8 Şubat 2019 Cuma

Üstatlar


Dokuz on yaşlarındaydım ve Tercüman gazetesinde okumuş olduğum bir ilk sayfa haberiydi üstat Necip Fazıl’ın vefatı.
Küçüktüm. Bilmiyordum kim olduğunu. Öğrenmem için iki sene daha geçmesi ve ortaokula başlamam gerekti. Sonrası pişmanlık yangınları…
Çocukta olsam, gitmeliydim yanına. Elini öpmeliydim. Gidemiyorsam, getirmelerini istemeliydim büyüklerimden. Kısa bir dönemde olsa, aynı devirde yaşadığımız şairlerin sultanını, görmeliydim.
Maalesef göremedim. Zaten ihtilaldan az önce öğrenmiştim okumayı, yazmayı. Öncesinde, iftar sofralarının ve bayram ziyaretlerinin pek konusu olmamış ki edebi sohbetler, işitmemiştim adını. Muhabbet, şapkayla kasketin iktidar savaşı üzerine kuruluyordu sanırım o zamanlar. Allah’tan, İstiklal Marşımızı yazmıştı da, oradan biliyordum merhum Mehmet Akif’i.
Ortaokul yıllarındaki tanışıklığın ardından bir söz verdim kendime. Nerede; gitme ve görme imkanım olan, edebi eserleriyle tanınmış bir şahsiyet varsa… Gidecektim… Görecektim. Bu da, Ramazan ayında Diyanetin düzenlemiş olduğu kitap fuarının müdavimi yaptı beni. Birçok edebiyatçıyı, birkaç adım geriden izledim eserlerini imzalarken Sultanahmet’te. O dönemler, Sultanahmet camii avlusunda gerçekleştiriliyordu fuar.
Çekingendim sanırım. Yanlarına gidip tanışamıyordum. Fakat mesafeli dururken dahi, etraflarına saçtıkları enerjiyi hissedebiliyordum. Bugün içinde çok fazla bir değişen yok aslında… Bir mecliste tanıştırılmadıysak; giderim, eserini alır, imzalatır ve uzaklaşırım. O birkaç saniye yeter, enerjisinden beslenmeme.

Ne demiş Hazreti Mevlana?
“Her gün bir yerden göçmek ne iyi, 
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,
Dünle beraber gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder