Evveline
yahut ahirine “inşallah” kelimesi eklenmediğinde, ahir zamanın en tehlikeli
cümlesiydi, Gayretullah’a ulaşan…
Eklendiğindeyse; şeytanın,
tanrıcılık oynamaya kalkan hiziplerini harekete geçiren… Projelerine engel
koyabilecek birliktelikleri bertaraf etmek adına…
“El
ele verdiğimizde, başaramayacağımız iş yok… (İnşallah…)”
Bir
birliktelik sonucu elde edilen ufak çaplı başarının ardından, insanoğlunun
sıklıkla kullandığı çoğunlukla kibir cümlesi…
Oysa
iki bin yirmi senesinin ilk çeyreğinde yayılmaya başladığında, değil el ele
vermek…
Kişinin;
annesinden, babasından, eşinden, evlatlarından kaçacağı günün provasını
yaptırmıştı ufacık bir virüs… COVID- 19…
Harekete
geçenlerin, harekete geçebilmesinin dahi virüsünde sahibi olanın iznine tabi
olduğunu hatırladı kimileri… Kimileride…
İzolasyon fırınının
içindeki çeyrek dakikayı, nefesini tutarak geçirmeyi tercih etti yarım
pardösülü adam. Fanlardan üflenen sıcak havayı soluduğunda, ciğerlerinin
sızlayacağını bilecek kadar deneyimliydi. İçine girdiği tarafın aksi
istikametindeki kapı açıldığı anda içeriye yansıyan metal ziyası, yine gözlerinin
kamaşmasına sebep oldu. Kendisini karşılayan genç kadının donuk yüz ifadesi
içini ürpertti. “Bir taraf çok sıcak, diğer taraf çok soğuk…” diye geçirdi
aklından, önce. “Neredeyse dolu tanesine dönüşeceğim...” diye mırıldandı sonra…
Sesli düşündüğünün farkında olmadan…
Genç kadının,
kaşlarındaki yukarıya meyilli belli belirsiz oynama, sözlerini işittiğin fakat
anlam çıkaramadığının işaretiydi.
- Görüşme talep
etmiştim, dedi.
Tanımlayamadığı aksanı,
yüz ifadesinden daha soğuktu genç kadının.
- Görüşme
gerçekleşecek.
Az sonra, muhatabıyla
karşı karşıyaydı. Aralarındaki cam bariyer sayılmazsa, neredeyse yüz yüze…
- Umarım yine eli boş
gelmemişsinizdir Mr. Doğan?
Pardösüsünün iç
cebinden çıkardığı sarı zarfı, baş hizasına kadar kaldırarak gülümsedi;
- Yerel gazetelerde,
arada sırada yazıları yayınlanan sıradan bir âdem, dedi. Etki oranı sıfır.
- Bakacağız, dedikten
sonra bakışlarını, ziyaretçinin iki adım gerisinde ayakta bekleyen genç kadına
çevirdi muhatabı;
- Mrs. Nesrin. Zarfı
alın ve söz verdiğimiz enjeksiyonluk çözeltileri Mr. Doğan’a teslim edin.
Sonra yine ona çevirdi
bakışlarını;
- Direktiflerimizi,
daha sonra size bildireceğiz Mr. Doğan.
- Teşekkür ederim.
Sizinle iş yapmak güzeldi, cevabının ardından, kendini devasa akvaryuma gönüllü
hapseden bir yırtıcıdan uzaklaşacağı için memnun, çıkışa yöneldi.
* * *
Renklendirme işlemi
nihayete erdiğinde son bir kontrolden geçirdi elindeki resmi, tarayıcıya
yerleştirmeden önce. İşlem tamamlanıp resim ekrana düştüğünde, üzerinde çalışma
yapacağı programı açtı.
Kısıtlamanın başladığı
ilk günlerde eğlence amaçlı öğrenmeye başladığı programı, sokağa çıkma
yasağının genele yayılmaya başladığı demlerde iyice çözmüştü. Amatörce de olsa,
kendi başına kısa film hazırlayabilecek seviyedeydi artık…
Basit bir programdı
aslında. Bir defterin sayfalarına resimler çizip, sayfaları seri bir şekilde
açınca, çizgilerin hareket ettiği izlenimi vermesiyle aynı sistemdi neredeyse.
Tahmin ettiğinden de fazla işine yaramıştı. Sayfalarca yazdığı dönemlerde üç
beş insana ulaşamazken, şimdilerde hazırladığı üç beş dakikalık videolarla muazzam
kitlelere ulaşabiliyordu.
İlhamını, genellikle
Hollywood yapımı filmlerin verdiği mesajlardan alarak kısa hikâyesini yazıyordu
önce. Sonra, Allah vergisi yeteneğiyle, vurgulamak istediği anları kâğıda
resmediyor. Nihayetinde, resimleri bilgisayara yükleyerek hareketlendirme
işlemine başlıyordu. Birkaç resim, birkaç söz, alıntılarla takviye edildiğinde
yetiyordu meramını anlatmaya.
İlk çalışmasının
ilhamını, Thor Ragnorak filminden almış, filmin henüz başlarında yer alan bir
sahneyi başlangıç kısmına koyarak hazırlamıştı videoyu.
İskandinav
mitolojisinin tek gözü kalmış sözde tanrısı Odin’in, (Bu Odin filmde, Asgard’ın
ve dokuz diyarın hükümdarıydı aynı zamanda…) dünyada yani bizim gezegenimizde
oğlu Thor ve evlatlığı Loki ile ölümünden önceki son hasbıhali sahnesi…
İlhamına sebep olan repliği o sahnede söylemişti Odin;
“Asgard dediğin, bir
toprak parçası değil, halktır.”
Ve filmin sonunda,
parçalanan gezegenin bir gemiye sığdırılmış sözde halkı, özde elit kesimi başka
diyarlara yelken açıyordu Thor’un liderliğinde…
Başkalarında nasıl bir
açılıma sebep olmuştu bilmiyordu ama bu filmin ve ilgili sahnenin kendisinde
yaptığı çağrışım; birilerinin “Biz nereye gidersek, güç oradadır.” mesajı
vermek istemeleriydi.
Ülkeleri ve dahi
dünyayı, gerçekte devletlerin değil, “Üst Akıl” denilen o birilerinin
yönettiğini mizahi bir dille anlatabilmeyi başarmıştı hazırladığı kısa filmde.
Dün Amerika’da olup, Amerika’yı süper güç olarak kabul ettirenler, bugün
ağırlıklarını Çin’e kaydırıp yeni süper güç olarak Çin’i ilan edebiliyorlardı
neticede… Ulus devletler, yerlerini küreselcilere bırakıyordu işin aslı.
“Yumuşak G 9” adını
verdiği filmde, dokuz diyara gönderme yapıyor görünüp; üst aklın, yönetici artı
bir’liğiyle sayılarını dokuza çıkardığı G8 ülkelerini alaya almış… Ufacık bir
virüs karşısındaki acziyetlerini gözler önüne sermişti.
Videoyu tamamladığında,
değerlendirmesi için bir arkadaşına yollamıştı, cep telefonu vasıtasıyla… O da,
başka bir arkadaşına… Ne olduğunu anlayamadan, on binlere ulaşmıştı gönderim
sayısı. Nihayet sosyal medyaya düştüğünde, hayal bile edemeyeceği beğeni
oranına ulaşmıştı.
Samimiyetle, kibirden
uzak el ele verişler… Rızaya da uygun
hareket ediyorsa…
Peşi sıra hazırladığı
birkaç video daha aynı şekilde rağbet görmüştü. Kimin yahut kimlerin emeği
olduğu bilinmeden... Ve beklenir olmuştu, bir sonrakinin gelişi…
Ünlü olmak, isim yapmak
yahut para kazanmak değildi amacı. Harekete geçerek, farkındalığı genele
yaymaktı. Görebilmesini nasip edenin izniyle…
“Kapı” ismini verdiği son kısa filminde, bilim kurgu ve fantastik animasyonlarda sıklıkla kullanılan, portal açarak başka boyutlara geçme sahnelerini, giriş kısmında bolca kullanmış; ardından gelecek sahnelere hazırlamak istemişti takipçilerini.
Son dönemlerde istifa
ederek, başlarında bulundukları büyük şirketlerden ayrılan ceo’ların, evvelden
hazırlanmış gizli kapılardan, gümüşle izole edilmiş güvenli mekânlara geçişini
işlemişti… Sıcak hava üfleyen fırınlarda şartlanmalarının ardından…
Yine devasa
şirketlerini satarak, ortadan kaybolan işadamlarının… Siyasetçilerin…
Bürokratların… Pagan, Siyonist ve Evengelist bileşimi üst aklın gönüllü
hizmetçiliğini yaparak, Corona virüse karşı kendini güvene alanların…
Ve “hayır” deme
cesaretini gösterdikleri için, birer birer testleri pozitif çıkmaya başlayan
ünlüleri…
En nihayet; insanların,
artık ev yerine, sözde evrenlere geçiş sağlayan kapılar satın aldığı dijital,
yani sanal bir dünyayı anlatıyordu… Sözde kapı… Özde, bir nevi tabut…
Uyuşturucunun etkisiyle çölü, cennet gören haşhaşi kıvamında…
* * *
“Tuğrul, kaç… Geliyorlar.”
Kısa mesajı telefonuna düştüğünde, gönderime hazır durumdaydı video. Devletin,
virüsün yayılmasını engelleme amaçlı aldığı, sokağa çıkma yasağı kararı vaktini
bereketlendirmişti. Şimdi tek sıkıntı; mesajın, zincirin ilk halkasından
gelmesiydi. Yürüttükleri tersine işlemle, ona kadar ulaşabilmişlerdi demek ki…
Ne yapacağına karar vermeye
çalışırken, “Neden şimdi?” sorusu düştü aklına… Kısa filmlerin kaynağının
kendisi olduğunu çok daha evvel tespit etmişlerdi büyük ihtimalle. Ve bir
yenisinin henüz dolaşıma girmediğini…
“Neden şimdi?” Sorusunu
tekrarladığında, bir kıvılcım çaktı kafasının içinde yakamozlardan hallice…
“Çünkü…” diye
mırıldandı. “Çünkü bir evvelki kısa filmin sonunda, bir sonraki filminin
reklamını yapmış… İçeriğine değinmişti az çok. Demek, algının değil, gerçeğin
frekansını yakalamıştı kalp gözü… Yine büyük ihtimalle…
Büyük resmi gören,
doğru teşhis koyabilen bir avuç insanın, uzun zamandır anlatmaya
çalıştıklarından çokta farklı bir içerik taşımıyordu aslında çalışmaları. Lakin
doğru taktik ve kendileriyle aynı silahları kuşanmış olması tedirgin etmiş
olmalıydı, karşı cenahı…
Rehberindeki ilk üç
isme aynı anda yollarken videoyu; “Hadi inşallah…” duasına teslim etti, yeni
bir zincir kurulabilmesi ihtimalini.
Kapı zili çalmaya
başladığında, sokağa çıkma yasağının sona ermesine henüz iki saat vardı. “Sokağa
çıkabildiklerine göre…”diye mırıldandı. Diafondan, gelenin kim olduğunu
sormadan evvel, videoyu ve gönderimleri sildi telefonundan. “Sağlık
Bakanlığı’ndan geliyoruz.” cevabı duyulduğunda, yeniden yüklenmek üzere bilgisayarına
bağlamıştı telefonunu. Bu hareketiyle;
videoyu, henüz kimseye gönderme fırsatı bulamadığına inandırmak istiyordu
davetsiz misafirlerini.
Kapı otomatiğinin sesi
duyulduğunda balkona yöneldi. Komşulardan biri düğmeye basmış olmalıydı. Altı
katlı binanın çekme katı olan dairesinin balkonundan çatıya geçti önce. Oradan,
yandaki binanın çatısına… Sonra, komple balkon olan bir sonrakine… Kısmetine
kilitli değildi balkon kapısı. Merdivenleri soluksuz inerken, sokak kapısına
varana kadar hesabını yapmıştı bile.
Ziyaretçilerinin,
dairesinin bulunduğu kata gelmeleriyle, onun, son balkona geçişi eşit sürmüş
olmalıydı, takribi. İniş süreleri de aynı olacaktı muhtemelen. O vakit, daire
kapısını açmaları için harcayacakları süre kadar vakti vardı, yeterince
uzaklaşabilmek için… Yani, azami on beş saniye… Saniyeleri saymaya başlarken
araladı sokak kapısını.
“Bin bir… Bin iki… Bin
üç…”
Aldığı darbe sonucu
bayılmadan önce, belli belirsiz bir sima gördü. Sokak lambasının ışığını yansıtan
yarım pardösüsü, yüzünden daha ak olan…
* * *
“Bin dört… Bin beş… Bin
altı…”
Suratının yarısından
çoğunu kaplayan maskeye rağmen; kırılan bir vazonun özensiz yapıştırılmış
parçası gibi eğreti durdu, yüzüne yapıştırmak istediği sevimli ifade. Sayıklamaya
başladığına göre, uyanmak üzere olmalıydı emaneti. Göz kapakları da kıpırdamaya
başlayınca, yanılmadığını anladı.
“Açıl susam, açıl…”
Bin bir gece
masallarının, kaçıncı gecesinde anlatılmıştı “Ali Baba ve Kırk Haramiler”
masalı bilmiyordu? Fakat başı omuzlarına ağır gelen bir “Kasım”, bir adım
ötesinde, savunmasız yatıyordu. Bedeninin, dışarıya açılan penceresi olan
gözlerini açmasını sabırsızlıkla beklerken, o yapmacık ifade de silindi
yüzünden. Ona kalsa…
Nihayet;
- Neredeyim ben? Nidası
çınlattı odayı.
- Bir hastane
odasındasınız elbette Tuğrul Bey. Pandemiden ağır şekilde etkilendiğiniz için
entübe edilmiş, uyutuluyordunuz.
Yattığı yerden
doğrulmaya çalışırken, daha bir dikkatle baktı, doktor olduğunu düşündüğü
şahsın yüzüne. Yanıldığını anladığında lafı dolandırmadan;
- Yalan söylüyorsun,
dedi. Üzerinde, o iğrenç pardösü olmasa da, tanıdım seni.
- Tamam. Beni
yakaladın. Fakat kendi sağlığın için daha sessiz olmanı şiddetle tavsiye
ediyorum sana.
- Kimsin sen?
- İstediği herkes
olabilen biri diyelim… Sen beni “Zincirkıran” olarak bil yeter.
-Ne istiyorsun benden?
- Ben mi? Hiçbir şey…
Hatta bana kalsaydın şu anda hayatta dahi olmazdın.
- O zaman?
Üzerindeki beyaz
önlüğün cebinden bir enjektör çıkarmasının ardından;
- Çok şanslısın. Şu
anları, steril bir hastane ortamında geçirmene izin veren güç bir an evvel taburcu
edilmeni istiyor.
- Karşılığında?
- Karşılığında, imha
edilen videonun yerine yeni bir video hazırlayacaksın. Elbette fazla uçuk
olacak ve önceki videolarının insanlar üzerinde bıraktığı etkiyi silip atacak.
Merak etme... Bedeli de, fazlasıyla ödenecek.
İşin başında nokta
atışı teşhisler koyan stratejistlerin, ilerleyen zamanlarda saçmalamalarının
nedeni bu olmalı, diye düşündü Tuğrul.
- Hayır, dersem.
- O zaman, diğer
cebimdeki enjektörü kullanmak zorunda kalırım.
- Seçeneğim bol yani…
İlk anlardaki olmamış
ifadeyi, yeniden yüzüne yapıştırmaya çalıştı sahte doktor;
- Bak! Dedi. Senin
gibileri iyi tanırım. İnsanları uyanık tutarak, topluma iyilik yaptığınız zannı
hâkimdir sizde. Böylece, el ele vererek her zorluğun üstesinden
gelebileceğinizi düşünürsünüz.
- Sebepleri yaratan
izin verirse…
- Doğru… İnanç
sığınağınız ve dua silahınız vardı birde sizin… Unutmuşum… Peki, hiçbir şey
bilmemenin onlar için daha iyi olabileceğini düşündün mü hiç?
- Katıldığımı
söyleyemeyeceğim.
- Kendi kararın...
Şimdi, bir karar daha vermen gerekiyor. Gördüğün gibi buranın tek bir kapısı
var ve o kapıdan ayakta yahut tabutla çıkmak sana bağlı.
Cep telefonunun sinyal
sesini işittiğinde konuşmasına ara verdi. Gelen mesajı okuduğunda, yüzünü
olduğundan daha çirkin gösteren sahte tebessüm, korkuyla harmanlanmış gerçek
şaşkınlığa terk etti yerini.
“Başarısız oldunuz Mr.
Doğan…”
Peşi sıra ekrana düşen
“Kapı” isimli videonun sadece birkaç saniyesini seyretmesi, çılgına dönmesine
yetti.
“Şimdi senin…” diyerek
üzerine yürüyen hasmına karşı kendini savunabileceğinden pek emin değildi
Tuğrul. Önce bir “Estağfurullah” çekti,
tüm günahlarının affı için. Sonra Şahadet getirmeye başladı, en ufak bir korku
belirtisi dahi göstermeden.
Henüz hamlesini
yapamadan, odaya dalan sivil iki babayiğit tarafından derdest edilmesi yarım
dakika sürmedi sahte doktorun.
- Çabuk bırakın beni. Kim
olduğumu bilmiyorsunuz?
- Elbette biliyoruz
doğan görünümlü akbaba, dedi içlerinden biri... Seni de... Basiretsizliğin
sayesinde, hizmet ettiklerini de…
- Siz kimsiniz?
- Kim olduğumuz mühim
değil. Sen bizi, “Devlet” olarak tanırsın. El ele verdiği milletiyle beraber
sizin ve size benzeyen tüm virüslerin kökünü kazıyacak olan devlet…
- Gördün değil mi? dedi
Tuğrul. Yatağından keyifle doğrulurken… Tetikçisine;
- Bizde kapı çok… Yeter
ki, ilkinden içeri adım atmış olalım. Sonrasında, tövbe kapımız da ardına kadar
açık, devlet kapımızda… Elhamdülillah…
Faruk
Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder