu soru cümlesi sektirmeden yine döküldü dudaklarından;
“Sen de kimsin?”
Son otuz yıldır
gördüklerinden çok daha fazla hayali kelebek havalandı, gaipten…
Yüzünü
kurularken, yapmaktan sıkılmadığı espriyi yaptı yine;
“Houston, bir
sorunumuz var.”
Banyodaki işi
nihayetlendiğinde odaya geri döndü. Cep telefonundan gelen çınlama sesi,
hazırlanma rutinini kesintiye uğrattı. Gelen mesajı okudu;
“Doğum günün
kutlu olsun…”
Dengesi bozuldu.
En yakınındaki koltuğa attı bedenini. O andan itibaren, aynada aradığı adam değildi
artık. Belki, biraz… Ama daha çok… Bir bedende, kaç farklı kişilik
barındırabilirdi ki insan?
İşkence gören,
acı çeken insanlar canlandı gözlerinin önünde. Birinin infazına şahit oldu.
Kan… Bolca kan… İnfaz edilen kişinin yüzünü gördüğünde önce feryat etti. Bakışlarının
infazcıya kilitlenmesinin ardından da, intikam yemini… Ve son sahne, yüzüne
aldığı darbe oldu.
Artık kan
rengiydi, kelebeklerin kanatları…
Görüntüler
buharlaştığında, toparlanmak için bekledi bir süre… Derinlerden gelen cılız bir
sesin; “Hayır! Bunlar doğru değil.” dediğini işitti. Nihayet hazırlandığında,
çıkış kapısının hemen yanındaki kitaplığa takıldı gözleri. Birkaç kitabı,
diğerlerinin yanından çekti aldı önce. Kapaklarını dahi kaldırmadan, farklı bir
düzende tekrar kitaplığa yerleştirdikten sonra ayrıldı evden. Yahut ayrıldılar…
* * *
Evini, gizli
kamerayla yirmi dört saat izlemek için emir aldıkları şahsın kitaplıktan
çıkardığı ve sonra tekrar yerlerine yerleştirdiği beş kitabında ismini tek tek
not aldı görevli memur. Önce isimleri oluşturan kelimelerden bir anlam
çıkarmaya çalıştı. Netice alamayınca da, harflerden anagram oluşturmaya…
Anlamlı bir
kelime oluşturamayınca, yaptığı işten vazgeçti. Açılan kapı, nöbetinin
bittiğinin işaretiydi zaten.
- Selam.
Saatine baktı;
- Selam. Erkencisin.
- Nedense trafik
çok yoğun değildi bugün. Sıra dışı bir durum var mı?
- Kitap
kapaklarına olan ani ilgisini saymazsak… Hayır. Bir değişiklik yok.
Heyecanlanarak;
- Hangi
kitapların?
- Dur! Telaş
yapma. İsimlerini tek tek yazdım. Bir anlamı yok.
Not defterini
incelemesinin ardından;
- Ya yazarları… Yazarların
isimlerini not almadın mı?
- Hayır. Ama
görüntüleri geri sararak bunu yapabilirim.
- Hemen yap
şunu…
“Nedim, Uğur,
Bekir, Gülay, Ülkü”
İsimlerin
sıralamasını birkaç kez değiştirmesinin ardından, “Bu bir akrostiş…” diye
bağırdı yeni gelen memur. Sonrada telefona sarıldı.
- Efendim,
operasyon büyük ihtimalle bugün olacak…
* * *
Suçluların, yeniden
topluma kazandırılması için geliştirilen yeni tedavi şekli önce batılı
ülkelerde uygulamaya konmuş; bu deneysel tedavinin işe yaradığı anlaşıldığında,
hizmet veren Rehabilitasyon Merkezleri tüm dünyaya yayılmıştı.
Hapishanelerin
ve kanun adamlarının yükünü azaltan, ailelerin dağılmasının büyük ölçüde önüne
geçen tedavinin yapıldığı bir merkez, yapılan uluslar arası antlaşmalar
neticesinde ülkemizde de açılmıştı kısa zaman önce.
Büyük bir
çoğunluk durumdan memnun olsa da; bu merkezlerin, ülkeler içinde beşinci kol
faaliyeti gerçekleştirebileceğine dair aykırı bir inanışa sahip olanlarda
vardı. Ve önlem alanlar…
Savunma
Bakanlığının üst düzey bürokratlarından birinin tatil için gittiği otelde, otel
çalışanlarından biri tarafından rehin alındığı bilgisi haber kanallarına
düştüğünde, ülkedeki ilk ve tek Rehabilitasyon Merkezinin çevresi polis
tarafından çoktan kuşatılmıştı bile…
- Nasıl olur da,
tedavisinin olumlu sonuçlandığına dair rapor verdiğiniz… Bu rapora dayanarak
toplum içine salınmış bir hasta böyle bir faaliyete girişebilir, dedi polis
şefi? Merkezin yöneticisi olan doktora?
Kelime dağarcığı
kısıtlı olmasına rağmen Türkçe konuşmaya çalışan yabancı doktor;
- Bakın, Bay…
- Arif… Komiser
Arif.
- Bay Arif,
merkezlerimiz yüzde doksan yedi başarı oranına sahiptir. Tedavi aşamasında,
hastalarımızın çocukluğundan itibaren yaşadığı tüm olumsuzlukları tespit eder,
temizler… Yerlerine zararsız anılar yerleştirilerek, onları suça iten
sebeplerden uzaklaştırırız. Gerektiğinde, ufak estetik ameliyatlarla geçmişin
karanlık yüzünden tamamen kurtarmaya çalışırız onları. Ufak bir oran da olsa,
yüzde üç gibi başarısızlık ihtimalimiz var yinede…
Konuşmanın
ortasında odaya giren başka bir doktora yönelerek;
- Öyle değil mi
Bay Kenan?
- Evet. O oranı
da sıfıra indirmek için elimizden geleni yapıyoruz.
- Anlıyorum. Demek
zararsız anılar. Bilgisayarınızı kullanabilir miyim?
- Elbette,
dedikten sonra, masasının üzerinde duran dizüstü bilgisayarı işaret etti
yönetici doktor.
Komiser Arif,
cebinden çıkardığı harici belleği taktıktan sonra, cihazı odadaki herkesin
görebileceği bir açıda sabitledi. Verdiği komutun ardından oynamaya başlayan
videoda; bürokratın, bir otel çalışanı tarafından odasında, başına silah
dayanarak rehin alınmasının görüntüleri vardı.
- Odalarda gizli
kamera mı var, dedi Doktor Kenan?
- Kısmen ve
misafirlerin bilgisi dâhilinde… Devlet adamlarımızın sıklıkla kullandığı bir
mekânın güvenliği had safhada olmalı malum. Şimdi biraz sessiz olursanız…
- Bana ve sevdiklerime yaptıklarının bedelini ödeme
vakti…
- Neler saçmalıyorsun? Kimsin sen?
- Tanımadın değil mi? Yüzümü tanınamayacak hale
getirdiğin için estetik ameliyat olmak zorunda kaldım. Ama ben seni hiç
unutmadım.
Rehinenin, ensesinden kavradığı saçlarını çekerek,
bakışlarını yüzüne sabitledi;
- İyi bak. Doğum gününde, sevdiklerine zarar
verdiğin, babasını katlettiğin o küçük çocuğa iyi bak.
- Çıldırmışsın sen… Ben kimseye zarar vermedim. Seni
de tanımıyorum.
- Yalan söylüyorsun.
Görüntüyü
donduran Komiser Arif;
- Söyler misiniz
Doktor? Bu anıların, hastanızın belleğinden silinmiş olması gerekmiyor muydu?
- Dediğim gibi…
Başarı sağlayamadığımız hastalarda oluyor.
- Fakat hastanın
düzeldiğine dair rapor vermişsiniz.
- Bilemiyorum… Usta
bir yalancı olmalı. Bizleri kandırarak düzeldiğine ikna etmiş… Anılarını da bir
şekilde gizlemiş olmalı. Öncede söylediğim gibi… Az da olsa, bu tarz bir
durumla karşılaşabiliyoruz.
- Anlıyorum.
İsterseniz görüntülerin devamını izleyelim.
Rehineye, artık hesap vakti olduğunu söyleyen adam,
silahını ateşlemeye hazırlandığında megafonla söylendiği belli olan bir cümle
duyuldu.
“Sen bu değilsin…”
Dikkatini sese verdi adam;
“Sen bu değilsin. Müsaade et. Uzlaşmacı arkadaşımız
içeri girerek bunu sana ispatlasın.”
Az sonra, üzerine doğrultulmuş silah eşliğinde odaya
giren uzlaşmacı elindeki ufak kutuyu yere bıraktı. Ağır hareketlerle, kutunun
kapağını kaldırdı, ayakucuyla. Kutudan uçuşarak çıkan yüzlerce kelebek odaya
yayılırken;
“Anneannenin komşusu, tüm bu güzellikler için sana
teşekkür etti.” Dedi. O andan sonra rehinecinin kolu yana düştü, silahı yere.”
Videonun
sonlanmasının ardından Komiser Arif’in işareti üzerine kelepçelendi her iki
doktorda. “Mademki, siz gerçekleri anlatmayacaksınız, neler olduğunu ben size
anlatayım.” dedikten sonra;
- Suçlu
rehabilitasyonu diye uygulamaya konulan ve tüm dünyaya yayılan bu sözde
tedavinin, gerçekte ülkeler içinde gerçekleştirilen beşinci kol faaliyeti
olduğundan… Kişinin, kendisinin dahi bilmediği, bir anahtar sözcükle aktif hale
getirilen casuslar, tetikçiler yetiştirme amacı güttüğünden en başından beri
şüpheleniyorduk. İşin gerçeği, ülkenizde yıllar önce çevrilen bir filmle bunu
kendiniz ifşa etmiştiniz zaten Doktor.
Bu iş için
suçluları kullanma amacınız; paravan olması ve suç işlemeye meyilli insanların
potansiyellerinin işlenmeye daha elverişli bulunmasından olsa gerek… Her ne
kadar durumdan şüpheleniyor olsak da, bunu ispat etmemiz gerekiyordu. Sahte bir
öz geçmişle, mesai arkadaşlarımızdan birini tedavi için size gönderdik. Ailesi,
birileri tarafından katledilen… Bunun neticesi olarak suça meyil veren sahte
bir profil. Ve siz, olmayan anılarına, alakasız, ortadan kaldırmak istediğiniz
bir yüzü ekleyerek… Beynini yıkayarak… Ve her anını bizimde takipte olduğumuzu
bilmeden yirmi dört saat izleyerek, intikam peşinde koşan bir karakter
oluşturdunuz. Yerli işbirlikçilerinizle
birlikte… Bu işte oldukça başarılı olduğunuzu itiraf etmeliyim. Arkadaşımızın
aklı o kadar karıştı ki, müdahale etmesek cinayet komutunuzu yerine getirecekti
neredeyse. Neyse ki son bir hamleyle bize haber vermeyi başarabildi. Sanırım
uzun süreli, gerçek bir tedavi sürecine girmesi gerekecek şimdi. Sizlerin,
beyin yıkama operasyonundan geçen tüm diğerleriyle birlikte.
Bu arada; olayın,
medyaya yansımasını bilerek geciktirdik.
Biz olayı çözmeden, farklı kişileri aktive ederek olayı bulandırmanızı
ve yeni bir komutla arkadaşımızın intiharını engellemek adına…
Sözlerini
tamamlamasının ardından “Götürün.” komutu verdi Arif komiser, görevli
memurlara.
- Hata
yapıyorsunuz, dedi yabancı doktor. İmzalanmış anlaşmalar var. Bizi
tutuklayamazsınız.
- Yanılıyorsunuz…
Hiçbir anlaşma, suç işleme özgürlüğü vermez size… Ve yalnız siz değil;
hastalarınızı, nokta atışı bölgelere yerleştiren bağlantılarınızda tutuklanıyor
şu anda…
Birkaç hafta
sonra olayın başkahramanını hastanede, ziyaretteydi Komiser Arif.
- Nasıl
başardınız komiserim?
- Onlara, en
başından beri anlattığın tek gerçek hikâyeyle… Sanırım, buna da bir çeşit
“Kelebek Etkisi” diyebiliriz.
- Anlayamadım.
- O hatıranı,
ilk bana anlatmıştın. En azından öyle olduğunu söylemiştin. Ve ben gözlerinde
büyük bir pişmanlık okumuştum o gün. Onlar, potansiyelini gördüler ama
pişmanlığını okuyamadılar. Komşu kadının teşekkür ettiğini duyduğunda ve
tırtılların sevimli birer kelebeğe dönüştüğünü gördüğünde vicdanın rahatladı,
asıl kişiliğine geri döndün. Sen merhametsiz biri değilsin. Hipnoz altındaki
birine her istediğini yaptırabilirsin fakat “İntihar et.” komutu verdiğinde,
yaşam sevgisi ağır basarak uyanır. Yani o komut, bir nevi çıkış kapısıdır onun
için. Senin çıkış kapın da, pişmanlığındı. Sadece hatırlatmamız gerekti…
- Anlıyorum.
Merak ettiğim bir şey daha var.
- Nedir?
- Kendi yüzüme
tekrar kavuşabilecek miyim?
Komiser Arif’in
kahkahası odayı çınlattı.
- Bu mümkün. Ama
ne gerek var ki? Böyle daha yakışıklı oldun sanki…
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder