24 Ekim 2021 Pazar

Ağustos Böceği ve Karınca

Muhatabının talebine sesi titreyerek cevap verdi ihtiyar adam;

- Ama biz evladımıza yeni kavuştuk!

- Kaygılanmanızı anlıyorum efendim. Fakat müsterih olun. Devletimiz merhametlidir. Hiçbir vatandaşından, kendini tehlikeye atacak bir faaliyette bulunmasını istemez.

- Lütfen! Bizden bunu istemeyin.

Çok güçlü olmasa da, kararlı ve kendinden emin bir tonda çağlayan kadın çığlığı konuşmayı böldü.

- Kes sesini!

İhtiyar adamın eşi, kocasına karşı belki de ilk defa bu tonda konuşuyordu;

- Senin evladınsa, benimde evladım. Dokuz ay karnımda ben taşıdım. Ben emzirdim. Geceleri ağladığında ben uyandım, sakinleştirdim. Meyil verdiğin insanlar onu dağa kaçırdığında, kokusunu yeniden duyabilmek için; ortak acıyı paylaştığım annelerle birlikte, oturma eylemine aylarca ben katıldım. Evladımı, devletim sağ salim getirdi bana. Şimdi devletimin bana işi düşmüş… Vallahi bağrıma taş basar, “Başım, gözüm üstüne der... Başkada bir şey demem.”

* * *

Ortalama bir hızla seyreden otomobilin siyah gözlüklü şoförü, sağında oturan genç adam heyecanını yenebilsin diye onunla iletişim kurmaya çalıştı;

- Sana, nasıl hitap ediyorlardı?

- Kod adımı mı soruyorsun?

- Evet.

- Karınca.

- Karınca! Neden? Çok mu çalışkandın?

- Hayır. Çok zayıf ve ufak tefek olduğum için. Aşağılama amaçlı.

- Anlıyorum.

Kısa süreli bir sessizliğin ardından;

- Senden tam olarak ne istediğimizi anladın değil mi Cemal?

- Evet efendim. Sürekli çevreyi gözlemleyeceğim ve tanıdık bir sima görürsem size haber vereceğim.

- Ve…

- Ve araçtan çıkmayacak… Tanınmamı sağlayacak… Kendimi tehlikeye atacak hiçbir girişimde bulunmayacağım.

- Bu konuda anlaştığımıza sevindim. Şimdi bir konuda daha anlaşalım.

- Hangi konuda efendim?

- Bana “Efendim” diye hitap etmene gerek yok. Senin amirin değilim. Beni bir arkadaş olarak görürsen sevinirim.

- Peki efendim… Şey… Peki, Mehmet Ağabey…

Yol altlarından kayıp giderken, örgütün elinden kurtulduğu günle ilgili hatıralar canlandı Cemal’in gözlerinde.

 

İhanetinden şüphelenilen kişileri infaz etmesiyle ve gaddarlığıyla tanınan Ağustos Böceği kod adlı teröristle göreve çıkacağı söylendiğinde, bunun kaçabilmesi için bir fırsat olduğunu düşünmüştü Cemal. Örgüt aleyhinde vaaz verdiği gerekçesiyle birkaç gün önce kaçırılarak bulundukları ortama getirilen ve işkence edilen Abdullah Hoca isimli piri faninin de onlarla geleceğini öğrendiğinde bunun bir görev değil, infaz olduğunu anlamıştı. Neticede ortama uyum sağlayamamış, olmasını istedikleri kişi olmayacağının defalarca sinyalini vermişti.

Ağustos Böceği, yola çıkmalarından bir süre sonra vaktin tamam olduğuna kanaat getirmiş olmalıydı ki, an itibariyle bulundukları konumda bir süre dinlenmeleri gerektiğini söylemişti. Elleri önden bağlı olan Abdullah Hoca bir taşın üzerine oturup soluklanırken, horlarken çıkardığı tiz sesler sebebiyle Ağustos Böceği lakabını alan teröristle iletişim kurmaya çalışmıştı.

- Hiç mi Allah korkun yok senin?

- Ne diyorsun ihtiyar?

- Benim, diyorum. Bir ayağım çukurda zaten. Ne istiyorsan yap. Ama şu gencecik çocuğa hiç mi acımıyorsun? Bırak gitsin.

Kaşlarını çattı;

- Onun gibi bir sürü çocuk var. Ha bir eksik, ha bir fazla… Ne fark edecek?

Cevap vermesi, iletişim kurabileceğinin açık deliliydi.

“Adamın biri…”  diye anlatmaya başladı Abdullah Hoca;

- Adamın biri, güneşin doğuşunun keyfini çıkarmak için okyanus sahiline inmiş. Orada başka bir adamın, sahile vuran denizyıldızlarını okyanusa geri attığını görmüş. Bunu neden yaptığını sorduğunda, “Birazdan güneş yükselecek ve sular çekilecek. Bu denizyıldızlarının hepsi susuzluktan ölecek.”cevabını almış. Adam,”Sahil kilometreler uzunluğunda ve binlerce denizyıldızı var? Hangi birini atacaksın? Ne fark edecek ki?” deyince elindeki denizyıldızını okyanusa atan adam “Bak, demiş. Onun için fark etti.”

- Yani?

- Yani ailesinden koparılmış şu zavallı çocuk için bir fark oluşturabilirsin. Düşün! Yıllar önce senin için fark oluşturabilecek biri çıksaydı karşına, muhtemelen çok farklı bir yerde olacaktın sen de…

Ayağa kalkarak tüfeğini ihtiyara doğrultan Ağustos Böceği’nin titremesinden aşırı sinirlendiği belli oluyordu. Ağzından köpükler saçarak konuşmaya başladı.

- On yedi yıl oldu. Tam on yedi yıl. Kimse beni kurtarmak için bir şey yapmadı. Ben neden yapacakmışım?

Sözlerinin ardından tüfeğini Cemal’e doğrultmuştu. Neden sonra sakinleşerek tüfeğini indirmiş;

- Koş, demişti. Arkana bakmadan koş. Yolu takip et. Jandarmayı görünceye kadar koş.

Gaddarlığıyla tanınan Ağustos Böceği’nin merhamete gelmesinin sebebini anlayamamıştı Cemal. Büyük ihtimalle onu, gözlerinin içine bakarak vurmak istememiş… Kaçmaya başladığında sırtından vurmayı düşünmüştü. “Ne olursa olsun.” Deyip koşmaya başlamış… Askerleri görene kadar durmamış… Korktuğu başına gelmemişti. Kim bilir? Belki Ağustos Böceği kod adlı terörist, kendine yapılmayan güzelliği yaparak, bir nevi intikam almıştı geçmişten. Belki de Abdullah Hoca’nın okuduğu dualar vesile olmuştu korunmasına, başına geleceklerden.

 

Yapmış oldukları terörist eylemlerle binlerce insanımızı şehit eden terörist örgüt tarafından dağa kaçırıldığında henüz on yedi yaşında bir delikanlıydı Cemal. Bir seneden az daha uzun bir zaman dilimi önce gerçekleşen bu olay, diğer benzer olaylarda olduğu gibi beyni yıkanarak eğitilen gençlerin terör faaliyetlerinde kullanılabilmesi amacı güdüyordu. Fakat istedikleri kişi olmayacağının defalarca sinyalini vermiş, bu sebeple gözden çıkarılmıştı. O gün, benzer durumda olan gençlere ibret olması niyetiyle gerçekten ölüme gönderilmiş… Lakin “İnsanı ölümden eceli korur.” sözü üzere, sağ salim evine dönebilmişti.

Evlatları, asker tarafından kendilerine teslim edilen aile gözyaşlarına boğulmuş, bir daha böyle bir olay yaşamamak için memleketlerinden ayrılarak İstanbul’a yerleşmişlerdi. Olayın üzerinden çok fazla bir zaman geçmeden memleketin pek çok köşesinde ki ormanlarımız yanmaya başlamıştı.

Yangınlardaki imzanın terör örgütüne ait olduğunu gören devlet, bir yandan söndürme faaliyetleriyle meşgul olurken diğer yandan çakmağı çakan elleri kökünden kırmak için hamlelere başlamıştı. Cemal’in kaçırılmış olduğu bölgede hareketlilik olduğunu, oradan bir gurubun Karadeniz’e doğru yola çıktığı istihbaratını alınca; hain eylemlerini gerçekleştirmeden önce gurubu durdurabilmek için harekete geçmişti. Hızlı hareket edilebilmesi için teröristleri anında tespit edebilecek birine ihtiyaçları vardı ve pek çoğunun yüzünü tanıyan Cemal, bu iş için biçilmiş kaftandı.

 

Komiser Mehmet ve Cemal şehir merkezine henüz giriş yapmıştı ki, yüzölçümünün yüzde yetmişten fazlası orman olan Karabük’te orman yangınının başladığı haberlere düştü. Geç kalmışlardı.

Aracını, yangının başladığı alana doğru sürdü Komiser Mehmet. Az sonra yangın mahalline varmışlardı. Araçtan inerek toplanmaya başlayan kalabalığa doğru ilerlerken Cemal’in de arkasından geldiğini gördü.

- Araçtan inmemen konusunda anlaştığımızı sanıyordum.

- Unuttun mu Mehmet Ağabey? Bana, karınca diyorlar. Karınca dediğin, ateşe su taşır.

Kalabalığın arasına karıştıklarında ihtiyar bir köylünün söylenmesini işittiler.

- Neymiş efendim? Ormanların en büyük düşmanı balta ve ateşten sonra keçilermiş… Eğer keçilerin ormana girmesi engellenmese patika yollar oluşur, bir de bu sıklığı aşmak için uğraşmazdık.

“Kim bilir? Belki de haklıdır.” diye düşündü Mehmet. Bir anlığına gözden kaybettiği Cemal’in yerini, kalabalığı tarayarak yeniden tespit ettiğinde, onun bakışlarının bir bölgeye odaklandığını fark etti. Yanına vardığında;

- Bu o, dedi Cemal. Ağustos Böceği…

Komiser Mehmet, “Arabaya dön.” diye bağırmasının ardından koşmaya başladı. Tespit edildiğini anlayan Ağustos Böceği kalabalığın arasından sıyrılarak ağaçların arasına daldı. Cep telefonuyla yardım istemesinin ardından sık ağaçların arasına dalan Mehmet, Ağustos Böceğini bulamayacağını anladığında geri dönmeye karar verdi. Zira patlamaya başlayan çam kozalakları, ateşi, bulunduğu bölgeye doğru fırlatmaya başlamıştı.

Geri adım attığı esnada başına aldığı bir darbe, yere yuvarlanmasına sebep oldu. Hata yapmıştı. Anlaştıkları gibi ekip arkadaşlarının gelmesini beklemeliydi. Kısa süreli bir baygınlığın ardından kendine geldiğinde üzerine doğru silah doğrultan iki farklı kişiyi gördü.

- Bağlayıp bırakalım. Yangın icabına baksın, dedi biri.

- Hayır. Hemen gebertelim, dedi diğeri.

Silahını ateşlemek için hazırlandığında, tek kelimeden oluşan bir feryat işitildi.

“Hayır”

Arabaya dönmek yerine, Komiser Mehmet’i takip eden Cemal’den başkası değildi feryadın sahibi.

- Bak sen! Dedi, adamlardan biri. Karınca da buradaymış. Biz seni öldü sanıyorduk. Demek, Ağustos Böceği bize ihanet etti.

Sonra silahını Cemal’e doğrulttu.

- Biz sana karınca diyorduk ama sen çekirge çıktın. Bir kere sıçradın. Bakalım bu kez nasıl kurtulacaksın?

An itibariyle çökmeye başlayan karanlığı bir kurşun sesi yardı geçti. Komiser Mehmet telaşla doğrulmaya çalışırken Cemal’e baktı. Onun, dimdik ayakta durduğunu gördüğünde nispeten rahatladı. Peki, kime ateş edilmişti? Dahası kim ateş etmişti?

Teröristlerden biri yere yuvarlanırken, diğeri silahını doğrultmaya çalıştı. Duyulan ikinci silah sesinin ardından o da yere yuvarlandı. Komiser Mehmet ve Cemal neler olup bittiğini anlamaya çalışırken, Ağustos Böceği ağaçların arasından ortaya çıktı. Silahına davranıp davranmamak konusunda kararsız kalan Komiser Mehmet, “Sakin ol.” anlamına gelen bir işaret yaptı elleriyle.

Üçüncü kurşun sesi duyulduğunda kafalar bir kere daha karıştı. Ağustos Böceği olduğu yere yığıldığında arkasında başka birinin olduğunu fark ettiler. Mide bulandıran sırıtışının ardından adam, yabancı olduğunu belli eden bozuk bir aksanla konuşmaya başladı;

- Ah La Fontaine!

İğrenç sırıtmasına devam ederek konuşmasını sürdürdü;

- Her masala inanmamak lazım… Ağustos böcekleri, toprak altında on yedi seneye kadar yaşayabilirler. Ne zamanki gün yüzüne çıkarlar, Ağustos sonrasını göremeden ölürler. Yani onun karıncayla olan hikâyesi tamamen yalan…

Silahını Mehmet’e doğrulttu ve yerde hareketsiz yatan Ağustos Böceği’nin üzerinden atlayarak ilerlemeye başladı. En büyük hatası da bu oldu. Henüz ölmemiş olan Ağustos Böceği’nin silahından çıkan ve geceyi yaralayan son kurşun sesinin ardından o da yere yığıldı.

Hayatını neden ikinci kez kurtardığını anlayamadığı Ağustos Böceği’nin yanına ilerledi Cemal. Abdullah Hoca’nın akıbetini merak ediyordu. Can çekişen Ağustos Böceği, Cemal’in soracağı soruyu biliyor gibiydi. Daha o sormadan;

- Yaşıyor, diye mırıldandı.

Can vermeden önce dudaklarından dökülen son cümleyse, Cemal’in sormak istediği ikinci sorunun cevabı, bir zorbanın merhamet hislerini harekete geçiren sebepti.

- Benim ilk lakabımda Karınca’ydı.

Rahmet yağmurları bedenlerine değmeye başladığında, ikisinin birden “Çok şükür” cümlesi döküldü dudaklarından. Bu garip Ağustos Böceği ve Karınca hikâyesinde sayamadıkları kim bilir kaçıncı ilahi yardımdı bu.

Eşrefi mahlûkat olan insana… Yaratanın dilsiz kulları olan hayvanlara… Yaşam kaynağı olan bitkilere, hain emellerle zarar veren… Yakan… Yaktıran… Koruyan ve kollayanları bekleyen ilahi cezanın ispatı niteliğinde...

 

Faruk Yılmazer

Seccade

 

Kendini anlattığı yazısında, pek muteber sevgilisinin ismini bulmayı edebiyat tarihçisine bırakmıştır şair. O, ebedi istirahatgâhı olan kuş yuvasından seyrederken boğazı, bu vasiyeti yerine getirilmiş midir bilinmez… Bizim de; çoğu zaman kim olduklarını hatırlatmaya çalışsak da… Kimi zaman aynı hikâyede buluşturduğumuz karakterlerin, gerçekte hangi hikâyelerin kahramanları olduklarını bulmayı benzer bir adrese, benzer bir cümle ile havale ettiğimiz doğrudur.

“İsmini söyleyemem. Edebiyat tarihçisi bulsun.” yerine, “O kadar detaya giremem. Okuyucu bulsun.” şeklinde. Okunacağı günün geleceğine dair umudumuzu diri tutarak…

O sayfalar içinde yer alabilmek mühim lakin kolay değil, malum. Böyle bir beklentimiz de yok.

Kalıplara uymayışımız, konduğumuz kaba göre şekil almayışımız; “Kalbimizin katılaşmasından değildir inşallah.” duasıyla yolumuza devam eder… Yaşadığımız yahut kurguladığımız evren aynı malzemeyle inşa edilmişken, bu etkileşimleri de doğal buluruz.

Bazen de, hikâyenin hikâyesini anlatırız. Kulaklarımızda; Sami Özer’in seslendirdiği “Bu ne biçim hikâye böyle…” isimli şarkı, içine az biraz katılmış Mazhar Alanson sosuyla çınlarken…

Neyse. Cemaatin, salgın hastalık sebebiyle aralarında birer buçuk metre mesafe bırakma zorunluluğu, safları sıkı tutma şakası yapmalarına engel olsa da; Cuma saati aynı camide buluşmalarına engel değildi Haşmet ile Dilaver ikilisinin. Çoralinin… Deli Rasim’in… Ve dahi ismini anamadığımız pek çok karakterin.

Yaratan da, yaşatan da… Yazan da, yazdıran da… İlhamı veren de “O” olduğuna ve bir olduğuna göre… Bir olana iman ve ibadet noktasında, tüm yaratılanların bir araya gelmesinden daha doğal ne olabilir neticede?

Namazın sonunda müezzinin, “Allah’ım, sen selamsın. Selamet de sendedir.” mealindeki sözlerinin ardından camiden ilk ayrılan, birazda kapıya yakın oluşundan dolayı Deli Rasim olmuş… Anlaştıkları üzere ve olabildiğince hızlı bir şekilde Dilaver’in kamyonetinin başında yerini almıştı.

Hareket ettikçe baldırına acı veren ve zaten sakat olan sol ayağındaki gerginliğin, işi bitene dek bir maraz çıkarmaması için dua ederken; gerginliğe sebebin, ayakkabısını giymek için kullandığı keratayı ayakkabısı ile topuğu arasında unutması olduğunu lise talebesi olacak yaştaki bir delikanlının uyarısı ile fark etmiş… Delikanlı ile birlikte epey bir gülmüşlerdi.

Gülümsemeyle başlayan ayaküzeri sohbet, ilk etapta toplayabildikleri kadar koliyi kucaklayan Çorali, Haşmet ve Dilaver’de kamyonetin yanına gelene dek sürmüştü. Sonrasında, çay eşliğinde demlenen muhabbet ortamlarında anlatılıp gülümsenecek hoş bir anı olarak paylaşılmıştı ekibin diğer üyeleriyle.

- İsmin ne delikanlı, dedi Rasim?

- Furkan, efendim.

- Bize yardım etmek ister misin Furkan?

- Elbette. Ne yapmam gerekiyor.

- Caminin dışında namaz kılan insanların seccade olarak kullandıkları ve giderken bıraktıkları kolileri toplayıp buraya getireceksin.

 

Amaçlarının ne olduğunu bilmese de, her biri diğerinden daha güler yüzlü ihtiyarlar takımına seve seve yardım etti Furkan. Yaklaşık yarım saat sonra aracın kasası neredeyse tamamen dolmuş, yerlerde tek bir koli dahi kalmamıştı. İşleri sonlandığında;

- Şimdi bu kolileri ne yapacağız, dedi Dilaver? Kamyoneti ne kadar hızlı boşalırsa, o kadar çabuk işe çıkabilirdi neticede.

- Ben işin o kısmını hiç düşünmedim, dedi Çorali.

- Nasıl yani, dedi Rasim? Bütün işi organize ettin ama kolileri ne yapacağımızı hesaplamadın öyle mi?

- Vallahi öyle. Ne yapsak? Boş bir araziye götürüp yaksak mı acaba?

- Af edersiniz, dedi Furkan. Ne yapacağınızı bilmediğiniz kolileri neden topladık?

- Çünkü dedi Rasim. Secdeye giden başları, alınlarından öpen bu kolilerin saygıyı hak ettiğini düşündük. Ayaklar altında çiğnenmelerine yahut bir geri dönüşüm tesisinde tuvalet kâğıdına dönüştürülmelerine gönlümüz razı olmadı.

 

İnancımızda tesadüfe yer yok. Furkan isimli delikanlının kurduğu cümlenin ardından, onunla karşılaşmasındaki tevafukun sebebini anladı Rasim.

- Sanırım ne yapmamız gerektiğini biliyorum.

 

* * *

 

Okuyanlar hatırlayacaktır. Ellili yaşların ortalarındayken evinde bir kaza yaşayan… Başını, mermer sehpaya çarparak komaya giren Yakup’un başından geçenleri “Teraryum” isimli hikâyemizde anlatmıştık.

Küçük yaşta ailesini kaybeden Yakup’un, kâğıt toplayıcı olarak başlayan çalışma hayatı, zaman içinde toplayanlardan satın alan statüsüne yükselmiş… Geliri de hatırı sayılır bir seviye de artmıştı doğal olarak.

Tek sıkıntısı; kendisi okuyamadığı için okumasını çok istediği oğlu İbrahim’in, bu arzusuna olumlu cevap vermemesi… Tembelliği… Baba parasıyla patronculuk oynayacak tıynette olmasıydı.  Neyse ki, torunu Furkan vardı. Herkesten… Her şeyden kıymetli…

Komada olduğu dönemde; kendini, Furkan’la birlikte yaptıkları Teraryumun içindeki sahte cennette hayal etmesinin sebebi, bu sevgisi olsa gerekti… Gerçekliğe dönüşü de, o sevgi sayesinde olmuştu zaten. Ve iyileşmesinin ardından kendine çeki düzen veren oğluyla aralarının düzelmesinin…

 

Aylar sonra aynı camide tam kadro tekrar bir araya geldiklerinde, ekip üyelerinin her daim gülen yüzlerine hüzün hâkim olmuştu bu defa. İmam Efendinin “Er kişi niyetine…” kıldırdığı cenaze namazının ardından, genç yaşına rağmen ekibin bir üyesi olmayı başaran Furkan’ın yanına taziyeye gittiler birlikte.

Evinde yalnızken geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini yuman Yakup’un vefatı Furkan’ı derinden sarsmış olmalıydı. Nasıl teselli edeceklerini bilemedikleri delikanlıyı tahmin ettikleri gibi yıkılmış bulmadıklarında biraz rahatlasalar da sebebini merak ettiler.

- Dün daha kötüydüm, dedi Furkan. Gece rüyamda dedemi gördüm. Cennetteydi. Yüksek kuleleri olan kocaman bir köşk vermişler ona. Buna vesile olduğunuz için her birinize tek tek teşekkür etti.

İşin aslı; küçük yaşından beri hırslı bir şekilde çalışan ve neticesinde hatırı sayılır dünyalık biriktiren Yakup, kulluk vazifelerini dört dörtlük yerine getiren biri değildi geçmiş zamanda. Komadan çıktıktan sonra bu eksiğini fark ederek tövbe etmiş ve biriken borçlarını ödemek için azami bir gayret içine girmişse de, tıpkı korktuğu gibi ömrü vefa etmemişti.

Birkaç ay önce ihtiyarlar takımını da yanına alarak işyerine gelen Furkan sorunlarını anlatmış, kendilerine yardımcı olması için ricada bulunmuştu.

“Başım, gözüm üstüne…” demişti Yakup. Topladıkları kolileri ayrı bir bölüme indirtmiş, sonrasında bu kolileri hurda kâğıtlardan çatı kaplama malzemeleri üreten bir firmaya göndermişti. Madem huzura çıkanlara eşlik etmişlerdi, o vakit çiğnenmeyi değil, başlarımızın üzerinde taşınmayı hak etmişlerdi.

Ve “Siz, zahmet etmeyin.” demişti. “Ben, birlikte çalıştığım arkadaşları Cuma günü çevredeki camilere yönlendirir, seccade niyetine kullanılmış tüm kolileri elimden geldiğince toplatırım.

Dediğini de yapmış, kendi ekibini motive etmek adına, Cuma günü getirdikleri kolilere her zaman ödediğinden yüzde on fazla bir bedel ödemişti üstelik. Anlaşıldığı üzere, bire çok yazan tarafından bu saygısının karşılığını fazlasıyla almıştı.

 

Birileri; şarkının, “Bu ne biçim hikâye böyle…” sözlerine takıla dursun… Kâğıt toplayıcı Yakup’un bu son hikâyesi; yaşadığımız anın, bizim de son hikâyemiz olabileceği gerçeğiyle yüzleşmemize…

“Başarısız olduysan, oldun./ Yıkma kendini zaten yorgunsun.” kısmını, kabulleniş nakaratına çevirmemize sebep olmuştur. Malum, vazifelerini ifa etme konusunda nefs gevşekliğine kapılabiliyor insan… Veda etmeye fırsat bulamıyor… Helallik dilemeye…

Yine de belki yapılan güzel işler umut olur…

Neyse. Yakup’un vefatı üzerine işlerini devralacak olan oğlu İbrahim; “Merak etmeyin.” dedi. “Babamla birlikte uygulamaya koyduğunuz bu güzel fiiliyat, ben hayatta olduğum müddetçe devam edecek.”

Allah (c.c.), noksanlarımızı giderecek hayırlar işlemeyi nasip eylesin her birimize.

 

Faruk Yılmazer

Ayna

 

Öyle horozlar vardır ki; öttükleri için, güneşin doğduğunu sanırlar.

 

İzlediği videodaki sahneye öylesine odaklanmıştı ki; çay bardağı tuttuğu elini, ağız hizasında asılı unuttu bir süre. Bardaktan süzülerek beyaz gömleğinde taze bir desen oluşturan damlacık, nihayet tenine temas ettiğinde kendine geldi. Sahneyi geri sararak bir kere daha izlemesinin ardından;

“İlginç.” Diye mırıldandı.

Filmin Kuzey Koreli kötü karakteri, odakladığı güneş ışınlarını istediği bölgeye yansıtmasını sağlayan bir uydu (İkarus) vasıtası ile Pierce Brosnan tarafından canlandırılan MI6 ajanı James Bond karakterine saldırıyor… Işınlar, değdikleri her şeyi küle çevirirken, özel yapım bir araçla kirişi kırmaya çalışan Bond, hız rekorları kırıyordu.

Bond’un sürüş becerisi değildi ilginç bulduğu… Aracın, aşırı abartılmış teknolojik özellikleri değildi. Hayali kahramanlarını olağanüstü yetenekli göstermek adına, zihni sinir olaylar, düşmanlar kurgulayan Batılı kafa yapısı da değildi. Her ne kadar aklından geçiyor olsa da…

Uydu vasıtası ile yangın çıkarma fikrinin, yirmi yıl önce çevrilmiş bir filmde işlenmiş olmasıydı onun ilginç bulduğu... “Başka Bir Gün Öl.”

“Uydunun ismi, güneşe yaklaştıkça balmumundan yapılma kanatları eriyen İkarus değil, ateşi çalan Prometheus olmalıydı.” Diye mırıldandı. “Yine de bunu kullanabilirim.”

Mailine düşen ikinci videonun linkini tıkladı sonra… Acele etmeliydi. Neticede planladığı kısa filmi hazırlayabilmesi için izlemesi gereken onlarca video vardı daha sırada, isteği üzere taratılmış… Ve çalışmalara başlayabilmek için ondan haber bekleyen bir ekip…

İkinci video G.I. Joe Misilleme filminden kısa bir sahne içeriyordu. Sahnede, ABD başkanının yerine geçen bir terörist, yine uydu vasıtasıyla, istediği ülkeye metal bir kütle gönderebileceğini… Böylece, radyasyon etkisi olmayan atom bombası yıkımı gerçekleştirebileceğini söyleyerek dünya liderlerini tehdit ediyordu.

Lider değişimini, sonraki çalışmalarında işleyebileceği düşüncesiyle not aldıktan sonra bu videoyu da, kullanmayı düşündüğü dosyaların bulunduğu klasöre kaydetti.

Sonrasında sırasıyla; lazım olacağı güne kadar savaş araçlarını toprağın altına gömen uzaylılar konusunun işlendiği “Dünyalar Savaşı” filminden…

Farelere bağladığı uzaktan kumandalı bombalar yardımıyla belirli bir bölgeyi havaya uçurmayı başaran bir suikastçı üzerinden ilerleyen “Wanted” filminden sahneler izledi. Ve daha pek filmden aykırı sahneler… Hepsi işe yarar nitelikteydi. Ve hepsi; son dönem gezegen üzerinde yaşanan yangınlara, doğal afetlere göz kırpar nitelikte.

“Tespit tamam da…” dedi. “Ya tedavi?”

Canı sıkıldı. “Korkarım bu kez, öncekiler kadar başarılı bir çalışma üretemeyeceğim.”

Videoların sonlanmasının ardından, internet üzerinde kısa bir araştırma yaptı. Ülkemizde, aynı anda yüzden fazla bölgede başlayan orman yangınını ve bu yangınların söndürülmesi için kullanılan karşı ateş tekniğini; uydulardan lazerle yapılmış bir saldırı olarak değerlendirenlerin çokluğu aklından geçenlerin içinin boş olmadığının ispatıydı. Elbette birçoğunun tetikçisi taşeron terör örgütüydü. Peki, tamamı öyle miydi? Resmi açıklamalar o yönde olsa da, itidalli olmak devlet olmanın gereğiydi.

Bildik bir ismin yazdığı makaleye takıldı gözleri. Makale, konuyla direk ilgili değilse de; yazar, görüşlerinden faydalanabilecek bir isimdi. Cep telefonunu eline alarak kayıtlı bir numarayı tuşladı. Karşı taraftan gelen ses;

- Buyurun Tuğrul Bey…

- Olmuyor Melih Bey. Son noktayı koyamıyorum. “Ne yapmaya çalıştığınızın farkındayız.” mesajı vermek basit. Sıkıntı, nasıl cevap vereceğimiz.

- Anlıyorum. Benim yardımcı olabileceğim bir konu var mı?

- Bana Abdullah Sözüer ile bir randevu ayarlayabilir misiniz?

- Denerim ama ayarlayabilsek bile çok verimli olacağına ihtimal vermiyorum. Malum. Şahıs, bu aralar çok farklı sularda kulaç atıyor.

 

“Kapı” isimli hikâyemizde okuyuculara tanıttığımız serbest gazeteci Tuğrul Türker, salgın hastalığın ülkemizde yayılmaya başladığı zaman diliminde uygulanan sokağa çıkma yasaklarını amatörce videolar hazırlayarak değerlendirmiş… Üst aklın yönetici artı birliğini de ekleyerek, sayılarını dokuza çıkardığı G8 ülkelerini alaya aldığı “Yumuşak G 9” isimli kısa filmi hatırı sayılır bir izlenme oranına ulaşmıştı. Hazırlamış olduğu “Kapı” isimli son film, küresel güçlerin dikkatini çekmiş… Hayatına kasteden tetikçinin elinden, takipte olan devlet görevlilerin zamanında müdahalesiyle son anda kurtulmuş... Bu da, devlet himayesinde, uzman bir ekiple daha profesyonel işler çıkarabilmesinin yolunu açmıştı.

Adı konulmuş bir birimi olmasa da, sanılanın aksine pek çok stratejist, komplo teorisyeni ve benzer insanlarla dirsek temasındaydı devlet... Dünya küreselleşirken, bu sürecin beraberinde sürüklediği tüm olumlu ve olumsuz olasılıklara hazır olmak adına… Ve Yeni Dünya Düzeninde, hemen her devletin yaptığı gibi…

Ateş, ciğerlerimiz olan ormanlarımızı yakmaya başladığında, kendiside ateş olup küresel çetenin tetikçisi olan terör örgütünün üzerine yağmaya başlayan devlet; adı konulmamış birimleri de harekete geçirmiş… Bu yolla belli adreslere, tüm ihtimalleri değerlendiriyoruz mesajı iletmek istemişti. Birkaç gün evvel yüksek rütbeli bir bürokrattan gelen telefon, Tuğrul’u harekete geçirmişti. Farklı kulvarlarda koşan diğer pek çok isim gibi…

Daha önce başarmıştı. Neden bir kere daha başaramasındı ki?

 

* * *

 

Bir buçuk metre mesafe kuralı hala yürürlükte olduğu için, takip ettiği şahıs ile arasındaki mesafe sadece o kadardı. İlk cemaatin vaktini kaçırdıkları için ikinci bir cemaat oluşturarak kıldıkları İkindi Namazının ardından seccadesini toplamaya başlayan şahsa biraz daha yaklaştı.

- Selamünaleyküm Abdullah Hocam…

- Aleykümselâm…

- Tuğrul… Tuğrul Türker. Hatırlayacağınızı sanmıyorum ama daha önce tanışmıştık. Bir ödül töreniydi.

- Öyle mi? Kusura bakmayın. Hatırlayamadım.

- Sıkıntı değil. Çok küçük bir sohbetimiz olmuştu. Malum çevrede sizin “Sözüşer” olarak anıldığınızı söylemiştim.

- Tamam. Hatırladım.”Ben de “ Onlar nerede şimdi?” diye sormuştum yanlış hatırlamıyorsam.

- Doğru hocam. Çoğunun tutuklu olduğunu söylediğimde, “Ben hala buradayım.” Demiştiniz.

- Evet.

Yaşanan kısa süreli sessizliğin ardından konuya girmesi gerektiğini düşündü Tuğrul.

- Hocam. Randevu almaya çalıştım lakin müsait değildiniz sanırım. Dünyayı ve dahi ülkemizi saran yangınlar ile diğer doğal felaketler hakkında fikirlerinizi almak istemiştim.

- Evet. O vakit siz, hükümete çalışan Karşı Ateş gurubunun bir üyesisiniz.

- Hükümete değil, devlete… Ve böyle bir ismimiz olduğunu bilmiyordum. Peki, görüşlerinizi benimle paylaşacak mısınız?

- Köşe yazılarımı takip ediyorsan, görüşlerimi de biliyor olman lazım.

- Hocam. Ben yazdıklarınızı değil, yazmadıklarınızı öğrenmek istiyorum.

- Kusura bakma delikanlı. Görüşlerimi dikkate almayanlarla görüş alışverişinde bulunmanın abesle iştigal olduğunu düşünüyorum artık.

Muhatabının ses tonundan, kısa zaman önce başlayan küslüğün artık nefrete dönüşmeye başladığını hissetti Tuğrul.

- Anlıyorum, demek isterdim lakin anlayamıyorum hocam. Siz, bir dava adamısınız. Yıllarca hak bildiğiniz davanın peşinde koştunuz. İnsanları uyandırdınız. Bu uğurda pek çok maddi zararınız oldu. Mahkemelerde ömür tükettiniz. Ve başardınız. Şimdi bu küslük…

- Evet. Kısmen de olsa başarılı oldum mu? Oldum. Ama olmayan şeyler var baktığım zaman. Malum. Mümin, müminin aynasıdır. Bu Hadisi Şerifi, “Mümin kardeşiniz size kusurlarınızdan haber veriyorsa, ondan rencide olmayın, ona kızmayın, hatta ona teşekkür edin. Çünkü o size bir nevi ayna olmuş oluyor. Eğer o fark etmeseydi, o kusurunuz ya başkaları tarafından görülür ve ayıplanılırdı. Veya o kusur ileride size zarar verebilirdi.” şeklinde anlamamız gerekir. Bana yapılan uygulamanın aksine…

“Ayna” diye mırıldandı Tuğrul. Akıl koridorunda hiç bilmediği kapılar açılmıştı. Sonra;

- Yani?

- Yani… Gördüklerimi aktardığım zaman aşırı tepkiyle karşılaşıyorum.

- Anlıyorum Abdullah hocam.

- Anladığına emin misin?

- Sizin kadar bilgili değilim elbette. Dini, siyasi ve güncel konulara da sizin kadar hâkim değilim. Ama gerçekten anlıyorum. Daha doğrusu, şimdi anlıyorum.

- O zaman, size neden yardımcı olamayacağımı da anlamış olmalısınız.

- Anladım. Ne anladığımı söylememi ister misiniz?

- Buyurun.

- Bu işle görevlendirildiğimde “Daha önce başardım. Neden tekrar başaramayayım.” Diye düşündüm. Kibre kapıldım. Başarıyı lütfedeni… Başarının asıl sahibini zikretmeyi unuttum. Güneşin, kendisi öttüğü için doğduğunu sanan horoza dönüştüm. Allah beni affetsin.

Sözünü tamamlamasını bekleyen yazarın yüzüne gülümseyerek baktıktan sonra devam etti;

- Biliyor musunuz, tüm bunları şu an baktığım aynada gördüm? Aynalara, siz de bu gözle bakmayı denemelisiniz bence…

Uzaklaşmak için hamle yapmaya hazırlanan Tuğrul bir anda vazgeçti;

- İstemeden de olsa bana çok yardımcı oldunuz. Teşekkür ederim. Ve lütfen siz de, kimin karşı ateşine dönüştüğünüzü bir kere daha gözden geçirin.

 

* * *

 

Almış olduğu teknik destek sayesinde, öncekilerden çok daha kaliteli kısa bir animasyon film hazırlamayı başarmıştı Tuğrul. İzlediği videolardaki verileri ince ince işlemiş…  Önce mesaj olarak verdiğiniz, sonra uygulama safhasına geçtiğiniz… Göndermelerle, COP26 İklim Zirvesi’nde almak istediğiniz kararlar için elinizi kuvvetlendirmek istediğinizin farkındayız mesajını vermişti birilerine.

En başından beri eksikliğini hissettiği tedavinin reçetesini de Siha’larla yazmıştı. Kullandığı orman görselinin pek çok köşesinden Siha’lar yükseliyor… Hepsinden aynı anda çıkan ışın bir merkezde toplanarak, ormanı örten aynalı bir kubbeye dönüşüyordu. Gökyüzünden gelen ışınları geri yansıtabilecek güçte.

Böyle bir teknoloji yoktu elbette. Ama olmaması için bir sebep de yoktu. Veya olmadığına inanmalarını sağlayacak… Düşünülebiliyorsa, olabilirdi de… Siha’ların kendileri dahi hayalden ibaret değil miydi bir zamanlar?

Hazırlayanların, sözde isimlerinin çıkmaya başlamasıyla bittiği sanılan film, son sahnede yeniden ormanı kaplayan aynalı kubbenin olduğu sahneye geçiş yapıyor… Kubbe, genişleyerek tüm vatan sathını kapladıktan sonra Kıbrıs, Azerbaycan, Libya, Suriye, Musul ve Kerkük üzerinden ilerlemeye devam ederken sonlanıyordu.

Çalışmayı teslim ederken ilgili bürokrata;

- Birbirimize ayna olabilirsek, hatalarımızı daha rahat görebiliriz, dedi. Kibrin, mutasyona uğrattığı dev aynasından bakmazsak tabi…

 

Faruk Yılmazer