17 Nisan 2021 Cumartesi

Gündemi Yakalamak (Makale)

 

Ahir zaman alametlerinden birinin, zamanın çok hızlı akması olduğu söylenir. An itibariyle bu durumdan şikâyetçi olmayan tek bir kişi bile yok, görebildiğim kadarıyla. Bağlantılı olarak hem dünyada, hem Türkiye’de gündem de o kadar hızlı akıyor ki, hızına yetişebilmek mümkün değil.




Geçtiğimiz seneye Elazığ’da yaşanan deprem felaketiyle başlamış, peşi sıra Van’da yaşanan çığ felaketiyle bir kere daha kahrolmuştuk. Sonrasında, ilk olarak Çin’de ortaya çıktığı söylenen ve kendi içinde pek çok alt gündem oluşturan Korana virüsü önce sınırlarımızdan içeri sonra da gündemimize girmişti. Hatta henüz sınırlarımızdan içeri girmeden gündemimize girdiğini de söyleyebiliriz.

İlk ikisi, doğal yollardan oluşan felaketler olsa da, üçüncüsünün insan eliyle gerçekleştirildiği neredeyse tüm dünyanın kabullendiği bir gerçek. Ve belki bu sebeple, korunma yolları, aşısı, mutasyonu, bulaşma hızı, ölüm oranı, kısıtlamalar derken, diğer gündemler ışık hızıyla gözümüzün önünden geçip gittiği halde; Korona, bir türlü gündemden düşmüyor, düşürülmüyor.

Gezegeni sıfırlama projesi olduğu… Aşırı abartıldığı… Dünya Sağlık Örgütü’nün de işin içinde olduğu… Aşırı abartıldığı… Ekonomileri çökertme amacı güttüğü… Aşırı abartıldığı… Bulaşma riskini azaltmak için kullanılan maskelerin, yarardan çok zarar getirdiği… Aşırı abartıldığı gibi pek çok iddia mevcut…

Uzmanlığı olsun, olmasın; önüne mikrofon uzatılan, eline kalem alan hemen herkes bu iddiaların herhangi birinin ucundan tutarak konu hakkında yorumlarda bulunuyor ve insanların zaten karışık olan kafasını daha da karıştırıyor. En büyük sıkıntıyı da, aşırı abartıldığı doğru olsun veya olmasın hastalığın sebebi müsebbipleri olan ve dahi üzerinden plan devşiren küresel çetelerin karşısında dik durmaya çalışan ulusal devletler, hükümetler çekiyor. Zira aldıkları, alabilecekleri hiçbir karar toplumun tamamını memnun etmez, edemez, edemeyecek.

Üçüncü Dünya Savaşının biyolojik savaş olarak yaşandığı, yaşanacağı gerçeğini unutmadan… Sıradan insanların gündemine giren iddiaları hükümetlerin bilmediği, üzerinde konuşmadığı, önlemler almaya çalışmadığı zannına kapılmak tam bir safdillik. Bana kalırsa; bizim hükümetimiz de dâhil olmak üzere tüm hükümetlerin yapmaya çalıştığı, her iki seçeneğinde doğru olabileceğini değerlendirerek kararlar almak.

Neticede bu salgın gerçekten anlatıldığı kadar tehlikeliyse, aldıkları kararlarla halklarını salgından korumuş… Eğer bir abartıdan yani bir fragmandan ibaretse, asıl film başlamadan önce deneyim sahibi olmuş, vakti zamanı geldiğinde yapmaları gerekeni öğrenmiş olacaklar. Küreselcilerin yaşadığı en büyük paradoks da bu… Olabilecekleri gözlemlemek için yaptıkları deneyle, insanları istemeden eğitmiş oluyorlar. Tıpkı, kırk yıldır besledikleri terörün, ordumuzun savaş yeteneğinin körelmesine engel olması gibi…

Kaldı ki; korunma yolu olarak Cumhurbaşkanımızın ön plana çıkardığı maske, mesafe ve temizlik üçlüsünün üçüncüsü, yani temizlik imanın yarısı bizim inancımıza göre. İlk ikisi de dolaylı olarak temiz kalmaya hizmet ediyor zaten.

 

Neyse. Geçtiğimiz senenin gündem maddelerinden biri de, yine gündemden hiç düşmeyen, düşmeyecek olan Ayasofya’nın seksen altı yıl sonra yeniden bir ibadethane olarak hizmete açılması müjdesiydi. Her ne kadar belli bir güruh tarafından felaket algısı yapılmış olsa da… Üzerinde yazılabilecek, konuşabilecek o kadar çok şey var ki, bir köşe yazısına sığması mümkün değil.

Ve hakikaten çok şey söylendi.

Çok şey söyledik.

Lakin asıl sorunun, kıraatımızda olduğunu uzun süre görmedik. Nefsimiz için dört elif miktarı; ümmet için duayı, tabi med’de yükledik yıllarca.

Ne zaman değişti? 15 Temmuz 2016 akşamı millet vasfını, ümmet vasfını taşıyanlar olarak kalktığımız kıyamda, kıraatın hakkını verdiğimizde… Kavli duamızı, fiili duayla tebdil ettiğimizde…

Bu açıdan baktığımızda; zincirlerini, 15 Temmuz gecesi kırdı Ayasofya.

Elhamdülillah.

Ey Ayasofya!

Ey muhteşem mabet;

Özgürlüğünü haykır… Özgürlüğümüzü…

Kördüğümün çözüldüğünü…

Bir çağın daha kapandığını…

Ta Kudüs’e varsın sesin.

Elhamdülillah.

 

Yine geçtiğimiz yılın önemli gündem maddeleri arasında, kardeş ülke Azerbaycan ile Ermenistan arasında yaşanan; ülkemizin de desteğiyle yıllar sonra gerçek sahiplerinin yani Azerbaycan’ın eline geçen Dağlık Karabağ bölgesinde yaşanan savaş vardı.

Yabancı haber ajanslarında da yazıldığı gibi, bu savaşın Azerbaycanlı kardeşlerimizden sonra kazananı Türkiye’ydi. Ve gelecek yıllarda, ülkemizin bölgedeki belirleyici rolünü sabit hale getirdi.

 

Bu senenin en önemli gündem maddesi de; aile yapısına dinamit koyduğu için 20 Mart 2021 tarihinde Cumhurbaşkanımız tarafından çöpe atılan,  İstanbul Sözleşmesi olsa gerek. Bakmayın siz altına imza dahi atmadıkları bir sözleşmeyi kaldırdığımız için bazı ülkelerin bizi eleştirdiğine. Biz, “Kadınlar size Allah’ın emanetidir.” diyen Hz. Muhammed’in (S.A.V) ümmetiyiz. Bunu çocuklarımıza hakkıyla öğretebilsek yeter. Öyle seksen dört maddelik çöp yığınına ihtiyacımız yok.

 

Kırsal bir bölgede doğan… İsmi, ilk yaşını görmeden vefat eden dedesi tarafından konulan Recep, “İlkokula başlayana kadar ismimi Yecep zannediyordum.” diyor ya hani, “R” harfini telaffuz edemeyen anne ve babası yüzünden. Bize de, “Zavallı Anadolulu” olduğumuz öğretildi yıllarca, son üç gündem maddesiyle aslında ”Muhteşem” olduğumuzu öğrenene kadar.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron, “Türkiye’nin seçimlerimize müdahale etmesinden endişe ediyorum.” diyor ya hani… Batının, gerçekte kim olduğumuzu öğrenince, işlerin tersine döneceği korkusu bu.

Ne diyelim? Biz kim olduğumuzu öğrendik. Gerisini onlar düşünsün.

 

Zaman çok hızlı akıyor. Gündem de öyle. Biz, dünyaya neden gönderildiğimizi ve kim olduğumuzu unutmayalım yeter.

Selametle…

 

Faruk Yılmazer

11 Nisan 2021 Pazar

Maden (Hikaye)

Son kapıyı açmak için hareketlenen görevliyi bir el hareketiyle durdurmasının ardından;

- Vazgeçtim, dedi. Çıkmayacağım. Buraya getirin.

Kendisine refakat edecek olan ikilinin yüzlerinde oluşan alaycı kıvrımları, kafalarını büyük oranda örten başlıklarına rağmen görebildi. Sesinin tonunu sertleştirerek;

- Duydunuz değil mi?

- Evet efendim.

Üç adım geriye çekilerek ara kapının kapanmasını bekledi. İki gökmen, mekiği terk ederken önce başlığı, sonra koruyucu kıyafetini çıkardı.

Az sonra, yeryüzünden milyonlarca kilometre uzaklaşmasının sebebiyle baş başaydı. Gözbebekleri büyüdü;

- Buna bir açıklama getirebilen var mı?

Mekiğin pilotu;

- Bilim adamlarımızın bir paralel evren teorisi var ama…

Başını iki yana sallayarak pilotun sözünü kesti;

- Eğer gerçekten bir paralel evren varsa bile; ehlinin, bu sözde gezegen üzerinde takım elbiseyle gezmeye kalkacak kadar çılgın olduğunu sanmıyorum.

Sözü kesilen pilot, sessiz kalmayı tercih edince;

- Elle tutulur bir fikriniz yok yani?

- Maalesef efendim.

- Ne kadar zamandır burada olduğunu tespit edebildiniz mi?

- Mutlak soğuğa çok yakın bir ısıda ve atmosfersiz ortamda bulunduğu için bunu tespit edebilmemiz imkânsız. Bir hafta da olabilir. Yüz yıl da…

- Kendisinin, on yıl daha yaşlı hali gibi duran kaskatı bedene son bir kere daha baktı;

- Ne yapacağımıza karar verene kadar onu gemide muhafaza edin.

Yüz hatları gerildi ve ses tonu olabildiğince sertleşti;

- Ve bu olay, kesinlikle buradan dışarı çıkmayacak.

* * *

 


On yıl sonra…

 

Konuşmasını, sorulacak soruları ve danışmanlarının hazırladığı cevapları dijital ekrandan son bir kere daha kontrol etti. Ve olası bir aykırı soru ile karşılaşması durumunda, destek için hazır bekleyen ekibin kullanacağı görünmez teçhizatın çalışıp, çalışmadığını… Bir sorun olmadığına ikna olmasının ardından antika boy aynasının karşısına geçti. Kılık kıyafetini düzeltirken yukarıdan aşağı süzdüğü yansıması; en başından beri beynini kemiren “Atladığım bir şey var.” düşüncesinin yeniden canlanmasına sebep olsa da, kuruntu yaptığına karar vererek umursamadı.

Online basın toplantısının gerçekleşeceği alana doğru ilerlerken, eğitim ziyaretini tamamlayarak fabrikadan ayrılmaya hazırlanan ilköğretim öğrencilerinden birinin, onlara rehberlik eden görevliye sorduğu soruya kulak misafiri oldu.

- Neden bu kadar çok teleskop çeşidine ihtiyacınız var?

Zeki bir beynin kokusunu alma konusundaki mahareti duraksamasına sebep oldu. İstikametini çoktan belirlemiş olan ayakları, yön değiştirerek öğrencilerin bulunduğu alana taşıdı bedenini. Gelişini fark eden görevli;

- Uzay madenciliği enstitüsünün başkanı Şeref Tosun Bey, cümlesiyle onu öğrencilere tanıtma gereği duydu.

Sorunun sahibi gence yanaşan Şeref Tosun, gencin sol kolunun askıda olduğunu fark etti;

- Neden kolun sargılı genç adam?

- Düştüm. Doktor, kolumda çatlak olduğunu söyledi.

- Doktor, çatlağı tespit edebilmek için röntgen filmi çekti değil mi?

- Evet.

- Çünkü kırıklar ve çatlaklar bu şekilde tespit edilebilir. Fakat insan vücudu sadece kemiklerden oluşmuyor. Kas, damar, kan, irin, organlar ve daha pek çok şey var. Peki ya çatlak değil de, bir kas yırtılması yahut organ hasarı olsaydı nasıl tespit edecekti doktor?

- Farklı bir cihaz kullanırdı sanırım.

- İşte cevap bu… Uzayın… Daha doğrusu evrenin insan vücudundan pek bir farkı yok. Dolayısıyla tek tip teleskopla tüm verileri tespit edebilmemiz mümkün değil.

- Anlıyorum efendim.

Bir süre sessiz kalan öğrenci;

- Bir soru daha sorabilir miyim?

- Hadi, sor bakalım.

- Evren, insan vücudu gibiyse, kara delikleri gözlerimize benzetebilir miyiz?

Yine yanılmamıştı. “Eğitildiğinde çok verimli olabilecek bir beyin.” Düşüncesi, nöronlarının arasında gitti geldi. Üzerinde çok düşündüğü bu soruyu soran,  gencin zekâ fışkıran gözlerine bakarken kendisine seslenildiğini işitti.

- Şeref Bey, gazeteci arkadaşlar toplantı için hazır.

Görevliye, gencin iletişim bilgilerini almasını işaret ettikten sonra;

- Şimdi ayrılmam gerekiyor. Ama istersen bu konu hakkında daha sonra uzun bir sohbet ederiz belki…

İlerlemek için hareketlendiğinde cam kapıdaki yansımasını gördü. Işığın göz kırpmasına benzer anlık bir gelgitin ardından, “Belki de edemeyiz.” diye mırıldandı. Sebepler kümesinden teğet geçerken…

Az sonra bağlantı kurulmuş, davetli gazetecilerin avatarları toplantı salonunda belirmeye başlamıştı bile. İstemediği bir ismin aralarına sızmış olması ihtimali gerilmesine sebep olsa da, profesyonel bir ekibin tetikte beklediğini anımsayarak nispeten rahatladı.

Bol sıfırlı rakamların zikredildiği uzun bir konuşmanın ardından ilk sorular beklediği yerden geldi ve cevap vermekte zorlanmadı. Avatar kullanırsa gösteremeyeceği sempatik hareketler, nükteli cevaplar ve samimi pozlarla gazetecileri etkisi altına almış görünüyordu. Ta ki avatarına aşina olmadığı bir isme sıra gelene kadar…

- Şeref Bey. Dünya ülkeleri ile eşzamanlı olarak, ülkemizde Uzay Madenciliği işine giren ilk ve haddizatında tek isimsiniz. Gezegenimiz üzerindeki maden rezervlerinin tükenmeye başladığı günümüzde, ticari getirisi bir tarafa, insana hizmet açısından dahi yaptığınız işin önemi inkâr edilemez. Ve devletimizin bu konuda size vermiş olduğu sonsuz destek, elbette… Benim size iki sorum var. Birincisi;

Ülkemizin en varlıklı ailelerinden birinin mensubusunuz. Ailenizin, nesilden nesle geçen yönetim anlayışı sonucu şu an yönetim koltuğunda siz oturuyorsunuz. Otuz yıl evvel, yani o koltukta henüz babanız oturuyorken Türkiye Uzay Programı açıklanmış; babanız, zamanın hükümetini ağır bir dille eleştirerek ekonomi ile ilgili daha önemli önceliklerimiz olduğunu belirtmişti. Uzay madenciliğinin, ekonomiye olan katkısını günümüz şartlarında incelediğimiz zaman, o gün yaşananlar babanızın öngörüsüzlüğü müydü? Yoksa yönetime gelir gelmez, devletin de katkısıyla bu işe soyunan sizin, müthiş öngörünüz mü?

Diğer arkadaşların nedense sormaktan özellikle kaçındığı ikinci soruma gelecek olursak; Yeryüzüne getirebilmeyi başardığınız madenlerin önemli bir kısmını büyük meblağlar karşılığında yurt dışına ve özellikle defalarca savaşın eşiğine geldiğimiz ülkelere kaçırdığınıza dair bir suçlamayla karşı karşıyasınız. Basın toplantısı düzenleyeceğiniz duyurulduğunda, bu konuda bir açıklamanız olacağını düşünmüştük. Fakat konuşmanızda o konuya hiç girmediniz…

 

2021 yılının ilk çeyreğinde Türkiye Uzay Programı açıklandığında, çoğu vatandaş ülke olarak bu işin altından kalkabileceğimizden şüphe ediyordu. İlgili bakanlığın olağanüstü çalışmaları ve gerçekleştirilen tersine beyin göçü sayesinde, on yıl gibi kısa bir zaman zarfında büyük bir yol kat edilmiş… Gelişmiş denilen ülkelerle aynı seviyeye gelinmiş… Hatta daha ileri safhalara doğru yol alınmıştı.

Savunma Sanayi ile ilgili oldukça büyük projelerle meşgul olduğundan; devlet, daha önce pek çok konuda yaptığı gibi Uzay Madenciliği konusunda da özel sektörle işbirliği yoluna gitmiş… Ülkenin en zengin işadamlarını konuyla ilgilenmeye davet etmişti. Şeref Tosun’un başında olduğu aile şirketi işi kabul etmiş, devletin desteğini de arkasına alarak büyük başarılara imza atmıştı.

İyon motorlu mekikler yardımıyla, uydumuz ay’dan, “helyum 3”madeni taşınmaya başlanmıştı önce yerküreye. Daha güçlü motorlar yapılmaya başlandığında, gözlerini Jüpiter ile Mars arasındaki asteroit kuşağına çevirmişti dünya insanları. Özel olarak yapılmış gemilerle yakalanan küçük asteroitler, önce ay yörüngesine sürükleniyor, daha sonra dünyaya ulaştırılıyordu.

İkinci on yılın sonlarına yaklaşıldığında geliştirilen solucan deliği teknolojisi tam bir devrimdi. Teknoloji; işin başında tek yönlü çalışması ve hücresel bozulmaya sebep olması sebebiyle canlı transferine imkân vermese de, maden sevkiyatının çok hızlı ve oldukça ucuz bir şekilde yapılmasına olanak sağladı.

Tüm dünya ülkelerinden önce Şeref Tosun’un ekibi, cüce gezegen Ceres’e solucan deliği açabileceği cihazları yerleştirmeyi başarmıştı. Böylece, kuşaktan yakaladıkları daha büyük asteroitleri Ceres’in yörüngesine çekecek, sonrasında olağanüstü bir hızda dünyaya gönderebileceklerdi.

Diğer gezegenlerde kolonileşebilmenin önünü açan bu son hamle Şeref Tosun için bir değişimin başlangıcı olmuştu. Artık kendini insanüstü olarak görmeye başlamış; dünyayı ve hatta tüm evreni yönetecek bir güce ulaşabileceğini düşünmeye başlamıştı. Bu yönde ülkesine ve dahi tüm insanlığa ihanet sayılacak pek çok gizli antlaşmaya imza atmış, gezegeni resetlemeye çalışan gizemli teşkilatların bir oyuncusu haline gelmişti. Kim bilir? Belki de, figüranlıktan oyunculuğa terfi etmişti.

Fakat Ceres’e çıkartma yapılan gün inanılmaz bir olay yaşanmış, ilk defa insan ayağı değdiği düşünülen cüce gezegende bir insan cesediyle karşılaşmışlardı. İşin daha da tuhaf olan tarafı, hiçbir koruyucu kıyafete sahip olmayan cesedin, biraz daha yaşlı görünmesinin dışında, Şeref Tosun’un bire bir kopyası olmasıydı. Durum kendisine bildirildiğinde, ilk kalkan uzay aracı ile Ceres’e kadar gitmiş, olayı yerinde müşahede etmiş… Bir açıklama getiremeyince, cesedi yok ederek olayı bir sır olarak saklamayı tercih etmişti.

Transferlerinin, sadece devlet görevlileri gözetiminde yapılmasına izin verilen solucan deliği teknolojisi son on yılda daha da geliştirilse de… Bilinmezlerinin çokluğundan dolayı, hiçbir ülke sistemin insan transferinde kullanılmasına izin vermiyordu. En azından uluslar arası antlaşmalar bunu gerektiriyordu.

Türkiye’de, sistemin rapor edilenden daha fazla kullanıldığını ve bu gizemli seyrüseferlerin gezegenler arası değil, yerküre üzerinde yapıldığını tespit eden devlet görevlileri harekete geçmiş… Nihayetinde, Şeref Tosun’un elde edilen madenleri yurtdışına kaçırdığı savıyla soruşturma başlatmıştı. Ceres’den yapılan nakillerin her saniyesinin gözlem altında olması bu yönde illegal bir durum yaşanmasına müsaade etmese de, gezegen üzerinde böyle bir kaçak operasyonun yapılabilmesi gayet mümkündü. Ailenin, tüm mal varlığını yurtdışına taşıyor oluşu da bunu ispatlar nitelikteydi.

 

“Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.”cümlesi kulağına çalındığında; ekibin vereceği cevabı çoktan hazırladığını düşünerek derin bir nefes aldı Şeref Tosun. Avatarlara dönerek cümleyi tekrarladı;

- Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.

Fakat sonraki cümle beklediği istikamette değildi.

“Şeref Bey. Özel harekât polisleri fabrikayı bastı. Bulunduğunuz alana doğru ilerliyorlar.”

- Özür dilerim arkadaşlar, dedi gazetecilerin avatarlarına. Toplantıyı burada bitirmek zorundayım.

Avatarlar birer birer silinirken kendisini yönlendiren sese;

- Sistemi çalıştırın. Ada’ya bir solucan deliği açın. Geleceğimi haber verin. Polisleri de oyalayabildiğiniz kadar oyalayın.

Sistemin kurulu olduğu mekâna doğru koşarken, yolculuğunu riskli hale getirebilecek tüm teknolojik aletleri üzerinden söküp atmaya başladı.

Kan ter içinde istediği yere ulaştığında, komutlarının çoktan yerine getirilmiş olduğunu görerek rahatladı. Bağlantı da olduğu cihazları söktüğü için ekibin son cümlesini duyamadı.

- Şeref Bey, durun. Kapı Ceres’e açık. Kapatarak Ada’ya yol açabilmemiz için birkaç dakika beklemeniz gerekiyor.

Koşarken çarptığı iki işçiyi yere serdi ve yakalanmasına saniyeler kala “Artık burada işim bitti.” Diye bağırarak kendini cihazın içine attı. Son anda onu elinden kaçıran polis bir anlığına peşinden gitmeyi düşünse de, kararından çabuk vazgeçti. Düştüğü yerden doğrulan işçilerden birinin yakasına yapıştı.

- Nereye gitti?

Kekelemeye başlayan işçi;

- İnanamıyorum. Ceres’e ekipman sevkiyatı yapıyorduk. Şeref Bey… Şeref Bey, üzerinde tek bir koruyucu kıyafet bile olmadan Ceres’e gitti.

Takım elbiseyle gezegenler arası seyahat yapan Şeref Tosun’un hayal kırıklığı, kaskatı kesilen yüzüne sabitlendi. Atladığı… Daha doğrusu unuttuğu şeyin ne olduğunu geç de olsa hatırladı. İhanetin imzasını attığı günlere geri dönmüş, on senede bir tekrarlanacak döngünün içine hapsolmuştu. Görebildiği tüm uzayı, soğuğun etkisiyle billurlaşan gözbebeklerine hapsederken, beyninde donan son hücre, gözlerinin gerçekten kara deliğe dönüştüğünü düşündü.

Evet. Solucan deliği vasıtasıyla “Ada” dediği malum ülkeye birkaç kez yolculuk yapmıştı Şeref Tosun. Fakat bu yolculukların sorunsuz yapılmış olması, her zaman sorunsuz olacağı anlamına gelmiyordu. Özellikle canlı nakliyatında risk çoktu ve bir güneş parlaması, henüz keşfedilmemiş madenlerin yan etkisi yahut hiç akla bile gelmeyecek bir değişken yalnız mekânda değil… Zamanda dahi yolculuk yaptırabilirdi insana.

Şeref Tosun’un, on yıl öncesine, sistemin Ceres’e kurulduğu güne yaptığı yolculuk, bunun…

Aile olarak, önce karşı çıktıklarına, maddiyat kokusu aldıktan sonra sarılmaları, ikiyüzlülüklerinin…

En başında ve en sonunda yapılan yanlışlar, aidiyetin başka bir yere hissedildiğinin ispatı, göstergesi olsa gerekti…

 

Bu ülke insanının önüne hedef konulduğunda; baskılara, engellemelere ve hatta ihanete rağmen yolundan dönmeyeceğinin ispatı olan program başka isimlerle yoluna devam etti. Güzel ülkemizi döngülere hapsetmeye çalışan tüm güçlere inat…

 

Faruk Yılmazer

Baloncuk Köpüğü (Hikaye)

Kahvaltı masasının tek eksiği olan çayları dolduruyordu ki; yıllar önce, henüz on yaşında bir çocukken, yine bir kahvaltı masasında babasıyla arasında geçen bir sohbet düştü aklına Nagehan’ın…

“İnsanlar ikiye ayrılır.” demişti babası. “Bardağın yarıdan çoğunu dem dolduranlarla, yarıdan çoğunu su dolduranlar…”

İlerleyen yaşıyla birlikte, insanları yalnızca insan olarak kabul etmeyip din, dil, ırk, mezhep ve benzeri adlarla sınıflandıran…

Ve bu sınıflardan kendine yakın olanlara pozitif, uzak olanlara negatif ayrımcılık uygulayan kişiler tanımış; onlarla kıyasladığında, babasının yapmış olduğu ayrımın ne kadar masum olduğunu anlamıştı.

“Ya eşit dolduranlar…” demişti çocuk aklıyla…

“Onlar, kaideyi bozmayan istisna…” demişti babası. Bir süre güldükten sonra, “Öyle birine denk gelirsen sakın kaçırma, evlen onunla…”

Önce bir tebessüm kapladı yüzünü… Ardından hüzün…

“Ah babacım!” diye mırıldandı. “Bilsen, ne çok özledim seni…”

 

Nevi şahsına münhasır bir adamdı babası. “Salı günü ölüm meleğiyle randevun var.” deseler; rutinini bozmaz, Pazartesi sabahı kalkar, işe giderdi. Altmış beş yaş üstünü koruma amaçlı konulan kısıtlamanın yaşattığı hissi, “Otoyolda doksan kilometre hızla giderken el frenini çekmek gibi…” diye tarif etmişti sonraları. Fakat memnundu, devleti tarafından gözetiliyor olmaktan… Ve yine, bedeninden ziyade yorulan ruhunu dinlendirmekten…

Çayı da, demi ve suyu eşit içerdi bu arada…

 

Haftalar sonra hazırlamış olduğu ilk kahvaltı masasına, eşi Salih’i ve on iki yaşındaki kızı Buse’yi çağırmaya hazırlanıyordu ki, odalar ile mutfağı bağlayan koridorda fısıldaştıklarını gördü ikilinin. Çoktan uyanmış olmalıydılar. Ve kendisi için hazırladıkları bir sürprizin peşine düşmüş…

Aile hekimiydi Nagehan. Kendi hayatını hiçe sayarak ve ailesinden uzak kalmayı göze alarak virüsle savaşan, on binlerce sağlık personelinden sadece biri… Haftalar önce, aldıkları onca tedbire rağmen virüs taşıdığını bilmeyen tedbirsiz bir hasta yakını tarafından kendisine Covid 19 virüsü bulaştırılmış ve tedavi altına alınmıştı. Dikkati ve duyarlılığı sayesinde ailesi de dâhil olmak üzere hastalığı kimseye yaymadan fark etmişti durumu. Neyse ki, ağır seyretmemişti hastalığın etkileri üzerinde.

Öncesinde de bir süre uzak kaldığı eşine ve kızına nihayet iki hafta önce kavuşmuş; sekiz sene evvel vefat eden annesinin ardından, yaşayan tek akrabası olan babasını görebilmek nasip olmamıştı bu zaman zarfında.

Evinde geçirmesi gereken zaman süreci ve babasının da dâhil olduğu kısıtlama, aynı mahallede oturuyor olmalarına rağmen görüşmelerine meydan vermemişti.

“O iyi olsun da…” diye mırıldandı, özlemini bastırarak…

 

“Dünya adını verdiğimiz gezegenin kabuğu kırıldığında, bakalım neler gelecek başımıza?”

Samanyolu’nu, kümese benzetirdi babası. Güneş sistemini de folluğa…

Bu teşbihle, bir yumurta konumunda olan gezegen için; yaşananlar bir kırılma değil, kabuğun içerden yoklanmasıydı sadece… Virüsün ortaya çıktığı ilk demlerde yaptıkları telefon görüşmesinde, tecrübeyle koyduğu teşhise göre.

Gezegenimizle savaşmaya devam edersek, kazandığımız anda kaybedecektik bu büyük muharebeyi.

 

Sakin ve keyifli bir sohbet eşliğinde yaptıkları kahvaltının ardından, Buse’nin pişirmiş olduğu kahvelerini içmek üzere balkona yöneldi karı koca. Kızının, kendi başına kahve yapabildiğini bilmiyordu Nagehan. Şaşırmıştı. “Anne yoksunluğu, ne kadar erken büyütüyor çocukları...” diye düşündü.

Bu arada, baba kızın kaş göz hareketleriyle sürekli işaretleşmeleri gözünden kaçmadıysa da, üzerinde durmadı. Kızlarının doğumunda, bütün bir odayı şişirilmiş balonlarla dolduracak kadar sürpriz sever bir adamdı eşi, neticede… Çayını da, demi ve suyu eşit içiyordu üstelik.

Bir yüzü sokağa, bir yüzü caddeye bakan köşe binanın ikinci katında kahvelerini yudumlarken, ortamın sakinliğinden huzur buldu. Sokağa çıkma yasağı, bir nefes alma fırsatı sunmuştu sanki şehri İstanbul’a…

Önce bir ekmek arabası geçti sokak yönünden… Sonra bir iki su arabası… Hizmet etmeye devam etmesi gerekenleri taşıyan bir servis, caddeden…

Odadaki guguklu saatin sesi duyulduğunda, vaktin on ikiye eriştiğini anladı Nagehan. Birer birer açılmaya başlayan sokak yönündeki daire pencerelerinde ve balkonlarda görünmeye başlayan çocuklar dikkatini çekti. Sağlık çalışanlarının alkışlanmasına benzer, bilmediği bir etkinlik mi vardı acaba?

Merakla sağına soluna bakınırken, sokağın uzak köşesinde beliren maskeli ihtiyar adama takıldı gözleri. “Aman Allah’ım!” dedi. “Yoksa…”

O ana kadar içeride durmayı tercih eden Buse, yanlarına gelerek küçük, kırmızı bir cisim uzattı babasına. Dikkatli baktığında cismin, hakemlerin kullandığına benzer bir düdük olduğunu anladı Nagehan. Neler olduğunu anlamaya çalışırken, Salih kısa aralıklarla üç kere öttürdü düdüğü.

Evlerinin pencerelerinden bir anda belirmelerine şaşırdığı çocuklar, ellerinde tuttukları bardak benzeri kaba daldırdıkları halkalı çubuklara doğru üflemeye başladılar, yine biranda... Neşeli halleri ve şen kahkahalarıyla tamamen aynıydılar. Hiçbir fark yoktu, birini diğerinden ayıran.

Gökyüzü, güneşinde etkisiyle pırıl pırıl parlayan baloncuk köpükleriyle dolduğunda, sürprizin bu olduğunu anladı Nagehan.

 


Hangi ara ayarlamış, ne zaman mahallenin çocuklarına dağıtmış ve bunca çocuğu nasıl organize edebilmişti bilmiyordu ama devlet tarafından altmış beş yaş üstüne verilen izin çerçevesinde; hem babasını görebilmesi için bir fırsat oluşturmuş, hem de görsel bir şenlik eşliğinde Covid 19 un en büyük düşmanı sabun köpükleriyle yıkatmıştı gökyüzünü, eşi.

Gözlerinden yaşlar süzülürken, iyice yaklaşan babasına el salladı önce. Annesinin gözyaşlarına dayanamayarak ağlamaya başlayan kızını kucakladı sonra.

En son, bu muhteşem anı kendisine yaşatan eşine sarıldı;

“Sen…” dedi. “Sen, benim tüm kaideleri alt üst eden istisnamsın…”

Zorlu dönemlerde sığınılabilecek, en güvenli limanın aile olduğuna bir kere daha inandı böylece. Ve bir ülke için; sağlık sektörünün, savunma sanayinden ayrı tutulamayacağına…

 

Faruk Yılmazer