12 Aralık 2021 Pazar

Kitle

“Elhamdülillah…”

Devasa bir dalga…  Direnci kırılmak üzere olan bir dalgakıran… Tazyik… Uğultu…

Doğru kelimeleri bulup anlatabilecek olsa;  tam olarak bu şekilde tarif edecekti yaşadığı hissi.

Bir kere daha denedi;

“Elhamdülillah.”

Kan çanağına dönen gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Tekbir getirirken bir sorun yaşamamıştı oysa. Allah’ın hakkı üçtü… Tekrar denedi.

“Elhamdülillah.”

Olmadı. Yıllar yılı tonlarca yükün altına girerken, bir kere bile itiraz etmeyen… An itibariyle bedenini taşımaktan dahi aciz, seccadenin üzerine uzattığı bacaklarına doğru hafifçe eğilirken, en azından şükrünü yapabildiğine kalben şükretti, âlemlerin Rabbine.

 

* * *

 

Sedyeyle içine sürüklendiği ameliyathanenin serin ortamı, içinin titremesine sebep oldu. Kendi aralarında sohbet eden personelin konuşmalarına odaklanmak yerine, hatırlayabildiği son ana geri dönüş yaptı. Birkaç dakika öncesi miydi? Birkaç saat… Gün… Hafta… Zaman kavramını yitirdiği için farkında değildi.

“Babanızın beyninde bir kitle var.” Diyordu, orta yaşlı doktor, evlatlarına. “Kanama yapmış ve ödem oluşmuş. Ödem, beynine baskı yaptığı için konuşmakta, yürümekte ve bir takım fiziksel aktivitelerini yerine getirmekte zorlanıyor. Cerrahi tedavi şart…”

Konuşabiliyor olsa; hastane acilinin sedyesinde kulak misafiri olduğu bu cümlelere “Ne zaman?” diye mukabele edecekti muhtemelen… “Ne zaman olmuş bu? Hissettirmeden.” Fakat düşünürken sorun çıkarmayan kelimeleri, cümle olarak dökülmesi için diline gönderdiğinde, yolda arıza çıkıyor… “Ne” diyebilse. “Zaman”ı yakıştıramıyordu yanına. Düşünebiliyor, anlayabiliyor lakin anlatamıyordu kendini.

Belki de… Diye geçti aklından. Belki de, bir noktalık farkın nelere sebep olabileceğine şahit olduğu sel felaketinde yaşadığı stres, sıkıntı, heyecan sebep olmuştu tüm bunlara. Rahmet ile zahmeti birbirinden ayıran o tek nokta…

Oysa kızmıştı; azıcık yağmur yağıyor diye göz muayenesi için zar zor alabildikleri randevuyu iptal ettiren eşine. Yağmur şiddetini artırdığında ne kadar haklı olduğunu anlamıştı ihtiyar kadıncağızın.

Abana sahili ile yol denizle birleşmiş görüntüsü verdiğinde ve oturdukları bina ile ormanı ayıran duvar yıkılarak, bina girişini balçık bastığında… En son yan komşularından, komşu ilçe Bozkurt’un tamamen mahvolduğunu işittiğinde bir kere daha hak vermişti. İçinin tekrar titrediğini hissetti.

Ve bu seferki titreme ameliyathanenin soğuk ortamından değildi sanki… En son gözlerini açık tutmakta zorlandığını hissetti.

İpleri arşa doğru uzanan, dünya ile berzah âleminin arasına kurulan bir salıncaktaydı artık. Sallandıkça, birinden diğerine geçiş yaptığı…

 

* * *

 

Yoğun bakım ünitesinde uyandığında ameliyatını gerçekleştiren doktorun gülümseyen yüzüyle karşılaştı. Adını soran doktora zorlanmadan cevap verdi. Yine yaşını… Kaç çocuğu olduğunu… Emekli olmadan önce yaptığı işi…

Yapması istenen el, kol hareketlerini istenildiği gibi yapabildi.

Sonraları; “Kafamın içinden sanki bir kova su boşalmış gibi hissettim.” diye, eşine anlattığı ameliyatının başarılı geçtiğini söyledi güler yüzlü doktor. Kitlenin tamamını temizledik Allah’ın izniyle.

Dalga sesleri, tazyik, uğultu… Hepsi gitmişti gerçektende.  Fakat onun merak ettiği bambaşka bir şeydi. Henüz diline dökmekten çekindiği duasına “Âmin” dedi, her kalp atışı.

Servise alındığında, evlatları tarafından hastane personeline teslim edilen ve hastabakıcılar tarafından odaya çıkarılan eşyaları valizden çıkarıyordu elli küsur yıllık refakatçisi, çocuklarının anası. Bir kumaşa sarılı olarak valizden çıkan son eşya örtüsünden kurtarıldığında henüz odadan ayrılmamış olan hemşirenin şaşırmasına sebep olmuştu.

Bir tuğla. Kırmızı… Alelade…

Tuğlayı gördüğünde gözleri parlayan ihtiyar adam, onun kendine getirilmesini işaret etti. Yaşlı kadının yanı başındaki sehpanın üzerine bıraktığı tuğlaya ellerini sürerek önce yüzünü mesh etti. Sonra damar yolunun açık kalması için sabitlenen iğneye zarar vermeden kollarını.

Yatağında oturur halde ellerini kulak hizasına götürerek tekbir getirdi.“Allahuekber.”

Hatırlayamadığı için bir süredir okumayı terk ettiği “Sübhaneke” duasını takılmadan okuyabilince kalbine bir ferahlık geldi.

Nihayet Fatiha suresinin;

“Elhamdulillâhi rabbil'alemin.” Şeklinde başlayan ilk ayeti dudaklarından döküldüğünde gözlerinden yaşlar boşaldı.

Yetmiş küsur yıllık değil… Çok daha eski…

Ta Bezm- i Elest’te bir söz verdiği dostuna kavuşmanın verdiği mutluluktu bu seferki gözyaşlarına sebep… Ve yalnızca, o mecliste verdiği sözü tutan kitlenin gerçekten anlayabileceği…

Eşi ile evlatları da şükründeydi sonucun. Mutlu sonla nihayetlenen masallardaki gibi, gökten düşen üç elmadan bir dilim yazılmıştı nasiplerine. Elmanın sahibine şükretmekten daha doğal ne olabilirdi ki?

 

            Faruk Yılmazer

Çam Kolonyası (Hikaye)

Zaten yalnızlığımın sebebi kitaplardaki kahramanları semtimde bulamayışım değil miydi?” Sabahattin Ali

Apartman kapısını anahtarıyla açsa da, daire kapısının ziline basmayı tercih etti Onur. Birkaç saniye sonra kapıyı açan kızının şaşkınlık içeren yüz ifadesini, “Her şey yolunda…” anlamına gelen anlık bir tebessümle savdı.

- Bugün erkencisin babacım.

- İşler sakindi bugün. Erken bıraktılar.

Pek tercih etmese de, beyaz bir yalanın yatıştırıcı etkisi, ilaçlardan daha kuvvetli olabiliyordu bazen. Reçetesizdi üstelik…

Genç kızın, eline aldığı uzaktan kumanda aletiyle televizyondaki müzik programını kapatmasını engellemek istese de, bunu sağlayacak doğru kelime beyninden yol bulup dudaklarına ulaşamadı.

Göğü kucaklayıp getirdim sana./ Kokla açılırsın.

Diyordu, adaşı Onur. Çam kokusu ferahlığıyla... Cihaz kapatılmadan az önce…

Yuvadan ayrılma hazırlıklarının başlamadan sonlanmasına sebep olduğu halde kendisine küsmeyen minik kuşuna şefkatle baktı. Görücü gelen ekibi, iki saat geç kaldıkları haklı gerekçesiyle kapıdan çevirerek sebep olduğu…

- Annen nerede kızım?

- Markete kadar gitti, babacım. Az sonra gelir.

- Tamam. Ben odama geçiyorum. Yemek saatine kadar biraz istirahat edeyim.

Bir köşesine yerleştirdiği masa ile çalışma odası olarak da kullandığı küçük evinin yatak odasına geçerken, şarkı diline takılmıştı bile;

Çam kolonyası, getirdim sana…

Diline dolanan o şarkıyla ilgili bir anısı yoktu aslında. Çam kolonyasıyla vardı.

Bir kuruyemişçi dükkânı… Boş bir şişeye, çam kolonyası doldurtan genç bir bayan… Meşrubat almaya girdiği dükkânda, ayağının tökezlemesi sonucu yaşanan kaza… Kırılan şişe… Mekânı saran çam kokusu… Ve evlilikle sonuçlanan bir tanışıklık…

Yoksa onlar evlendikten çok sonra bestelenmişti şiir. “Bu bizim şarkımız olsun.” demişti eşine, ilk dinlediğinde. Romantizm dolu yılları çoktan geride bırakmış olmalarına rağmen…

“Geç gelen şarkımız…”

Odaya girerek kapıyı kapattığında, istirahat etmek için yapması gerektiği gibi üzerini değişerek yatağa uzanmadı. Çalışma masasının başına geçti. Önce, daktilosunun kapağını kaldırarak bir kâğıt taktı.  Boş sayfaya uzun uzun bakmasına rağmen parmakları tuşlara gitmedi. Neden sonra masanın üst bölümüne, duvara sabitlediği raftan bir kitap çekti aldı. Defalarca açıldığı için artık iz yapmış olan sayfadan birkaç cümle okudu;

Sadeleştirilmiş baskısında, ilk törpülenecek yan karakteriyim belki bir romanın… Albüme sığmadığı için küçültülecek toplu çekilmiş fotoğrafın, kör makasla biçilecek köşe sonu önemsizi belki de… Ya da; varlığıyla yokluğu kefeleri titretmeyen, bir ibre oynatmaz.

Odanın diğer köşesinden gelen, “Beni mi çağırdın?” şeklindeki soru cümlesini işittiğinde bir süre tepkisiz kaldı. Nihayet başını o tarafa çevirdi ve göz göze geldiği orta yaşın az üzerindeki adama;

- Hiç yaşlanmayacaksın değil mi, Çorali dedi?

Cevap vermek yerine, hafif bir tebessüm ile mukabele etti adam.

- Tanıştığımızda, “yolun yarısı” dediği yaştaydım, şairin. Şimdi, vefat ettiği yaşta… Sende en ufak bir değişiklik yok.

- Bunun mümkün olmadığını biliyorsun.

- Haklısın. Biliyorum. Yine de…

- Yine de?

- Boş ver.

Bir sıkıntısı olduğunu ve hatta sıkıntısının ne olduğunu anlamıştı gizemli misafir;

- Tavsiyelerimi uygulamadın mı?

Hikâyeyi anımsadı. Bir metro istasyonunda yaşanan kaosun ardından ortam kalabalıklaşınca, gideceği istikametin trenine değil, aksi yöne giden trene binmişti Çorali. Bir durak geri giderek rahat bir yolculuk yapmayı planlıyor olmalıydı. Giderken; “Bazen sorunları çözmek için, başlangıç noktasından bir adım geriye gitmen gerekebilir.” demişti.

- Uyguladım, dedi. Fakat etkisi uzun sürmedi.

Ekonomik problemler nedeniyle okumakta olduğu Edebiyat fakültesini yarıda bırakmıştı Onur. Bir tekstil firmasında işe girmiş… Depo sorumlusu olarak ömrünü tükettiği firmada yıllar sonra terfi almış… Planlama bölümüne kapağı atabilmişti nihayet, bir sene kadar önce. Kırk yaş üstü insanların beden yükünün azaltılması için, olması gerektiği gibi…

Asgari personelle, azami iş çıkarma gayreti güden firmada yıpranan bedeninin buna gerçekten ihtiyacı vardı. İplik çuvallarının altında sürekli toza toprağa bulanan elbiselerinin yerini takım elbise almıştı, yeni konumu gereği… Düşlediği gibi…

Lakin cevabını bulamadığı bir soru vardı, beynini kemiren… Ayrılışıyla kendisine alan açan halefinin, istifasına neyin sebep olduğu? Anlaması da uzun sürmemişti…

Pek çok insanın gözü olan… El ele vererek birlikte yükselmek yerine, yengeç sepeti sendromu yaşayan insanlardan oluşan gergin bir ortamdı burası. Yorucu, kaygan bir zemin…

Ayrıldığından beri, depoda da işler pek yolunda gitmiyordu zaten. Patronuyla konuşarak, eski konumuna geri dönmesinin herkes için daha faydalı olacağını söylemiş, öyle de olmuştu. Yeni yerinde tutunamamış, bir adım geriye çekilmek zorunda kalmıştı yani. Fakat bel ağrısı, dizlerindeki sıvı kaybı ve çabuk yoruluyor olması eski pozisyonunda da, eskisi kadar verimli olmasının önüne geçiyordu artık. Beklenen son gelmiş; gün itibariyle tazminat çeki eline tutuşturularak, hizmetleri için edilen kuru bir teşekkürün ardından kapının önüne konmuştu.

Saatler önce başlayan sol yanındaki ağrıya ilaveten gelişen sol kolundaki uyuşukluk, kitabı daha fazla sol elinde tutmasının önüne geçti. Onu masanın üzerine bırakarak, sağ eliyle başka bir kitap çekti aldı raftan. Pencereye vuran damlacıklar yağmurun başladığını dile getirirken elindeki kitaptan birkaç satır okudu;

 - Tarifini bilmem. Ama iki hali vardır aşkın. Bir rüzgâr, birde su hali…

- İlginç.

- Farklı noktaların ısı farkı savaşından hayat bulur rüzgâr. Rastgeledir. Kimi zaman hedef yerini bulsa da, çoğu zaman bir çukurun dibine yahut ummanın derinliğine gömülmeye götürür sürüklediklerini. Suyu dalgalandırması denize, yeşili dalgalandırması ekine şifa olsa da; aşabileceği bir haddi olması, getirdiklerinden fazlasını götürebileceğinden sakıncalıdır. Rüzgârla gelen, fırtınayla gider.

- Anlık heveslerle gelen başka heveslerle gider, diye mırıldandı genç adam. Peki ya su hali…

- Evet. Birde su hali vardır aşkın. Kile şekil veren, kum ile çimentoyu beton eden. Seyrüseferini devam ettirmek için çekip gittiğinde, birleştirici etkisi asla gitmeyen. Hamuruna katılmıştır insanoğlunun, ter ve gözyaşı sızıntılarında daha da kuvvetlenen.

- Beni de mi suçlayacaksın, dedi bir ses?

Elbise dolabının önünde, Çorali’nin yanında dikilen, ondan çok daha yaşlı adama saygıyla baktı;

- Suçlamak… Hayır. Niyetim kesinlikle bu değil Abdürrahim Ağabey. Ben sadece…

- Her neyse. Senin damat adayının “Aşkın su hali” ile hal-lenmesi için daha vakit var anlaşılan.

- Öyle görünüyor.

- Beklemen gerekiyor demek ki… Biliyorsun. Zaman her şeyin ilacı…

Hüzünlendi;

- Evet ilaç. Ama küçük bir hap yahut şurup gibi değil. Sol yanına saplanan bir şırınga gibi, çok can yakıyor.

- Üzerine gitmemeli, başka mevzulara odaklanmalısın belki de, dedi Çorali.

- Mesela?

- Mesela Ferhat, dedi. Oğlun. O nasıl? Bir işe yerleşebildi mi?

Bir kitap daha aralamanın vakti gelmişti işte. Daha doğrusu bir dergi…

İsmi Rasim’di. Deli Rasim diyorlardı ona. Anlayamadığı insanlara halkın en çok taktığı lakaplardandı… “Kırık… Mecnun… Meczup… Deli…” Önceleri sık görüşüyorduk. Bir ithalat firmasında sürekli bir işe başladığım sonraki zaman diliminde görüşmelerimiz azalmış olsa da, en azından hafta sonları yanına uğrayarak halini hatırını sormayı ihmal etmemeye çalışıyordum. Çin’e, bir iş seyahati için gitmem gerektiğinde helalleşmek için yanına uğradım. Ömrümde ilk defa uçağa binecektim ve bu bende tarifsiz bir tedirginliğe sebep oluyordu. Anlattığımda;

- Kaç saat sürüyor ki bu yolculuk?

- Gidiş on saat, dönüş on iki saat.

- Neden? Dönüşte yorgun mu düşüyor uçak?

- Yok. Ben de merak ederek soruşturdum. Dünyanın dönüşüyle ilgili dediler. Giderken dünya bize doğru döndüğü için daha çabuk gidiyormuşuz.

Arada öksürükle kesilen, uzun süreli bir kahkaha krizine girdi. Nihayetinde;

- Eğer öyleyse pilota söyleyin boşuna benzin harcamasın.

- Nasıl?

- Biraz daha yükseğe çıkarak rölanti de takılsın. Nasıl olsa Çin, kendi kendine gelir zaten.

Düzgün bir araştırma yaptığımda bu zaman farkının dünyanın dönüşüyle alakasının olmadığını, ters rüzgâr akımları sebebiyle oluştuğunu öğrenmiştim.

- Takım kurulmuş. Anlaşılan bir ben eksikmişim, dedi Rasim.

- Sensiz olur mu hiç, dedi Çorali. Burun kıvırarak. Kendinden rol çaldığını düşündüğü Deli Rasim’le pek anlaşamıyorlardı.

Rasim, cevap vermeye hazırlanırken;

- Başlamayın yine, dedi Abdürrahim. Daha önemli meselelerimiz var.

- Ne oldu, dedi Rasim? Ters rüzgâr akımlarının, bir onu etkilediği bahanesiyle hâlâ bir işe girmedi mi Ferhat evladımız?

Şiddetlenen ağrısı nedeniyle göğsünün sol tarafını ovalayan Onur, zorlanarak cevap verdi;

- Maalesef. Günümüzün en gözde mesleklerinden olan “Reklamcılık” bölümünü okudu üniversitede ama hâlâ boşta. Kendini destekleyecek rüzgârların eseceği günü bekliyor sanırım.

Oda kapısının tıklatıldığını duyduğunda güçlükle ayağa kalktı. Ağrısı, dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Kapıya doğru zorlukla ilerlerken;

- Senin dertlerinin devası, biz ihtiyarlar takımında değil belli ki, dedi Abdürrahim.

 

İçlerinde pek çok gizem barındırdıklarına inandığı mahallenin ayyaşından, köyün delisinden, semtin pir-i fanisinden devşirdiği… Amatörce yazdığı… Buna rağmen dergilerde, kitaplarda yayınlatmayı başardığı hikâyelerin, yalnızlığını paylaşmaya gelen karakterleri birer birer gözden kaybolurken kapıyı araladı. Okulunu yarım bırakmış olsa da, içindeki edebiyat aşkı, yazma hırsı hiçbir zaman sönmemişti.

Karşısında duran ufaklığı; elindeki, içine defne fidanı ekili saksıyı kendisine uzatarak repliğini söylediğinde tanıdı.

- O’nun için fark etti.

Yaptığı hatalar nedeniyle, yaşadığı şehri İstanbul’un kendisine küstüğüne inanan… Hiçbir şeyin değişmeyeceğine kani olduğu için, yanlış olanı düzeltme uğraşı vermeyen… Yine de, bir taş çatlağında hayat bulan defne fidanını hayatta tutabilmek için, zahmete girip her gün sulamaya giden Ahmet isimli ihtiyara; fidanı, taşlar arasından kurtarıp, toprakla buluşturarak ders veren küçük Ali’ydi gelen. Çağrılmadığı halde gelmişti üstelik…

Kendini, kitap kahramanlarından birinin onu ziyarete geldiği söylendiğinde, koşarak kapıya giden Balzac gibi hissetti. Oysa çağırılmadan gelmezdi kendi kahramanları. Yanlış olan bir şeyler vardı.

Şaşkınlık dolu gözlerle küçük Ali’ye bakarken, çocuğun siluetinin değişerek uzun zaman birlikte çalıştıkları, eski iş arkadaşı, yakın dostu Necdet’e dönüştüğünü hayretle izledi.

- Hadi, dedi Necdet. Seni götürmeye geldim.

Şimdi taşlar yerine oturmuştu işte. Ölüm meleğinin, sevdiği bir insan suretinde kendine gelmesini dilerdi hep. Fakat bunun Necdet olacağını asla tahmin edememişti. Önce gözleri devrildi. Sonra bedeni…

* * *

Bir hastane odasında gözlerini açtığında, siması tanıdık gelen, altmış yaşlarında bir adamın gülümseyerek kendine baktığını gördü.

- Sen kimsin?

- Tanımadın mı, dedi adam? Halil Kara. Bir otel odasında kalp krizi geçirdikten sonra öldüğünü sanan hikâye kahramanın… Neredeyse şimdiki halin gibi…

- Nasıl yani? Ben ölmedim mi?

- Hayır ölmedin. Bizi bırakıp hiçbir yere gidemezsin, diye sorusunu cevaplayan eşinden başkası değildi bu kez. Halil Kara, çoktan ait olduğu sayfalara dönmüş olmalıydı.

- Ne oldu?

- Evin eksiklerini tedarik etmek için markete gitmiştim. Sen de, o erken vakitte eve gelmiş; Seda’ya, biraz istirahat etmek istediğini söyleyerek odana çekilmişsin.

- Ben… Şey…

- Üzülme. İşten ayrıldığını biliyorum.

- Nasıl?

- Necdet söyledi.

- Necdet mi?

Aynı anda elinde bir çam kolonyasıyla odadan içeri giren Necdet;

- Evet, ben söyledim. Ortak arkadaşlarımız vasıtasıyla işten çıkarıldığını çok çabuk duydum.  Şu an çalıştığım firmada senin yeteneklerine sahip birine çok ihtiyacımız vardı ve patronlarımla konuşarak sana iş teklif etmeye gelmiştim.

- İyi ki de gelmiş, dedi eşi Nurten. Seda’yla birlikte sana bakmaya geldiklerinde, kalp krizi geçirdiğini anlamışlar.

O ana kadar varlığını fark etmediği kızının, sol tarafındaki refakatçi sandalyesine sinmiş gözyaşlarını silmekte olduğunu gördü Onur. “Canım benim.” Diye mırıldandı.

- O an, seni kaybettiğimizi düşünerek çok korktum babacım. Ne yapacağımı bilemediğim için, hemen Mustafa’yı aradım. Sağ olsun, kısa sürede aracıyla gelip seni hastaneye yetiştirdi.

Geç kaldıkları için, kızını istemesine izin vermediği damat adayıydı Mustafa. Oysa bilmediği bir durum vardı. Yıllar önce ayrılarak başkalarıyla evlenen ebeveynlerinin sürtüşmeleri nedeniyle yaşanmıştı o akşam ki gecikme. Nihayetinde perişan olmuştu genç adam.

- Mustafa demek… O nerede peki?

- İçeriye gelmeye cesaret edemedi. Hastane önünde bekliyor.

Dışarıdaki sağanağın, oda pencereleri kapalı dahi olsa fark edilmeme imkânı yoktu.

- Bu yağmurda, öylemi? Çağırın onu, içeriye gelsin.

Genç adam, tamamen ıslanmış bir halde odaya girdiğinde gülümsedi Onur.

- İşte bu da, aşkın sırılsıklam hali, dedi.

Onun elinde de, çok sevdiği çam kolonyalarından vardı üstelik.

En son koşar adımlarla Ferhat girdi, hastane odasından içeri. Anca yetişebilmişti. Babasının artık iyi olduğuna emin olmasının ardından;

- Sana sürprizimi bile söylemeden, nasıl bizi bırakıp gitmeye kalkarsın, dedi ağlayarak.

Babasının açıklama bekleyen bakışlarını fazla bekletmedi;

- Üç kuruş maaşa bizleri sömürmek isteyen firmalara kapılmak yerine, kendi ajansımızı kurmak istiyorduk üç arkadaş. Kurduk da… Fakat işler yoluna girene kadar bunu sana söylemek istememiştim. Bugün çok büyük bir firmayla, beş yıllık reklam projelerini gerçekleştirmek üzere kontrat imzaladık.

Yüzlerdeki gerginlik, yerini yavaş yavaş gülümsemeye bıraktığında;

- Bana müsaade, dedi Necdet.

Tekrar şifa dilemesinin ardından;

- Unutma. Ayağa kalkar kalkmaz, seni yanımızda görmek istiyoruz.

İşin aslı, defalarca aynı teklifi yapmıştı Necdet. Fakat yıllardır çalıştığı, oradan elde ettiği gelirle yuvasını kurduğu… Çocuklarını okuttuğu firmayı terk etmek istememiş… Onun bu çağrılarını, “Taş yerinde ağırdır.” diyerek sürekli reddetmişti. Unuttuğu yahut görmezden geldiğiyse, tebdili mekanda ferahlık olduğuydu.

Tam kapıdan çıkmak üzereyken tekrar arkasını döndü Necdet. Fakat artık Necdet değildi. Yine elinde saksıyla küçük Ali’ye dönüşmüştü;

- Bak, dedi. Senin için de fark etti.

Diğerlerinin farklı izlediği bu sahne sonlandığında;

- Seni artık hiç yalnız bırakmayacağım, dedi eşi.

Yazdığı hikâyelerin karakterleriyle olan sohbetini anımsayarak gülümsedi:

- Bu pek mümkün görünmüyor zaten.

Sonra yine o şiir takıldı diline;

 

Yorgun bir işçinin yüzüne benziyor yüzün…

Öyle bükük bakma bana…

Çam kolonyası getirdim sana.

 

Faruk Yılmazer

 

24 Ekim 2021 Pazar

Ağustos Böceği ve Karınca

Muhatabının talebine sesi titreyerek cevap verdi ihtiyar adam;

- Ama biz evladımıza yeni kavuştuk!

- Kaygılanmanızı anlıyorum efendim. Fakat müsterih olun. Devletimiz merhametlidir. Hiçbir vatandaşından, kendini tehlikeye atacak bir faaliyette bulunmasını istemez.

- Lütfen! Bizden bunu istemeyin.

Çok güçlü olmasa da, kararlı ve kendinden emin bir tonda çağlayan kadın çığlığı konuşmayı böldü.

- Kes sesini!

İhtiyar adamın eşi, kocasına karşı belki de ilk defa bu tonda konuşuyordu;

- Senin evladınsa, benimde evladım. Dokuz ay karnımda ben taşıdım. Ben emzirdim. Geceleri ağladığında ben uyandım, sakinleştirdim. Meyil verdiğin insanlar onu dağa kaçırdığında, kokusunu yeniden duyabilmek için; ortak acıyı paylaştığım annelerle birlikte, oturma eylemine aylarca ben katıldım. Evladımı, devletim sağ salim getirdi bana. Şimdi devletimin bana işi düşmüş… Vallahi bağrıma taş basar, “Başım, gözüm üstüne der... Başkada bir şey demem.”

* * *

Ortalama bir hızla seyreden otomobilin siyah gözlüklü şoförü, sağında oturan genç adam heyecanını yenebilsin diye onunla iletişim kurmaya çalıştı;

- Sana, nasıl hitap ediyorlardı?

- Kod adımı mı soruyorsun?

- Evet.

- Karınca.

- Karınca! Neden? Çok mu çalışkandın?

- Hayır. Çok zayıf ve ufak tefek olduğum için. Aşağılama amaçlı.

- Anlıyorum.

Kısa süreli bir sessizliğin ardından;

- Senden tam olarak ne istediğimizi anladın değil mi Cemal?

- Evet efendim. Sürekli çevreyi gözlemleyeceğim ve tanıdık bir sima görürsem size haber vereceğim.

- Ve…

- Ve araçtan çıkmayacak… Tanınmamı sağlayacak… Kendimi tehlikeye atacak hiçbir girişimde bulunmayacağım.

- Bu konuda anlaştığımıza sevindim. Şimdi bir konuda daha anlaşalım.

- Hangi konuda efendim?

- Bana “Efendim” diye hitap etmene gerek yok. Senin amirin değilim. Beni bir arkadaş olarak görürsen sevinirim.

- Peki efendim… Şey… Peki, Mehmet Ağabey…

Yol altlarından kayıp giderken, örgütün elinden kurtulduğu günle ilgili hatıralar canlandı Cemal’in gözlerinde.

 

İhanetinden şüphelenilen kişileri infaz etmesiyle ve gaddarlığıyla tanınan Ağustos Böceği kod adlı teröristle göreve çıkacağı söylendiğinde, bunun kaçabilmesi için bir fırsat olduğunu düşünmüştü Cemal. Örgüt aleyhinde vaaz verdiği gerekçesiyle birkaç gün önce kaçırılarak bulundukları ortama getirilen ve işkence edilen Abdullah Hoca isimli piri faninin de onlarla geleceğini öğrendiğinde bunun bir görev değil, infaz olduğunu anlamıştı. Neticede ortama uyum sağlayamamış, olmasını istedikleri kişi olmayacağının defalarca sinyalini vermişti.

Ağustos Böceği, yola çıkmalarından bir süre sonra vaktin tamam olduğuna kanaat getirmiş olmalıydı ki, an itibariyle bulundukları konumda bir süre dinlenmeleri gerektiğini söylemişti. Elleri önden bağlı olan Abdullah Hoca bir taşın üzerine oturup soluklanırken, horlarken çıkardığı tiz sesler sebebiyle Ağustos Böceği lakabını alan teröristle iletişim kurmaya çalışmıştı.

- Hiç mi Allah korkun yok senin?

- Ne diyorsun ihtiyar?

- Benim, diyorum. Bir ayağım çukurda zaten. Ne istiyorsan yap. Ama şu gencecik çocuğa hiç mi acımıyorsun? Bırak gitsin.

Kaşlarını çattı;

- Onun gibi bir sürü çocuk var. Ha bir eksik, ha bir fazla… Ne fark edecek?

Cevap vermesi, iletişim kurabileceğinin açık deliliydi.

“Adamın biri…”  diye anlatmaya başladı Abdullah Hoca;

- Adamın biri, güneşin doğuşunun keyfini çıkarmak için okyanus sahiline inmiş. Orada başka bir adamın, sahile vuran denizyıldızlarını okyanusa geri attığını görmüş. Bunu neden yaptığını sorduğunda, “Birazdan güneş yükselecek ve sular çekilecek. Bu denizyıldızlarının hepsi susuzluktan ölecek.”cevabını almış. Adam,”Sahil kilometreler uzunluğunda ve binlerce denizyıldızı var? Hangi birini atacaksın? Ne fark edecek ki?” deyince elindeki denizyıldızını okyanusa atan adam “Bak, demiş. Onun için fark etti.”

- Yani?

- Yani ailesinden koparılmış şu zavallı çocuk için bir fark oluşturabilirsin. Düşün! Yıllar önce senin için fark oluşturabilecek biri çıksaydı karşına, muhtemelen çok farklı bir yerde olacaktın sen de…

Ayağa kalkarak tüfeğini ihtiyara doğrultan Ağustos Böceği’nin titremesinden aşırı sinirlendiği belli oluyordu. Ağzından köpükler saçarak konuşmaya başladı.

- On yedi yıl oldu. Tam on yedi yıl. Kimse beni kurtarmak için bir şey yapmadı. Ben neden yapacakmışım?

Sözlerinin ardından tüfeğini Cemal’e doğrultmuştu. Neden sonra sakinleşerek tüfeğini indirmiş;

- Koş, demişti. Arkana bakmadan koş. Yolu takip et. Jandarmayı görünceye kadar koş.

Gaddarlığıyla tanınan Ağustos Böceği’nin merhamete gelmesinin sebebini anlayamamıştı Cemal. Büyük ihtimalle onu, gözlerinin içine bakarak vurmak istememiş… Kaçmaya başladığında sırtından vurmayı düşünmüştü. “Ne olursa olsun.” Deyip koşmaya başlamış… Askerleri görene kadar durmamış… Korktuğu başına gelmemişti. Kim bilir? Belki Ağustos Böceği kod adlı terörist, kendine yapılmayan güzelliği yaparak, bir nevi intikam almıştı geçmişten. Belki de Abdullah Hoca’nın okuduğu dualar vesile olmuştu korunmasına, başına geleceklerden.

 

Yapmış oldukları terörist eylemlerle binlerce insanımızı şehit eden terörist örgüt tarafından dağa kaçırıldığında henüz on yedi yaşında bir delikanlıydı Cemal. Bir seneden az daha uzun bir zaman dilimi önce gerçekleşen bu olay, diğer benzer olaylarda olduğu gibi beyni yıkanarak eğitilen gençlerin terör faaliyetlerinde kullanılabilmesi amacı güdüyordu. Fakat istedikleri kişi olmayacağının defalarca sinyalini vermiş, bu sebeple gözden çıkarılmıştı. O gün, benzer durumda olan gençlere ibret olması niyetiyle gerçekten ölüme gönderilmiş… Lakin “İnsanı ölümden eceli korur.” sözü üzere, sağ salim evine dönebilmişti.

Evlatları, asker tarafından kendilerine teslim edilen aile gözyaşlarına boğulmuş, bir daha böyle bir olay yaşamamak için memleketlerinden ayrılarak İstanbul’a yerleşmişlerdi. Olayın üzerinden çok fazla bir zaman geçmeden memleketin pek çok köşesinde ki ormanlarımız yanmaya başlamıştı.

Yangınlardaki imzanın terör örgütüne ait olduğunu gören devlet, bir yandan söndürme faaliyetleriyle meşgul olurken diğer yandan çakmağı çakan elleri kökünden kırmak için hamlelere başlamıştı. Cemal’in kaçırılmış olduğu bölgede hareketlilik olduğunu, oradan bir gurubun Karadeniz’e doğru yola çıktığı istihbaratını alınca; hain eylemlerini gerçekleştirmeden önce gurubu durdurabilmek için harekete geçmişti. Hızlı hareket edilebilmesi için teröristleri anında tespit edebilecek birine ihtiyaçları vardı ve pek çoğunun yüzünü tanıyan Cemal, bu iş için biçilmiş kaftandı.

 

Komiser Mehmet ve Cemal şehir merkezine henüz giriş yapmıştı ki, yüzölçümünün yüzde yetmişten fazlası orman olan Karabük’te orman yangınının başladığı haberlere düştü. Geç kalmışlardı.

Aracını, yangının başladığı alana doğru sürdü Komiser Mehmet. Az sonra yangın mahalline varmışlardı. Araçtan inerek toplanmaya başlayan kalabalığa doğru ilerlerken Cemal’in de arkasından geldiğini gördü.

- Araçtan inmemen konusunda anlaştığımızı sanıyordum.

- Unuttun mu Mehmet Ağabey? Bana, karınca diyorlar. Karınca dediğin, ateşe su taşır.

Kalabalığın arasına karıştıklarında ihtiyar bir köylünün söylenmesini işittiler.

- Neymiş efendim? Ormanların en büyük düşmanı balta ve ateşten sonra keçilermiş… Eğer keçilerin ormana girmesi engellenmese patika yollar oluşur, bir de bu sıklığı aşmak için uğraşmazdık.

“Kim bilir? Belki de haklıdır.” diye düşündü Mehmet. Bir anlığına gözden kaybettiği Cemal’in yerini, kalabalığı tarayarak yeniden tespit ettiğinde, onun bakışlarının bir bölgeye odaklandığını fark etti. Yanına vardığında;

- Bu o, dedi Cemal. Ağustos Böceği…

Komiser Mehmet, “Arabaya dön.” diye bağırmasının ardından koşmaya başladı. Tespit edildiğini anlayan Ağustos Böceği kalabalığın arasından sıyrılarak ağaçların arasına daldı. Cep telefonuyla yardım istemesinin ardından sık ağaçların arasına dalan Mehmet, Ağustos Böceğini bulamayacağını anladığında geri dönmeye karar verdi. Zira patlamaya başlayan çam kozalakları, ateşi, bulunduğu bölgeye doğru fırlatmaya başlamıştı.

Geri adım attığı esnada başına aldığı bir darbe, yere yuvarlanmasına sebep oldu. Hata yapmıştı. Anlaştıkları gibi ekip arkadaşlarının gelmesini beklemeliydi. Kısa süreli bir baygınlığın ardından kendine geldiğinde üzerine doğru silah doğrultan iki farklı kişiyi gördü.

- Bağlayıp bırakalım. Yangın icabına baksın, dedi biri.

- Hayır. Hemen gebertelim, dedi diğeri.

Silahını ateşlemek için hazırlandığında, tek kelimeden oluşan bir feryat işitildi.

“Hayır”

Arabaya dönmek yerine, Komiser Mehmet’i takip eden Cemal’den başkası değildi feryadın sahibi.

- Bak sen! Dedi, adamlardan biri. Karınca da buradaymış. Biz seni öldü sanıyorduk. Demek, Ağustos Böceği bize ihanet etti.

Sonra silahını Cemal’e doğrulttu.

- Biz sana karınca diyorduk ama sen çekirge çıktın. Bir kere sıçradın. Bakalım bu kez nasıl kurtulacaksın?

An itibariyle çökmeye başlayan karanlığı bir kurşun sesi yardı geçti. Komiser Mehmet telaşla doğrulmaya çalışırken Cemal’e baktı. Onun, dimdik ayakta durduğunu gördüğünde nispeten rahatladı. Peki, kime ateş edilmişti? Dahası kim ateş etmişti?

Teröristlerden biri yere yuvarlanırken, diğeri silahını doğrultmaya çalıştı. Duyulan ikinci silah sesinin ardından o da yere yuvarlandı. Komiser Mehmet ve Cemal neler olup bittiğini anlamaya çalışırken, Ağustos Böceği ağaçların arasından ortaya çıktı. Silahına davranıp davranmamak konusunda kararsız kalan Komiser Mehmet, “Sakin ol.” anlamına gelen bir işaret yaptı elleriyle.

Üçüncü kurşun sesi duyulduğunda kafalar bir kere daha karıştı. Ağustos Böceği olduğu yere yığıldığında arkasında başka birinin olduğunu fark ettiler. Mide bulandıran sırıtışının ardından adam, yabancı olduğunu belli eden bozuk bir aksanla konuşmaya başladı;

- Ah La Fontaine!

İğrenç sırıtmasına devam ederek konuşmasını sürdürdü;

- Her masala inanmamak lazım… Ağustos böcekleri, toprak altında on yedi seneye kadar yaşayabilirler. Ne zamanki gün yüzüne çıkarlar, Ağustos sonrasını göremeden ölürler. Yani onun karıncayla olan hikâyesi tamamen yalan…

Silahını Mehmet’e doğrulttu ve yerde hareketsiz yatan Ağustos Böceği’nin üzerinden atlayarak ilerlemeye başladı. En büyük hatası da bu oldu. Henüz ölmemiş olan Ağustos Böceği’nin silahından çıkan ve geceyi yaralayan son kurşun sesinin ardından o da yere yığıldı.

Hayatını neden ikinci kez kurtardığını anlayamadığı Ağustos Böceği’nin yanına ilerledi Cemal. Abdullah Hoca’nın akıbetini merak ediyordu. Can çekişen Ağustos Böceği, Cemal’in soracağı soruyu biliyor gibiydi. Daha o sormadan;

- Yaşıyor, diye mırıldandı.

Can vermeden önce dudaklarından dökülen son cümleyse, Cemal’in sormak istediği ikinci sorunun cevabı, bir zorbanın merhamet hislerini harekete geçiren sebepti.

- Benim ilk lakabımda Karınca’ydı.

Rahmet yağmurları bedenlerine değmeye başladığında, ikisinin birden “Çok şükür” cümlesi döküldü dudaklarından. Bu garip Ağustos Böceği ve Karınca hikâyesinde sayamadıkları kim bilir kaçıncı ilahi yardımdı bu.

Eşrefi mahlûkat olan insana… Yaratanın dilsiz kulları olan hayvanlara… Yaşam kaynağı olan bitkilere, hain emellerle zarar veren… Yakan… Yaktıran… Koruyan ve kollayanları bekleyen ilahi cezanın ispatı niteliğinde...

 

Faruk Yılmazer