13 Haziran 2021 Pazar

Sonra İhtilal Oldu

Temize çekilen hatıralar;

İçinde bulunduğumuz seneyi kâbusa çeviren şu küçük virüs için, “İsim babaları, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okumuşlar mıdır acaba?” diye bir cümle kurmuştu oğlum… Virüs, henüz sınırlarımızdan giriş yapmadan önce…

Nispeten genç olan yaşının verdiği umursamazlık cesareti üzere ve haberleri dikkatle takip eden eşimin, yani annesinin yüzünde bir tebessüm oluşturmak adına belli ki…

“Onu bilmem ama...” demişti hanım sultan, “Bu hızla yayılmaya devam ederse, pek çoğumuzun salasının okunmasına vesile olacak...”

Halen oturmakta olduğumuz Sağmalcılar semtinin isminin, kötü şöhretle anılmasın diye Bayrampaşa olarak değiştirilmesine sebep olan 1970 kolera salgınını, bizzat merkezinde yaşayan bir nesil olarak, gençlerden daha duyarlı olmamız normaldi. Ve eminim ki; salgın haberlerini dinledikçe, henüz nişanlı olduğumuz o günleri hatırlıyordu, hanım sultan.

Mimar Sinan’dan kalma temiz su kanallarına, yanlışlıkla atık su kanallarının bağlanması ve bu suların çeşmelerimizden akması sonucu başlamıştı. Neyse ki, karantina önlemleri çok sıkı uygulanmış ve korkulan zayiat olmadan atlatılmıştı salgın.

 

Adet haline getirdiğimiz bir hafta sonu buluşmasıydı ve oğlumla birlikte iki kızım da baba ocağındaydı. İlaveten gelin, damatlar ve torunlar… Biz ihtiyarların, (Çocuklar her ne kadar, daha gençsiniz dese de…) anlatacak pek çok hatırası oluyor böyle ortamlarda.

Yanlışlıkla Sağmalcılar minibüsüne binen bir kadıncağızın, hatasını anlayınca; gözlerini kocaman açarak tepki göstermesini ve bir an önce inmek istemesini biraz da taklidini yaparak anlattığımda kahkahaya boğulmuştu çocuklar. Hâlbuki karantinanın kaldırıldığı, tehdidin ortadan kalktığı bir dönemde yaşanmıştı bu durum. İnsanlar hâlâ korkuyordu yine de…

Dedim ya; böyle ortamlarda, belli bir yaşı geçmiş insanların anlatacak çok hikâyesi olur. Hatıra, hatıra dolanırken, Koca Yusuf göründü aradan, birdenbire… Asıl anlatmak istediğim ve çocukların, “Bunu, kesinlikle yazmalısın baba…” dedikleri hatıram. Kalemi, sadece bulmaca çözmek için kullanmadığımı biliyorlardı, ne de olsa…

Koca Yusuf;

Yani Yusuf… Kahramanmaraş’ta ikamet eden ailesinin yanından, üniversite okumak için ayrılan… İstanbul’da oturan ağabeyinin yanında kalan genç bir adam…

“Koca” lakabının isim babası kimdi, bilmiyordum ama usta terzi elinden çıkmış bir elbise gibi oturmuştu isim, Yusuf’un üzerine. Pehlivan yapılı… Yüreği gibi, bileği de kavi bir delikanlı. Bu arada, “isim babası” lafsıydı belki de, onca hatıra arasından Yusuf’u çekip çıkaran…

Ben, onu tanıdığımda, tekrarla da olsa son sınıfına ulaşmıştı, okuduğu bölümün. Uzun zaman… Hangi bölümde okuduğunu hatırlayamıyorum ama günümüzdeki isimleriyle, bankacılık yahut işletme gibi bir bölüm olsa gerek.

O zamanlar, rahmetli babama yani bu hikâyenin gizli kahramanına ait olan bir binanın ikinci katında çay ocağı işletiyordum. Yusuf, yan komşum ve yakın arkadaşım olan Ali Coşkun’la birlikte ocağa gelmişti ve orada tanışmıştık.

On iki Eylül ihtilalının az öncesi… Yani sağ ve sol çatışmalarının ayyuka çıktığı dönem. Ve Yusuf, bu iki guruptan birinin etkin bir üyesi... Hangi guruba dâhil olduğunu belirtmemin çok bir önemi yok. Neticede hepsi bizim çocuklarımızdı ve bize ait bir değer olmayan birileri tarafından beyinleri yıkanmış taze fidanlardı.

Yaşı, bizlerden bir hayli küçük olan Yusuf’un, Ali Coşkun’la tanışma faslı da başlı başına bir hikâyeydi aslında. Ali Coşkun’un müdürü olduğu özel bankaya, gurubundan birkaç arkadaşıyla girmiş, “Bundan sonra ben burada çalışacağım.” Diyerek, emri vaki yapmış. Genel merkezle görüştüklerinde, “Zıtlaşmayın. Verin bir masa otursun. Sıkılınca kendi kendine gider zaten.” demişler. Lakin Yusuf gitmemiş, kendini personel olarak kabul ettirmeyi başarmış bir şekilde.

Kısa bir süre sonra başlayan sohbetlerin ardından, bir dostluk oluşmuş aralarında. Ali Coşkun müdür, Ali Coşkun ağabeye dönüşmüş. Akıl veren, yol gösteren, destek çıkan bir baba kıvamında… Böylece, sorunlu çevresinden azda olsa uzaklaşmış Yusuf. Ali Coşkun’un, Yusuf’u benim işlettiğim çay ocağına getirmekteki amacı da oymuş zaten… Takıldığı ortamdan uzaklaştırmak…

Bunun için elimizden geleni yaptık. Gurup olarak sinemaya gideceksek eğer, onu da çağırıyorduk. Yahut maça… Denize… Gezmeye… Bu şekilde eski arkadaşlarından uzak tutmaya çalışıyorduk onu. Aradıklarında bulamayınca, aramayı bırakmışlardı bir süre sonra.

Çok uğraşmıştık ama kısmen de olsa etkili olmayı başardığımızı görebiliyorduk, baktığımızda… Eskisi gibi kavgalara koşmuyordu artık... Ve eski sert mizacı giderek yumuşuyor, daha uysal bir insan haline dönüşüyordu, her birimize “ağabey” dediği bizim ortamımıza takıldıkça. Umut vardı.

Yine bizim gurubun daimi elemanlarından Naci’nin, Aksaray’da bir ayakkabı mağazasının sahibiyle yaşadığı diyalogu anlattığımızda katıla katıla gülmesi hala gözlerimin önünden gitmez. Olay şöyle;

Camekânına astığı bir tabelada, “Ayakkabı da tek fiyat… 50 Lira…” Diğer bir tabela daysa, 45- 46- 47 numara ayakkabı bulunduğu yazan bir mağazaya giriyor Naci. Kırk yedi numara olan ayaklarına uyan bir ayakkabı beğeniyor. Cebinden elli lira çıkartarak uzattığında, satıcı o ayakkabının yetmiş lira olduğunu söylüyor. Doğal olarak Naci itiraz ediyor; “Camekânda, tüm ayakkabılar tek fiyat yazmışsınız.” Diyerek. “Öyle ama” diyor satıcı, “Sen bu numarada ayakkabıyı başka nerede bulacaksın?” Verdiği cevaptan sonra ayakkabıyı hemen paketleyerek Naci’nin eline veriyor.

“Sen, bu numarada ayağı nereden bulacaksın?”

Bu arada fiyatı bugüne uyarlayarak söyledim. Eski dönemlerde yaşanan enflasyon oranlarının ve paradan sıfır atılması uygulamasının bizim yaştakilere hafif bir yan etkisi oldu. O da, geçmiş dönem fiyatlarını biraz karıştırmak malum.

Neyse.  Bizler, en azından, bir gencimizi içinde bulunduğu o karanlık ortamdan kurtardığımızı düşünüyorduk ki, Yusuf o eski sert mizacına geri dönmeye başladı ilerleyen zamanlarda. Yeniden kavgaların baş aktörü, karakolların müdavimi oldu. Yanımıza eskisi kadar sık gelmiyor, geldiği zamanlarda da pek fazla konuşmuyordu. Bankada çalışmayı da bırakmıştı. Biraz sıkıştırıp konuşmaya zorlayınca nihayet döküldü.

Bir kızı seviyordu Yusuf. Anladığımız kadarıyla kız da onu. Fakat kızın babası bu birlikteliğe karşı çıkıyor, olayı resmiyete dökmelerini engelliyordu. Bir akşam, çay ocağını kapatma saatlerine yakın ağzından baklayı çıkardı. “Kaçıracağım.”

“Ya babası?” Diye sormuştum. Neticede kızın babası, engel olmak için elinden gelen her şeyi yapacaktı… Elini beline attı ve “Gerekirse…” dedi. Sözünün gerisini getirmedi. Belli ki kızın babasına zarar vermeyi dahi göze almıştı. Ne kadar akıl vermeye, vazgeçirmeye çalışsak da… Bu işlerin, herkesin gönül rızasına uygun olarak yapılması gerektiğini anlatsak da kararından döndüremiyorduk.

Geç olmuştu. Ocağı kapattım ve Yusuf’la, Ali Coşkun’u da yanıma alarak mahalleye geçtik. Oturduğumuz binanın giriş katında, babama ait bir sandık ve kafes imalathanesi vardı. Yedek anahtarlarımla açtım ve birlikte içeriye girdik. Sohbetimize orada devam etmeyi planlıyordum.

Bir süre sonra babam göründü kapıda. Üst kattan, dükkânı açtığımı fark etmiş ve neler olduğunu anlamak için aşağıya inmiş. Biraz da mecburiyetten, her şeyi anlattık babama. Tepki vermeden sonuna kadar dinledi.  Eski toprak… Hikâye nihayetlendiğinde sağ elini Yusuf’un omzuna koydu;

“Demek aile kurmaya hazır olduğunu düşünüyorsun delikanlı.” Dedi. Yusuf, olumlu bir şekilde başını sallayınca, “Görelim bakalım o zaman.” Dedi. “Ne kadar hazırsın?” Hepimiz ne söyleyeceğini beklerken ayağa kalktı ve Yusuf’a peşinden gelmesini işaret etti.

Az sonra, gündüz üretimini yaptıkları kafeslerin başındaydılar. “Bak!” dedi babam. “Önce şu kafesleri bir incele. Sonra, şuradaki ölçülerine uygun kesilmiş tahtalarla aynısından bir tane de sen yap bakalım.”

Yusuf’ta dâhil, hiçbirimiz babamım ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştık. Fakat Yusuf itiraz etmedi. “Pekâlâ beybaba…” Dedikten sonra işe koyuldu. Gecenin bir yarısı, çekiç ve çivi sesleri duyuluyordu artık dükkânda.

Yaklaşık bir saat kadar sonra, derme çatma da olsa bir kafes yapmıştı Yusuf… Kafesi incelemesinin ardından babam;

“Bu kafesleri bize sipariş veren toptancı, içlerine otuzar kiloluk malzeme koyacak. Yanındaki çivi sandığı yirmi kilo... Senin yaptığın kafese bir koy bakalım, taşıyacak mı?” dedi. Yusuf, çivi sandığını içine koyarak kaldırdığında önce dibi çıktı kafesin… Sonra çakılan yerler çivilerinden kurtularak ikiye katlandı.

“Gördün mü?” dedi babam. “Taşıyamadı.” Biraz daha inceledikten sonra “Neden taşıyamadı, biliyor musun? Çünkü ölçüyü tutturamadın. Tahtaların bir tarafı dışa taşmış, diğer tarafında çakmaya pay kalmamış. Çivilerin çoğu boşa çıkmış. En çokta, yükün çoğunu taşıyacak olan dip kısmı sorunlu…”

Sonra tezgâhın başına geçerek çalışmaya başladı babam. Önce iki başlık çaktı. “Bunların.” Dedi. “Biri sensin, diğeri hanım kızımız.” İlk yanı çakmasının ardından, “Burası şimdiye dek yaşadığın hayat…” Diğer yanı çaktığında da “ Burası da, hanım kızımızla evlenerek kurmak istediğin hayat…” En son dibi çaktı ve “İşte bu kısım da aileleriniz. Çivi sandığını birde şimdi koy bakalım içine. Taşıyacak mı?”

Tabi ki, hiçbir sorun çıkmamıştı, sağlamlık konusunda. Kimsenin ağzını bıçak açmazken, bir de kapak çaktı babam. “Peki ya bu?” dedi Yusuf. “Elbette, bir ailenin en önemli parçası… İleride olması muhtemel çocuklarınız. Bu kısımların her biri ne kadar sağlam olursa, o kadar dayanıklı olur kurduğun yuva…”

Babamın son cümlesinin ardından başını öne eğdi Yusuf. Hiç birimize bir şey söylemeden kapıdan dışarı çıktı ve karanlığa karışarak gözden kayboldu.

Yusuf’un o hali gözlerimin önünde canlanınca boğazım düğüm düğüm oldu. Mecburen anlatmaya ara verdim.  Nihayet oğlum;

“Ya sonra baba?” dedi.

“Sonra ihtilal oldu.”

 


Aradan bir on sene geçmişti. Çay ocağını kapatmış, babamın sandıkçı atölyesini işletiyordum artık. Dükkânın kapısından, genç bir adamla genç bir kadın girdi. Dört beş yaşlarında bir çocuğun elinden tutuyordu adam. Kadının kucağında da, emzikli bir bebe… “Ne istemiştiniz?” dediğimde, gülümsemesinden tanıdım Yusuf’u. Hasretle kucaklaştık. Üst kattaki evime davet ettim.

Ali Coşkun müdürünü, çalıştığı bankada ziyaretinin ardından, önce çay ocağına gitmiş Yusuf. Orayı devrettiğimi öğrendiğinde mahalleye, “Hayatımın en önemli dersini aldığım mekân…” dediği sandık atölyesine gelmiş. Ve sonra, o anlattı ben dinledim.

Atölyeden ayrıldıktan sonra sabaha kadar sokaklarda dolanmış Yusuf. Babamın anlatmaya çalıştıklarının idrakine varmaya çalışmış. Varmış da…

Önce başını sürekli belaya salan çevreden uzaklaşmış. Sonra derslerine yani okuluna ağırlık vermiş. Bu arada ihtilal olmuş tabi. Başta tutuklansa da, bir suça karışmadığı tespit edilince serbest bırakılmış. Vatani görevini ifa etmesinin ardından ailesini devreye sokarak istetmiş sevdiği kızı. Kayın pederini razı ederek almayı başarmışta…

Sohbetimiz nihayetlendiğinde benim bir kat üstümde oturan ve kendini uzun zaman önce emekli eden babamın yanına çıkardım onu. Ellerini öptü. Helallik diledi. En son;

“O gece anladım ki…” dedi. “Bir yükle imtihan olacağı zaman, o yükü taşımaya hazır olmalıymış insan.” dedi. “Ve tecrübe sahibi çınarların sözünü dinlemeyi bilmeli…” diye ekledi.

Görünürde bir kafes örneğiydi, o gece Yusuf’u işleyeceği büyük hatadan geri döndüren. Bir çanta da olabilirdi… Bir kitap… Bir sanat… Önemi yok.

Önemli olan, tecrübe sahibi büyüklerimizin sözlerinin, ne kadar önemli olduğuydu. Ve ben dahi, eskisinden daha bir fazla dinler olmuştum, babamın tavsiyelerini.

 

Israrları üzere, kurşun kalemle kâğıda döktüğüm bu hatıramı temize çeker mi çocuklar? Ders alırlar mı? İleride dualarını almamıza vesile olur mu, bilmem… Lakin annelerinin daha birkaç gün evvel, “Bu hızla yayılmaya devam ederse, pek çoğumuzun salasının okunmasına vesile olacak...” diye bahsettiği Covid- 19 un, tam da söylediği kıvama ulaştığını fark ettiklerini dillendirmeleri umut aşılıyor yüreğime…

Ümit varım…

 

Faruk Yılmazer

Kripto Para

“Az kullanılmış…” ifadesini, ikinci el oto satın alacağımız zaman severiz yalnız… Genelde... Cümlenin içinde “Bayandan” kelimesi yer almışsa bir de, tadından yenmez... Uygun fiyata, neredeyse yenisine eşdeğer bir araç alacağımızın göstergesidir bu ifade, malum.

Araçlara bu imtiyazı kim, ne zaman vermiştir bilinmez lakin sair zamanlarda, harici ürünleri “Âlemin eskisi…” olarak yaftalar, sıcak bakmaz, kendimize yakıştıramayız. Nurdan yoksun kalan pazarlara sebep…

Sadece eşyaya has bir durum değildir üstelik bu tavrımız. Genetiğimiz gereğimidir bilinmez; büyüklerimizin, yaşanmışlık sonucu yaptığı tavsiyelere ikinci el muamelesi çeker, tecrübe paylaşımlarını dikkate almayız. Ez azından, damdan düşmemiş olanlarımız. Tavsiye eşittir, ikinci el tecrübe…

Damdan düşmüş olanlar mı? Onların hali; denize düştüğünde, sarılırken yılanı bile boğanlardan hallice…

 

Eşinin de rızasını alarak, babadan kalma kıymetli arazisini satan Mevhibe Hanım’ın; parayı paylaştırmak için memlekete çağırdığı iki oğlunu, İstanbul’a geri yolcu ederken ettiği dua, tavsiye niteliği taşıyordu aynı zamanda. Üstelik bayandan…

“Allah, sizi aklı başında insanlarla karşılaştırsın.”

Bir emekli maaşı, bir bahçe, birkaç tavuk ziyadesiyle yetiyordu zaten iki ihtiyara. Bu saatten sonra, evlatlarının iyi durumda olduğunu bilmekten başka ne, daha mutlu edebilirdi ki onları? Muhtemel miras kavgasını başlamadan bitirmek de, ileri görüşlülüğün nirvanası.

Büyük kardeş Mustafa’nın kullandığı otomobil köy yolundan uzaklaştığında, yan koltukta oturan küçük kardeş Bilal;

- İyice yaşlandılar.

- Maalesef, diye cevapladı onu Mustafa.

“Yaşlandılar ama hala bizi düşünüyorlar.” diye devam etmek istese de, etmedi.

Muhabbet mevzuu açmaya çalışan kardeşinin sözü nereye getireceğini merak ediyordu açıkçası. Ses tonundan, kurduğu cümlenin arkasının geleceğini bilecek tecrübeyle.

- Babam, idare edebiliyor ama annem…

- Ne olmuş anneme?

- Duymadın mı? Edebileceği onca dua varken, “Allah, sizi aklı başında insanlarla karşılaştırsın.” dedi.

- Ne güzel işte!

- Güzel tabi. Yalnız aklı başında iki insan olarak, aklı başında olmayan insanlarla ne işimiz olabilir ki zaten? Biraz boş geldi bana…

- Ne amaçla söylediğini bilemiyorum. Ama sen yine de eskilerin tecrübelerini yabana atma. Bugün anlayamadığımız bir hikmet gizlidir belki de, anamın duasında.

- Her neyse. Parayı nasıl değerlendirmeyi düşünüyorsun?

- Üç beş birikmişim var. Onları da katıp bir daire almayı düşünüyorum.

- Ölü yatırım.

- Sen ne yapacaksın?

- Bende yatırım yapacağım elbette.

- Neye? Altın, döviz, borsa…

- Aklımda birkaç proje var ama henüz net bir karar vermedim. Araştırıp, en çok kazandıran neyse ona yatırım yapacağım inşallah.

- Hayırlısı…

 

* * *

 

Kıraathanenin en kuytu köşesine çekilmiş çayını yudumlarken, masanın üzerine serdiği gazetelerin ekonomi sayfalarını inceliyordu Bilal. Omzuna dokunan bir el irkilmesine sebep oldu. Elin sahibinin kim olduğunu görmek için başını kaldırdığında, çocukluk arkadaşı Sinan’la göz göze geldi.

- Sen buralara gelir miydin Bilal kardeş?

- Neden gelmeyecekmişim?

- Ne bileyim? Senin için “Parayı buldu, artık buralara uğramaz.” diyorlardı.

- Bırak dalga geçmeyi de, otur şuraya.

Başını bu kez ocak yönüne çevirdi;

- Bir çay daha getirir misin Hasan Dayı?

 

İki dostun sohbeti; dönüp dolaşıp, Bilal’ın elindeki parayı nasıl değerlendirmesi gerektiği konusuna geldi dayandı tabi olarak.

Zira butik otel işletmeciliğinden, evinin bir odasında ipek böceği yetiştiriciliğine… Simit sarayından, evcil hayvan bakıcılığına kadar pek çok sözde muhteşem fikri, zor yanlarının çokluğunu görerek elemişti bile. Klasik yatırım araçlarından altın ve dövizin piyasa fiyatları, yatırım yapılamayacak kadar yüksek… Borsa, an itibariyle aşırı riskli bir pozisyondaydı. Kahvehane sohbetlerinin, “Sonra gelsin paralar…” cümlesiyle sonlanan basitliğiyle sonlanmıyordu hiçbir fikir. “Ben olsaydım…” dedi Sinan.

- Senin durumunda ben olsaydım, bir tavuk çiftliği kurardım. Düşünsene! Yumurtası ayrı para… Eti ayrı para…

- Saçmalama. Ne anlarım ben tavuk yetiştiriciliğinden?

- Öğrenirsin. Herkes anasının karnında öğrenmiyor ya!

- Oldu. Memuriyetimi yakayım. İşler yürümezse ortada kalayım.

- Ne yapacaksın o zaman?

- Bilmiyorum. Ağabeyimin yaptığı gibi, emlağa yatırım yapmak en iyisi olacak galiba.

 

Genç bir adam tarafından kıraathanenin kapısına kadar getirilen ihtiyara gözleri takıldığında sohbetleri bölündü. Genç adam, Hasan Dayı’ya bir işaret çakmış… Onun, kafasını sallayarak “Tamam” manasına gelen ifadesini gördükten sonra uzaklaşmıştı. Hasan Dayı, ihtiyarı karşılamak için kapıya kadar gitmiş, yürümekte zorlanan adamın yürümesine yardımcı olarak Bilal’la Sinan’ın yan masasına oturtmuştu. Önceden biliyor olsa gerek, birkaç dakika sonra nasıl içtiğini bile sormadan kahvesini önüne getirmişti. Tekrar uzaklaşmasına fırsat vermeden koluna giren Bilal;

- Hasan Dayı. Bey amca kim?

- O mu? Doğru. Siz küçüktünüz, hatırlamazsınız. Mahallemizin eski sakinlerinden Remzi Bey... Büyük işadamı. Uzun zaman önce buradan taşındı. Böyle arada sırada ziyaretimize gelir.

Hasan Dayı, gelen siparişleri karşılamak üzere yanlarından ayrıldığında, Sinan;

- Hadi yine iyisin. Kısmet ayağına geldi.

- Nasıl yani?

- Adam büyük işadamı... Neye yatırım yapılacağını ondan iyi kim bilebilir?

Halden anlayacak olanı bulmuş olabileceği heyecanıyla gözleri parladı Bilal’ın. Tavsiye denilen olgunun,  ikinci el tecrübe olduğunu belki ilk defa göz ardı etti;

- Haklı olabilirsin.

 

Az sonra, “Yalnız oturma Bey amca.” Diyerek, Remzi Bey’i masalarına davet etti bizim ikili. Hal hatır sorma faslı ile başlayan… Mahallenin eskilerini ve eski dönemlerini yâd ederek devam eden muhabbet kısa zamanda demini almış; eski dostların, yıllar sonra buluşmasına benzeyen bir hal almıştı. Ve bunu; Remzi Bey’in sıcak, samimi, insanı etkileyen konuşma tarzı sağlamıştı.

Mahallenin eski dönemlerini anlattı ihtiyar adam. Servetini nasıl kazandığını… Küçük bir işletmeyi, nasıl devasa bir şirket haline getirdiğini… Tatlı tatlı…

Mahalle sakinlerinin, durumunu bildikleri için yaptıklarına tepki göstermediği Hasan Dayı’nın zekâ özürlü yeğeni, elinde bir tabloyla girdiği mekânın duvarlarından birine çivi çakmaya başlayana kadar sürdü bu durum. Sonrasında, çiviyi ters tutan gencin çekiç darbeleri böldü sohbeti. Nihayet, Remzi Bey’i kıraathaneye bırakan, sonradan oğlu olduğunu öğrendikleri genç adam babasını almak için geri geldi. Henüz alamadıkları cevabı, kalkmak için toparlanırken verdi ihtiyar adam;

- Size bir sır vereyim mi gençler?

- Buyur Bey baba.

- Ben işleri çocuklara devrettim. Onlar da, beni pek dinlemiyor. Eğer aktif olarak ticarete devam ediyor olsaydım, bütün servetimi kripto paraya yatırır, kısa sürede beşe, ona katlardım.


“İşte bu!” diye aklından geçirdi Bilal. Almış olduğu bu tüyonun ardından kafasının içindeki sisler dağılmış; hafta başı gelir gelmez bütün parasını kripto paraya yatırma kararını anında vermişti bile.

Remzi Bey kapıya doğru ilerlerken, masadaki boşları almaya gelen Hasan Dayı birazda sesini kısarak;

- Çok iyi, çok başarılı bir adamdı Remzi Bey, dedi. Yalnız kim aklına girdiyse “Saadet zinciri kurduk.” diyen şebekeye büyük para kaptırdı yıllar önce. Sonraları, “Çiftlik Bank” olayında da büyük paralar kaybettiğini ve aklının gidip geldiğini söyleyenler var. Neyse ki, bu olaylardan sonra artık yetişkin olan çocukları işleri ele aldı da, tamamen batmaktan kurtuldu.

Başının üzerinden bir kova soğuk su dökülmüş gibi şoka giren Bilal’ın gözleri, kıraathaneden çıkmadan önce duvara tersinden çivi çakmaya çalışan zekâ özürlü gencin yanında duraksayan Remzi Bey’e takıldı.

- Boşuna uğraşma evladım, dedi Remzi Bey. Görmüyor musun? O çivi, karşı duvarın çivisi.

 

Bir hafta sonra yine aynı mekândaydı Bilal. Önünde yine gazeteler vardı lakin bu defa ekonomi sayfalarını değil manşetten verilen haberi okuyordu.

 

“Kripto para borsası kurucucu, yaklaşık iki milyar dolar para ile yurt dışına kaçtı.”

 

- Affet annem, diye mırıldandı.

Sonra ellerini semaya açarak sesinin tonunu yükseltti.

- Allah’ım, sen bizi her daim aklı başında insanlarla karşılaştır.

 

Faruk Yılmazer