21 Şubat 2021 Pazar

Beşinci Kol (Hikaye)

            Refakatçiye uyumlu adımlar…

Bomboş bir nazar… Eşittir.

Zan…

Bir masa… Masanın iki tarafına yerleştirilmiş, boyutları farklı iki sandalye…

Neden getirildiğini bilmediği dört duvarlı alanın, harici üç varlığı… Eşittir.

Zannı çürüten tespit…

 

Kısa olan sandalyeye oturdu, yalnız bırakıldığında. Mekânı garipsememesini garipsedi belki biraz. Gözlerini örten gümüş rengi saçlarını sol eliyle arkaya doğru atarken, “Sorgu odası gibi…” diye mırıldandı. Sonrasında, “gibisi” fazla oldu, diye konuşmaya devam etti.

“Burası, resmen bir sorgu odası…”

Tek farkı, masaya kelepçeli olmamasıydı. İyi de, kendisini sorguya çekecek olanlar kimdi?

Açılan kapıdan içeriye giren beyaz önlüklü iki şahsı gördüğünde sorusunun cevabını almış oldu. Düşünceleri sese dönüşmedi bu defa. Beyninin kapalı bir odacığında yankılandı sadece.

“İşte geldiler. İyi doktor ve…

Aklından geçen bu kötü espri gülümsemesine neden oldu. Beyaz önlüklü şahıslardan, karşısındaki sandalyeye oturan sessiz kalırken, ayakta kalan;

- Neden gülüyorsun?

Kimin iyiyi, kimin kötüyü oynayacağı belli olmuştu işte… Muhatabının sorusunu umursamaz bir ifadeyle cevapladı;

- Hiç…

Diğeri, bu diyaloga hiç girmedi.

- Anlat bakalım.

Üçüncü sınıf komedi filmlerinde sıklıkla kullanılan kötü bir espri geldi aklına yine… Yapmamayı tercih etti. Kısa süreli bir sessizliğin ardından;

- Hatırladığım ilk günahım; piknik alanından topladığım tırtılları, anneannemin yan komşusunun bahçesine bırakmaktı.

- Bunu neden yaptın?

- Yaşlı ve aksi bir kadındı. Bahçesine kaçan topumuzu, sardunyalarını kırdığımız gerekçesiyle bize geri vermemişti. Ve tırtılların, bahçeye zarar vereceğini bir şekilde biliyordum.

- Neden?

- Söyledim ya intikam almak için.

Aldığı cevap, beyaz önlüklü şahsı tatmin etmemiş olmalıydı;

- Hayır. Bu, sorumun cevabı değil.

Gözlerini, saçları gibi gümüş rengi olan gözlerine dikerek;

- Bahçeye girebilir… Bütün çiçeklerini çiğneyebilir… Yaşlı bir kadının elinden rahatlıkla kurtulabilirdin. Kimden korktun? Yaşlı kadından mı? Yoksa ailene şikâyet edebilecek olmasından mı?

Gerildiğini hissetti. Agresif bir ifadeyle;

- Korku? O hisle hiç tanışmadım.

- O zaman neden?

Yumruk haline getirdiği sağ eliyle sertçe masaya vurdu;

- Çünkü sadece dört buçuk yaşındaydım.

Asabi halini, sakin duruşunu bozmadan izleyen adam;

- Sonra…

- Sonrası, çorap söküğü…

- Anlıyorum. Peki, anlatmaya neden bu hikâyeden başladığını da bize söylemek ister misin?

Karşısındakilerin sevimsiz bulduğu bir sırıtmanın ardından;

- Çocukluğuma inmeyecek miydiniz? Direkt oradan başladım işte…

Muhatap olduğu şahıs, beş dakikalığına izin isteyerek odadan ayrıldığında, diğeri;

- Güzel hikâye uydurdun.

Yüz hatları gerildi, gözleri kısıldı. Vücudu sabit olduğu halde boynunu yan çevirerek, bakışlarını ikinci şahsın bakışlarına kilitledi;

- Uydurduğumu da kim söyledi?

Aldığı cevabın ardından ikinci şahıs da odadan ayrıldı. Kapının dışında, kendisini bekleyen üçüncü bir kişiyle göz göze geldiğinde iki kelimelik bir cümle döküldü dudaklarından;

- Potansiyel var…

* * *

Gözleri duvar saatine takıldığında altmıştan geriye doğru saymaya başladı, istemsiz.

“Elli dokuz… Elli sekiz… Elli yedi…”

Son beş rakama ulaştığında, Hollywood filmlerinde sıklıkla kullanılan, Nasa’nin uzaya roket gönderme klasik repliğine dönüştü sözleri.

“Five… Four… Three… Two… One… Zero…”

Geri sayım sıfırlandığında çalmaya başlayan cep telefonu alarmını hemen kapatmaktansa birkaç saniye beklemeyi tercih etti. Nihayet yattığı yerden doğrularak telefonu eline aldı. “Sözde beni sen uyandıracaktın akılsız alet…” diye söylenerek, alarmı devre dışı bıraktı.

Ayakları banyoya doğru sürüklediğinde, elini yüzünü yıkadığı lavabonun üst tarafına asılı aynaya bakmamak için özen gösterse de, dayanamadı. En başından beri tekrar ve tekrar kurduğu soru cümlesi sektirmeden yine döküldü dudaklarından;

“Sen de kimsin?”

Son otuz yıldır gördüklerinden çok daha fazla hayali kelebek havalandı, gaipten…

Yüzünü kurularken, yapmaktan sıkılmadığı espriyi yaptı yine;

“Houston, bir sorunumuz var.”

Banyodaki işi nihayetlendiğinde odaya geri döndü. Cep telefonundan gelen çınlama sesi, hazırlanma rutinini kesintiye uğrattı. Gelen mesajı okudu;

“Doğum günün kutlu olsun…”

Dengesi bozuldu. En yakınındaki koltuğa attı bedenini. O andan itibaren, aynada aradığı adam değildi artık. Belki, biraz… Ama daha çok… Bir bedende, kaç farklı kişilik barındırabilirdi ki insan?

İşkence gören, acı çeken insanlar canlandı gözlerinin önünde. Birinin infazına şahit oldu. Kan… Bolca kan… İnfaz edilen kişinin yüzünü gördüğünde önce feryat etti. Bakışlarının infazcıya kilitlenmesinin ardından da, intikam yemini… Ve son sahne, yüzüne aldığı darbe oldu.

Artık kan rengiydi, kelebeklerin kanatları…

Görüntüler buharlaştığında, toparlanmak için bekledi bir süre… Derinlerden gelen cılız bir sesin; “Hayır! Bunlar doğru değil.” dediğini işitti. Nihayet hazırlandığında, çıkış kapısının hemen yanındaki kitaplığa takıldı gözleri. Birkaç kitabı, diğerlerinin yanından çekti aldı önce. Kapaklarını dahi kaldırmadan, farklı bir düzende tekrar kitaplığa yerleştirdikten sonra ayrıldı evden. Yahut ayrıldılar…

* * *

Evini, gizli kamerayla yirmi dört saat izlemek için emir aldıkları şahsın kitaplıktan çıkardığı ve sonra tekrar yerlerine yerleştirdiği beş kitabında ismini tek tek not aldı görevli memur. Önce isimleri oluşturan kelimelerden bir anlam çıkarmaya çalıştı. Netice alamayınca da, harflerden anagram oluşturmaya…

Anlamlı bir kelime oluşturamayınca, yaptığı işten vazgeçti. Açılan kapı, nöbetinin bittiğinin işaretiydi zaten.

- Selam.

Saatine baktı;

- Selam. Erkencisin.

- Nedense trafik çok yoğun değildi bugün. Sıra dışı bir durum var mı?

- Kitap kapaklarına olan ani ilgisini saymazsak… Hayır. Bir değişiklik yok.

Heyecanlanarak;

- Hangi kitapların?

- Dur! Telaş yapma. İsimlerini tek tek yazdım. Bir anlamı yok.

Not defterini incelemesinin ardından;

- Ya yazarları… Yazarların isimlerini not almadın mı?

- Hayır. Ama görüntüleri geri sararak bunu yapabilirim.

- Hemen yap şunu…

 

“Nedim, Uğur, Bekir, Gülay, Ülkü”

İsimlerin sıralamasını birkaç kez değiştirmesinin ardından, “Bu bir akrostiş…” diye bağırdı yeni gelen memur. Sonrada telefona sarıldı.

- Efendim, operasyon büyük ihtimalle bugün olacak…

* * *

Suçluların, yeniden topluma kazandırılması için geliştirilen yeni tedavi şekli önce batılı ülkelerde uygulamaya konmuş; bu deneysel tedavinin işe yaradığı anlaşıldığında, hizmet veren Rehabilitasyon Merkezleri tüm dünyaya yayılmıştı.

Hapishanelerin ve kanun adamlarının yükünü azaltan, ailelerin dağılmasının büyük ölçüde önüne geçen tedavinin yapıldığı bir merkez, yapılan uluslar arası antlaşmalar neticesinde ülkemizde de açılmıştı kısa zaman önce.

Büyük bir çoğunluk durumdan memnun olsa da; bu merkezlerin, ülkeler içinde beşinci kol faaliyeti gerçekleştirebileceğine dair aykırı bir inanışa sahip olanlarda vardı. Ve önlem alanlar…

Savunma Bakanlığının üst düzey bürokratlarından birinin tatil için gittiği otelde, otel çalışanlarından biri tarafından rehin alındığı bilgisi haber kanallarına düştüğünde, ülkedeki ilk ve tek Rehabilitasyon Merkezinin çevresi polis tarafından çoktan kuşatılmıştı bile…

- Nasıl olur da, tedavisinin olumlu sonuçlandığına dair rapor verdiğiniz… Bu rapora dayanarak toplum içine salınmış bir hasta böyle bir faaliyete girişebilir, dedi polis şefi? Merkezin yöneticisi olan doktora?

Kelime dağarcığı kısıtlı olmasına rağmen Türkçe konuşmaya çalışan yabancı doktor;

- Bakın, Bay…

- Arif… Komiser Arif.

- Bay Arif, merkezlerimiz yüzde doksan yedi başarı oranına sahiptir. Tedavi aşamasında, hastalarımızın çocukluğundan itibaren yaşadığı tüm olumsuzlukları tespit eder, temizler… Yerlerine zararsız anılar yerleştirilerek, onları suça iten sebeplerden uzaklaştırırız. Gerektiğinde, ufak estetik ameliyatlarla geçmişin karanlık yüzünden tamamen kurtarmaya çalışırız onları. Ufak bir oran da olsa, yüzde üç gibi başarısızlık ihtimalimiz var yinede…

Konuşmanın ortasında odaya giren başka bir doktora yönelerek;

- Öyle değil mi Bay Kenan?

- Evet. O oranı da sıfıra indirmek için elimizden geleni yapıyoruz.

- Anlıyorum. Demek zararsız anılar. Bilgisayarınızı kullanabilir miyim?

- Elbette, dedikten sonra, masasının üzerinde duran dizüstü bilgisayarı işaret etti yönetici doktor.

Komiser Arif, cebinden çıkardığı harici belleği taktıktan sonra, cihazı odadaki herkesin görebileceği bir açıda sabitledi. Verdiği komutun ardından oynamaya başlayan videoda; bürokratın, bir otel çalışanı tarafından odasında, başına silah dayanarak rehin alınmasının görüntüleri vardı.

- Odalarda gizli kamera mı var, dedi Doktor Kenan?

- Kısmen ve misafirlerin bilgisi dâhilinde… Devlet adamlarımızın sıklıkla kullandığı bir mekânın güvenliği had safhada olmalı malum. Şimdi biraz sessiz olursanız…

 


- Bana ve sevdiklerime yaptıklarının bedelini ödeme vakti…

- Neler saçmalıyorsun? Kimsin sen?

- Tanımadın değil mi? Yüzümü tanınamayacak hale getirdiğin için estetik ameliyat olmak zorunda kaldım. Ama ben seni hiç unutmadım.

Rehinenin, ensesinden kavradığı saçlarını çekerek, bakışlarını yüzüne sabitledi;

- İyi bak. Doğum gününde, sevdiklerine zarar verdiğin, babasını katlettiğin o küçük çocuğa iyi bak.

- Çıldırmışsın sen… Ben kimseye zarar vermedim. Seni de tanımıyorum.

- Yalan söylüyorsun.

 

Görüntüyü donduran Komiser Arif;

- Söyler misiniz Doktor? Bu anıların, hastanızın belleğinden silinmiş olması gerekmiyor muydu?

- Dediğim gibi… Başarı sağlayamadığımız hastalarda oluyor.

- Fakat hastanın düzeldiğine dair rapor vermişsiniz.

- Bilemiyorum… Usta bir yalancı olmalı. Bizleri kandırarak düzeldiğine ikna etmiş… Anılarını da bir şekilde gizlemiş olmalı. Öncede söylediğim gibi… Az da olsa, bu tarz bir durumla karşılaşabiliyoruz.

- Anlıyorum. İsterseniz görüntülerin devamını izleyelim.

 

Rehineye, artık hesap vakti olduğunu söyleyen adam, silahını ateşlemeye hazırlandığında megafonla söylendiği belli olan bir cümle duyuldu.

“Sen bu değilsin…”

Dikkatini sese verdi adam;

“Sen bu değilsin. Müsaade et. Uzlaşmacı arkadaşımız içeri girerek bunu sana ispatlasın.”

Az sonra, üzerine doğrultulmuş silah eşliğinde odaya giren uzlaşmacı elindeki ufak kutuyu yere bıraktı. Ağır hareketlerle, kutunun kapağını kaldırdı, ayakucuyla. Kutudan uçuşarak çıkan yüzlerce kelebek odaya yayılırken;

“Anneannenin komşusu, tüm bu güzellikler için sana teşekkür etti.” Dedi. O andan sonra rehinecinin kolu yana düştü, silahı yere.”

 

Videonun sonlanmasının ardından Komiser Arif’in işareti üzerine kelepçelendi her iki doktorda. “Mademki, siz gerçekleri anlatmayacaksınız, neler olduğunu ben size anlatayım.” dedikten sonra;

- Suçlu rehabilitasyonu diye uygulamaya konulan ve tüm dünyaya yayılan bu sözde tedavinin, gerçekte ülkeler içinde gerçekleştirilen beşinci kol faaliyeti olduğundan… Kişinin, kendisinin dahi bilmediği, bir anahtar sözcükle aktif hale getirilen casuslar, tetikçiler yetiştirme amacı güttüğünden en başından beri şüpheleniyorduk. İşin gerçeği, ülkenizde yıllar önce çevrilen bir filmle bunu kendiniz ifşa etmiştiniz zaten Doktor.

Bu iş için suçluları kullanma amacınız; paravan olması ve suç işlemeye meyilli insanların potansiyellerinin işlenmeye daha elverişli bulunmasından olsa gerek… Her ne kadar durumdan şüpheleniyor olsak da, bunu ispat etmemiz gerekiyordu. Sahte bir öz geçmişle, mesai arkadaşlarımızdan birini tedavi için size gönderdik. Ailesi, birileri tarafından katledilen… Bunun neticesi olarak suça meyil veren sahte bir profil. Ve siz, olmayan anılarına, alakasız, ortadan kaldırmak istediğiniz bir yüzü ekleyerek… Beynini yıkayarak… Ve her anını bizimde takipte olduğumuzu bilmeden yirmi dört saat izleyerek, intikam peşinde koşan bir karakter oluşturdunuz.  Yerli işbirlikçilerinizle birlikte… Bu işte oldukça başarılı olduğunuzu itiraf etmeliyim. Arkadaşımızın aklı o kadar karıştı ki, müdahale etmesek cinayet komutunuzu yerine getirecekti neredeyse. Neyse ki son bir hamleyle bize haber vermeyi başarabildi. Sanırım uzun süreli, gerçek bir tedavi sürecine girmesi gerekecek şimdi. Sizlerin, beyin yıkama operasyonundan geçen tüm diğerleriyle birlikte.

Bu arada; olayın, medyaya yansımasını bilerek geciktirdik.  Biz olayı çözmeden, farklı kişileri aktive ederek olayı bulandırmanızı ve yeni bir komutla arkadaşımızın intiharını engellemek adına…

Sözlerini tamamlamasının ardından “Götürün.” komutu verdi Arif komiser, görevli memurlara.

- Hata yapıyorsunuz, dedi yabancı doktor. İmzalanmış anlaşmalar var. Bizi tutuklayamazsınız.

- Yanılıyorsunuz… Hiçbir anlaşma, suç işleme özgürlüğü vermez size… Ve yalnız siz değil; hastalarınızı, nokta atışı bölgelere yerleştiren bağlantılarınızda tutuklanıyor şu anda…

 

Birkaç hafta sonra olayın başkahramanını hastanede, ziyaretteydi Komiser Arif.

- Nasıl başardınız komiserim?

- Onlara, en başından beri anlattığın tek gerçek hikâyeyle… Sanırım, buna da bir çeşit “Kelebek Etkisi” diyebiliriz.

- Anlayamadım.

- O hatıranı, ilk bana anlatmıştın. En azından öyle olduğunu söylemiştin. Ve ben gözlerinde büyük bir pişmanlık okumuştum o gün. Onlar, potansiyelini gördüler ama pişmanlığını okuyamadılar. Komşu kadının teşekkür ettiğini duyduğunda ve tırtılların sevimli birer kelebeğe dönüştüğünü gördüğünde vicdanın rahatladı, asıl kişiliğine geri döndün. Sen merhametsiz biri değilsin. Hipnoz altındaki birine her istediğini yaptırabilirsin fakat “İntihar et.” komutu verdiğinde, yaşam sevgisi ağır basarak uyanır. Yani o komut, bir nevi çıkış kapısıdır onun için. Senin çıkış kapın da, pişmanlığındı. Sadece hatırlatmamız gerekti…

- Anlıyorum. Merak ettiğim bir şey daha var.

- Nedir?

- Kendi yüzüme tekrar kavuşabilecek miyim?

Komiser Arif’in kahkahası odayı çınlattı.

- Bu mümkün. Ama ne gerek var ki? Böyle daha yakışıklı oldun sanki…

 

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder