13 Haziran 2021 Pazar

Sonra İhtilal Oldu

Temize çekilen hatıralar;

İçinde bulunduğumuz seneyi kâbusa çeviren şu küçük virüs için, “İsim babaları, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okumuşlar mıdır acaba?” diye bir cümle kurmuştu oğlum… Virüs, henüz sınırlarımızdan giriş yapmadan önce…

Nispeten genç olan yaşının verdiği umursamazlık cesareti üzere ve haberleri dikkatle takip eden eşimin, yani annesinin yüzünde bir tebessüm oluşturmak adına belli ki…

“Onu bilmem ama...” demişti hanım sultan, “Bu hızla yayılmaya devam ederse, pek çoğumuzun salasının okunmasına vesile olacak...”

Halen oturmakta olduğumuz Sağmalcılar semtinin isminin, kötü şöhretle anılmasın diye Bayrampaşa olarak değiştirilmesine sebep olan 1970 kolera salgınını, bizzat merkezinde yaşayan bir nesil olarak, gençlerden daha duyarlı olmamız normaldi. Ve eminim ki; salgın haberlerini dinledikçe, henüz nişanlı olduğumuz o günleri hatırlıyordu, hanım sultan.

Mimar Sinan’dan kalma temiz su kanallarına, yanlışlıkla atık su kanallarının bağlanması ve bu suların çeşmelerimizden akması sonucu başlamıştı. Neyse ki, karantina önlemleri çok sıkı uygulanmış ve korkulan zayiat olmadan atlatılmıştı salgın.

 

Adet haline getirdiğimiz bir hafta sonu buluşmasıydı ve oğlumla birlikte iki kızım da baba ocağındaydı. İlaveten gelin, damatlar ve torunlar… Biz ihtiyarların, (Çocuklar her ne kadar, daha gençsiniz dese de…) anlatacak pek çok hatırası oluyor böyle ortamlarda.

Yanlışlıkla Sağmalcılar minibüsüne binen bir kadıncağızın, hatasını anlayınca; gözlerini kocaman açarak tepki göstermesini ve bir an önce inmek istemesini biraz da taklidini yaparak anlattığımda kahkahaya boğulmuştu çocuklar. Hâlbuki karantinanın kaldırıldığı, tehdidin ortadan kalktığı bir dönemde yaşanmıştı bu durum. İnsanlar hâlâ korkuyordu yine de…

Dedim ya; böyle ortamlarda, belli bir yaşı geçmiş insanların anlatacak çok hikâyesi olur. Hatıra, hatıra dolanırken, Koca Yusuf göründü aradan, birdenbire… Asıl anlatmak istediğim ve çocukların, “Bunu, kesinlikle yazmalısın baba…” dedikleri hatıram. Kalemi, sadece bulmaca çözmek için kullanmadığımı biliyorlardı, ne de olsa…

Koca Yusuf;

Yani Yusuf… Kahramanmaraş’ta ikamet eden ailesinin yanından, üniversite okumak için ayrılan… İstanbul’da oturan ağabeyinin yanında kalan genç bir adam…

“Koca” lakabının isim babası kimdi, bilmiyordum ama usta terzi elinden çıkmış bir elbise gibi oturmuştu isim, Yusuf’un üzerine. Pehlivan yapılı… Yüreği gibi, bileği de kavi bir delikanlı. Bu arada, “isim babası” lafsıydı belki de, onca hatıra arasından Yusuf’u çekip çıkaran…

Ben, onu tanıdığımda, tekrarla da olsa son sınıfına ulaşmıştı, okuduğu bölümün. Uzun zaman… Hangi bölümde okuduğunu hatırlayamıyorum ama günümüzdeki isimleriyle, bankacılık yahut işletme gibi bir bölüm olsa gerek.

O zamanlar, rahmetli babama yani bu hikâyenin gizli kahramanına ait olan bir binanın ikinci katında çay ocağı işletiyordum. Yusuf, yan komşum ve yakın arkadaşım olan Ali Coşkun’la birlikte ocağa gelmişti ve orada tanışmıştık.

On iki Eylül ihtilalının az öncesi… Yani sağ ve sol çatışmalarının ayyuka çıktığı dönem. Ve Yusuf, bu iki guruptan birinin etkin bir üyesi... Hangi guruba dâhil olduğunu belirtmemin çok bir önemi yok. Neticede hepsi bizim çocuklarımızdı ve bize ait bir değer olmayan birileri tarafından beyinleri yıkanmış taze fidanlardı.

Yaşı, bizlerden bir hayli küçük olan Yusuf’un, Ali Coşkun’la tanışma faslı da başlı başına bir hikâyeydi aslında. Ali Coşkun’un müdürü olduğu özel bankaya, gurubundan birkaç arkadaşıyla girmiş, “Bundan sonra ben burada çalışacağım.” Diyerek, emri vaki yapmış. Genel merkezle görüştüklerinde, “Zıtlaşmayın. Verin bir masa otursun. Sıkılınca kendi kendine gider zaten.” demişler. Lakin Yusuf gitmemiş, kendini personel olarak kabul ettirmeyi başarmış bir şekilde.

Kısa bir süre sonra başlayan sohbetlerin ardından, bir dostluk oluşmuş aralarında. Ali Coşkun müdür, Ali Coşkun ağabeye dönüşmüş. Akıl veren, yol gösteren, destek çıkan bir baba kıvamında… Böylece, sorunlu çevresinden azda olsa uzaklaşmış Yusuf. Ali Coşkun’un, Yusuf’u benim işlettiğim çay ocağına getirmekteki amacı da oymuş zaten… Takıldığı ortamdan uzaklaştırmak…

Bunun için elimizden geleni yaptık. Gurup olarak sinemaya gideceksek eğer, onu da çağırıyorduk. Yahut maça… Denize… Gezmeye… Bu şekilde eski arkadaşlarından uzak tutmaya çalışıyorduk onu. Aradıklarında bulamayınca, aramayı bırakmışlardı bir süre sonra.

Çok uğraşmıştık ama kısmen de olsa etkili olmayı başardığımızı görebiliyorduk, baktığımızda… Eskisi gibi kavgalara koşmuyordu artık... Ve eski sert mizacı giderek yumuşuyor, daha uysal bir insan haline dönüşüyordu, her birimize “ağabey” dediği bizim ortamımıza takıldıkça. Umut vardı.

Yine bizim gurubun daimi elemanlarından Naci’nin, Aksaray’da bir ayakkabı mağazasının sahibiyle yaşadığı diyalogu anlattığımızda katıla katıla gülmesi hala gözlerimin önünden gitmez. Olay şöyle;

Camekânına astığı bir tabelada, “Ayakkabı da tek fiyat… 50 Lira…” Diğer bir tabela daysa, 45- 46- 47 numara ayakkabı bulunduğu yazan bir mağazaya giriyor Naci. Kırk yedi numara olan ayaklarına uyan bir ayakkabı beğeniyor. Cebinden elli lira çıkartarak uzattığında, satıcı o ayakkabının yetmiş lira olduğunu söylüyor. Doğal olarak Naci itiraz ediyor; “Camekânda, tüm ayakkabılar tek fiyat yazmışsınız.” Diyerek. “Öyle ama” diyor satıcı, “Sen bu numarada ayakkabıyı başka nerede bulacaksın?” Verdiği cevaptan sonra ayakkabıyı hemen paketleyerek Naci’nin eline veriyor.

“Sen, bu numarada ayağı nereden bulacaksın?”

Bu arada fiyatı bugüne uyarlayarak söyledim. Eski dönemlerde yaşanan enflasyon oranlarının ve paradan sıfır atılması uygulamasının bizim yaştakilere hafif bir yan etkisi oldu. O da, geçmiş dönem fiyatlarını biraz karıştırmak malum.

Neyse.  Bizler, en azından, bir gencimizi içinde bulunduğu o karanlık ortamdan kurtardığımızı düşünüyorduk ki, Yusuf o eski sert mizacına geri dönmeye başladı ilerleyen zamanlarda. Yeniden kavgaların baş aktörü, karakolların müdavimi oldu. Yanımıza eskisi kadar sık gelmiyor, geldiği zamanlarda da pek fazla konuşmuyordu. Bankada çalışmayı da bırakmıştı. Biraz sıkıştırıp konuşmaya zorlayınca nihayet döküldü.

Bir kızı seviyordu Yusuf. Anladığımız kadarıyla kız da onu. Fakat kızın babası bu birlikteliğe karşı çıkıyor, olayı resmiyete dökmelerini engelliyordu. Bir akşam, çay ocağını kapatma saatlerine yakın ağzından baklayı çıkardı. “Kaçıracağım.”

“Ya babası?” Diye sormuştum. Neticede kızın babası, engel olmak için elinden gelen her şeyi yapacaktı… Elini beline attı ve “Gerekirse…” dedi. Sözünün gerisini getirmedi. Belli ki kızın babasına zarar vermeyi dahi göze almıştı. Ne kadar akıl vermeye, vazgeçirmeye çalışsak da… Bu işlerin, herkesin gönül rızasına uygun olarak yapılması gerektiğini anlatsak da kararından döndüremiyorduk.

Geç olmuştu. Ocağı kapattım ve Yusuf’la, Ali Coşkun’u da yanıma alarak mahalleye geçtik. Oturduğumuz binanın giriş katında, babama ait bir sandık ve kafes imalathanesi vardı. Yedek anahtarlarımla açtım ve birlikte içeriye girdik. Sohbetimize orada devam etmeyi planlıyordum.

Bir süre sonra babam göründü kapıda. Üst kattan, dükkânı açtığımı fark etmiş ve neler olduğunu anlamak için aşağıya inmiş. Biraz da mecburiyetten, her şeyi anlattık babama. Tepki vermeden sonuna kadar dinledi.  Eski toprak… Hikâye nihayetlendiğinde sağ elini Yusuf’un omzuna koydu;

“Demek aile kurmaya hazır olduğunu düşünüyorsun delikanlı.” Dedi. Yusuf, olumlu bir şekilde başını sallayınca, “Görelim bakalım o zaman.” Dedi. “Ne kadar hazırsın?” Hepimiz ne söyleyeceğini beklerken ayağa kalktı ve Yusuf’a peşinden gelmesini işaret etti.

Az sonra, gündüz üretimini yaptıkları kafeslerin başındaydılar. “Bak!” dedi babam. “Önce şu kafesleri bir incele. Sonra, şuradaki ölçülerine uygun kesilmiş tahtalarla aynısından bir tane de sen yap bakalım.”

Yusuf’ta dâhil, hiçbirimiz babamım ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştık. Fakat Yusuf itiraz etmedi. “Pekâlâ beybaba…” Dedikten sonra işe koyuldu. Gecenin bir yarısı, çekiç ve çivi sesleri duyuluyordu artık dükkânda.

Yaklaşık bir saat kadar sonra, derme çatma da olsa bir kafes yapmıştı Yusuf… Kafesi incelemesinin ardından babam;

“Bu kafesleri bize sipariş veren toptancı, içlerine otuzar kiloluk malzeme koyacak. Yanındaki çivi sandığı yirmi kilo... Senin yaptığın kafese bir koy bakalım, taşıyacak mı?” dedi. Yusuf, çivi sandığını içine koyarak kaldırdığında önce dibi çıktı kafesin… Sonra çakılan yerler çivilerinden kurtularak ikiye katlandı.

“Gördün mü?” dedi babam. “Taşıyamadı.” Biraz daha inceledikten sonra “Neden taşıyamadı, biliyor musun? Çünkü ölçüyü tutturamadın. Tahtaların bir tarafı dışa taşmış, diğer tarafında çakmaya pay kalmamış. Çivilerin çoğu boşa çıkmış. En çokta, yükün çoğunu taşıyacak olan dip kısmı sorunlu…”

Sonra tezgâhın başına geçerek çalışmaya başladı babam. Önce iki başlık çaktı. “Bunların.” Dedi. “Biri sensin, diğeri hanım kızımız.” İlk yanı çakmasının ardından, “Burası şimdiye dek yaşadığın hayat…” Diğer yanı çaktığında da “ Burası da, hanım kızımızla evlenerek kurmak istediğin hayat…” En son dibi çaktı ve “İşte bu kısım da aileleriniz. Çivi sandığını birde şimdi koy bakalım içine. Taşıyacak mı?”

Tabi ki, hiçbir sorun çıkmamıştı, sağlamlık konusunda. Kimsenin ağzını bıçak açmazken, bir de kapak çaktı babam. “Peki ya bu?” dedi Yusuf. “Elbette, bir ailenin en önemli parçası… İleride olması muhtemel çocuklarınız. Bu kısımların her biri ne kadar sağlam olursa, o kadar dayanıklı olur kurduğun yuva…”

Babamın son cümlesinin ardından başını öne eğdi Yusuf. Hiç birimize bir şey söylemeden kapıdan dışarı çıktı ve karanlığa karışarak gözden kayboldu.

Yusuf’un o hali gözlerimin önünde canlanınca boğazım düğüm düğüm oldu. Mecburen anlatmaya ara verdim.  Nihayet oğlum;

“Ya sonra baba?” dedi.

“Sonra ihtilal oldu.”

 


Aradan bir on sene geçmişti. Çay ocağını kapatmış, babamın sandıkçı atölyesini işletiyordum artık. Dükkânın kapısından, genç bir adamla genç bir kadın girdi. Dört beş yaşlarında bir çocuğun elinden tutuyordu adam. Kadının kucağında da, emzikli bir bebe… “Ne istemiştiniz?” dediğimde, gülümsemesinden tanıdım Yusuf’u. Hasretle kucaklaştık. Üst kattaki evime davet ettim.

Ali Coşkun müdürünü, çalıştığı bankada ziyaretinin ardından, önce çay ocağına gitmiş Yusuf. Orayı devrettiğimi öğrendiğinde mahalleye, “Hayatımın en önemli dersini aldığım mekân…” dediği sandık atölyesine gelmiş. Ve sonra, o anlattı ben dinledim.

Atölyeden ayrıldıktan sonra sabaha kadar sokaklarda dolanmış Yusuf. Babamın anlatmaya çalıştıklarının idrakine varmaya çalışmış. Varmış da…

Önce başını sürekli belaya salan çevreden uzaklaşmış. Sonra derslerine yani okuluna ağırlık vermiş. Bu arada ihtilal olmuş tabi. Başta tutuklansa da, bir suça karışmadığı tespit edilince serbest bırakılmış. Vatani görevini ifa etmesinin ardından ailesini devreye sokarak istetmiş sevdiği kızı. Kayın pederini razı ederek almayı başarmışta…

Sohbetimiz nihayetlendiğinde benim bir kat üstümde oturan ve kendini uzun zaman önce emekli eden babamın yanına çıkardım onu. Ellerini öptü. Helallik diledi. En son;

“O gece anladım ki…” dedi. “Bir yükle imtihan olacağı zaman, o yükü taşımaya hazır olmalıymış insan.” dedi. “Ve tecrübe sahibi çınarların sözünü dinlemeyi bilmeli…” diye ekledi.

Görünürde bir kafes örneğiydi, o gece Yusuf’u işleyeceği büyük hatadan geri döndüren. Bir çanta da olabilirdi… Bir kitap… Bir sanat… Önemi yok.

Önemli olan, tecrübe sahibi büyüklerimizin sözlerinin, ne kadar önemli olduğuydu. Ve ben dahi, eskisinden daha bir fazla dinler olmuştum, babamın tavsiyelerini.

 

Israrları üzere, kurşun kalemle kâğıda döktüğüm bu hatıramı temize çeker mi çocuklar? Ders alırlar mı? İleride dualarını almamıza vesile olur mu, bilmem… Lakin annelerinin daha birkaç gün evvel, “Bu hızla yayılmaya devam ederse, pek çoğumuzun salasının okunmasına vesile olacak...” diye bahsettiği Covid- 19 un, tam da söylediği kıvama ulaştığını fark ettiklerini dillendirmeleri umut aşılıyor yüreğime…

Ümit varım…

 

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder