21 Şubat 2021 Pazar

Elma Çekirdeği (Hikaye)

            Doktorun, ses tonuna yansıyan teessürü, esnemek kadar bulaşıcıydı belki… Yine de, anlık bir tebessümü simasına nakşeden o hatıraya yetişememişti hızı.

Yıllar öncesinden bir demdi, o an;

 

Hanımının, sabah ezanıyla birlikte araladığı perde ve açtığı pencere, haneye melekleri davet içindi belli ki…

Ya şakaklarındaki yaşa gizlenmiş, gözlerini alan yakamoz? Yeter gelir miydi, sebep olarak ay ışığı, ömrünce deryada yunmamışa?

Gelmezdi.

Biliyordu.

Kendisi de, aynı derinlikte nefessiz kaldığında, her şeyin sahibine sığınıyordu.

Kadıncağızın, dört eşit parçaya böldüğü elmanın çekirdeklerini hassasiyetle çıkartarak cebinden çıkarttığı şekerleme kutusuna koydu.


 

- Tahminen ne kadar vaktim var Doktor Bey?

- Altı ay… En fazla bir sene Bekir Bey… Üzgünüm.

Kuluçka dönemini tamamlayan virüs gibi, yüzüne ve sesine sirayet etmişti aynı teessür, nihayet.

- Yeterli değil.

- Anlayamadım.

- Önemli değil. Allah’tan ümit kesilmez, dedim sadece…

Muayenehaneden ayrılırken, hastalığını ilk öğrendiği anda yüzünde beliren anlık tebessüm tekerrür etti. Beş sene önce kaybettiği hanımının, gülümseyen yüzü gelmişti gözlerinin önüne tekrar.

- Biliyorum, özledin hatun, diye mırıldandı. Ben de çok özledim. Ama geliyorum, merak etme. Bir sürpriz olmazsa, aynı yoldan hem de…

 

* * *

 

Dükkânlar… Park alanı… Yeşillendirilmiş toprak alan… Yol…

Birbirine paralel ilerleyen dörtlünün oluşturduğuna benzer adacıklardan oluşuyordu Toptancılar Sitesi.

İçinde bulunduğu otobüs, site içindeki ilk durağa yanaştığında, kolundaki saate göz attı siyah bereli adam. “Daha vakit var.” Diye mırıldandı, inmek için adımını attığı basamakta. Üzerindeki koyu renkli kıyafetle takım olmuştu, günün aydınlanmadan önceki son hali.

Site camiinin aksi istikametine doğru yürüdü bir süre, yeşil alana paralel. Sonra durdu. Aradığı her neyse, onu bulmuş olmalıydı. Çömeldi. Nasırlı elleriyle, toprakta ufak bir çukur açtı. Bir şekerleme kutusundan çıkardığı elma çekirdeğini çukura şefkatle yerleştirdikten sonra, uyuyan evladının üzerini örten bir baba edasıyla üzerini örttü. Montunun sağ cebinden çıkarttığı bir pet şişeden, can suyunu vermesinin ardından doğruldu.

“Bu ada da, tamam.” Cümlesi dudaklarından dökülürken başlamıştı müezzin, uykudan hayırlı olana davete…

 

* * *

 

İlk hamlesinde sabitleyememişti, şemsiyesinin metal ucunu, yürüyen merdivenin metal basamağına. Baston niyetine… Kaymıştı.

İki saniyeyi aşmayan bir bekleme süresi ve ardından ikinci deneme… Bu kez, on ikiden tutturmuştu hedefini ihtiyar adam. An’dan, az daha uzun olan bekleme süresi yetmişti yine de, arka sıradakilerin homurdanmasına.

“Tıpkı paratonere benziyor.” Dedi, genç bir adam, yanındaki arkadaşına… Sevimsiz bir sırıtmanın eşliğinde…

Zirveye tırmanışının kerametini kendinden bilen, o metal basamağın kibirli edası, katlanarak girdiği karanlık geri dönüş yolunda son buldu. Arka sıradaki başka bir yolcunun, “Belki de, yaşantımızla üzerimize çektiğimiz yıldırımları onlar savıyordur.” diye kurduğu cümlenin ardından da, gencin sırıtması.

Hızlı tramvaydan indiği durakla, ulaşmaya çalıştığı adres arasında beş dakikalık bir yürüme mesafesi vardı. Yol üzerindeki toprak alanlarda; çevrelerini saran beton soğukluğuna inat büyümeye çalışan taze fidanlara gülümseyerek aştı mesafeyi, ihtiyar adam. Sağ elini yumruk haline getirerek çaldığı köhne evin zilsiz kapısını, güler yüzlü bir delikanlı açtı.

- Hoş geldin Bekir amca. İçeriye buyur.

- Yok evladım. Sizin çalışmanızı bölmeyeyim, derken ceketinin cebinden çıkarttığı iki adet zarfı gence uzattı. Bunlar sizin…

Arkadaşının dönüşü uzun sürünce, içeride ders çalışan diğer genç de kapıya kadar gelmişti, merakla. Ziyaretçilerinin kim olduğunu görünce, o da aynı tatlı dille içeriye davet etti. Hızlı tramvay da ki gençlerle aralarında, edepten bir dağ olduğunu düşündü ihtiyar adam. Diğer gencin davetini de nazik bir şekilde reddettikten sonra, bir şeyler söylemek ister gibi oldu. Sonra vazgeçti. Uzaklaşırken;

- Allah’tan ümit kesilmez, dediği duyuldu sadece.

 

* * *

 

Amasya, Gala, Golden, Starking…

Kırmızı, Sarı, Yeşil…

Tatlı, Ekşi…

Henüz siyasete girmediği dönemde, kooperatif başkanı olarak inşaatına başladığı ve bir süre yönetim koltuğunda oturduğu siteyi ziyarete gelen Çevre ve Şehircilik Bakanının gözleri, neredeyse sitenin tamamına yayılan elma ağaçlarına takılmıştı.

- Güzel düşünmüşsünüz, dedi halefine.  Sitenin ismini, Elmalı Site olarak değiştirseniz yeri var. Sizin fikriniz miydi?

- Aşılatarak, meyve vermelerini sağlamak benim fikrimdi evet. Lakin ağaçları ekenin kim olduğunu bilmiyorum sayın bakanım.

- O vakit, eksik kalmış, dedi bakan. Ayrılmak için halefinin elini sıkarken…

Öneri yahut sitem değil… Rica maskesi takmış emir makamında…

 

* * *

 

Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar; Ya insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.

Tolstoy

 

Pencere duvarı yıkılarak dükkâna çevrilmiş giriş kat evin önündeki meyve tezgâhına yanaşan iyi giyimli adam, gözleriyle tezgâhtaki ürünleri inceledi bir süre.

- Buyurun beyim, diyerek karşıladı yabancı adamı, mahallenin gayrı resmi muhtarı statüsündeki manav. Buyurun… Meyvelerimiz hem taze, hem de çok lezzetlidir.

- Ben, elma alacaktım.

Zoraki tebessümü yüzünden silinen manav;

- İşte o olmadı, dedi. Bu tezgâhta her meyve satılır fakat elma satılmaz.

- Neden?

- Beyim. Eğer gökten süzülerek inmediyseniz bizim çilehanenin önüne, mahallenin her yerinde elma ağacı dolu olduğunu görmüş olmanız lazım. Bedavası varken, kim para verip elma alır.

- Evet. Aslında fark ettim ve oldukça da ilginç geldi bana.

- İlginç ya! Dedi manav. Bizim deli Bekir’in mirası…

- Deli Bekir?

- Bakmayın siz, deli dediğime… Lakabı öyle bizim buralarda. Aslında “veli” bile sayılır.

- Mirası, dediniz. Vefat mı etti?

Yüzünde hüzünlü bir ifade beliren manav;

- Yok, dedi. Yaşıyor hala. Henüz yaşıyor yani…

- Aslında, dedi adam. Benim çalıştığım sitede de böyle biri varmış eskiden. Siteyi, elma ağaçlarıyla donatmış.

Sol elini ensesine götürüp bir süre kaşıyan manav;

- Toptancılar Sitesinden mi bahsediyorsunuz?

- Nereden anladınız?

- Bekir, yıllarca o sitede çalıştıktan sonra emekli oldu. Kesin, sizin siteye elmaları diken de odur.

 

Muhabbetin devamında, tezgâhtaki meyvelerin her birinden ikişer üçer kilo almak bahasına Bekir hakkındaki her şeyi öğrenmişti yabancı adam.

Manavın sahibi de; yabancı adamın, aslında Bekir’i bulmak için orada olduğunu… Bu uğurda, siteye girişi olan tüm otobüs ve tramvay duraklarını gezerek, elma ağaçlarının izini sürdüğünü…

 

Kimilerine göre deli, kimilerine göre veli sayılan Bekir, manavın çocukluk arkadaşıydı. Beraber büyümüşlerdi, semtin henüz betona teslim olmadığı zaman diliminde. Biri, baba mesleği olan manavlığa devam etmiş; diğeri, işçi olarak çalışmıştı şehrin birçok ilçesinde. Evlenmiş ve çoluk çocuğa karışmışlardı uzun zaman önce.

Bir kızı olmuştu Bekir’in, hayatını adadığı… Sevginin aşırısı, imtihanın da zorlusunu beraberinde sürüklüyor olmalıydı ki; daha on yaşında, rahatsızlandığı için hastaneye kaldırdığı kızının şeker komasına girdiğini, diyabet hastası olduğunu öğrenmişti. O saatten sonra, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağının farkında olan Bekir, hayatını imtihanına göre tanzim etmeye karar vermişti.

Sabahları, eskisinden daha erken kalkıyordu artık, eşiyle beraber. Kızının kahvaltısını yapmasını, ensülin iğnesini vurmasını bekliyor… Onu okuluna bıraktıktan sonra, iş yerinin yolunu tutuyordu. Mademki, emanetin sahibi böyle istiyordu…

Doktorların ve aynı hastalıktan mustarip olanların tavsiyesi üzerine, çoğu gün bir elma dilimleyip koyuyordu eşi, kızının beslenme çantasına… Ara öğünü olarak... O elmaların çekirdeklerinin çöpe gitmesine gönlü razı olmayan Bekir, onları bir kutuda topluyor. Fırsat ve uygun zemin bulduğunda, toprakla buluşturuyordu. Gün olur, meyveye durur ve şifa olurlardı belki bir gün, başkalarının evlatlarına.

Yıllar yılı kendine görev edindiği bu durum, yolunun geçtiği her mekânda elma ağaçlarının yetişmesine sebep olmuştu. Yetişebildiklerini bizzat kendi, kimilerini de iş bilir insanlar aşılamıştı bereketli olması adına.

Aile, birkaç sene evvel, kendisi gibi sağlık sektöründe çalışan ve ona çok değer veren bir delikanlıyla evlendirmişlerdi kızlarını. Böylece kendilerine bir şey olduğu takdirde gözleri arkada kalmayacaktı. Kısa zamanda, parmakla gösterilen örnek bir çift olmuşlardı gerçektende.

Aynı vakitlerde emeklilik hazırlığında olan Bekir, karı koca birlikte ikinci baharlarını yaşayacaklarını düşünüyordu ki;  alakasız bir rahatsızlık sonucu götürdüğü hastanede, eşinin kanser olduğunu öğrenmişti. Ve bir kere daha yıkılmıştı hayalleri. Çok geçmeden de toprağa vermişti bahtsız kadıncağızı.

Sonrasında, eşiyle cennette tekrar kavuşacakları günün hayaliyle, insanlara iyilik yapmaya adamıştı kendini. İhtiyacı olan herkesin yardımına koşuyor… Emekli maaşından artırdığı ve günü birlik işlerde çalışarak kazandığı paralarla öğrenci okutmaya çalışıyordu. Bu sebeple, doktoru altı aylık ömrü kaldığını söylediğinde, eşine kavuşacak olmanın sevincini ve burs verdiği öğrencilerin okullarının bitmesine daha iki yıl olmasının verdiği hüznü birlikte yaşamıştı. Lakin Allah’tan ümit kesilmezdi.

 

Yabancı adam, adres tarifi alarak Bekir’in evine ulaştığında; kızı, damadı ve okuttuğu öğrenciler başında, son demlerini yaşarken buldu onu. Bir ihtiyacı varsa gidermek adına oradaydı ama belli ki geç kalmıştı. Hatta eksik kalmıştı bir kere daha… Bakan beyin tespitiyle…

Kendini tanıtmadan önce bir süre düşündü. Aklından geçenlerin ziyasında;

“Belki” dedi.”Belki de, geç kalmamışımdır.”

Başucuna geldiği ihtiyar adam gözlerini araladığında;

- Ben, dedi. Uzun yıllar çalıştığınız ve elma ağaçlarıyla donattığınız Toptancılar Sitesinde yöneticiyim. Yönetim kurulu olarak, okutmuş olduğunuz öğrencilerin burslarını müsadenizle biz devralmak istiyoruz.

Yüzünü tebessüm kaplayan ihtiyar adam, tekrar gözlerini kapattığında belli ki bu âlemle irtibatı tamamen kesilmişti artık. Yine de dudaklarından dökülen son cümle odada bulunan herkesin gözlerini yaşartmaya yetmişti.

- Gördün mü hatun? Bizim elma çekirdekleri, nihayet meyveye durdu.

 

Faruk Yılmazer

Beşinci Kol (Hikaye)

            Refakatçiye uyumlu adımlar…

Bomboş bir nazar… Eşittir.

Zan…

Bir masa… Masanın iki tarafına yerleştirilmiş, boyutları farklı iki sandalye…

Neden getirildiğini bilmediği dört duvarlı alanın, harici üç varlığı… Eşittir.

Zannı çürüten tespit…

 

Kısa olan sandalyeye oturdu, yalnız bırakıldığında. Mekânı garipsememesini garipsedi belki biraz. Gözlerini örten gümüş rengi saçlarını sol eliyle arkaya doğru atarken, “Sorgu odası gibi…” diye mırıldandı. Sonrasında, “gibisi” fazla oldu, diye konuşmaya devam etti.

“Burası, resmen bir sorgu odası…”

Tek farkı, masaya kelepçeli olmamasıydı. İyi de, kendisini sorguya çekecek olanlar kimdi?

Açılan kapıdan içeriye giren beyaz önlüklü iki şahsı gördüğünde sorusunun cevabını almış oldu. Düşünceleri sese dönüşmedi bu defa. Beyninin kapalı bir odacığında yankılandı sadece.

“İşte geldiler. İyi doktor ve…

Aklından geçen bu kötü espri gülümsemesine neden oldu. Beyaz önlüklü şahıslardan, karşısındaki sandalyeye oturan sessiz kalırken, ayakta kalan;

- Neden gülüyorsun?

Kimin iyiyi, kimin kötüyü oynayacağı belli olmuştu işte… Muhatabının sorusunu umursamaz bir ifadeyle cevapladı;

- Hiç…

Diğeri, bu diyaloga hiç girmedi.

- Anlat bakalım.

Üçüncü sınıf komedi filmlerinde sıklıkla kullanılan kötü bir espri geldi aklına yine… Yapmamayı tercih etti. Kısa süreli bir sessizliğin ardından;

- Hatırladığım ilk günahım; piknik alanından topladığım tırtılları, anneannemin yan komşusunun bahçesine bırakmaktı.

- Bunu neden yaptın?

- Yaşlı ve aksi bir kadındı. Bahçesine kaçan topumuzu, sardunyalarını kırdığımız gerekçesiyle bize geri vermemişti. Ve tırtılların, bahçeye zarar vereceğini bir şekilde biliyordum.

- Neden?

- Söyledim ya intikam almak için.

Aldığı cevap, beyaz önlüklü şahsı tatmin etmemiş olmalıydı;

- Hayır. Bu, sorumun cevabı değil.

Gözlerini, saçları gibi gümüş rengi olan gözlerine dikerek;

- Bahçeye girebilir… Bütün çiçeklerini çiğneyebilir… Yaşlı bir kadının elinden rahatlıkla kurtulabilirdin. Kimden korktun? Yaşlı kadından mı? Yoksa ailene şikâyet edebilecek olmasından mı?

Gerildiğini hissetti. Agresif bir ifadeyle;

- Korku? O hisle hiç tanışmadım.

- O zaman neden?

Yumruk haline getirdiği sağ eliyle sertçe masaya vurdu;

- Çünkü sadece dört buçuk yaşındaydım.

Asabi halini, sakin duruşunu bozmadan izleyen adam;

- Sonra…

- Sonrası, çorap söküğü…

- Anlıyorum. Peki, anlatmaya neden bu hikâyeden başladığını da bize söylemek ister misin?

Karşısındakilerin sevimsiz bulduğu bir sırıtmanın ardından;

- Çocukluğuma inmeyecek miydiniz? Direkt oradan başladım işte…

Muhatap olduğu şahıs, beş dakikalığına izin isteyerek odadan ayrıldığında, diğeri;

- Güzel hikâye uydurdun.

Yüz hatları gerildi, gözleri kısıldı. Vücudu sabit olduğu halde boynunu yan çevirerek, bakışlarını ikinci şahsın bakışlarına kilitledi;

- Uydurduğumu da kim söyledi?

Aldığı cevabın ardından ikinci şahıs da odadan ayrıldı. Kapının dışında, kendisini bekleyen üçüncü bir kişiyle göz göze geldiğinde iki kelimelik bir cümle döküldü dudaklarından;

- Potansiyel var…

* * *

Gözleri duvar saatine takıldığında altmıştan geriye doğru saymaya başladı, istemsiz.

“Elli dokuz… Elli sekiz… Elli yedi…”

Son beş rakama ulaştığında, Hollywood filmlerinde sıklıkla kullanılan, Nasa’nin uzaya roket gönderme klasik repliğine dönüştü sözleri.

“Five… Four… Three… Two… One… Zero…”

Geri sayım sıfırlandığında çalmaya başlayan cep telefonu alarmını hemen kapatmaktansa birkaç saniye beklemeyi tercih etti. Nihayet yattığı yerden doğrularak telefonu eline aldı. “Sözde beni sen uyandıracaktın akılsız alet…” diye söylenerek, alarmı devre dışı bıraktı.

Ayakları banyoya doğru sürüklediğinde, elini yüzünü yıkadığı lavabonun üst tarafına asılı aynaya bakmamak için özen gösterse de, dayanamadı. En başından beri tekrar ve tekrar kurduğu soru cümlesi sektirmeden yine döküldü dudaklarından;

“Sen de kimsin?”

Son otuz yıldır gördüklerinden çok daha fazla hayali kelebek havalandı, gaipten…

Yüzünü kurularken, yapmaktan sıkılmadığı espriyi yaptı yine;

“Houston, bir sorunumuz var.”

Banyodaki işi nihayetlendiğinde odaya geri döndü. Cep telefonundan gelen çınlama sesi, hazırlanma rutinini kesintiye uğrattı. Gelen mesajı okudu;

“Doğum günün kutlu olsun…”

Dengesi bozuldu. En yakınındaki koltuğa attı bedenini. O andan itibaren, aynada aradığı adam değildi artık. Belki, biraz… Ama daha çok… Bir bedende, kaç farklı kişilik barındırabilirdi ki insan?

İşkence gören, acı çeken insanlar canlandı gözlerinin önünde. Birinin infazına şahit oldu. Kan… Bolca kan… İnfaz edilen kişinin yüzünü gördüğünde önce feryat etti. Bakışlarının infazcıya kilitlenmesinin ardından da, intikam yemini… Ve son sahne, yüzüne aldığı darbe oldu.

Artık kan rengiydi, kelebeklerin kanatları…

Görüntüler buharlaştığında, toparlanmak için bekledi bir süre… Derinlerden gelen cılız bir sesin; “Hayır! Bunlar doğru değil.” dediğini işitti. Nihayet hazırlandığında, çıkış kapısının hemen yanındaki kitaplığa takıldı gözleri. Birkaç kitabı, diğerlerinin yanından çekti aldı önce. Kapaklarını dahi kaldırmadan, farklı bir düzende tekrar kitaplığa yerleştirdikten sonra ayrıldı evden. Yahut ayrıldılar…

* * *

Evini, gizli kamerayla yirmi dört saat izlemek için emir aldıkları şahsın kitaplıktan çıkardığı ve sonra tekrar yerlerine yerleştirdiği beş kitabında ismini tek tek not aldı görevli memur. Önce isimleri oluşturan kelimelerden bir anlam çıkarmaya çalıştı. Netice alamayınca da, harflerden anagram oluşturmaya…

Anlamlı bir kelime oluşturamayınca, yaptığı işten vazgeçti. Açılan kapı, nöbetinin bittiğinin işaretiydi zaten.

- Selam.

Saatine baktı;

- Selam. Erkencisin.

- Nedense trafik çok yoğun değildi bugün. Sıra dışı bir durum var mı?

- Kitap kapaklarına olan ani ilgisini saymazsak… Hayır. Bir değişiklik yok.

Heyecanlanarak;

- Hangi kitapların?

- Dur! Telaş yapma. İsimlerini tek tek yazdım. Bir anlamı yok.

Not defterini incelemesinin ardından;

- Ya yazarları… Yazarların isimlerini not almadın mı?

- Hayır. Ama görüntüleri geri sararak bunu yapabilirim.

- Hemen yap şunu…

 

“Nedim, Uğur, Bekir, Gülay, Ülkü”

İsimlerin sıralamasını birkaç kez değiştirmesinin ardından, “Bu bir akrostiş…” diye bağırdı yeni gelen memur. Sonrada telefona sarıldı.

- Efendim, operasyon büyük ihtimalle bugün olacak…

* * *

Suçluların, yeniden topluma kazandırılması için geliştirilen yeni tedavi şekli önce batılı ülkelerde uygulamaya konmuş; bu deneysel tedavinin işe yaradığı anlaşıldığında, hizmet veren Rehabilitasyon Merkezleri tüm dünyaya yayılmıştı.

Hapishanelerin ve kanun adamlarının yükünü azaltan, ailelerin dağılmasının büyük ölçüde önüne geçen tedavinin yapıldığı bir merkez, yapılan uluslar arası antlaşmalar neticesinde ülkemizde de açılmıştı kısa zaman önce.

Büyük bir çoğunluk durumdan memnun olsa da; bu merkezlerin, ülkeler içinde beşinci kol faaliyeti gerçekleştirebileceğine dair aykırı bir inanışa sahip olanlarda vardı. Ve önlem alanlar…

Savunma Bakanlığının üst düzey bürokratlarından birinin tatil için gittiği otelde, otel çalışanlarından biri tarafından rehin alındığı bilgisi haber kanallarına düştüğünde, ülkedeki ilk ve tek Rehabilitasyon Merkezinin çevresi polis tarafından çoktan kuşatılmıştı bile…

- Nasıl olur da, tedavisinin olumlu sonuçlandığına dair rapor verdiğiniz… Bu rapora dayanarak toplum içine salınmış bir hasta böyle bir faaliyete girişebilir, dedi polis şefi? Merkezin yöneticisi olan doktora?

Kelime dağarcığı kısıtlı olmasına rağmen Türkçe konuşmaya çalışan yabancı doktor;

- Bakın, Bay…

- Arif… Komiser Arif.

- Bay Arif, merkezlerimiz yüzde doksan yedi başarı oranına sahiptir. Tedavi aşamasında, hastalarımızın çocukluğundan itibaren yaşadığı tüm olumsuzlukları tespit eder, temizler… Yerlerine zararsız anılar yerleştirilerek, onları suça iten sebeplerden uzaklaştırırız. Gerektiğinde, ufak estetik ameliyatlarla geçmişin karanlık yüzünden tamamen kurtarmaya çalışırız onları. Ufak bir oran da olsa, yüzde üç gibi başarısızlık ihtimalimiz var yinede…

Konuşmanın ortasında odaya giren başka bir doktora yönelerek;

- Öyle değil mi Bay Kenan?

- Evet. O oranı da sıfıra indirmek için elimizden geleni yapıyoruz.

- Anlıyorum. Demek zararsız anılar. Bilgisayarınızı kullanabilir miyim?

- Elbette, dedikten sonra, masasının üzerinde duran dizüstü bilgisayarı işaret etti yönetici doktor.

Komiser Arif, cebinden çıkardığı harici belleği taktıktan sonra, cihazı odadaki herkesin görebileceği bir açıda sabitledi. Verdiği komutun ardından oynamaya başlayan videoda; bürokratın, bir otel çalışanı tarafından odasında, başına silah dayanarak rehin alınmasının görüntüleri vardı.

- Odalarda gizli kamera mı var, dedi Doktor Kenan?

- Kısmen ve misafirlerin bilgisi dâhilinde… Devlet adamlarımızın sıklıkla kullandığı bir mekânın güvenliği had safhada olmalı malum. Şimdi biraz sessiz olursanız…

 


- Bana ve sevdiklerime yaptıklarının bedelini ödeme vakti…

- Neler saçmalıyorsun? Kimsin sen?

- Tanımadın değil mi? Yüzümü tanınamayacak hale getirdiğin için estetik ameliyat olmak zorunda kaldım. Ama ben seni hiç unutmadım.

Rehinenin, ensesinden kavradığı saçlarını çekerek, bakışlarını yüzüne sabitledi;

- İyi bak. Doğum gününde, sevdiklerine zarar verdiğin, babasını katlettiğin o küçük çocuğa iyi bak.

- Çıldırmışsın sen… Ben kimseye zarar vermedim. Seni de tanımıyorum.

- Yalan söylüyorsun.

 

Görüntüyü donduran Komiser Arif;

- Söyler misiniz Doktor? Bu anıların, hastanızın belleğinden silinmiş olması gerekmiyor muydu?

- Dediğim gibi… Başarı sağlayamadığımız hastalarda oluyor.

- Fakat hastanın düzeldiğine dair rapor vermişsiniz.

- Bilemiyorum… Usta bir yalancı olmalı. Bizleri kandırarak düzeldiğine ikna etmiş… Anılarını da bir şekilde gizlemiş olmalı. Öncede söylediğim gibi… Az da olsa, bu tarz bir durumla karşılaşabiliyoruz.

- Anlıyorum. İsterseniz görüntülerin devamını izleyelim.

 

Rehineye, artık hesap vakti olduğunu söyleyen adam, silahını ateşlemeye hazırlandığında megafonla söylendiği belli olan bir cümle duyuldu.

“Sen bu değilsin…”

Dikkatini sese verdi adam;

“Sen bu değilsin. Müsaade et. Uzlaşmacı arkadaşımız içeri girerek bunu sana ispatlasın.”

Az sonra, üzerine doğrultulmuş silah eşliğinde odaya giren uzlaşmacı elindeki ufak kutuyu yere bıraktı. Ağır hareketlerle, kutunun kapağını kaldırdı, ayakucuyla. Kutudan uçuşarak çıkan yüzlerce kelebek odaya yayılırken;

“Anneannenin komşusu, tüm bu güzellikler için sana teşekkür etti.” Dedi. O andan sonra rehinecinin kolu yana düştü, silahı yere.”

 

Videonun sonlanmasının ardından Komiser Arif’in işareti üzerine kelepçelendi her iki doktorda. “Mademki, siz gerçekleri anlatmayacaksınız, neler olduğunu ben size anlatayım.” dedikten sonra;

- Suçlu rehabilitasyonu diye uygulamaya konulan ve tüm dünyaya yayılan bu sözde tedavinin, gerçekte ülkeler içinde gerçekleştirilen beşinci kol faaliyeti olduğundan… Kişinin, kendisinin dahi bilmediği, bir anahtar sözcükle aktif hale getirilen casuslar, tetikçiler yetiştirme amacı güttüğünden en başından beri şüpheleniyorduk. İşin gerçeği, ülkenizde yıllar önce çevrilen bir filmle bunu kendiniz ifşa etmiştiniz zaten Doktor.

Bu iş için suçluları kullanma amacınız; paravan olması ve suç işlemeye meyilli insanların potansiyellerinin işlenmeye daha elverişli bulunmasından olsa gerek… Her ne kadar durumdan şüpheleniyor olsak da, bunu ispat etmemiz gerekiyordu. Sahte bir öz geçmişle, mesai arkadaşlarımızdan birini tedavi için size gönderdik. Ailesi, birileri tarafından katledilen… Bunun neticesi olarak suça meyil veren sahte bir profil. Ve siz, olmayan anılarına, alakasız, ortadan kaldırmak istediğiniz bir yüzü ekleyerek… Beynini yıkayarak… Ve her anını bizimde takipte olduğumuzu bilmeden yirmi dört saat izleyerek, intikam peşinde koşan bir karakter oluşturdunuz.  Yerli işbirlikçilerinizle birlikte… Bu işte oldukça başarılı olduğunuzu itiraf etmeliyim. Arkadaşımızın aklı o kadar karıştı ki, müdahale etmesek cinayet komutunuzu yerine getirecekti neredeyse. Neyse ki son bir hamleyle bize haber vermeyi başarabildi. Sanırım uzun süreli, gerçek bir tedavi sürecine girmesi gerekecek şimdi. Sizlerin, beyin yıkama operasyonundan geçen tüm diğerleriyle birlikte.

Bu arada; olayın, medyaya yansımasını bilerek geciktirdik.  Biz olayı çözmeden, farklı kişileri aktive ederek olayı bulandırmanızı ve yeni bir komutla arkadaşımızın intiharını engellemek adına…

Sözlerini tamamlamasının ardından “Götürün.” komutu verdi Arif komiser, görevli memurlara.

- Hata yapıyorsunuz, dedi yabancı doktor. İmzalanmış anlaşmalar var. Bizi tutuklayamazsınız.

- Yanılıyorsunuz… Hiçbir anlaşma, suç işleme özgürlüğü vermez size… Ve yalnız siz değil; hastalarınızı, nokta atışı bölgelere yerleştiren bağlantılarınızda tutuklanıyor şu anda…

 

Birkaç hafta sonra olayın başkahramanını hastanede, ziyaretteydi Komiser Arif.

- Nasıl başardınız komiserim?

- Onlara, en başından beri anlattığın tek gerçek hikâyeyle… Sanırım, buna da bir çeşit “Kelebek Etkisi” diyebiliriz.

- Anlayamadım.

- O hatıranı, ilk bana anlatmıştın. En azından öyle olduğunu söylemiştin. Ve ben gözlerinde büyük bir pişmanlık okumuştum o gün. Onlar, potansiyelini gördüler ama pişmanlığını okuyamadılar. Komşu kadının teşekkür ettiğini duyduğunda ve tırtılların sevimli birer kelebeğe dönüştüğünü gördüğünde vicdanın rahatladı, asıl kişiliğine geri döndün. Sen merhametsiz biri değilsin. Hipnoz altındaki birine her istediğini yaptırabilirsin fakat “İntihar et.” komutu verdiğinde, yaşam sevgisi ağır basarak uyanır. Yani o komut, bir nevi çıkış kapısıdır onun için. Senin çıkış kapın da, pişmanlığındı. Sadece hatırlatmamız gerekti…

- Anlıyorum. Merak ettiğim bir şey daha var.

- Nedir?

- Kendi yüzüme tekrar kavuşabilecek miyim?

Komiser Arif’in kahkahası odayı çınlattı.

- Bu mümkün. Ama ne gerek var ki? Böyle daha yakışıklı oldun sanki…

 

Faruk Yılmazer

Çorali (Hikaye)

 

Çorali’yi, yazılarımızı takip eden hemen herkes az çok tanısa da kısa bir hatırlatma geçelim.

 

Çorali; 12 Eylül ihtilalı öncesi kendini çeviren gurupların “Sağcı mısın, solcu musun?” sorularını, “Çorbacıyım.” diye cevaplayan…

İnce mizahı ve kıvrak zekâsıyla, o karanlık dönemi hasarsız atlatan…

Bu sebeple, Ali olan ismi; önce Çorbacı Ali’ye, sonra Çorba Ali’ye, en son Çoraliye evirilen, hikâyesi bol bir garip âdem.

Hikâyelerimizde karşılaştığınız kimi karakterlerin bazen ta kendisi, bazen de o karakteri bize resmeden kişi…

Bu yazımızda, onun başından geçen hadiselerden bahsedeceğiz biraz.

Önce kendi namıma, ibret almak adına…

 

Emekliliğinin ilk demlerinde, ömrünü çürüttüğü İstanbul’dan, baba memleketine geri dönüş yapma kararı alır Çorali. Kararını da uygular. Tası tarağı toplar. Batı Karadeniz’in, şirin bir sahil kasabası olan memleketine doğru hanımıyla birlikte yola çıkar. (Merak etmeyin, yoldaki maceralarını anlatmayacağım. Yoksa bu sayının tüm sayfalarını, Çorali’ye ayırması gerekir Mustafa Aydın hocamın.)

Neyse. Dağ köyündeki atadan kalma ahşap ev, yılların yükünü taşıyamayıp çoktan göçtüğü için, kasabadan tuttuğu bir eve yerleşir. Lakin yıllardır özlemini çektiği toprağıyla bütünleşmektir onun amacı. Bu sebeple, her Allah’ın günü köye çıkar ve göçen evin kıyısında küçük bir bahçe yapar kendine… Eğleneceği kadar... İnce, kuru dallarla çevrelenmiş… Domates, biber ve fasulye ile fidelenmiş…

Yine bir sabah hanımıyla birlikte yola çıkar, bahçesini sulama niyetiyle. Köye vardığında, tarumar edilmiş bulur bahçesini. Çit, yere serilmiş, yetiştirdiği ürünler paramparça edilmiştir.

- Bunu, bize kim yapar bey, der hanımı?

Çorali bahçeyi inceler. Bir kısmı ısırılmış, armut şeklindeki süs biberlerini görür. Anlar ki, bahçeye ayı girmiş… Aşırı acı süs biberlerini armut niyetine yemiş… Ağzı yanınca da sinirlenip, bahçeyi tarumar etmiş.

- Bahçeye ayı girmiş, diye cevaplar hanımını.


- Nereden anladın?

- Davet edilmeden gelmek… İkram edilmeden yemek… Umduğunu bulamayınca ortalığı tarumar etmek ancak bir ayıya yakışır da, oradan.

Olayın ardından, tekrar tası tarağı toplar ve İstanbul’a geri döner Çorali.

 

İş hayatı da çok renkli geçmiş Çorali’nin. Haksızlığa tahammülü olmadığından dolayı, girdiği hiçbir işte uzun süre tutunamamış.

Tahtakale’de, bir toptancıda çalışmış yıllar önce. Üçüncü zam dönemi geçmesine ve işlerin gayet iyi gitmesine rağmen, hakları olan zammı vermeyen patronlarına iş arkadaşlarıyla birlikte oldukça içerlemiş. Sorduklarında; yeterince kazanamadıkları cevabını veriyor, idareli olmalarını öğütlüyormuş işyeri sahibi.

Patronun, Almanya üzerinden yedinci kez Hac’ca gideceğini duymaları bardağı taşıran son damla olmuş.

Perakende mağazası açan ve laf taşıdığını iyi bildiği yeğeni alışveriş için geldiğinde;

- Sen bu sene Hac’ca gitmiyor musun, diye sormuş Çorali, patronun yeğenine?

- Maalesef. Mali durumum henüz müsait değil, demiş yeğen.

- Çok ayıp ettin, demiş Çorali.

- Neden? Ne oldu ki?

- Üç dönem zam almadık, bak kaçıncı kez Hac’ca yolluyoruz dayını. Söyleseydin. Bir iki dönem daha almaz, senide yollardık.

Bu muhabbetin ardından, ay sonu herkes zam almış… Kul hakkıyla Hac’ca gitmenin, kişiye fayda sağlamayacağını ince bir dokunuşla anlatan Çorali, yol…

 

Bir toptancı macerası daha var ki, tam ibretlik;

Her Cuma, Cuma Namazına on beş dakika kala mağazaya gelen… On dakika da, apar topar siparişini yazdırdıktan sonra Cuma’ya giden… Namaz biter bitmez, malını alıp hemen gitmek isteyen bir müşteriye takılmış Çorali’nin kafası.

O kısıtlı vakitte, müşterinin siparişlerini hazırlayamadan gitmiş bir hafta Çorali Cuma Namazına. Hazırlamaya yeltenmemiş de aslında. Döndüğünde Müşteriyi kapıda bulmuş;

- Yazdıralı bir saat oldu. Benim ürünlerim neden hazır değil, diye sesini yükseltirken.

- Af edersiniz, demiş. Siparişinizi bir saat önce verdiğinizi söylüyorsunuz. Söyler misiniz? Bir saattir neredeydiniz? Neden daha önce gelmediniz?

- Nerede olacağım? Elbette Cuma Namazına gittim.

- Neden?

Ters ters bakmış müşteri.

- Bu yaşa gelmişsin, demiş. Cuma Namazının farz olduğunu öğrenemedin mi?

- Hayır. Ben Cuma Namazının farz olduğunu gayet iyi biliyorum da… Sana farz olanın, bana da farz olduğunu, bu yaşına kadar sen nasıl öğrenememişsin. Onu anlamaya çalışıyorum.

 

Nevi şahsına münhasır bir adam, şu bizim Çorali.

 

Faruk Yılmazer