22 Mayıs 2021 Cumartesi

Bir Küresel Köy Hikâyesi

Bir vardı, bir de yoktu.          

Nasılsa Allah’ın günü çoktu.

Bin bir gece masalla büyüyenin, gerçeğe karnı toktu.

Küresel köy kavalcılarının müziğiyle uyurken biz, tuz koktu.

 

Dedem Korkut geldi. Boy boyladı, soy soyladı, ne güzel söyledi.

 

Devam filmi tadındaki hikâyemizi anlatmaya başlamadan önce; hiç okumamış, okumuş ama unutmuş olabilecekler için kısa bir hatırlatma geçelim.

 

Gazaplarının, ağabeyi Kasım ile söndüğünü zannettiği Kırk Haramiler tarafından çiftliği talan edilen Ali Baba, geri çekilerek canını zor kurtarmış… Çiftliğin dilsiz ehli, farklı çiftliklere sığınmış… Senfonisi inkıtaa uğrayan mekânın sessizliği, sudan dönen eşeklerin, boşlukta yönetimi devralmasıyla farklı bir boyut kazanmıştı.

Merhum Nasrettin Hoca’nın Karakaçan’ı… Keloğlanın Kadife’si… Sancho Panza’nın Rucio’su… Bremen Mızıkacılarının Arsch’ı… Har-name’deki Zaif ü nizar ve daha pek çok fabl kaçkını (Daha eşitler…), tüm hünerlerini sergilemelerine rağmen, çiftliği batmaktan kurtaramamış… Diğer sakinlerin geri dönüşüyle çoğunluğu kaybetmiş… Devam eden süreçte, Kel Kartallar Çiftliği’nin yöneticileriyle anlaşma yoluna giderek ithal bir ambar yöneticisi getirtmişlerdi çiftliğe. Korucuların eğitimi de, hibe.

Lakin tüm bu tedbirler yetmemiş, ilk seçimde muhalefete düşmüştü bizim zevat. Yönetim ehil olanların eline geçmiş, iyi de olmuştu. İlerleyen zaman içinde erken öten horozlar susturulmuş… Kaba kuvvete inanan Ayılar Çiftliği’nin ağzının payı, ebabillerle verilmişti. Ve tüm bunlar; samimiyetlerine güvenilmese de etkileri mutlak olan bazı çiftliklerin doğru zamanlarda yanında, yanlış zamanlarda uzağında durularak başarılmıştı.

 

Neyse. Konumuz bu değil. Daha doğrusu, tek konumuz bu değil. Malum, devam filmleri gişe yapabilmek için daha geniş bir çerçeveden bakar olaya. Biz de öyle yapacağız.

Küreselleşen köyde bulunan tek çiftlik, Ali Baba’nın Çiftliği değildi anladığınız üzere… Kel Kartallar, Aslanlar, Ayılar, Horozlar ve hatta Ejderhalar tarafından yönetilenleri meşhur olmak üzere, büyüklü küçüklü daha pek çok çiftlik vardı. Ve bunları birbirlerine bağlayan, aralarında alışverişi sağlayan göller ile dere, nehir gibi kanallar.

Kara ve hava taşımacılığının aşırı masraflı olmasından dolayı ticaret için tercih edilen suyollarının yönetimi, içinden geçtiği çiftliklere ait gibi görünse de… Evvel zamanda verilmiş sözler ve atılmış imzalar sebebiyle, neredeyse tamamının yönetimi Kel Kartallar Çiftliği’nin sahipleri elindeydi. Yine de üç kuruş gelir elde edebiliyorlardı bazıları, geçen kayıklardan.

 

Ali Baba’nın Çiftliği müstesna…  

Ali Baba’nın Çiftliği’nden geçen kanal, yolgeçen hanından hallice…

 

Fantastik edebiyata meraklı bir yöneticinin önerisi ile alternatif bir evrende geçen hikâyede bulundu çare. (İnsanların bir arada yaşadığı, insanlar tarafından yönetilen hayali bir evren…)

 

Oğuz’da, bir Deli Dumrul vardı. Kuru bir çayın üzerine köprü yaptırmış, geçenden otuz akçe… Geçmeyenden döve döve kırk akçe alır idi.

 

Karar verildi. Tez zamanda, yeni bir kanal açılacak… Kuru çay, suyla buluşacak… Kel Kartallara dahi kafa tutulacak…

Haybeden… Affedersiniz… Hibeden eğitilenlerin küçük bir bölümüyle malum eski yönetim karara karşı çıktı elbette. Gece yarısı mektup yazdılar muhtara.

 

Yine, neyse…

Karar mı emsal oldu? Yoksa Deli Dumrul’dan onlarda mı haberdardı, bilinmez… Nüfusu ve ekonomisi giderek büyüyen… Aslanlar Çiftliği’yle ve hatta Ayılar Çiftliği’yle sürekli dirsek temasında olan… Küreselleşmenin fikir babalarını bünyesinde toplayan Ejderha Çiftliği, Kel Kartal Çiftliği’nin tekelini kırmak için çiftlikler arasında alternatif kanallar açma girişimi başlattı. Neticede ürünlerini pazarlayabilmek için, sıkıntı çekmeyeceği yollara ihtiyacı vardı.

Tam bu sırada Arpa Çiftliği’nin yönetiminde bulunan Akgöl’le bağlantılı kanalı, haddinden fazla yüklü ve fırtınaya rağmen yol almaktan vazgeçmeyen bir kayık, karaya oturarak tıkamasın mı? Diğer kayıklara set, akışa engel…


Çoğunluk, bunun gerçek bir kaza olduğuna inandı.

Birileri, Ali Baba’nın Çiftliği ile Arpa Çiftliği’nin, geçmiş zamanda bozulan ilişkilerinin tamir sürecine girmesinin buna sebep olduğunu düşündü.

Birileri de, ekonomisi giderek büyüyen Ejderhalar Çiftliği’ne darbe vurmak isteyen, elindeki gücü kaybetmek istemeyen Kel Kartallar Çiftliği’nin bu işte parmağı olduğunu… Büyümenin mimarları, Kel Kartallar Çiftliği’nden kaçmıştı neticede, Ejderha Çiftliği’ne…

Azınlıkta kalan ama olaylara daha geniş açıdan bakmayı başarabilenlerse; haklı çıkabilmek için, kısa vade de zarar edecek olmalarına rağmen, küreselcilerle çalışan Ejderha Çiftliği’nin bu işi organize ettiğine…

Kim haklı, kim haksız bilinmez… Yalnız kısa bir zaman önce Ejderha Çiftliği’nde başladığı söylenen… Ardından tüm çiftliklere yayılarak tedarik zincirini kıran salgın hastalığın ardından ortaya çıkan bu son durum, zinciri tamir edilemez hale getirecek… Aşırı artan fiyatlar sebebiyle sıradan çiftlik sakinleri birilerine köle olmak zorunda kalacaktı.

Sonrası, resetlenmiş… Tohumun, havanın, günışığının parayla satıldığı… Beslenmek için, gerçeğine alternatif olarak üretilen yapay otların kullanıldığı bir köy… (Bu otların tabi olanları, havaya zararlı gazlar salarak köyün fazla ısınmasına sebep oluyorlardı zaten.)

Devam edecek olursak;

Az gittiler, uz gittiler. Dere, tepe düz gittiler. Bir baktılar ki; gittikleri, arpa boyu kadar yol… Yittikleri, gökteki yıldızlar kadar bol… Nasıl kurtarılacaktı şimdi? Ellerini verdiklerinde, kaptırdıkları kol…

Elbette, köyün beş çiftlikten büyük olduğu… Akıbetlerinin; Kel Kartallara da, Ejderhalara da bırakılamayacağı görüşü kabullenildiğinde…

 

Aynı anda, yan odada;

- Hiç iyi değil Doktor Bey! Yine günlük gazeteleri, Eski dergileri, Hikâye kitaplarını, Romanları, Ansiklopedileri odaya yaydı… Birini bırakıyor, diğerini alıyor. Girmemize de izin vermiyor. Bütün gün kendi kendine konuşuyor.

 

- Faruk Bey…

- Bir dakika Doktor Bey, geliyorum.

 

- Hişt! Sessiz olun. Diğerlerini bilmem ama Deli Dumrul Kanalı eninde, sonunda yapılacak, merak etmeyin. Hem Tepegöz’ü anlatacağım daha size. Doktoru atlatabilirsem tabi…

Hanım Hey!

 

Faruk Yılmazer

20 Mayıs 2021 Perşembe

Gök Kapıları

Okuduğum bir makalede İnsan Genom Projesi için, “İnsanlığa yapılmış en büyük yatırım olabilir mi?” sorusu soruluyor ve devam eden yazı dizisinde “Olabilir mi?” kelimesi yok sayılarak bu projenin insanlığa yapılmış en büyük yatırım olduğu ispatlanmaya çalışılıyordu.

Yaşı müsait olanlar hatırlayacaktır; İnsan DNA’sında bulunan temel çiftlerini haritalandırma ve insan genlerini anlama amacı güttüğü söylenen bu projenin başarıya ulaştığı, zamanın ABD başkanı tarafından 2003 yılı Nisan ayında büyük bir heyecanla açıklanmış… İnsanlığın genetik doğasını artık anlayabildiğimizin vurgusu yapılmıştı.

Sekiz milyara yakın insanın yaşadığı gezegenimizde, yetişkin her bireyin 60 trilyondan fazla hücreye sahip olduğunu… Bunun yarısının insan hücreleri, diğer yarısının bedenimizde yaşayan mikro organizmalar olduğunu az çok biliyoruz.

Peki, nasıl oluyor da, bu hücreler birlikte çalışarak kalbimize kan pompalıyor, düşünmemizi, kemiklerimizin gelişmesini sağlıyor? Daha doğrusu görevlerini nereden biliyor, talimatı kimden alıyorlar?

Bunun cevabı, Deoksiribo Nükleik Asit olarak tanımladığımız DNA’da yatıyor. DNA, bütün hücrelerimizin içinde bulunuyor onlara ne yapmaları gerektiğini söylüyor. Bilim adamları, DNA’nın bu talimatlarını genel anlamda GENOM diye isimlendiriyor.

Peki, DNA tüm bunları nereden biliyor, diye soracaksınız ister istemez… Sormayın. Çünkü ne projede, ne de makalede insan ruhu göz önünde bulundurulmamış… Tüm çalışmalar, maddesel boyutta yapılmış. Tanrı Parçacığını arayan da aynı zihniyet malum…

Buraya kadar tüm bunları anlatmış olmamın sebebi, karşımızdaki güruhun düşünce sistemimi anlatabilmek içindi, anladığınız üzere… Bu arada, semeresi 2003 yılında alındı diye, bu çalışmaların o seneye yakın bir zaman diliminde başladığı izlenimine kapılmayın sakın. Her ne kadar komplo teorisi diye adlandırılarak üstü örtülmeye çalışılsa da; Nazi Almanya’sında, Rusya’da ve bilmediğimiz daha pek çok ülkede öncü çalışmaların yapıldığı… Bitki, hayvan ve insan genlerinin birbirleriyle karıştırılarak melez türler oluşturulduğu da bir gerçek.

Gül ile kuru fasulye genlerini karıştırarak, malum fiiliyatın akabinde ortalığın gül kokacağını düşünen bizim Temel gibi iyi niyetli olmadıkları da ortada…

 

Şimdi, projenin başarıya ulaştığının açıklandığı 2003 yılında aklıma takılan ve bugünde hala zihnimi meşgul eden o soruya geçelim isterseniz.

Hz. İbrahim’in naaşı bu araştırmacıların eline geçse ne olur?

El cevap: Genetik dizilimini araştırarak, ateşin yakamayacağı bir deri üretmeye çalışmak olur.

Hz. İsmail’in naaşı ellerine geçerse, bıçağın kesemediği…

Peki, Hz İsa’nın, Allah’ın izni ile dirilttiği bedenler ellerine geçerse?

 

Soruları arttırmak mümkün... Olası cevapların, sürüklenmemize sebep olacağı endişe ile birlikte elbette.

Yıllardır çevirmiş oldukları filmlerde, dizilerde kimi zaman uzaydan gelen, kimi zaman mutasyonlar neticesinde olağanüstü güçler kazanan insanları gözümüze sokmaları hedeflerinin ve dahi insanlığı hazırlamanın çalışmalarıydı tabi ki… Bir gün başaracaklarının eminliğiyle…

 

Bu projeleri, filmleri, araştırmaları yapanlarının çoğunun Yahudi olduğu yahut Yahudiler tarafından finanse edildiği…

Pagan mitlerinden yola çıkarak, Dünya liderliğini tamamen kendi soylarına bağlama gayretinde oldukları…

Yeni Dünya Düzeni, Tek Dünya Devleti Diktatörlüğü, Tek Devlet Düzenini kurmak istediklerini biliyoruz.

Ve tüm bunları başarabilmek için; Sahte Ufo İstilası, Sahte Mehdi, Sahte Mesih ve Deccal’i ortaya çıkararak Kıyamet Savaşı başlatmak istediklerini…

 

Bilmediğimiz, daha doğrusu görmek istemediğimiz bu işte yalnız olmadıkları. Başından beri anlatmaya çalıştığım Paganistlerle işbirliği halinde oldukları.

Yahudilik bir ırk mıdır yoksa din midir, tartışmalarına ne cevap verilirse verilsin, asıl cevap onların kendilerini ne olarak gördüklerinde gizli? Bugün seküler veya ateist Yahudi ibarelerini kullanabiliyorlarsa en azından bir bölümünün meseleye dini açıdan bakmadıkları ortada. Bu açıdan bakıldığında muharref Tevrat’ın da çok umurlarında olduğunu sanmıyorum.

Yahudilerin; Hz. Yakup’a verilen İsrail lakabını “Tanrıyla güreşen ve onu yenen”, diğer bir tabirle “Tanrıyla uğraşan” olarak tanımlamaları da bir sınır çizgilerinin olmadığının ispatı.

Bir kısmının;

Mescidi Aksa’yı yıkarak, Yerine Süleyman Mabedi inşa etmek gibi bir emeli var elbette…

Kayıp Sandığı, Asayı Musa’yı bulmanın…

Fakat kendi içinde bu kadar ayrışmış bir toplumun muharref bir kitabın etrafında birleştikleri… Düşük nüfuslarına bakmadan üç din için de kutsal sayılan bir şehri kendi başlarına ele geçirmeye çalıştıklarına inanmak saflık ötesi.

Pek çok Peygamber’e ev sahipliği yapmış… Pek çok kez vahiy inmiş… İlk kıblemiz… Efendimizin (s.a.v.), miraca çıktığı, tüm Peygamberlere imamlık yaptığı… Gök kapılarının açık olduğu…

 


Evet. Tüm şeytanileri ortak hareket etmeye iten sebep, açık olan “Gök Kapıları”. Ulaşamadıkları için, sahteleriyle göz boyamaya çalıştıkları…

Tanrıyla uğraşabileceğini düşünen… Hâşâ üstün insan yaratma fikri güden… Kendilerine kölelik edeceklerin haricindeki insan nüfusunu yok etmeye… Gök kapılarını ele geçirmeye… Kısaca Tanrıyı oynamaya çalışan sapkın bir zihniyet…

 

Yine bu açıdan bakıldığında; imkânsızlıklar içinde Kudüs’ü savunmaya çalışan Filistin’li din kardeşimizin ve dahi tüm dünyayı karşısına alma bahasına hem beldeye, hem de oradaki Müslümanlara sahip çıkmaya çalışan devletimizin kimlerle çatıştığı ortada. Adına ister Siyonizm deyin… İster Yahudi, Evangelist ve Pagan işbirliği deyin.

Ne derseniz deyin. Ruhtan bihaber, her şeye maddesel gözle bakan, yaratıcıyla uğraşabileceğini zanneden, Peygamber öldürmekten dahi çekinmeyen bu lanetli kavmin helaki yakın. Ve işbirlikçilerinin…

Allah’ın vaadi hak… O güne kadar bize düşen, saflarımızı sıkı tutarak mücadelemizi sürdürmek.

Rab’bim, yar ve yardımcımız olsun.

 

Faruk Yılmazer