Dokuz on yaşlarındaydım
ve Tercüman gazetesinde okumuş olduğum bir ilk sayfa haberiydi üstat Necip
Fazıl’ın vefatı.
Küçüktüm. Bilmiyordum
kim olduğunu. Öğrenmem için iki sene daha geçmesi ve ortaokula başlamam
gerekti. Sonrası pişmanlık yangınları…
Çocukta olsam,
gitmeliydim yanına. Elini öpmeliydim. Gidemiyorsam, getirmelerini istemeliydim
büyüklerimden. Kısa bir dönemde olsa, aynı devirde yaşadığımız şairlerin
sultanını, görmeliydim.
Maalesef göremedim.
Zaten ihtilaldan az önce öğrenmiştim okumayı, yazmayı. Öncesinde, iftar
sofralarının ve bayram ziyaretlerinin pek konusu olmamış ki edebi sohbetler,
işitmemiştim adını. Muhabbet, şapkayla kasketin iktidar savaşı üzerine
kuruluyordu sanırım o zamanlar. Allah’tan, İstiklal Marşımızı yazmıştı da,
oradan biliyordum merhum Mehmet Akif’i.
Ortaokul yıllarındaki
tanışıklığın ardından bir söz verdim kendime. Nerede; gitme ve görme imkanım
olan, edebi eserleriyle tanınmış bir şahsiyet varsa… Gidecektim… Görecektim. Bu
da, Ramazan ayında Diyanetin düzenlemiş olduğu kitap fuarının müdavimi yaptı
beni. Birçok edebiyatçıyı, birkaç adım geriden izledim eserlerini imzalarken
Sultanahmet’te. O dönemler, Sultanahmet camii avlusunda gerçekleştiriliyordu
fuar.
Çekingendim sanırım.
Yanlarına gidip tanışamıyordum. Fakat mesafeli dururken dahi, etraflarına
saçtıkları enerjiyi hissedebiliyordum. Bugün içinde çok fazla bir değişen yok
aslında… Bir mecliste tanıştırılmadıysak; giderim, eserini alır, imzalatır ve
uzaklaşırım. O birkaç saniye yeter, enerjisinden beslenmeme.
Ne demiş Hazreti
Mevlana?
“Her gün bir yerden
göçmek ne iyi,
Her gün bir yere konmak
ne güzel
Bulanmadan, donmadan
akmak ne hoş,
Dünle beraber gitti
cancağızım
Ne kadar söz varsa düne
ait
Şimdi yeni şeyler
söylemek lazım.”
Faruk Yılmazer