23 Nisan 2020 Perşembe

Gümüş (Hikaye)


Sadece altın ve gümüş paradır, başka hiçbir şey değil.”
John Pierpont Morgan

“Gizemlerle dolu bir insandı Rasim dayı. Kim bilir? Başka bir gün, başka bir hikâyede çözecektim belki de sırlarını. Kısmet…”
Cümleleriyle bitirmiştim, “Sükûtun çığlığı” isimli reklam filmini izledikten sonra sinirlenen… Ben, asabiyetine anlam veremeyince, “Say o zaman bugünden sonra dokuz ay on gün. O zaman anlarsın.” Cevabıyla, 15 Temmuz darbe girişimini çok önceden tahmin eden Deli Rasim’le olan hikâyemi.

On beş Temmuz gecesi; on iki Eylül öncesinde, bir çatışmanın ortasında kalarak kurşun yediği için sakat kalan sol ayağından bir kurşun daha yemişti Rasim dayı. Rahmetli eşinin erkek kardeşi, onu kaldığı barakada bu durumda bırakmamış; kendi evine götürmüş ve tamamen iyileşene kadar da ayrılmasına müsaade etmemişti.
Sonrasında yuvasına dönmüş, tekrar mahallenin neşesi olmuştu Rasim dayı. Tabi ki bir farkla…
O, artık Deli Rasim değil, Gazi Rasim’di…

O en uzun gecenin ardından, delilik ile veliliği ayıran ince çizginin tam üzerine mekân kurduğuna emin olduğum Rasim dayıyla sıklıkla görüşür olmuştuk. İnanılmaz bilgi birikimi ve memleket gündemine giren olaylarla ilgili şeytanın aklına gelmeyecek tespitleri, yorumları beni kendine çekiyordu.
Yalnız, benim işlerimin yoğunluğu ve onun pek ortalarda görünmemesi neticesinde görüşmelerimiz sekteye uğramıştı son birkaç aydır...
Ta ki önceki akşama kadar…
O akşam, işten eve geç dönmüştüm. Sokak lambasının solgun ışığında, dış kapının anahtarını diğerlerinden ayırmaya çalışırken arkamdan sessizce yaklaşmış, “Sakın gitme!” diye bağırarak tıpkı ilk tanışmamızda olduğu gibi irkilmeme sebep olmuştu.
- Nereye gitmemeyim, Rasim dayı?
- Çin’e... Sakın gitme!
Gerçekten de, ürün temini için, bir Çin seyahati vardı programımda. Fakat bunu nereden bilebilirdi ki?
- Çin’e gideceğimi nereden biliyorsun?
- Bilmiyorum. Ama sakın gitme!
- Peki neden?
- Çünkü gümüş topluyorlar…

*

Kaşığı, fincanın cidarlarına temas ettirmeden eritmeye çalıştım, ikram ettiği bitki çayının şekerini. Birisi dikkatini dağıttığında, gerçekten çok asabi olabiliyordu çünkü.
Çift göz çekmeceli eski masanın, üst gözünden çıkardığı kesilmiş gazete kupürlerini masanın üzerine serdi, bana arkası dönük. Bir süre üzerlerinde göz gezdirmesinin ardından;
- “Ağzında gümüş kaşıkla doğmak…” deyimini duydun mu hiç, dedi?
- Elbette. Doğuştan şanslı olmak anlamına gelen bir deyim.
- Doğru. Peki, çıkış noktasını biliyor musun?
- Doğruyu söylemek gerekirse hayır, bilmiyorum.
Herhangi bir açıklama yapmadan önce yanına gelmemi işaret etti, eliyle. Masaya yaklaştığımda; dünya para trafiğini yöneten bankaların, ailelerin uzun zamandır piyasadan gerçek gümüş topladıklarını yazan haber kupürlerini gördüm. Belli ki, benim görmem için yaymıştı tüm bunları masanın üzerine.
Yine de, tüm bunların benim Çin seyahatimle ne alakası olduğunu çözememiştim.
- Eski devirlerde, dedi. Eski devirlerde, maddi durumu iyi olan aileler, yeni doğan çocuklarının ağzına gümüş kaşık koyarlarmış. Deyim oradan geliyor.
- Neden?
- Çünkü bilinen hiçbir bakteri ve virüs, gümüşe altı dakikadan daha fazla dayanamaz. Çocuklarının ağzına gümüş kaşık koyan aileler, onların vücut sağlığını garanti altına almış olurmuş böylece.
- Çok ilginç… Peki, günümüzde neden sağlık amaçlı kullanılmıyor gümüş?
- İlaç firmaları…
Sessiz kaldığımı görünce devam etti;
- İlaç firmaları… İkinci dünya savaşı sıralarında Penisilinin keşfedilip, sentetik olarak üretilmesi büyük ilaç firmalarını çok zengin etti. Daha ucuz olması, tercih edilmesine sebep olmuştu zaten. Oysa Penisilin, hem pek çok insan için alerjiktir, hem de virüsler üzerinde bir etkisi yoktur.
- Anlıyorum. Şu malum zenginlerin, salgın bir hastalık şüphesiyle gümüş topladıklarını söylemeye çalışıyorsun yani…
- Yani… Kimisi şüpheden… Kimisi…
- Kimisi?
- Kimisi bizzat kaynağın başında oturduğundan…
- Olaya, sadece yatırım gözüyle bakmıyorlar yani?
- Altın ve gümüş paradır evet… Lakin aynı zamanda da sağlıktır. Bu arada, altın da pek çok hastalığın tedavisinde kullanılabilir. Ve ellerinde bol miktarda var zaten.
- O kadar değerli madenle ne yapmayı düşünüyor olabilirler ki?
- Kim bilir? O madenlerle izole edilmiş yaşam alanları inşa ediyorlardır belki de kendilerine…
- Buraya kadar anladım Rasim dayı. Salgın bir hastalık yaymanın ve bu esnada kendilerini güvence altına almanın peşinde olduklarını söylüyorsun. Anlamadığım, neden katliama dönüşebilecek bir salgına sebep olmak istesinler?
- Tabi ki, dünya nüfusunu daha yönetilebilir bir rakama düşürmek için.
- Ve bunun için de, Çin’in denek olarak kullanılabilecek en ideal ülke olduğunu düşünüyorsun. Mantıklı. Neticede, böyle bir salgın tüm dünyayla ekonomik ilişki içerisinde olan Çin’le sınırlı kalmaz. Gezegeni sarar.
- Doğru. Ama tek sebep bu değil. Parayı ve silahı elinde tutan kesimlerin, tüm gücü elinde tutmak için giriştikleri savaşın doğal bir sonucu bu aynı zamanda. Okyanus ötesindeki silah tüccarları ile son dönemlerde Çin’e yerleşmeye başlayan para baronlarının…
- Güç?
- Yeni İpekyolu…

Rasim dayının barakasından ayrılırken, bu Çin seyahatine gitmememiz gerektiğini patrona nasıl anlatabileceğimi düşünüyordum çaresizce. Teşhisi Rasim dayı koyduysa, yanılgı payı yoktu bana göre…

Ertesi gün, bir sürpriz bekliyordu beni, iş yerine gittiğimde...
- Enis Bey, dedi patron. Çin’de salgın bir hastalık ortaya çıkmış. Seyahat, şimdilik iptal…

“Çünkü gümüş topluyorlar.” Cümlesi döküldü dudaklarımdan, gayrı ihtiyari…

Ve yine…
Yeniden…
On ikiden vurmuştu Rasim dayı.
Anladım ki;
Akılla çözülebilecek bir sır değildi bu.

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder