Temize çekilen hatıralar;
İçinde
bulunduğumuz seneyi kâbusa çeviren şu küçük virüs için, “İsim babaları, sağ
kulağına ezan, sol kulağına kamet okumuşlar mıdır acaba?” diye bir cümle
kurmuştu oğlum… Virüs, henüz sınırlarımızdan giriş yapmadan önce…
Nispeten
genç olan yaşının verdiği umursamazlık cesareti üzere ve haberleri dikkatle
takip eden eşimin, yani annesinin yüzünde bir tebessüm oluşturmak adına belli
ki…
“Onu
bilmem ama...” demişti hanım sultan, “Bu hızla yayılmaya devam ederse, pek
çoğumuzun salasının okunmasına vesile olacak...”
Halen
oturmakta olduğumuz Sağmalcılar semtinin isminin, kötü şöhretle anılmasın diye
Bayrampaşa olarak değiştirilmesine sebep olan 1970 kolera salgınını, bizzat
merkezinde yaşayan bir nesil olarak, gençlerden daha duyarlı olmamız normaldi.
Ve eminim ki; salgın haberlerini dinledikçe, henüz nişanlı olduğumuz o günleri
hatırlıyordu, hanım sultan.
Mimar
Sinan’dan kalma temiz su kanallarına, yanlışlıkla atık su kanallarının
bağlanması ve bu suların çeşmelerimizden akması sonucu başlamıştı. Neyse ki,
karantina önlemleri çok sıkı uygulanmış ve korkulan zayiat olmadan atlatılmıştı
salgın.
Adet
haline getirdiğimiz bir hafta sonu buluşmasıydı ve oğlumla birlikte iki kızım
da baba ocağındaydı. İlaveten gelin, damatlar ve torunlar… Biz ihtiyarların,
(Çocuklar her ne kadar, daha gençsiniz dese de…) anlatacak pek çok hatırası
oluyor böyle ortamlarda.
Yanlışlıkla
Sağmalcılar minibüsüne binen bir kadıncağızın, hatasını anlayınca; gözlerini
kocaman açarak tepki göstermesini ve bir an önce inmek istemesini biraz da
taklidini yaparak anlattığımda kahkahaya boğulmuştu çocuklar. Hâlbuki
karantinanın kaldırıldığı, tehdidin ortadan kalktığı bir dönemde yaşanmıştı bu
durum. İnsanlar hâlâ korkuyordu yine de…
Dedim
ya; böyle ortamlarda, belli bir yaşı geçmiş insanların anlatacak çok hikâyesi
olur. Hatıra, hatıra dolanırken, Koca Yusuf göründü aradan, birdenbire… Asıl
anlatmak istediğim ve çocukların, “Bunu, kesinlikle yazmalısın baba…” dedikleri
hatıram. Kalemi, sadece bulmaca çözmek için kullanmadığımı biliyorlardı, ne de
olsa…
Koca
Yusuf;
Yani
Yusuf… Kahramanmaraş’ta ikamet eden ailesinin yanından, üniversite okumak için
ayrılan… İstanbul’da oturan ağabeyinin yanında kalan genç bir adam…
“Koca”
lakabının isim babası kimdi, bilmiyordum ama usta terzi elinden çıkmış bir
elbise gibi oturmuştu isim, Yusuf’un üzerine. Pehlivan yapılı… Yüreği gibi,
bileği de kavi bir delikanlı. Bu arada, “isim babası” lafsıydı belki de, onca
hatıra arasından Yusuf’u çekip çıkaran…
Ben,
onu tanıdığımda, tekrarla da olsa son sınıfına ulaşmıştı, okuduğu bölümün. Uzun
zaman… Hangi bölümde okuduğunu hatırlayamıyorum ama günümüzdeki isimleriyle,
bankacılık yahut işletme gibi bir bölüm olsa gerek.
O
zamanlar, rahmetli babama yani bu hikâyenin gizli kahramanına ait olan bir
binanın ikinci katında çay ocağı işletiyordum. Yusuf, yan komşum ve yakın
arkadaşım olan Ali Coşkun’la birlikte ocağa gelmişti ve orada tanışmıştık.
On
iki Eylül ihtilalının az öncesi… Yani sağ ve sol çatışmalarının ayyuka çıktığı
dönem. Ve Yusuf, bu iki guruptan birinin etkin bir üyesi... Hangi guruba dâhil
olduğunu belirtmemin çok bir önemi yok. Neticede hepsi bizim çocuklarımızdı ve bize
ait bir değer olmayan birileri tarafından beyinleri yıkanmış taze fidanlardı.
Yaşı,
bizlerden bir hayli küçük olan Yusuf’un, Ali Coşkun’la tanışma faslı da başlı
başına bir hikâyeydi aslında. Ali Coşkun’un müdürü olduğu özel bankaya,
gurubundan birkaç arkadaşıyla girmiş, “Bundan sonra ben burada çalışacağım.” Diyerek,
emri vaki yapmış. Genel merkezle görüştüklerinde, “Zıtlaşmayın. Verin bir masa
otursun. Sıkılınca kendi kendine gider zaten.” demişler. Lakin Yusuf gitmemiş,
kendini personel olarak kabul ettirmeyi başarmış bir şekilde.
Kısa
bir süre sonra başlayan sohbetlerin ardından, bir dostluk oluşmuş aralarında.
Ali Coşkun müdür, Ali Coşkun ağabeye dönüşmüş. Akıl veren, yol gösteren, destek
çıkan bir baba kıvamında… Böylece, sorunlu çevresinden azda olsa uzaklaşmış
Yusuf. Ali Coşkun’un, Yusuf’u benim işlettiğim çay ocağına getirmekteki amacı da
oymuş zaten… Takıldığı ortamdan uzaklaştırmak…
Bunun
için elimizden geleni yaptık. Gurup olarak sinemaya gideceksek eğer, onu da
çağırıyorduk. Yahut maça… Denize… Gezmeye… Bu şekilde eski arkadaşlarından uzak
tutmaya çalışıyorduk onu. Aradıklarında bulamayınca, aramayı bırakmışlardı bir
süre sonra.
Çok
uğraşmıştık ama kısmen de olsa etkili olmayı başardığımızı görebiliyorduk,
baktığımızda… Eskisi gibi kavgalara koşmuyordu artık... Ve eski sert mizacı
giderek yumuşuyor, daha uysal bir insan haline dönüşüyordu, her birimize
“ağabey” dediği bizim ortamımıza takıldıkça. Umut vardı.
Yine
bizim gurubun daimi elemanlarından Naci’nin, Aksaray’da bir ayakkabı
mağazasının sahibiyle yaşadığı diyalogu anlattığımızda katıla katıla gülmesi
hala gözlerimin önünden gitmez. Olay şöyle;
Camekânına
astığı bir tabelada, “Ayakkabı da tek fiyat… 50 Lira…” Diğer bir tabela daysa,
45- 46- 47 numara ayakkabı bulunduğu yazan bir mağazaya giriyor Naci. Kırk yedi
numara olan ayaklarına uyan bir ayakkabı beğeniyor. Cebinden elli lira
çıkartarak uzattığında, satıcı o ayakkabının yetmiş lira olduğunu söylüyor.
Doğal olarak Naci itiraz ediyor; “Camekânda, tüm ayakkabılar tek fiyat
yazmışsınız.” Diyerek. “Öyle ama” diyor satıcı, “Sen bu numarada ayakkabıyı
başka nerede bulacaksın?” Verdiği cevaptan sonra ayakkabıyı hemen paketleyerek
Naci’nin eline veriyor.
“Sen,
bu numarada ayağı nereden bulacaksın?”
Bu
arada fiyatı bugüne uyarlayarak söyledim. Eski dönemlerde yaşanan enflasyon
oranlarının ve paradan sıfır atılması uygulamasının bizim yaştakilere hafif bir
yan etkisi oldu. O da, geçmiş dönem fiyatlarını biraz karıştırmak malum.
Neyse. Bizler, en azından, bir gencimizi içinde
bulunduğu o karanlık ortamdan kurtardığımızı düşünüyorduk ki, Yusuf o eski sert
mizacına geri dönmeye başladı ilerleyen zamanlarda. Yeniden kavgaların baş
aktörü, karakolların müdavimi oldu. Yanımıza eskisi kadar sık gelmiyor, geldiği
zamanlarda da pek fazla konuşmuyordu. Bankada çalışmayı da bırakmıştı. Biraz
sıkıştırıp konuşmaya zorlayınca nihayet döküldü.
Bir
kızı seviyordu Yusuf. Anladığımız kadarıyla kız da onu. Fakat kızın babası bu
birlikteliğe karşı çıkıyor, olayı resmiyete dökmelerini engelliyordu. Bir akşam,
çay ocağını kapatma saatlerine yakın ağzından baklayı çıkardı. “Kaçıracağım.”
“Ya
babası?” Diye sormuştum. Neticede kızın babası, engel olmak için elinden gelen
her şeyi yapacaktı… Elini beline attı ve “Gerekirse…” dedi. Sözünün gerisini
getirmedi. Belli ki kızın babasına zarar vermeyi dahi göze almıştı. Ne kadar
akıl vermeye, vazgeçirmeye çalışsak da… Bu işlerin, herkesin gönül rızasına
uygun olarak yapılması gerektiğini anlatsak da kararından döndüremiyorduk.
Geç
olmuştu. Ocağı kapattım ve Yusuf’la, Ali Coşkun’u da yanıma alarak mahalleye
geçtik. Oturduğumuz binanın giriş katında, babama ait bir sandık ve kafes
imalathanesi vardı. Yedek anahtarlarımla açtım ve birlikte içeriye girdik.
Sohbetimize orada devam etmeyi planlıyordum.
Bir
süre sonra babam göründü kapıda. Üst kattan, dükkânı açtığımı fark etmiş ve
neler olduğunu anlamak için aşağıya inmiş. Biraz da mecburiyetten, her şeyi
anlattık babama. Tepki vermeden sonuna kadar dinledi. Eski toprak… Hikâye nihayetlendiğinde sağ
elini Yusuf’un omzuna koydu;
“Demek
aile kurmaya hazır olduğunu düşünüyorsun delikanlı.” Dedi. Yusuf, olumlu bir
şekilde başını sallayınca, “Görelim bakalım o zaman.” Dedi. “Ne kadar
hazırsın?” Hepimiz ne söyleyeceğini beklerken ayağa kalktı ve Yusuf’a peşinden
gelmesini işaret etti.
Az
sonra, gündüz üretimini yaptıkları kafeslerin başındaydılar. “Bak!” dedi babam.
“Önce şu kafesleri bir incele. Sonra, şuradaki ölçülerine uygun kesilmiş
tahtalarla aynısından bir tane de sen yap bakalım.”
Yusuf’ta
dâhil, hiçbirimiz babamım ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştık. Fakat Yusuf
itiraz etmedi. “Pekâlâ beybaba…” Dedikten sonra işe koyuldu. Gecenin bir
yarısı, çekiç ve çivi sesleri duyuluyordu artık dükkânda.
Yaklaşık
bir saat kadar sonra, derme çatma da olsa bir kafes yapmıştı Yusuf… Kafesi
incelemesinin ardından babam;
“Bu
kafesleri bize sipariş veren toptancı, içlerine otuzar kiloluk malzeme koyacak.
Yanındaki çivi sandığı yirmi kilo... Senin yaptığın kafese bir koy bakalım,
taşıyacak mı?” dedi. Yusuf, çivi sandığını içine koyarak kaldırdığında önce
dibi çıktı kafesin… Sonra çakılan yerler çivilerinden kurtularak ikiye
katlandı.
“Gördün
mü?” dedi babam. “Taşıyamadı.” Biraz daha inceledikten sonra “Neden taşıyamadı,
biliyor musun? Çünkü ölçüyü tutturamadın. Tahtaların bir tarafı dışa taşmış,
diğer tarafında çakmaya pay kalmamış. Çivilerin çoğu boşa çıkmış. En çokta,
yükün çoğunu taşıyacak olan dip kısmı sorunlu…”
Sonra
tezgâhın başına geçerek çalışmaya başladı babam. Önce iki başlık çaktı.
“Bunların.” Dedi. “Biri sensin, diğeri hanım kızımız.” İlk yanı çakmasının
ardından, “Burası şimdiye dek yaşadığın hayat…” Diğer yanı çaktığında da “
Burası da, hanım kızımızla evlenerek kurmak istediğin hayat…” En son dibi çaktı
ve “İşte bu kısım da aileleriniz. Çivi sandığını birde şimdi koy bakalım içine.
Taşıyacak mı?”
Tabi
ki, hiçbir sorun çıkmamıştı, sağlamlık konusunda. Kimsenin ağzını bıçak
açmazken, bir de kapak çaktı babam. “Peki ya bu?” dedi Yusuf. “Elbette, bir
ailenin en önemli parçası… İleride olması muhtemel çocuklarınız. Bu kısımların
her biri ne kadar sağlam olursa, o kadar dayanıklı olur kurduğun yuva…”
Babamın
son cümlesinin ardından başını öne eğdi Yusuf. Hiç birimize bir şey söylemeden
kapıdan dışarı çıktı ve karanlığa karışarak gözden kayboldu.
Yusuf’un
o hali gözlerimin önünde canlanınca boğazım düğüm düğüm oldu. Mecburen
anlatmaya ara verdim. Nihayet oğlum;
“Ya
sonra baba?” dedi.
“Sonra
ihtilal oldu.”
Aradan
bir on sene geçmişti. Çay ocağını kapatmış, babamın sandıkçı atölyesini
işletiyordum artık. Dükkânın kapısından, genç bir adamla genç bir kadın girdi.
Dört beş yaşlarında bir çocuğun elinden tutuyordu adam. Kadının kucağında da,
emzikli bir bebe… “Ne istemiştiniz?” dediğimde, gülümsemesinden tanıdım Yusuf’u.
Hasretle kucaklaştık. Üst kattaki evime davet ettim.
Ali
Coşkun müdürünü, çalıştığı bankada ziyaretinin ardından, önce çay ocağına
gitmiş Yusuf. Orayı devrettiğimi öğrendiğinde mahalleye, “Hayatımın en önemli
dersini aldığım mekân…” dediği sandık atölyesine gelmiş. Ve sonra, o anlattı
ben dinledim.
Atölyeden
ayrıldıktan sonra sabaha kadar sokaklarda dolanmış Yusuf. Babamın anlatmaya
çalıştıklarının idrakine varmaya çalışmış. Varmış da…
Önce
başını sürekli belaya salan çevreden uzaklaşmış. Sonra derslerine yani okuluna
ağırlık vermiş. Bu arada ihtilal olmuş tabi. Başta tutuklansa da, bir suça
karışmadığı tespit edilince serbest bırakılmış. Vatani görevini ifa etmesinin
ardından ailesini devreye sokarak istetmiş sevdiği kızı. Kayın pederini razı
ederek almayı başarmışta…
Sohbetimiz
nihayetlendiğinde benim bir kat üstümde oturan ve kendini uzun zaman önce
emekli eden babamın yanına çıkardım onu. Ellerini öptü. Helallik diledi. En
son;
“O
gece anladım ki…” dedi. “Bir yükle imtihan olacağı zaman, o yükü taşımaya hazır
olmalıymış insan.” dedi. “Ve tecrübe sahibi çınarların sözünü dinlemeyi
bilmeli…” diye ekledi.
Görünürde
bir kafes örneğiydi, o gece Yusuf’u işleyeceği büyük hatadan geri döndüren. Bir
çanta da olabilirdi… Bir kitap… Bir sanat… Önemi yok.
Önemli
olan, tecrübe sahibi büyüklerimizin sözlerinin, ne kadar önemli olduğuydu. Ve
ben dahi, eskisinden daha bir fazla dinler olmuştum, babamın tavsiyelerini.
Israrları
üzere, kurşun kalemle kâğıda döktüğüm bu hatıramı temize çeker mi çocuklar? Ders
alırlar mı? İleride dualarını almamıza vesile olur mu, bilmem… Lakin
annelerinin daha birkaç gün evvel, “Bu hızla yayılmaya devam ederse, pek
çoğumuzun salasının okunmasına vesile olacak...” diye bahsettiği Covid- 19 un,
tam da söylediği kıvama ulaştığını fark ettiklerini dillendirmeleri umut
aşılıyor yüreğime…
Ümit
varım…
Faruk
Yılmazer