Kendini anlattığı yazısında, pek muteber sevgilisinin ismini bulmayı edebiyat tarihçisine bırakmıştır şair. O, ebedi istirahatgâhı olan kuş yuvasından seyrederken boğazı, bu vasiyeti yerine getirilmiş midir bilinmez… Bizim de; çoğu zaman kim olduklarını hatırlatmaya çalışsak da… Kimi zaman aynı hikâyede buluşturduğumuz karakterlerin, gerçekte hangi hikâyelerin kahramanları olduklarını bulmayı benzer bir adrese, benzer bir cümle ile havale ettiğimiz doğrudur.
“İsmini söyleyemem. Edebiyat tarihçisi bulsun.” yerine, “O kadar detaya giremem. Okuyucu bulsun.” şeklinde. Okunacağı günün geleceğine dair umudumuzu diri tutarak…
O sayfalar içinde yer alabilmek mühim lakin kolay değil, malum. Böyle bir beklentimiz de yok.
Kalıplara uymayışımız, konduğumuz kaba göre şekil almayışımız; “Kalbimizin katılaşmasından değildir inşallah.” duasıyla yolumuza devam eder… Yaşadığımız yahut kurguladığımız evren aynı malzemeyle inşa edilmişken, bu etkileşimleri de doğal buluruz.
Bazen de, hikâyenin hikâyesini anlatırız. Kulaklarımızda; Sami Özer’in seslendirdiği “Bu ne biçim hikâye böyle…” isimli şarkı, içine az biraz katılmış Mazhar Alanson sosuyla çınlarken…
Neyse. Cemaatin, salgın hastalık sebebiyle aralarında birer buçuk metre mesafe bırakma zorunluluğu, safları sıkı tutma şakası yapmalarına engel olsa da; Cuma saati aynı camide buluşmalarına engel değildi Haşmet ile Dilaver ikilisinin. Çoralinin… Deli Rasim’in… Ve dahi ismini anamadığımız pek çok karakterin.
Yaratan da, yaşatan da… Yazan da, yazdıran da… İlhamı veren de “O” olduğuna ve bir olduğuna göre… Bir olana iman ve ibadet noktasında, tüm yaratılanların bir araya gelmesinden daha doğal ne olabilir neticede?
Namazın sonunda müezzinin, “Allah’ım, sen selamsın. Selamet de sendedir.” mealindeki sözlerinin ardından camiden ilk ayrılan, birazda kapıya yakın oluşundan dolayı Deli Rasim olmuş… Anlaştıkları üzere ve olabildiğince hızlı bir şekilde Dilaver’in kamyonetinin başında yerini almıştı.
Hareket ettikçe baldırına acı veren ve zaten sakat olan sol ayağındaki gerginliğin, işi bitene dek bir maraz çıkarmaması için dua ederken; gerginliğe sebebin, ayakkabısını giymek için kullandığı keratayı ayakkabısı ile topuğu arasında unutması olduğunu lise talebesi olacak yaştaki bir delikanlının uyarısı ile fark etmiş… Delikanlı ile birlikte epey bir gülmüşlerdi.
Gülümsemeyle başlayan ayaküzeri sohbet, ilk etapta toplayabildikleri kadar koliyi kucaklayan Çorali, Haşmet ve Dilaver’de kamyonetin yanına gelene dek sürmüştü. Sonrasında, çay eşliğinde demlenen muhabbet ortamlarında anlatılıp gülümsenecek hoş bir anı olarak paylaşılmıştı ekibin diğer üyeleriyle.
- İsmin ne delikanlı, dedi Rasim?
- Furkan, efendim.
- Bize yardım etmek ister misin Furkan?
- Elbette. Ne yapmam gerekiyor.
- Caminin dışında namaz kılan insanların seccade olarak kullandıkları ve giderken bıraktıkları kolileri toplayıp buraya getireceksin.
Amaçlarının ne olduğunu bilmese de, her biri diğerinden daha güler yüzlü ihtiyarlar takımına seve seve yardım etti Furkan. Yaklaşık yarım saat sonra aracın kasası neredeyse tamamen dolmuş, yerlerde tek bir koli dahi kalmamıştı. İşleri sonlandığında;
- Şimdi bu kolileri ne yapacağız, dedi Dilaver? Kamyoneti ne kadar hızlı boşalırsa, o kadar çabuk işe çıkabilirdi neticede.
- Ben işin o kısmını hiç düşünmedim, dedi Çorali.
- Nasıl yani, dedi Rasim? Bütün işi organize ettin ama kolileri ne yapacağımızı hesaplamadın öyle mi?
- Vallahi öyle. Ne yapsak? Boş bir araziye götürüp yaksak mı acaba?
- Af edersiniz, dedi Furkan. Ne yapacağınızı bilmediğiniz kolileri neden topladık?
- Çünkü dedi Rasim. Secdeye giden başları, alınlarından öpen bu kolilerin saygıyı hak ettiğini düşündük. Ayaklar altında çiğnenmelerine yahut bir geri dönüşüm tesisinde tuvalet kâğıdına dönüştürülmelerine gönlümüz razı olmadı.
İnancımızda tesadüfe yer yok. Furkan isimli delikanlının kurduğu cümlenin ardından, onunla karşılaşmasındaki tevafukun sebebini anladı Rasim.
- Sanırım ne yapmamız gerektiğini biliyorum.
* * *
Okuyanlar hatırlayacaktır. Ellili yaşların ortalarındayken evinde bir kaza yaşayan… Başını, mermer sehpaya çarparak komaya giren Yakup’un başından geçenleri “Teraryum” isimli hikâyemizde anlatmıştık.
Küçük yaşta ailesini kaybeden Yakup’un, kâğıt toplayıcı olarak başlayan çalışma hayatı, zaman içinde toplayanlardan satın alan statüsüne yükselmiş… Geliri de hatırı sayılır bir seviye de artmıştı doğal olarak.
Tek sıkıntısı; kendisi okuyamadığı için okumasını çok istediği oğlu İbrahim’in, bu arzusuna olumlu cevap vermemesi… Tembelliği… Baba parasıyla patronculuk oynayacak tıynette olmasıydı. Neyse ki, torunu Furkan vardı. Herkesten… Her şeyden kıymetli…
Komada olduğu dönemde; kendini, Furkan’la birlikte yaptıkları Teraryumun içindeki sahte cennette hayal etmesinin sebebi, bu sevgisi olsa gerekti… Gerçekliğe dönüşü de, o sevgi sayesinde olmuştu zaten. Ve iyileşmesinin ardından kendine çeki düzen veren oğluyla aralarının düzelmesinin…
Aylar sonra aynı camide tam kadro tekrar bir araya geldiklerinde, ekip üyelerinin her daim gülen yüzlerine hüzün hâkim olmuştu bu defa. İmam Efendinin “Er kişi niyetine…” kıldırdığı cenaze namazının ardından, genç yaşına rağmen ekibin bir üyesi olmayı başaran Furkan’ın yanına taziyeye gittiler birlikte.
Evinde yalnızken geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini yuman Yakup’un vefatı Furkan’ı derinden sarsmış olmalıydı. Nasıl teselli edeceklerini bilemedikleri delikanlıyı tahmin ettikleri gibi yıkılmış bulmadıklarında biraz rahatlasalar da sebebini merak ettiler.
- Dün daha kötüydüm, dedi Furkan. Gece rüyamda dedemi gördüm. Cennetteydi. Yüksek kuleleri olan kocaman bir köşk vermişler ona. Buna vesile olduğunuz için her birinize tek tek teşekkür etti.
İşin aslı; küçük yaşından beri hırslı bir şekilde çalışan ve neticesinde hatırı sayılır dünyalık biriktiren Yakup, kulluk vazifelerini dört dörtlük yerine getiren biri değildi geçmiş zamanda. Komadan çıktıktan sonra bu eksiğini fark ederek tövbe etmiş ve biriken borçlarını ödemek için azami bir gayret içine girmişse de, tıpkı korktuğu gibi ömrü vefa etmemişti.
Birkaç ay önce ihtiyarlar takımını da yanına alarak işyerine gelen Furkan sorunlarını anlatmış, kendilerine yardımcı olması için ricada bulunmuştu.
“Başım, gözüm üstüne…” demişti Yakup. Topladıkları kolileri ayrı bir bölüme indirtmiş, sonrasında bu kolileri hurda kâğıtlardan çatı kaplama malzemeleri üreten bir firmaya göndermişti. Madem huzura çıkanlara eşlik etmişlerdi, o vakit çiğnenmeyi değil, başlarımızın üzerinde taşınmayı hak etmişlerdi.
Ve “Siz, zahmet etmeyin.” demişti. “Ben, birlikte çalıştığım arkadaşları Cuma günü çevredeki camilere yönlendirir, seccade niyetine kullanılmış tüm kolileri elimden geldiğince toplatırım.
Dediğini de yapmış, kendi ekibini motive etmek adına, Cuma günü getirdikleri kolilere her zaman ödediğinden yüzde on fazla bir bedel ödemişti üstelik. Anlaşıldığı üzere, bire çok yazan tarafından bu saygısının karşılığını fazlasıyla almıştı.
Birileri; şarkının, “Bu ne biçim hikâye böyle…” sözlerine takıla dursun… Kâğıt toplayıcı Yakup’un bu son hikâyesi; yaşadığımız anın, bizim de son hikâyemiz olabileceği gerçeğiyle yüzleşmemize…
“Başarısız olduysan, oldun./ Yıkma kendini zaten yorgunsun.” kısmını, kabulleniş nakaratına çevirmemize sebep olmuştur. Malum, vazifelerini ifa etme konusunda nefs gevşekliğine kapılabiliyor insan… Veda etmeye fırsat bulamıyor… Helallik dilemeye…
Yine de belki yapılan güzel işler umut olur…
Neyse. Yakup’un vefatı üzerine işlerini devralacak olan oğlu İbrahim; “Merak etmeyin.” dedi. “Babamla birlikte uygulamaya koyduğunuz bu güzel fiiliyat, ben hayatta olduğum müddetçe devam edecek.”
Allah (c.c.), noksanlarımızı giderecek hayırlar işlemeyi nasip eylesin her birimize.
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder